Renkli Magnumlar

Hepimizin görsel belleğinde (daha da iddialı olmak gerekirse, ikinci derecedeki ve belki de asıl önemli bellek alanı olan kolektif belleğimizdeki) yeri sarsılmaz bir köşe başını kaplayan görüntüler bulunmakta. İstesek de istemesek de hiçbirimizin algı kapaklarının sonuna kadar kapatılması mümkün değil. Bu nedenle doğal ve sağlıklı olduğunu iddia edebileceğimiz bir şekilde günümüzün ve tarihimizin önemli sayılan yaşantıları, belleğimizde gerekli olduğu zaman çıkmak üzere bir kenarda mevzileniyor. Bununla beraber bizden de önce bunun farkında olanların, bunu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya yönelik, sürekli birtakım girişimleri oluyor. Bu da algılarımızda hem içeriye hem dışarıya doğru global bir tıkanmaya yol açıyor. (Algılarımız ilk aşamada önemli bir imgeler transferiyle manipüle ediliyor. Bu manipülasyon sonucu yeni algılar da önceden belli ölçüde yönlendirilmiş biçimde yaratılıyor. Tekrar ilk aşamaya geliniyor ve bu böyle sürüp gidiyor.) Bu algı daralması tümüyle dış etkenler ve yönlendirilmeler tarafından belirlenmiyor tabii ki. Belki de insanın önsel düşünme zincirleri hepimizde kolaya varan bir genellemeyi meydana getiriyor. Bu şekilde belki de rahat ediyoruz ve yeni ve tehlikeli bilgilerden kendimizi sıyırıyoruz ya da öyle sanıyoruz.

Siyah beyaz belgesel fotoğraf denince akla ilk gelen isimlerden birinin Magnum, Magnum denince de akla ilk gelen şeyin -tabii konuyla ilginenler için söz konusu bu- siyah & beyaz ve oldukça ciddi belgesel fotoğraflar olması tabii ki tesadüf değil. Robert Capa’nın savaşları, Economopoulos’un Balkanları, Henri Cartier Bresson’un kritik anları… İşte tüm bunlar -zorunlu ve gerekli süreçlerin sonucu olarak- zihnimizde yer ediyor (belki de edemiyor). Çağımızın kaotik yaşantısı ve bunun aktarımındaki belki de en önemli araç olan fotoğrafın kullanımında ustalaşan ve belgeleme ve arşivleme güdülerini, toplumsal sorumluluk bilinci ve sanatsal duyarlılıkla birleştiren fotoğrafçılar, ortaya koydukları eserin kendilerinden ayrılıp kolektif yaşantının kayıt anlarına dönüşmesini sağlıyorlar. Bunu da siyah ve beyazı kullanarak yapıyorlar. Ve bu da bizim düşünme ve soyutlama yeteneğimizle örtüşüyor olmalı ki etkisini hiçbir şekilde yitirmiyor ve bu olanağı ile siyah & beyaz, renkli fotoğrafa rağmen büyük bir dirençle varolmayı sürdürüyor.

Fakat bu direnci kırmaya yine Magnum fotoğrafçıları girişiyor. magnumphotos.com adlı internet sitesinde bulunan Harry Gruyaert ve Gueorgui Pinkhassov’un fotoğrafları gerçekten de görülmeye değer. İlginenler Geniş Açı dergisinin 31. sayısında Pinkhassov’la tanışmışlardı. 1952 senesinde Moskova’da doğan Pinkhassov’un fotoğrafa olan ilgisi öğrencilik yıllarına dayanmakta. Pinkhassov, 1969-1971 seneleri arasında Moskova Sinema Enstitüsü’nde (VGIK) eğitim görmüş. 1971-1980 arası boyunca Rusya’da bir sinema stüdyosu olan MosFilm’de çalışmış. Orada da yine görsellikle ilgili görevler almış. Ünlü Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’nin onu 1978’de Stalker (İz Srücü) filminin setine çağırması ile birlikte onunla çalışma şansı yakalamış. 1988’de Magnum’a kabul edilmiş ve çeşitli ülkelerde çeşitli foto-röportajlar üretmiş. Fotoğrafı aslında bir iletişim aracı olmaktan ziyade yaratım aracı olarak, keşiflere olanak sağlayan bir medyum olarak değerlendirmekte olan Pinkhassov aslında, bu anlamda Magnum’la tümüyle uzlaşıyormuş gibi görünmüyor.

Gruyaert ise 1941 Belçika doğumlu. Görsellik onun da küçük yaşlardan beri ilgisini çekmiş. Çalışma hayatına, ışık ve kompozisyon bilgisine iyice hakim olmasına yardımcı olacak bir işle, bir televizyonda görüntü yönetmeni olarak başlamış. Zamanla fotoğraf hayatında ön plana çıkmaya başlamış. National Geographic, Geo, Fortune, Vogue, Id gibi önemli dergiler için fotoğraflar çekmiş. Ülkesinin yanısıra Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Mısır ve Fas gibi ülkelerde çalışmış. Çok sayıda büyük ticari firma için tanıtım amaçlı fotoğraflar üretmiş.

Her ikisinin de fotoğrafları (Gruyaert için özellikle Rivages serisi fotoğrafları) ilk bakışta hemen renk ve ışık kullanımı konusundaki yetkinlikle fark edilebiliyorlar. Fotoğraflar hangi noktalarda kesiştirilebilir ya da ayrıştırılabilir sorusu daha analitik bir yaklaşım talep edebilir ama bildiğimiz anlamda bir hazır okumaya olanak vermiyorlar. Söz konusu eserlerde yabancı olduğumuz birtakım şeyler görünüyor. Fotoğraflar bize farkında olmadığımız renkleri, ışığı ve kompozisyon kullanımını görüntülüyor. Bir taraftan yakalanan anların vuruculuğu, gerçeküstülüğü; bir taraftan belgeselin anlatım olanakları, bir taraftan öznelliğin, algılamanın, sentezlemenin ve dışavurmanın -bunlar sanatın ortaya çıkış biçiminin zorunlu aşamaları olabilir mi?-; bir tafaftan soyutlamanın, yabancılaşmanın, teatralliğin gücü kendilerini fotoğraflarda dışa açıyor. Birikim ve sentez, yeni görme çabaları ve keşfetme tutkusuyla biraraya gelip deneyim çabasını ifade ediyor. Siyah beyazın gücü renkli fotoğraflarda kaybolmuyor, tam tersine işin içine giren yeni bir elemanla siyah beyaza kafa tutuluyor. Ve belki de rengin veremeyeceği düşünülen zihinselliğin ve bilinçaltına yapılan göndermenin ispatına girişiliyor. Politizasyondan uzak keskin amaçları olmayan hiçbir kalıba sığmayacak öznelliğin ve sosyalliğin bu görünümleri -belge niteliklerini kaybetmeksizin- kendi estetiklerini yaratıyorlar ve sanatın ve bilindik anlatım olanaklarının sonuna yaklaşıldığını ileri sürenlere bir davet yaratıyorlar.

Özellikle ülkemizde fotoğraf albümlerinin ulaşılabilirliğinin ancak ciddi bir ilgiye ve refah düzeyine ihtiyaç duymasının sonucu olarak internetin imkanları gerçekten de ilgilenmeye değer. Buna belki de ciddi bir biçimde ihtiyacımız var. Çünkü ülkemizde her alanda olduğu gibi fotoğraf alanında da bir noktada sabitlenmiş gözüküyoruz. Bu nokta fotoğrafın, tüm insanları ilk olarak çektiği nokta. Ülkemizde çok sık biçimde üretilen ve bu alandaki ağırlığını kolay kolay kaptıracakmış gibi görünmeyen naif yaklaşım hemen bize fotoğrafik kalıplar yaratıyor ve biz bu kalıplara en belirgin bir biçimde Saydam Günleri’nde olmak üzere ilk fırsatta hemen rastlıyoruz. Tüm bu kalıplar hemen bize bizde fotoğrafın nasıl algılandığını belirtiyor. Batı’nın yaşadığı süreçlerin -reformlardan aydınlanma çağına, sanayi devriminden 20. yüzyılın hızlı ve yoğun birikimine, Dünya savaşlarından bireyselleşmeye, politize olmaktan yabancılaşmaya- hiçbirini yaşamamamızdan dolayı yapılan her şey bir yüzey transferine, temelsiz işlere yani sözün kısası güncel anlamda bir oryantalizme götürüyor. Batı’nın yabancılaşması bize ithal edildiğinde ortaya yüzen bir yabancılaşma, naif bir oryantalizm çıkıyor. Pinkhassov da bir doğulu (!) olmasına karşın aşağıdaki -Geniş Açı dergisinden alıntılanan- sözleriyle, bizim yaklaşımımızla olan ince farkı belirtiyor sanki. Önyargısız, yenilikçi, sorgulayıcı ve kendini arayan bir zihin, beraberinde saf bir algıya ihtiyaç duymaz mı?

“Sadece okulda ögrendikleriyle fotoğraf çekebilecegini düşünenler fotoğrafa geç kalırlar. Etrafı koklar, hareket eder ve fotoğrafı beyniniz bir şey anlamadan önce çekersiniz, sonra anlarsınız. Düşünce sonradan gelir. Fotoğraf okulundayken bir sürü dergiye bakardık. Genellikle Çek dergileri olurdu bunlar, çünkü Rus fotoğrafçıların çoğunluğu propaganda fotoğrafları çekerdi. Yani gerçek fotoğraf yoktu, hikaye anlatan bir şey yoktu. Ancak Çek dergilerinden yararlanabiliyorduk yani. Tabii fazla bir şey anlamıyorduk, sadece fotoğraflara bakıyorduk, hızlı hızlı. Aslında doğru olan da bu. Bir arkadaşımla sergiye gittiğimde ona hep fotoğraflara hızlı hızlı bakmasını öneririm, önünde fazla durmadan. Bu çok önemli: Öncelikle bilgiyi değil, fotoğrafın sana vermek istediği duyguyu özümsemek…”

Yazan: Erkan Erdem