Yeşilçam Klasikleri: Susuz Yaz

Necati Cumalı’nın 1947–51 döneminde geçen Susuz Yaz isimli öyküsünde, II. Dünya Savaşını müteakiben Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ülkenin tüm sanayisinin yok edilmeye başlanması, ilk devalüasyonun ilan edilmesi, Meclis’te görüşülecek toprak reformunu engelenme çabalarının eleştirilerinin yapılıp yapılmadığını araştırırken Mehmed Kemal’in şu paragrafının bu yönde bir okuma yapmamı gereksiz kıldığını söylemeliyim:

“Necati Cumalı, baktı ki çok Ahmet var, günün birinde adının başından Ahmet’i atıverdi… Oldu Necati Cumalı… Hukuk Fakültesi’ne, İzmir’in Urla’sından okumaya gelmişti. Sanatın az tehlike gösteren bölgelerine sığındı. Bizim yanımıza pek yanaşmazdı. Sakıncasızların çıkardığı dergilere yazar, suya sabuna dokunmayan konuları seçerdi. Sızıltısız, gürültüsüz okulunu bitirdi ve memleketine döndü. Orada avukatlık yaparken gerçeği daha yakından gördü. Ona göre yapıtlar verdi.” (Mehmed Kemal, Acılı Kuşak)

Metin Erksan’ın Necati Cumalı’nın içinde yaşadığı ve gözlemlediği ‘’su sorununu’’ kaleme aldığı, 1962 tarihli aynı isimli öyküsünden uyarlayarak senaryosunu yazdığı (bir söyleşisinde mülkiyet üzerine üç film yaptığını, Yılanların Öcü filminde toprak mülkiyetini, Susuz Yaz’da su mülkiyetini ve Kuyu filminde de insan mülkiyetini anlatmaya çalıştığını, su mülkiyetinin senaryosunu ilk önce kendisinin yazdığını, daha sonra Necati Cumalı’nın eserinde karar kıldığını söylemiştir) ve David E. Durston’la birlikte yönettiği Susuz Yaz, uluslararası ödül kazanan ilk Türk filmidir. Filmin başrollerinde Yeşilçam’ın ‘’en kötü’’ kötü adamı Erol Taş (hatta o kadar başarılı olmuştur ki canlandırdığı kötü adam karakterlerinden dolayı az ‘’sopa’’ yememiştir), sinemaya yeni adımını atan gencecik bir Hülya Koçyiğit ve sinema sevdasından dolayı bütün parasını filme yatıran Ulvi Doğan oynamışlardır.

Çekimleri öykünün de geçtiği yerde İzmir’in Bademler köyünde gerçekleştirilen film sansüre takılmıştır. Sansür kurulu ‘’büyük kardeşin küçük kardeşin karısını alması gayri ahlakidir’’ diyerek filmi tamamen reddetmiş ve gösterime girmesini yasaklamıştır. Daha sonra sansür kararı kaldırılmışsa da İçişleri Bakanlığının Selçuk Bakkalbaşı yönetiminde oluşturduğu üç kişilik komisyonun ‘’Bu film Türkiye’yi temsil etme niteliğinden yoksundur’’ kararı vermesinden dolayı Berlin Film Festivaline katılmasına izin verilmemiştir. Bunun üzerine Ulvi Doğan filmi, Avrupa’ya kaçırmış, devlet denetiminden kurtulabilmek için yönetmenin adını İsmail Metin olarak değiştirmiş (İsmail, Metin Erksan’ın göbek adıymış) ve Berlin Film Festivali’nde yarışmaya sokmuştur. Filmin büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanması üzerine ‘’aman Avrupalı bize ne der’’ kaygısından kurtulamayan klasik bürokrasi, filmin itibarını geri verebilmek için sanatçıların tümünün Turizm Tanıtma Bakanlığı tarafından ödüllendirilmesini sağlamışsa da filmin ülkeye gelmesini sağlayamamıştır.

Filmin başarısını paraya dönüştürmek hevesindeki bazı kişiler Hülya Koçyiğit’e benzeyen bir kadınla birkaç pornografik sahne çekerek filme eklemişler ve ‘’Kardeşimin Karısı’’ ve benzeri isimlerle Avrupa ve Amerika’nın porno sinemalarında göstermişlerdir. Türk sinemasının başyapıtlarından olan bir filme reva görülen bu durum acıklı olmakla birlikte bu işte parmağı olan insanlıktan nasibini almamışların bu utançla nasıl yaşadıklarını çok merak ediyorum. Bu konuda günah keçisi ilan edilen ancak anlatılanlardan öğrendiğimize göre bütün parasını filme yatıracak kadar sinema sevdalısı olan Ulvi Doğan’ın bunları yapmış olması –eğer kandırılmadıysa- büyük çelişkidir. Ayrıca David E. Durston isminin filmle ilgili hiçbir yerde geçmemesi de ilginç olduğu kadar manidardır, diyerek filmimize geçelim.

“İnsanda meydana gelen hastalıkların en iyi tedavi edicisi yine kendisidir.” ilkesinden hareketle hastalığı değil, hastayı tedavi ettiğini söyleyen Samuel Hahnemann tarafından tanımlanan Homeopati’de maddeler ondalık veya yüzdelik birimler olarak sulandırılır ve bir solüsyonun sonsuza dek sulandırılma olanağı vardır. Bu kadar seyreltik bir solüsyonda maddenin kendisi pratik açıdan yok denecek kadar azdır fakat nitelikleri suyun içinde mevcuttur ve kurşun zehirlenmesini de tedavi eden budur.

Homeopati’de bir madde ne kadar çok seyreltilirse o kadar etkili olur. Bedendeki zehir ne kadar yoğunsa, bu zehri iyileştirecek maddenin suyla seyreltilme oranı da o kadar yüksek olacaktır. Yani hastalık belirtilerini ortadan kaldırmak için maddenin etkisini kullanmak yerine, zehirden gelen hastalığın bilgisini silmek için suya kopyalanan bilgi kullanılır. Bu da demektir ki, su bilgi kopyalama ve hafızada tutma becerisine sahiptir. Böylece dünya üzerindeki su ve dolayısıyla bedenimiz gezegenimizin milyarlarca yıllık tarihini hafızasında tutmaktadır.

Suyla ilgili en büyük gizemlerden bir diğeri, buz kütlelerinin suda batmamasıdır. Su, sıvı haldeyken katı haline oranla daha yoğundur. İşte bundan dolayı, hava ne kadar soğuk olursa olsun, örneğin bir gölün, sadece üzerindeki katman donar ve gölün altındaki ısı +4 derecede sabit kalarak sudaki canlıların kış mevsimi boyunca hayatta kalmalarını sağlar. Şayet su katı hale döndüğünde dibe çökseydi, dünya üzerinde hiçbir yaşam formu kalmazdı. Ayrıca suyun, içinde başka maddeleri çözündürüp taşıyıcılık yapma gibi eşsiz bir özelliği vardır. Bu bir ‘’yaşam çorbası’’ oluşturarak okyanuslara, yaşamın devam etmesini mümkün kılan gerekli besinleri sağlar. Bundan dolayıdır ki yaklaşık 3,8 milyar yıl önce yeryüzünde ilk yaşam kendisini okyanuslarda yani suda göstermiştir. Ardından yaklaşık 420 milyon yıl sonra hayat ilk adımını sudan dışarı atıp, ozon tabakasının ve oksijenin yardımıyla okyanusların derinliklerinden özgürleşmiştir.

Suyu bilmek, evreni bilmek demektir; doğanın ve yaşamın mucizesini anlamak demektir. Erasmus ‘’Bunca asırdır saya saya Yunanlılar sadece yedi bilge sayabildiler’’ demiş olsa da Yunan felsefe ekolünün temelinin, kendilerine ‘’bilgeler (sophos)’’ denilen yedi düşünürle atıldığı, bu bilgeler arasında bulunan Thales’in de (diğerleri Solon, Chilon, Pittacus, Bias, Cleobulus ve Periander) suyu ilk ilke (arkhe) yani element olarak kabul ettiği bilinmektedir.

Yaşamı yaratan, evrimleşip gelişmesini sağlayan güç, hiç kuşkusuz sudur. Yaratılış efsanelerinde geleneksel olarak ilk insanlar, belirli bir toplumda hangi malzeme daha fazla ise ondan yaratılmasına (örneğin Navajo Kızılderililerinde ilk insan mısır başaklarından, Norveç mitolojisinde ağaçtan, Yunan mitolojisinde ise kayalardan) karşın pek çok yaratılış hikâyesine göre insanın su’dan yaratıldığı anlatılmaktadır. Bilinen en eski yaratılış anlatılarından olan Babil yaratılış destanı Enuma Eliş, ‘’Başlangıçta sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu.’’ derken genel anlamda Türk mitolojisi de şöyle başlamaktadır;

“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,

Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer!

Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,

Uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.”

Yeryüzünün 4,6 milyar yıllık geçmişini ‘’bir yıl’’ olarak düşünecek olursak, insan en son gün akşam saat 8’de doğmuştur denilebilir. Hayatın başlangıcında, ceninin yüzde 99’u, yeni doğmuş bebeğin yüzde 90’ı, erişkin insanın yüzde 70’i ve ihtiyar bir insanın yüzde 50’si sudur. Başka bir deyişle; insan, büyük kısmı sudan oluşan ve bundan dolayı ‘’girdiği kabın şeklini alabilen’’ bir varlıktır. Dörtte üçü sularla kaplı olan ve “mavi gezegen” olarak adlandırılan dünyadaki su miktarı, eşit olarak yayıldığı takdirde yeryüzünü 2,7 km. derinliğinde bir su tabakasına dönüştürecek kadar yani 1,4 milyar metreküp olarak hesaplanmaktadır. Ancak bu devasa miktardaki suyun yüzde 97’si okyanus ve denizlerdeki tuzlu sudur. Canlıların gereksinimlerini karşılayabilecekleri toplam su miktarı yüzde 3 civarındadır ve çok azı elde edilebilir durumdadır. 35 milyon metreküplük bu tatlı su miktarının yüzde 77,2’sini kutuplardaki buz kütleleri ile dağ zirvelerindeki buzullar, yüzde 22,4’ünü elde edilebilirliği oldukça zor olan yeraltı suları oluşturur. Yaşamın devamını sağlayacak sular, toplam tatlı su miktarının yüzde 0,4’ü olup miktar olarak nehirlerden, yeraltı sularından ve buzullardan okyanuslara dökülen 47.000 metreküp su, teorik olarak insan kullanımı için mevcut olan yıllık yenilenebilen tatlı su miktarıdır. Ancak, çeşitli coğrafi ve hidrolojik etkiler sonucu kullanabilecek yıllık tatlı su döngüsü de azalmakta ve tahminen 14.000 metreküp dolayında kalmaktadır. Görüldüğü gibi canlıların gereksinimlerini karşıladıkları taze su miktarı toplam su miktarı içinde oldukça küçük bir oran olmakla birlikte dünya üzerindeki dağılımı da son derece dengesizdir.

Yeryüzünde ilk kez kim bir toprak parçasını çevirmiş ve burası benim demişse mülkiyet o zaman başlamıştır ve Kabil bu ilk insandır. Osman da (Erol Taş) zamanın karakteridir ve mülkiyet sorunu Kabil-Habil kıssasında olduğu gibi kardeşler arasındadır. İnsanlığın en büyük günahı mülkiyet olup Tevbe Suresi 34–35 ayetleri şöyledir:

“Ey iman sahipleri! Haberiniz olsun ki ahbar ve ruhbandan birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve insanları Allah yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda sarf etmeyenler ise, işte onları elim bir azap ile müjdele. (34) O gün, biriktirdikleri Cehennem ateşinde kızdırılarak, üzerlerine dökülüp, alınları, böğürleri, sırtları bunlarla dağlanacak: İşte bu sizin nefisleriniz için biriktirdikleriniz, haydi tadın bakalım biriktirdiklerinizi.” (35)

“Evinde ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı ayaklanmamasına şaşarım.” diyen Ebuzer el-Gifariye göre, bu ayette söylenen biriktirilen maldan maksat ‘’mal sahibinin ihtiyacından arta kalandır. Kişi, ihtiyacından artan malı, Allah yolunda harcamak mecburiyetindedir. Onu biriktirip yanında tutması caiz değildir.’’

“Her ümmetin bir fitnesi vardır, benim ümmetimin fitnesi ise maldır.” (Hz. Muhammed S.A.V)

“İnsanın iki vadi dolu altını olsa bile üçüncü vadinin de kendisinin olmasını ister. Ne var ki insanoğlunun ağzını ancak toprak doldurur.” (Hz. Muhammed S.A.V)

Maide Suresi 27. ayetteki ‘’Âdem’in iki oğlu’’ tabirinin ‘’Kabil ile Habil’’ olduğu kabul edilse de Kur’an-ı Kerim’de isimleri geçmez. Tevrat-ı Şerif’in Yaratılış bölümünde ise olay şöyle anlatılır: ‘’4:1 Âdem karısı Havva ile yattı. Havva hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. «RAB’bin yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim» dedi. 4:2 Daha sonra Kayin’in kardeşi Habil’i doğurdu. Habil çoban oldu, Kayin ise çiftçi. 4:3 Günler geçti. Birgün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’be sunu getirdi. 4:4 Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Habil’i ve sunusunu kabul etti. 4:5 Kayin’le sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı. 4:6 RAB, Kayin’e, «Niçin öfkelendin?» diye sordu, «Niçin surat astın? 4:7 Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.» 4:8 Kayin kardeşi Habil’e, «Haydi, tarlaya gidelim» dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü.’’

İnsanın yeryüzündeki bir eşref-i mahlûk kabul edildiğinden hareketle nerdeyse 5 milyar yıl boyunca, yaşaması için uygun ortamın oluşması beklenilen ilk insanın var oluşunun ardından çok kısa bir sürede yine bir insan eliyle ‘’öldürülüyor’’ olmasının anlamı nedir acaba? Kabil ile Habil hikâyesi pek çok kez yorumlanmıştır. Bir kez daha aynı yorumlardan bahsetmeyeceğim. Kabil ve Habil ile kastedilenin tüm insanlık olduğunu, iki kardeş arasında ortaya çıkan sorunun en nihayetinde mülkiyet sorunu olduğunu Tevrat-ı Şerif Yaratılış 4-12 şöyle Kabil’e şöyle anlatır: ‘’İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek.’’

Karl Marks’ın ‘’…tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, doğrudan doğruya yalnız büyük toprak sahiplerini yaratmaktadır. Halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesi kapitalist üretim tarzının temelidir. Emekçi, kendisi için biriktirebildiği sürece kapitalist birikim ve kapitalist üretim tarzı olanaksızdır. Bunun için mutlaka gerekli olan bir ücretli-emekçiler sınıfı bulunmamaktadır. Bu durumda, öyleyse, emekçinin kendi emek koşullarından yoksun bırakılması yani sermaye ile ücretli-emeğin varlığı bir arada nasıl mümkün oldu. Oldukça özgün türden bir toplumsal sözleşme ile. İnsanoğlu sermaye birikimini hızlandırmak için kuşkusuz Âdem’den beri varlığının tek ve son amacı olarak hayalinde beslediği basit bir yöntemi benimseyerek kendilerini sermaye ve emek sahibi olarak ikiye böldüler.’’ diyerek altını çizdiği insanlığın en büyük günahı olan ‘’mülkiyet’’ temelindeki ayrışım Kabil ile Habil isimlerinde simgeleşmişlerdir. Bir insanın kendine yetenden fazlasını biriktirmeye başlaması diğer insanın aç kalması anlamına gelmektedir. Bu girişin ardından Osman’ın hikâyesini okumaya başlayabiliriz.

‘’Urla’nın Bademler Köyü’nün kuzeyinde hafif dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi yaz ayları gelince kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan günden güne yanan kavrulan ovanın yüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz yağmurları düşünceye kadar akan tek su, Kocabaşların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su damarıdır. Bu su bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar, sonra yer yer aralıkları harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş-altı yüz adım aşağılarda kalan bir havuza doğru akmaya başlar.

Suyun geçtiği topraklar, küçük ekiciler arasında bölüşülmüştür. Kocabaşların zeytinliğinin alt başında Kocabaşların sebze bahçesi vardır. Su, zeytinlikten bu sebze bahçesine girer, komşu iki bahçenin sınırları boyunca ilerler, orada havuza dökülür. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. Bahçeleri havuzun alt tarafında kalan ekiciler, yaz boyunca günde üç dört kez gelir, suyun havuzda vardığı çizgiyi kollarlar. Çünkü yaz ilerledikçe su azalır. Temmuz ortalarında bilek kalınlığına iner, Ağustos’ta ise nerdeyse parmak kadar kalır. Yaz başlarında gün ikindiye varmadan dolan havuzun suyu, Ağustos çıkarken akşamları ağız yüksekliğine ulaşamaz.

Bu dediklerimiz de ancak yağışlı geçen yıllar için doğrudur. Yıl kurak giderse, havuz, Temmuz sonlarına doğru ancak iki günde dolar, Ağustos ortalarında da susuz kalır, dibindeki çamura varıncaya kadar kurur, ot tutar. Havuzun kurumasıyla, alt başında kalan ekicilerin bahçeleri en geç bir hafta içinde yanar, ürün mevsimi sona erer. Yaz ilerledikçe suyun havuzda hangi yüksekliğe vardığını sık sık yoklayan ekicilerin huyu değişir. Su azaldıkça, adamların sabırsızlığı, öfkesi artar. Suyu zamansız bahçelerine indirmek isteyen komşular arasında sık sık ağız dalaşı çıkarsa da havada ilk yağmur belirtilerinin görülmesiyle unutulur gider.

Daha doğrusu bir vakitler unutulur giderdi. Suyun sahibini sorup soruşturmak, suya sahip çıkmak o çevrede kimsenin aklından geçmezdi. Ama 1947 başında Kocabaşlar, kendi bahçelerinde yeni bir havuz yaptırdılar. Sıvası kuruduğu günün gecesi, suyu, yatağından kendi havuzlarına çevirdiler. O geceden sonra olanlar unutulmadı.

Kurtuluş Savaşı’ndan önce bütün bu yerler tek bir Rum’un malıydı. Eskiden Rum’un tek başına sahip olduğu bu çiftlik, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kocabaşlarla öbür küçük ekiciler arasında bölüşülmüştü. Şimdi Veli ile arkadaşlarının malı olan bahçelerini de sulamak için, büyük havuzu yaptıran o Rum’du.’’

Mal hırsından dolayı Osman köy halkına yabancılaşır, köylü ile olan geçmişini siler ve kendini onlardan ayrı tutmaya, değer vermemeye, kendine besledikleri kin ve nefret duygularını önemsememeye başlar. Kendini farklı hisseder; köylülerle oturmaz, sohbet etmez, onların susuzluktan dolayı tarlalarının kuruyacak olmasıyla ilgilenmez. ‘’Siz kahvede oyun oynarken biz tarla açıyorduk, su bizim hakkımızdır’’ der. Bahçelerini genişletmek için kardeşiyle birlikte hazine arazilerini, ormanları taşlardan, otlardan temizleyip tarla haline getirir. ‘’Tapularının batı sınırında cebel, kuzey sınırında cebel yazıyordu. Yıllarca köyün kahvesine inmeden cebelde kazma salladılar. Cebeli kayasından arıttılar. Şimdi yine tapularının batı sınırı cebel, kuzey sınırı cebeldi.’’

Osman’ın davranışları karşısında onunla konuşmayı deneyen, beceremeyince adalete başvuran ancak kanunun Osman lehine karar vermesi karşısında şiddete, düzensiz bir direnişe girişen bunlardan da herhangi bir sonuç alamayınca suyu para ile satın almaya kalkışan köylüler kolektif ruhtan yoksun bir topluluğun temsilcileridir. Bilinçsiz dayanışmanın beyhude olduğunu filmin sonunda hepimiz anlarız.

“Kurtarıcılık son tahlilde bir burjuva yaklaşımıdır, ikameciliktir zira halkın, emekçi çoğunluğun, ezilenlerin, yeryüzünün lanetlilerinin kurtarılmaya değil, kurtulmaya ihtiyacı vardır. Başka türlü söylemek gerekirse kurtarıcılardan kurtulmaya ihtiyacı vardır.” (Fikret Başkaya)

“Yaşanan çeşitli olayların ardından köylülerle aralarında silahlı çatışma çıkar ve bir köylü ölür. Öldürenin Osman olduğunu herkes biliyor olsa da Hasan, ağabeyini ele vermeyi onuruna yediremiyordu. ‘’Veli’yi ben vurdum demek’’ ağasına düşerdi. Hasan ise ısrarla ‘’çifte benim üzerime kayıtlı’’ diyerek işin işinden sıyrılmak, bütün suçu –kendisi yapmaya cesaret edemediğinden- adaletin kardeşinin üzerine yıkmasını bekliyordu. Ağası adam olsa suçun üzerine kalacağına yanmazdı. Ağası beygir gibi ezerdi karısını… Ayrıca Hasan serbest kalacak olursa önünde askerliği de beklediğinden topraklar iki yıl boyunca temelli sahipsiz kalacak demekti. Bahar’a, çocuğuna kim bakardı.

Osman ise korkular, sıkıntılar içindeydi. Kardeşi suçu üzerine almaz ve kendisi hapse girerse Hasan’ın yumuşaklık göstererek suyu bağışlayacağını düşünüyordu. Bu çare aklına gelince biraz ferahladı. ‘’Hasan küçük, suçu üstüne almak Hasan’a düşer.’’ Kardeşi onu böyle demek zorunda bırakmaz da suçu kendiliğinden üstüne alacak olursa, bir gün sıkıntıda bırakmazdı hapiste! Harçlık gönderir, yiyecek taşır, bahçenin gelirinden payını ayırır, Bahar’a da… Sıra Bahar’ı düşünmeye gelince, bir ara Bahar’ın kalçaları, göğüsleri yine canlanır gibi oldu gözünün önünde! Osman hapiste kalırsa on yıl, o kalçalar, o göğüslerle bir arada kalacak demekti! Ama bu akşam bunları düşünmek istemedi; kurtulacak olursa, adak adar gibi, on yıl Bahar’a kötü gözle bakmayacağına, Bahar’a el sürmeyeceğine kendi kendini inandırmaya çalıştı durdu.”

Hasan (Ulvi Doğan) suçu kabullenir ve dokuz yıl hapisle cezalandırılır. Osman bir süre kardeşini ziyaret edip para verse de işleri bahane ederek ziyaretleri aksatmaya başlar. Hasan’ın başka bir cezaevine nakledilmesinden sonra da bir daha uğramaz. Gelen mektupları Bahar’a (Hülya Koçyiğit) göstermez. Okuma yazması olmayan, bir çıkış, bir kurtuluş yolu bulamayan Bahar, çaresiz durumuna katlanır, çocuğunu büyütmeye, Hasan’ı beklemeye çalışır.

Osman, birkaç köylünün, gazetede Hasan isimli bir mahkûmun ölümünü kardeşine bağlamasından gizliden gizliye mutlu olur ve öyle olmadığını bilse de yalandan inanmak hoşuna gider. Köylünün başsağlığı dilediği Bahar, Osman’ın ‘’gayrı ayrı yatak serme’’ demesine çaresizlikle teslimiyet gösterir.

“Bir şeyden bir parça varsa o asıl olanı temsil edebilir.” Baharın başörtüsünün korkuluğa bağlanması da Osman’ın gözünde Bahar’ın yerini tutmaktadır. Erol Taş’ın korkuluğa Bahar’ın başörtüsünü bağlaması ve korkuluğa aşkını ilan etmesi acaba ilkellerin ensest korkusuyla totem dikmeleriyle kıyaslanabilir mi? Ya da Osman’ın bir korkuluğa eşarp bağlayıp onu Bahar olarak simgeleştirmesi aslında Bahar’ın artık bir ölü, bir korkuluktan farksız olduğunu mu göstermektedir?

Bahar’ın olduğu her sahnede cinsellik bulunmaktadır. Filmin başlarında koku sürerek ve kendi isteğiyle sevdiği erkek olan Hasan’ı baştan çıkarmaya çalışırken nerdeyse tiksindiği Osman ise her hareketinden etkilenmektedir. Bahar’ın olduğu hemen her sahnede bacakları görünür. Yılanın ısırmasında bile, ölümle burun buruna gelmiş olan Bahar, Osman’ın gözünde cinsel bir nesneden başka bir şey değildir. Hepimiz filmi kötü adam olan Osman’ın gözünden izleriz. Bahar, tarlada çalışırken, merdivenden inip çıkarken –yani günlük yaşamını sürdürürken- hatta yılan tarafından ısırıldığında bile tahrik olan Osman’dır. Kadın ne yapabilir bu durumda? Her tarafını sıkı sıkıya örtse bile Osman’ın şehvetini ne engelleyebilir?

Suyu keseceğini söylemesine karşın tüm köylünün Osman’a sevimli görünmek uğruna düğüne gelmesi, Osman’ın yaşamının uğruna pek çok kötü olayların yaşandığı, pek çok felakete neden olan suyun içinde sona ermesi, kardeşi Hasan tarafından “hepsi benim” dediği suyun içinde öldürülmesi, cesedinin gözleri açık bir şekilde köylülerin susuzluktan kuruyan tarlalarına doğru su kanalı içinde sürüklenmesi, Osman’ın Bahar’a göz koyduğunu belli etmek için ineğin memelerinden süt emmesi, korkuluğa ilan-ı aşk etmesi, hepsinin aynı eğitim seviyesine sahip olduğu ve toplumsal konumlarının aynı olduğu köyde damat Hasan dâhil hiçbir köylünün sakal tıraşı olduğunu görmememize karşın ‘’devlet ciddiyetinin’’ ve ‘’farklı toplumsal statüye sahip olmanın’’ muhtarın sakal tıraşı olmasıyla anlatılması, Bahar’ın ‘’bunlar Hasan’ımın olduğu yerden geliyorlar’’ diyerek telgraf tellerinden medet umması ile Bahar ile Hasan’ın buluştuğu sahneler anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği muhteşem güzellikte sahnelerdir.

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr