YOKYER (Neverwhere): Neil GAİMAN

22 Mayıs 2024 Yazan:  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Roman, Romanlar, Sanat

“Londra’da eski zamanlara ait küçük kovuklar vardır, oralarda şeyler ve yerler, kehribardaki kabarcıklar gibi aynı kalır. Londra’da çok fazla zaman var ve bu zaman bir yere gitmek zorunda -tek seferde tamamı kullanılamaz.”

Neil Gaiman, en sevdiğim yazarlardan biri, belki de en baştakidir. Uzun zamandır Türkçe’ye çevrilmesini beklediğim “Yokyer (Neverwhere) nihayet İthaki yayınlarından okuyuculara sunuldu. Ben de çoğu kişi gibi yazarı sonradan tanıdığım için Sandman grafik noveliyle iyice ünlenmiş Gaiman’ın 1996 tarihli bu ilk kişisel romanını ancak 2024′li yıllarda bir çizgi roman versiyonu sayesinde tanıdım. Nitekim yazarın üslubunun zevkine varabilmek için romanını beklemek gerekiyormuş.

Aslında bu kitap gerçek bir roman değil. BBC 2 kanalı için hazırlanmış aynı adlı kült dizinin yazar tarafından romanlaştırılmış şekli (dizi senaryosu da kendisine ait). Londra’daki evsizler hakkında yazılacak bir öykü fikrini ele alıp, eşsiz hayal gücü sayesinde dönüştürerek yine “acayip” bir iş çıkaran Neil Gaiman; büyük kentin göz ardı edilen karakterlerinin hüküm sürdüğü alternatif bir Londra yaratmış. Bu “Aşağı Londra (London Below)” adlı alternatif boyuta bazı çıkmaz sokaklardan, kanalizasyon kapaklarından, ama daha çok metro tünellerinden ulaşılıyor.

Bir sonraki ve en önemli romanı olan “Amerikan Tanrıları”ndaki “Amerika’ya gelen her göçmen kendi tanrısını da yanında getirdi” fikrine benzer bir fikirle yola çıkan Neil Gaiman’ın bu seferki kurgusu Londra’nın şimdi bir metro istasyonu haline dönüşmüş eski köylerinin üzerine inşa edilmiş. Aşağı Şehir’de hala feodal sistem devam ediyor; beylikler ve kontlar var. Kendine özgü kanunları olan bu dünyada mecaz diye birşey yok! Bunu açıklamadan önce küçük bir kentken büyüyerek civardaki köyleri içine alan eski Londra’yı yazarın kendi kelimeleriyle aktarayım: “Tıpkı bir civa birikintisinin daha ufak civa damlalarıyla karşılaşıp onları bünyesinde toplaması gibi, hepsini içine çekmişti ve köylerden geriye yalnızca adları kalmıştı.”

İşte bu isimler Yokyer’de bizzat cisimleşiyor. Mesela batı Londra’daki Shepherd’s Bush (Çoban Çalılığı) evlerin, mağazaların, yolların ve bir de BBC’nin olduğu bir semt değil. Aşağı Londra’da ismi geçen bölgede gerçekten çobanlar var (ve çok ama çok tehlikeliler)! Antikacılar ve yeme içme mekanlarıyla dolu bir semt olan popüler Islington’daki “Angel” (melek) metro istasyonu sizi aldatmasın; romandaki kilit karakterlerden birisi Islington adında bir melek! Knightsbridge (şövalye köprüsü) yolu aslında Night’s Bridge (telaffuzları aynı; gece köprüsü) adında, karanlığın cisimleştiği ve bazen acı vergiler alan bir köprü. Kitabın sayfaları ilerledikçe, Earl’s Court (Kont’un sarayı) adlı semt istasyonunda, yaşlı Kont’un derbeder askerlerinin koruduğu tren vagonuna rastlayıp beceriksiz soytarısının hiç de komik olmayan şakalarına gülmek zorunda kalabilirsiniz.

Konu şöyle: Londra’da stabil bir işe ve dominant bir kız arkadaşına sahip, kimine göre şanslı sayılabilecek Richard Mayhem adlı genç bir adam sıkıntılı bir akşamüstü sokakta yaralı bir kıza rastlıyor. Nişanlısı Jessica’nın itirazlarına rağmen zavallı kızı evine taşıyor ve yarasına bakım yapıyor. Door (kapı) adındaki bu kıza yardımcı olma pahasına başına gelecek belalardan habersiz, Marquis de Carabas isminde bir rehber ve Hunter (avcı) adlı siyahi bir kadının eşliğinde Door’un katledilen ailesinin üzerindeki sırları aralamak için adım attığı Yokyer evreninde hem (istemeden) maceradan maceraya atılıyor hem de envai çeşit karakterle karşılaşıyor.

Neil Gaiman yarattığı benzersiz karakterlerle ünlüdür. İstediği her yere kapı açabilen Door ve gayet normal bir adam olan Richard’ı bir tarafa bırakırsak roman akılda kalıcı irili ufaklı kahramanlarla dolu. Bunların içinde en lezzetlisi olan Marquis de Carabas karaderili bir züppe. Hırsız, entrikacı, güvenilmez ve komik bir karakter. Çizmeli Kedi’yi andırıyor ki yazar tarafından bu benzerlik birçok yerde destekleniyor: “Ele avuca sığmaz ama etli butlu kanaryaların olduğu bir evin anahtarları az önce kendisine emanet edilmiş bir kedi gibi gülümsedi…” Ben kendisini daha çok Oscar Wilde’ın karakterlerinden birine benzetiyorum; özellikle de Door’a bir koruma ararken gerekli olmayan özelliklerin altını çizerken: “Bir korumada hoşluk, ıstakozları bütün bütün kusma becerisi kadar kullanışlıdır.” Zaten romanın çoğu yerinde benzerlikler ve atıflar mevcut. Öykü “Alice Harikalar Ülkesinde” ve “Oz Büyücüsü”nün daha şiddetli ve kanlı halidir diyebilirim.

Karakterlerden bahsediyordum; Hunter (Avcı) kafayı Londra’nın Canavarı’na takmış etnik bir savaşçı. Lezbiyen olduğunu hissettiren çeşitli ipuçları var. Her romanda olduğu gibi burada da kötüler var elbette (hatta kimin tam olarak iyi, kimin kötü olduğunu tam olarak söyleyemiyorum. Kusurlu karakterler bunlar). George Milton ve Lennie Small’ın katil versiyonları şeklinde tarif edebileceğimiz tilkiye benzeyen Bay Croup ve yumuşak tüylü hayvanları okşamak yerine yemeyi tercih eden Bay Vandemar, o kadar becerikli suikastçiler ki Truva’nın düşmesinde bile parmakları olduğu söyleniyor.

Kitap çok kolay okunuyor ve hızla bitiriliyor. Bunda Neil Gaiman’ın alaycı, hınzır ama dokunaklı anlatımı kadar çevirmen Evrim Öncül’ün de rolü var kuşkusuz. Yine de keşke daha çok asteriks kullansaydı ve göndermeler daha anlaşılabilir olsaydı. Ayrıca İranlı ilüstratör Azadeh Ramezani Tabrizi’nin kapak resmini çok beğendim ki kendisini Dave McKean ile kıyaslıyorum, az değil. Bunlar bir tarafa, Neil Gaiman’ın o tanıdık tarzını bir kere daha deneyimlemek bende güvenli kollara geri dönmüşüm hissini uyandırdı. Gerçekten çok ilginç saptamaları var adamın. Bu yazıda birkaç yerde örneklerini verdim ama daha fazla misal vermek gerekirse; nişanlısı Jessica için olumlu düşünceler besleyen ve onu gözünde büyüten Richard’a karşılık (her ciddi ilişkide rastlanabileceği gibi) kadının tutumu hayli ince bir espriyle aktarılmış: “Jessica da Richard’da muazzam bir potansiyel görüyordu; bu potansiyel, doğru kadın tarafından düzgün bir şekilde dizginlendiğinde, Richard’ı muhteşem bir evlilik ortağı haline getirebilirdi.”

“Richard olayların korkak şeyler olduğunu fark etmişti: Tek tek değil, topluca gerçekleşip birden üstüne atlıyorlardı” gibi hoş sloganların yanında benzetmeleri de insanı büyülüyor doğrusu. Obez ve Rastafaryan bir dövüşçüyü tarif ederken: “Ruislip, Bob Marley şarkıları eşliğinde televizyonda sumo güreşi izlerken uykuya dalmış birinin göreceği türden kötü bir düşe benziyordu” demesi gibi… Bunların yanında o keskin ve acımasız tarzı da insanın canını yakmıyor değil. Kısacık 18. bölümde, insanın damağında garip bir baskı hissi uyandıran tarifsiz bir burukluk yaşatıyor. Belki de ben tüm kitaba hakim olan o “artık asla eskisi gibi olamama huzursuzluğu”ndan hoşlanıyorumdur, bilemiyorum…

“Her zaman istediğin birşeye hiç sahip oldun mu? Ve sonra onun istediğin şey olmadığını anladın mı?”

Yokyer, hayatınızı değiştirecek bir roman değil. Kitabı bir kaçış edebiyatı, bir yol öyküsü, polisiye, fantastik veya sembolik bir hikaye olarak okuyabilirsiniz. Hatta ayrımcılığa ve sosyal tabakalara karşı duruşu olan komün hayatını yücelten politik bir roman olarak da ele alabilirsiniz. Ama bunlar için önermiyorum Yokyer’i. Neil Gaiman okuyucusuyla dalga geçmeyen, onu ciddiye alan bir yazar. Çok tanıdık ve akla yatkın bazı gerçek saptamalarda bulunuyor ve bunları o kadar tereyağından kıl çeker gibi yapıyor ki, şu ana kadar aklınızdaki bu gerçeği bu şekilde aktarılabileceğini hiç düşünmemiş olduğunuzu fark ediyorsunuz. Bir yazarın gerçekten anlatacak birşeyleri olması çok önemli. Beynimi oyalamaktan başka bir işe yaramayan ağır betimlemeler, uzun ve düşük cümleler, daha sanatsal görünsün diye (atıyorum) “evcimen bir duygu değildi ki aşk, beni papatyalarla ezen devinimli, kapılarımı sarsan korkak ve görkemli -ki yalancı bir kuştan daha sevgili; o ayrıca en dışımda değil midir akarsu gibi şırıl şırıl…” gibi saçma salak laflarla benim üzerimden mastürbasyon yapan kitapları hiç tercih etmem. Bunu yazan kişinin anlatacak birşeyi yoktur. Ben onun yerine “Bay Vandemar… Bay Croup’un son söylediğini, tek aşkını kesip inceleyen bir anatomistin dikkatiyle düşündü..” şeklinde bir betimlemeyi tercih ederim. Bu kitabı tavsiye etmemin nedeni Neil Gaiman’ın boşa harcayacak vakti yokmuş gibi kompakt bir doku işlemesidir; her işinde olduğu gibi insanı sarmalayan bir samimiyeti ve uçuran bir hayal gücü vardır. Geleneksel anlatımı yoktur ya da geleneksel temaları değiştirerek kendisine malzeme eder. Her karakteri (büyük küçük ayırdına varmadan) çok boyutlu bir şekilde yer alır öykülerinde. Bir süre sonra onlarla hareket edip onlar için endişelendiğinizi hissettiren “gerçek” karakterlerdir bunlar. Bir yazarın Neil Gaiman’ın eserleri için yaptığı yorumu hatırlıyorum: “Bu edebiyat değilse, edebiyat nedir?”

Böyle bir konu bu kadar kolay ve bu kadar gerçekçi aktarılabiliyorsa neden tercihimi Neil Gaiman’dan yana kullanmayayım ki?

Yokyer; Neil Gaiman, İthaki yayınları / 2024

Neil Gaiman’s Neverwhere; Graphic Novel. Mike Carey&Glenn Fabry/ (1-9 single magazine 2024, 2024)- 2024

Kaynaklar:

www.neilgaiman.com

http://en.wikipedia.org/wiki/Neil_Gaiman

http://en.wikipedia.org/wiki/Neverwhere_(novel)

http://www.loony-archivist.com/neverwhere/frames.html

Yazan: wherearethevelvets

wherearethevelvets@sanatlog.com

Neil Gaiman’dan Mezarlık Kitabı

7 Ağustos 2024 Yazan:  
Kategori: Edebiyat, Eleştiri, Kitabiyat, Kitaplar, Roman, Sanat

“I said
She’s gone but I’m alive
I’m alive
I’m coming in the graveyard
To sing you to sleep now.

Dedim ki
O öldü ama ben yaşıyorum
yaşıyorum
Mezarlığa geliyorum
Seni uyutmak için şarkı söylemeye.

Tori Amos (Graveyard adlı şarkısından)

Bahsedeceğim kitap, “Sandman”in ünlü yazarı Neil Gaiman’ın, “Coraline”den sonra yazdığı ikinci çocuk romanı (daha önce birçok resimli kısa öykü yazmıştır). Her ne kadar çocuk kitabı da olsa, yazarın karanlık tarzı, öykünün her tarafından sızıyor ve okuyanın tüylerini ürpertiyor.

1985 yılında, evlerinin yakınındaki mezarlıkta üç tekerlekli bisikletiyle gezen küçük oğlundan ilham alan Gaiman, kitabın temellerini atıyor. Rudyard Kipling’in “The Jungle Book” adlı öyküsünün mezarlıkta geçen versiyonu olarak tanımlayabileceğimiz öyküdeki olaylar da “Orman Kitabı” ile paralellik taşıyor. Öksüz ve yetim bir çocuğun, yaşayan insanlara ait olmayan bir dünyada evlat edinilmesi, dışarıdaki tehlikelerden korunması ve büyüme sancıları her iki kitapta da özdeş.

Mezarlık Kitabı (The Graveyard Book) açılış cümlesiyle (“Karanlıkta bir el bir bıçak tutuyordu.”) neyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça belli ediyor. Coraline’de olduğu gibi Gaiman korku öğelerini umarsızca kullanıyor. Ailesi, Jack denen adam (The Man Jack) tarafından hunharca katledilen erkek bebek, emekleyerek komşu mezarlığın bahçesine sığınıyor. Buranın sakinleri yani ölüler tarafından korumaya alınan bebek, yüzyıllar önce ölmüş Bay ve Bayan Owens tarafından evlat ediliyor (yaşarken kendilerinin hiç çocuğu olmamış). Kendisinden başka hiç kimseye benzemediğinden Nobody (hiçkimse) adını alan, kısaca Bod denen çocuk, esrarengiz Beyaz Atlı Hanım (muhtemelen ölümün kişileşmiş şekli) tarafından “Mezarlık Özgürlüğü” bahşedilmesinden sonra buranın bir sakini haline geliyor. Silas adlı siyah pelerinli bir adam Bod’un koruyucusu oluyor. Canlı veya ölü olmayan, ifadesiz suratlı ve yemek yemeyen bu adam muhtemelen bir vampirdir (kitapta bahsedilmiyor). Yüce Koruyucular (Honour Guard)’ın bir üyesi olan Silas’ın olmadığı zamanlarda Bayan Lupescu (ismindeki lupus-kurt köküne dikkat!) Bod’a öğretmenlik yapıyor (genç olduğu halde yele gibi gri saçları olan bu kadın, Hound of God-Tanrı’nın Tazısı’dır).

Lisa adında genç bir cadı hayaleti ve Scarlett Amber Perkins adında yaşayan bir kız ile arkadaşlık kuran Bod, macerası boyunca Gulyabaniler (Ghouls), Gecesıskaları ve yüzyıllardır efendisini bekleyen, karanlık bir mezarın iç duvarını kangal kangal kaplayan Bekçi (The Sleer) ile karşılaşacak; onu öldürmeye çalışan Antik Mısır kökenli gizli grup Elinden Her İş Gelen Jackler (Jacks of All Trades) ile savaşa hazırlanacaktır (Jack aynı zamanda usta anlamına da gelmektedir).

Neil Gaiman’ın sırrı nedir? Her öyküsünü olağanüstü büyülü yapan şey nedir? Bunun için; yazarın literatüre, folklore ve her türlü mitolojik metne akademik düzeydeki hakimiyeti üzerine eklenmiş zeka pırıltıları taşıyan edebi dehasını göz önüne almak gerekir. Daha kariyerinin başında, kendisini kült mertebesine ulaştıran “Sandman” adlı grafik romanının “A Midsummer Night’s Dream” adlı fasikülüyle 1991 yılında World Fantasy Award alması üzerine; bir daha bu prestijli ödülün bir çizgi romana verilmesini engellemek için jüri üyeleri tarafından ayrı bir kategori açılmasına neden olmuştur. Sinemaya da uyarlanan, erişkinler için masal sıfatını taşıyan “Yıldıztozu (Stardust)” romanında da İngiliz folklorü ve edebi literatürüne atıflar vardır. Amerika’ya göç eden her ulusun kendi inancını da buraya taşımasından temellenen sembolik romanı “Amerikan Tanrıları (American Gods)” ile Hugo Award en iyi roman ödülünün yanısıra Locus, Nebula ve Bram Stoker ödülünü almıştır. Birkaç yıl sonra yine Hugo ödülü kazanan “Coraline” adlı çocuk romanı başarılı bir biçimde animasyona uyarlanmıştır. Bahsettiğimiz romanı ise köklü ve prestijli bir ödül olan Newbery madalyası almıştır.

Bir kitabı okumamda, onun aldığı ödüller bir yere kadar rol oynar. Çoğunlukla kitapta yazarın zekasının pırıltılarını ararım. Yukarıda bahsettiğim hayalgücünün sınırlarında dolaşan karakterlerin dışında, çocuk romanlarında okuyanın canını sıkan didaktik öğelerin ne kadar farklı aktarılabileceğini gösteren bir örnek sanki bu kitap. “Kör parmağım gözüne” çıkarımlara rastlamak mümkün değil. Evet bazı dersler veriliyor ama kimseye farkettirmeden. Herhalde bu yüzden Newbery jürisi tarafından son zamanların en iyi genç-erişkin romanı seçilmiş.

Kitabın resimlerinden sorumlu Dave McKean, Gaiman ile uzun süreli iş beraberliğini burada da sürdürmüş. Aynı Coraline’de yaptığı gibi kitabı karanlık ama açıklayıcı eserlerle süslemiş.

Mezarlık Kitabı

Mezarlık Kitabı

Neil Gaiman, insani duygulara ve yaşamın kendisine iç acıtıcı bir şekilde değinir. Çoğu lafı öylesine söylermiş gibi görünür fakat o cümle hayatınızın cümlesi olabilir. Mezarlık Kitabı’nı, ölülerle mutlu mesut yaşayan bir çocuğun anlatıldığı bir kaçış öyküsü olarak görmemeli (Harry Potter gibi çocukların gerçeklikle ilgili bağlarını zayıflatan bir roman değil). Bir bölümde Bod ve Silas arasında bir diyalog geçiyor. Bod artık gerçek hayata atılmak istiyor. Dışarıda kendisini bekleyen tehlikeden korkmadığını söylüyor:

Silas: Aileni öldüren adam, sanırım dışarıda hala seni arıyor. Hala seni öldürmeyi planlıyor.

Bod: Eee? Sadece ölüm bu. Yani en iyi arkadaşlarımın hepsi ölü demek istiyorum.

Silas: Evet. Öyleler. Ve onların çoğunlukla dünyayla işleri bitti. Ama senin bitmedi. Sen “canlısın” Bod. Bu da sonsuz bir potansiyelin olduğu anlamına geliyor. Herşeyi yapabilirsin, herhangi birşey yaratabilirsin, herhangi birşeyi düşleyebilirsin. Eğer dünyayı değiştirirsen, dünya değişir.

Potansiyel.

Öldüğün zaman o yok olacak.

Son.

Yarattığını yaratmış, düşünü düşlemiş, ismini yazmış olursun. Buraya gömülebilirsin, hatta yürüyebilirsin. Ama potansiyel bitmiştir…”

Yazar romanını çok sevdiği bir biçimde bitiriyor. Yani kahraman artık asla eskisi gibi olamayacak denli değişmiştir; bazı güzel şeyler üzücü bir şekilde bitmiştir ama bazı yeni başlangıçlar içinde buruk bir umut yeşertir.

Çocuklarım olsaydı hiç düşünmeden okutacağım bir kitap. Erişkinlere de tavsiye ediyorum.

Yazan: Wherearethevelvets

Mezarlık Kitabı (The Graveyard Book), Neil Gaiman. Çev: Evrim Öncül / İthaki Yayınları / 2024.

Tori Amos: Müzikal Tapınak

26 Mayıs 2024 Yazan:  
Kategori: Alternatif Rock, Manşet, Müzik, Müzik Albümleri, Sanat

1

Nereden başlayacağımı bilemiyorum. İnsana çok sevdiği, neredeyse taptığı bir kişilik hakkında ne yazsa yeterli olmayacakmış gibi geliyor. Bahsettiğimiz kişi Tori Amos olunca, sadece müziğini değil, onu besleyen siyasal yönü, kişisel hayatı ve genetik kültürü de göz önünde bulundurularak birşeyler yazmak lazım; ve bu çok geniş bir mevzu. Her neyse, bir yerden başlayalım…

22 Ağustos 1963 tarihinde Güney Carolina’nın küçük bir kenti olan Newton’da doğan Myra Ellen Amos (gerçek adı buydu), hemen sonra ailesiyle birlikte Baltimore’a taşındı. Baltimore, düşünsel özgürlük olarak birçok sanatçının kolayca var olmasına olanak sağlayan garip bir yer. Bu yaşadığı çevre sonraki sanatsal duruşuna etki etmiş midir bilemiyorum; gelgelelim babasının bir rahip olması onu dini metinlerle erken yaşta tanıştırdı. Annesinin babası ise Cherokee kanı taşıyordu ve küçük kıza anlattığı öykülerle, alternatif bir inanç sistemi sundu. Babaannesi koyu bir Hristiyandı ve Myra Ellen’e İsa’yı sevmesi konusunda ısrar ediyordu. Şamanizmin ruhu özgürleştirici yönü ve sert kurallarla beslenen Hristiyanlık arasında kalan sanatçı, bu dini motifleri ileride şarkılarında bolca kullanacaktı.

Evde bir duvar piyanoları vardı ve küçük kız müzikle erken tanıştı. Kulaktan dolma ezgileri piyanonun tuşlarına aktardığında yaşı henüz 2,5 idi. Her duyduğu ezgiyi piyanoyla hemen çalabilen kız, anne ve babasında büyük bir dehayla karşı karşıya olduklarını hissi uyandırdı. Neticede 5 yaşında, prestijli Peabudy Müzik Konservatuarı’na kabul edilen en genç kişi oldu. Süper çocuk muamelesi gören Mary Ellen, müzik anlayışının akademik öğretiyle uyuşmadığını erkenden anladı. Solfej konusunda beceriksizdi, porte okuyamıyordu. Kulağı çok sağlam olduğundan, nota olmadan çalabiliyordu; bu akademinin hoşgördüğü bir şey değildi. O, Steve Wonder gibi piyano başında pop yapmak istiyordu; bu dikkafalılığının cezasını 11 yaşında konservatuardan atılarak gördü.

2

Normal bir liseye devam eden Myra Ellen, düğünlerde ve babasının eşliği ile bazı gay barlarda piyano müziği yapmaya başladı. 16 yaşında babasının kilisesinde çalmaya başladı. 18 yaşında abisi ile “Baltimore” adlı ilk kaydını yaptı ve bu şarkıyla yerel bir ödüle sahip oldu. Bu arada bir arkadaşı ona “Tori” isminin daha çok yakıştığını söyleyince, Myra Ellen artık Tori Amos oldu.

3

21 yaşında kendi ayakları üzerinde durmak istediğinden Los Angeles’a taşındı. Bazı pembe dizilerde figüranlık yaptı, reklamlarda oynadı (Kellogg kahvaltılık gevrek reklamındaki rolü Sarah Jessica Parker’ı elimine ederek alması çok meşhurdur). 80′li yıllarda moda olan, kabarık saçlı piliçlerin rock yaptığı (hair-metal) gruplara dahil oldu. Bar müziği yapmaya devam ediyordu. 1985 yılında hayatında bir dönüm noktası olacak malum olay gerçekleşti. Bir barda mesaisini tamamladıktan sonra, çıkışta bir erkek hayranının teklifini kabul etti ve evine bırakması için adamın otomobiline bindi. Fakat bu adamın tecavüzüne uğradı. O an ölmeyi düşünen Tori Amos, güçlü bir kararlılıkla yoluna devam etti ama artık eskisi gibi değildi.

Nihayet kendi hair-metal/pop grubunu kurdu. Tori Amos’un nota okuyamamasına atıfla “Y Kant Tori Read” adı verilen bu grupla aynı adı taşıyan albümü tam bir rezaletti. 1988 yılında Atlantic Records’dan çıkan albüme bir de rezalet ötesi klip çekildi. Klipte (The Big Picture), kabarık kızıl saçları ve avuç içi kadar elbisesiyle bir fıstığı oynayan Tori Amos, bir polise arabasının camının kırılıp tüm iç çamaşırlarının (!) çalındığı şikayetinde bulunuyor. Polisin ilgisiz tavırları moralini bozuyor ve arkasını dönen memurun arka cebinde kendi sütyenini görünce olayı çakıyor. Tabi hemen müzik başlıyor: “Someone smashed my window, broke into my brand new car, last night (Biri camımı kırıp yeni gıpgıcır arabama girmiş dün gece!)”. Tori Amos tüm klip boyunca bir ara sokakta hoplayıp zıplıyor, şemsiye benzeri bir etekle çığlıklar atıyor ve eline geçirdiği bir kılıcı (Kate Bush’un Babooshka’sı gibi) boyuna savuruyordu: UUuuuuUUuu yeee!

4

Yetmediği gibi “China O’brein” adlı vurdulu kırdılı bir filmin soundtrackinde yer aldı: “Distant Storm”. Atlantic Records, albümün hiç ama hiç satmamasını nasıl karşıladığını bilmiyorum fakat kızıl saçlı solist daha çok dikkatlerini çekti. Tori Amos’un firmayla anlaşması 6 albümü kapsıyordu, bu yüzden ona bir şans daha verdiler.

Bu başarısızlığın bir daha olmasını istemeyen Tori Amos, yapay imajını bir tarafa attı ve gerçek müziğini yapmaya koyuldu. Y Kant Tori Read’den gitarist Steve Caton (ki sanat yaşamında yanından ayrılmayan bir dost olacaktır) ve yapımcı Eric Rosse (ki Tori ile fırtınalı bir aşk yaşayacaktır), yeni bestelerde Tori’ye destek oluyorlardı. Piyanosuyla duygusal ama çarpıcı melodiler yapmak, üzerine kışkırtıcı sözler eklemek, o döneme göre biraz fazlaydı. 90′ların başında herkes Pump up the Jam falan dinliyordu ya da “kenttaçdis, nı nırı nım” gibi rap parçalarını. Üstelik grunge fırtınası tam gaz ortalığı dağıtıyordu. Yapımcılar Tori Amos’u bir kenara çektiler ve “Bak kızım! İşte piyasadaki müzikler budur. Yapıcaksan böyle bir şey yap!” dediler. Fakat Tori, kayıtlarını onlara dinletince fikirlerini değiştirdiler. Müzik karanlık ve melankolik, sözler saldırgandı. Yine de Amerika, piyano başında kendi şarkılarını söyleyen bir kızı dinlemez düşüncesiyle Tori Amos’u İngiltere’deki şubelerine gönderdiler. İngilizler daha anlayışlıydı ve burada dişi Elton John muamelesi görebilirdi.

Little Earthquakes (1991)

5

İngiltere’de bir apartman dairesinde kafa kafaya veren Eric Rosse ve Tori Amos, yaratıcı enerjilerini tamamen müziğe yoğunlaştırdılar. Bu arada aşık olmamaları mümkün değildi tabii ki (Tori Amos bu ilişkiyi asla doğrulamamıştır). Bu süreç sonunda bir çok eser çıktı ortaya:

“Russia” (daha sonra “Take To The Sky” adı verildi), “Mary”, “Crucify”, “Happy Phantom”, “Leather”, “Winter”, “Sweet Dreams”, “Song For Eric”, “Learn To Fly”, “Flying Dutchman”, “Silent All These Years”, “Mother”, “Upside Down”, “Girl”, “Precious Things”, “Tear In Your Hand”, “Little Earthquakes”, “Take Me With You” (henüz tamamlanmamış haliyle).

Bunun dışında Tori Amos bir çok B-side (albüme konmayan, single arka yüzlerine eklenen şarkılar) kaydetti. Bunların bazıları ünlü sanatçıların coverlarıydı: Smells Like Teen Spirit, Angie, Thank You, Ring My Bell, Ode to the Banana King, Thoughts, Sugar, Humpty Dumpty, The Pool, Here in my Head…

Y Kant Tori Read albümü hazırlanırken yazdığı “China” da (o zamanlar adı “Distance” idi) listeye eklendi. Albüm için yapılan en son şarkı “Me and a Gun” idi.

Fakat yapımcıların memnuniyetsizliği de eklenince, eleme sonucu Little Earthquakes albümüne sadece Crucify, Girl, Silent All These Years, Precious Things, Winter, Happy Phantom, China, Leather, Mother, Tear In Your Hand, Me and a Gun ve Little Earthquakes kondu.

6

Albüm, adı gibi küçük bir depreme neden oldu. İlk önce bir pop albümü olmasına rağmen fazla kaliteli. Dinlemesi kolay değil. Düzenlemelerde oldukça sade bir yöntem izlenmiş; vokale eşlik eden piyano asıl temayı oluştururken, davulla primitif vuruşlar şarkıya biraz olsun ritm kazandırıyor. Diğer tüm enstrümanlar geride tutulmuş. Akademik eğitiminin vermiş olduğu yetenekle yaptığı besteler, basit ezgilere alışan kulaklar için fazla dolambaçlı. Fakat sanki bir peri şarkı söylüyormuş hissi uyandıran vokaller, hani sözleri duymasak, bizi bambaşka alemlere götürüyor. Bakalım şarkılarda nelerden bahsetmiş:

Crucify’da kendisini her gün cezalandıran ve kalbine koyduğu zincirlerden bunalmış bir kızı anlatır. Yolunun üzerindeki herkes parmağıyla onu işaret ederken, o bu kişilerin suratına tükürmek istiyor. “Bu kirli yollarda bir kurtarıcı arıyorum. Bu kirli çarşaflar arasında bir kurtarıcı arıyorum…Ellerimi kaldırdım ki çivi iyi çakılsın…Zaten Tanrı’nın istediği de başka bir kurban değil midir?… İhtiyacın olduğunda nerede olur bu melekler?”. Tabii ki dini atıflar da var: “Easter adında tanıdığım bir kedi dedi ki: -Eğer içindeki kuşu öldürdüysen, artık boş bir kafessin.” Bu denli güzel sözleri nereden buluyor demeyin, kızımız edebiyata da düşkün. Zaten şarkılarını sembolist etkilerle yazıyor ve hayatımızın bir sembol olduğunu düşünüyor. Bu nedenle çoğu şarkının sözlerini anlamlandırmak neredeyse imkansız. Dini ve felsefi atıflar, yaşadığı özel (ve bizim bilemeyeceğimiz) durumlar ve belki sadece Amerikalı’ların anlayabileceği kültürel yönlendirmeler; her şarkısı için uzun analizler yapmayı gerektiriyor.

Silent All These Years, yıllar sonra sesinin gücünü keşfeden bir kız hakkında. Piyanonun ezgisi o kadar karanlık ki hasta bir zihinden çıktığını zannediyoruz. Şöyle başlıyor: “Afedersin, bir süreliğine sen olabilir miyim? Usturubunla oturursan köpeğim seni ısırmaz. Mutfaktan bir Hristiyan-karşıtı sesleniyor…Evet duyuyorum”. Ve devam ediyor. “Eee, derin düşünceleri olan bir kız buldun. Bunda inanılmayacak ne var? Oğlum sen önce dua et de en kısa zamanda regl olayım. Ya bundan naaber?”.

Ya da dalgacı piyano ezgisiyle şenlendirdiği “Leather”da söze şöyle giriyor: “Bak karşında çırılçıplak duruyorum. Cinselliğimden daha fazlasını istemez misin? İstediğin kadar yüksek çığlık atabilirim ama masum rolü oynayamam!”. Al başına belayı…

Albümde bu kadar yırtıcı olmayan şarkılar da var tabii. Mesela “Mother” içinde otobiyografik unsurları da barındıran, salt piyanonun eşlik ettiği ve (bir çok şarkısında yapacağı gibi) uzun ve ana ezgiden uzak bir piyano introsuyla açılan melankolik bir şarkı. Keza “Winter”, çocuksu hislerle yazılmış bir olmamış/olamamışlıkların şarkısı. Burada babasının koruyucu kanatlarının altından çıkarak, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kız çocuğu var. Peki bu kız babasının onunla gurur duymasını nasıl sağlayacaktır? Tori Amos bu parçasıyla, kendisini müzik konusunda destekleyen babasına karşı duyduğu, konservatuardan atılmanın vermiş olduğu mahcubiyeti anlatmaktadır belki de… Yine sadece piyanoyla eşlik edilen ve birden savaş davullarının katılımıyla kızılderili ayinine dönen atmosfer insanı alıp götürür. Babasının “Herşey hızla değişiyor” lafını “Asla değişmedi!” diye yanıtladığında gözyaşlarınızı tutmak güçleşiyor. Yıllar geçtikçe değişik anlamlar kazanan şarkıyla, beyaz atları daha çok seveceksiniz.

Albümün duygusal doruk noktası olan “Me and a Gun” için çok şey söylemek mümkün. Bir kere enstrüman olmaksızın çıplak sesle kaydedilen bu şarkıyla, uğradığı tecavüzü en can yakıcı haliyle anlatır. Sanki başından geçenleri polis kayıtlarına geçiriyormuş gibi tekdüze ve bitkin bir sesle aktardığı sözler, şarkı her ne kadar melodik bir özellik taşımasa da, insanın tüylerini diken diken eder. Özellikle de canlı performanslarında bu durum bir işkenceye dönüşebilir. Çünkü değişik notalarda fazla dolaşmayan monoton melodiyle, ha ağladı ha ağlayacak gibi duran delici bakışlarıyla ağzından dökülen şu sözleri kim duymak ister ki: “Arkamdaki adam pantolonunu indirirken, ben ‘holy holy’ diye şarkı söylüyordum. Gülebilirsiniz. Böyle zamanlarda komik şeyler düşünebilirsiniz… Carolina’yı bilir misiniz? Orada bisküviler yumuşak ve tatlıdır. İşte kafandan bunlar geçer, arkanda bir adam varken ve sen karnının üstüne yere yatırılmışken”.

Albümde iki önemli atıf mevcut (ya da belki daha fazladır da, ben anlamamışımdır); Biri Precious Things. Dinlenmesi hayli zor olan bu şarkıdaki tiz vokaller ve cızırtılı elektro gitarlar arasında şu şok sözleri aktarıyor “Şu Hristiyan delikanlıları tokatlamak istiyorum. Evet sayende orgazm oldum ama bu seni Hz. İsa yapmaz ki!”. İşte bu şarkıda “Nine Inch Nails”i olan yarı tanrılardan bahsediyor. Nine Inch Nails adlı alternatif rock grubunun solisti Trent Reznor ile arkadaş olan Tori Amos, acaba onunla bir aşkı da paylaşıyor mudur bilemiyorum.

İkinci atıf daha uzun soluklu. Tears in your Hand’de “Eğer beni sorarsan Düşler Kralı ile takılıyor olacağım. Neil selam söylüyor bu arada” diye bahsettiği, Neil Gaiman ve ünlü grafik romanının baş karakteri Sandman’dir. Bu şarkıyı duyan Neil Gaiman ile sıkı bir dostluk geliştirecekler ve birbirlerinin eserlerini de etkileyeceklerdir.

Bu arada sanatçı sinemaya da bulaştı ve “Toys” adlı filme, “Happy Workers” adlı hafif çatlak şarkısıyla dahil oldu.

Tori Amos’un gerçek tarzını ilk tanıdığımız albüm olduğu için bazı genel özelliklere değinmek istiyorum. Tori Amos tüm şarkılarını piyano gibi tuşlu çalgılar üzerine söyler. Piyano eşliği hep bildiğimiz gibi, vokal bölümlerinde güçlü, aralarda güçsüz değildir. Genelde hep aynı düzeyde giden ve parlak temaları tekrarlayan piyanonun üzerine şarkısını söyler. Piyano hisleri de yönlendiren bir araçtır burada; bazen tuşlara sert basılır, bazen tınlamaları zor duyarsınız.

Tori Amos’un vokal tekniği çok egzantriktir. Genelde kafa sesi çıkaran bütün kadın şarkıcılarla karıştırılabilecek gibi gelebilir. Fakat şarkının içine öyle bir dalar ki, sesinin titremesi, nefes alıp verişi, tempoyu boşveren ve ara nağmeye kadar uzatmaktan çekinmediği son heceleri, garip aksanı ve üst üste bindirme yöntemiyle çok sesli hale getirdiği performansı; bir kere dinlendiğinde asla başkasıyla karıştırılamayacak bazı impulslar yollar beyne. Sesini şekilden şekile sokar; bazen savunmasız bir kız çocuğu olurken bazen yırtıcı bir hatun olur. Bazen çığlık çığlığa bağırır, hırıltılı sesler çıkarır, bazen de sanki kulağının hemen dibindeymiş gibi fısıldar (Mother).

Tori Amos’un bu şarkıyı yaşama hezeyanı, özellikle canlı performanslarında daha aşikar olur. Birçok otorite tarafından gelmiş geçmiş en iyi konser sanatçılarından biri sayılan Tori Amos; sadece tek bir piyanoyla çıktığı konserlerde bile tadına doyulmaz bir gösteri sunar. Piyanoya bakmadan çalabildiği için, serbest kalan gözlerini izleyenlere çevirir. Kurduğu temas o kadar yalın ama gerçektir ki (ben de bu deneyimleri tattığım için) koca konser salonu küçücük bir yer olur. Şarkılarını sanki sadece size söylemektedir, herkesin yüreği aynı anda atmaktadır sanki. Yatmadan önce anlatılan korkunç ürpertici masallardan birini anlatır gibi, garip diyarlara sürüklediği dinleyici, şarkı bittikten sonra kendine gelemez. Bazıları ağlar. Bazıları, kimbilir hangi diyarda dolaşan donuklaşmış yeşil gözlere takılır, kimisi ayin ateşi gibi savurduğu alev gibi saçlarının esintisini hisseder.

Tori Amos, piyano başında rahat duramaz; şımarık bir çocuk gibi tepinir, vücudunu kasar, bacaklarını kaldırır… Bazı kadın şarkıcılar (P.J. Harvey gibi), şarkı söylerken orgazm olmasının nedeni, sandalyesindeki vibratör olsa gerek diye espri bile yaparlar.

7

8

9

10

11

Şarkıları canlı çalınmaya ve doğaçlamaya çok yatkındır. Aynı şarkıyı, her konserinde farklı dinleyebilirsiniz. Hatta bazılarının canlı performansı, albüm kaydından çok daha iyidir. Bu yüzden kadının canlı performansının illegal kayıtları el altından yüksek ücretlere satılır. Hayranları için her biri yeni hale gelmiş bu şarkılar hazine değerindedir. Bir garip tarafı da, Tori Amos’un bütün şarkıları “biter”. Yani gittikçe azalan bir sesle tekrarlanan nakaratlarla, artık kulak tarafından işitilmeyecek hale gelene dek kısılmaz (fade away). Son notayı “tınn” diye mutlaka basar ve insanın içinde o bitmemişlik hissinin yarattığı yapay duyguyu uyandırmaz. Bir şarkının nasıl başı ve gövdesi varsa sonu da olmalıdır bence. Üstelik Tori Amos’un finalleri çok çok iyidir. Bu garip oldu. Sonlar nasıl iyi olabilir ki? Ama bu sonlar sayesinde içimiz cız eder ve şarkı en başa sarılıp tekrar dinlenir. Her son yeni bir başlangıç değil midir?

Under the Pink (1994)

12

İlk albümün turundan sonra Eric Rosse ile başbaşa verip ikinci solo albümünün çalışmalarına başlayan Tori Amos, albüm şarkılarının dışında yine birçok B-side ve cover kaydetti: Home on the Range, All the Girls Hate Her, Over it, Sister Janet, Daisy Dead Petals, Black Swan, A Case of You, Strange Fruit, If 6 Was 9, Little Drummer Boy, Butterfly, Losing my Religion, Peeping Tommi (bu şarkı kayıt edilmesine rağmen o tarihte yayınlanmamıştı).

Tori Amos’un kariyerindeki belki en bilinen ve başarılı şarkıları bu albümdeydi. Halen Tori Amos dendiğinde ilk akla gelen şarkı olan “Cornflake Girl” yine bu albümdedir. İlkine göre daha sakin ve daha lirik olan bu çalışmanın şarkı listesi şöyleydi: “Pretty Good Year”, “God”, “Bells For Her”, “Past the Mission”, “Baker Baker”, “The Wrong Band”, “The Waitress”, “Cornflake Girl”, “Icicle”, “Cloud on my Tongue”, “Space Dog” ve “Yes, Anastasia”.

13

İlk albüme “bunalım” albümü dersek, bu albüm için de “terapi” albümü diyebiliriz. Zaten açılışı yapan “Pretty Good Year”ın piyano tınıları da, şarkıcının daha aydınlık ezgilere yol aldığını gösterir. Bu şarkı, sevgilisi ne yaparsa yapsın mutsuzluğuna sadece kendi içinde çözümler bulabilen bir adam hakkındadır. Gerçekten pırıltılar saçan piyano eşliği bizi kollarına alıp sallar sanki. Fakat tuşlara dokunan parmaklar arıza bir kadına aittir. Önce fırtına öncesi sessizliği gibi sakinleşen ezgi, aniden öyle bir modülasyonla farklı yerlere gider ki kulaklarınıza inanamazsınız. Bu dengesiz ve psikotik durum geldiği gibi hızla geçer ve baştaki melodinin teselli edici ezgisiyle finale gider. Ama dinleyici rahatlayamaz, çünkü ters köşeye yatırılmıştır. Tori Amos’un şarkıları asla beklediğiniz yerlere gitmez, hepsi başına buyruktur.

Yaşanan bu travmadan sonra, zor takip edilen garip ritmi ve sinir bozucu gitar sesleriyle “God” başlar. Amos’un din içindeki dişil temasların farkında olduğunun alaycı bir yansıması olan bu şarkı akıllara zarar sözlerle başlar: “Tanrım bazen gerçekten işin üstesinden gelemiyorsun. Arkanı toparlayacak bir kadın ister misin?”. İncil’den bazı bölümlerle, dindeki kadın düşmanlığının altını çizen Tori Amos, fırtına gibi esip geçer.

Geleneksel metodları sevmeyen ve yenilik peşinde koşan sanatçı, “Bells for Her”de akordu değiştirilmiş, telleri üzerine küçük metal küreler ve çiviler bırakılmış, eski bir duvar piyanosu çalar. Sonuç tınlama-çınlama karışımı amorf bir ses topluluğudur.

Yine dini atıflarla İsa ile Maria Magdelena arasındaki cinselliği de içeren ilişkiye temas eden, bir blues gibi başlayıp rockla devam eden “Past the Mission”da kendisine Trent Reznor sesiyle eşlik eder. “Baker Baker” küçük, şirin bir ayrılık şarkısıdır. Bir kız, devamlı gittikleri pastacıda, sevgilisinin gelmemesi üzerine bir iç hesaplaşmaya girişir.

14

Albüm kayıtları sırasında kaydedilen “Honey” adlı parça, son anda listeden çıkarılarak yerine “The Wrong Band” konmuştur. Yıllar sonra her yerde, “Ah şu salak kafam” diyerek bu hatasına hayıflanan Amos, her konserinde “Honey”i çalar ama “The Wrong Band”i es geçer. Bunu, hakkını yediği şarkının gönlünü almak için yapar. The Wrong Band, aslında Honey kadar olmasa da güzel bir şarkıdır. Bence sözleri değiştirilse kırık ezgisi, küskün bir çocuğun yakınması olarak algılanabilirdi (Şarkı, Amos’un arkadaşı olan ve Hollywood’un ipliğini pazara çıkaran ünlü mama Heidi Fleiss hakkındadır. Tori Amos’un garip arkadaşları varmış!). “The Waitress”, bir kafeteryada kendisinden daha fazla çalıştığı için kıskandığı garson kız hakkında yazılmış korkunç bir şarkı. Karakterimiz bu kızı öldürmek istiyor ama netekim barışa inanıyor, “Sürtük!”.

15

“Icicle”, “Cloud on my Tongue”, “Space Dog” ve “Yes, Anastasia”, Tori Amos’un klasik müzik eğitiminin izlerini barındıran parçalar. Icicle’nin piyano introsu ve özellikle Yes, Anastasia’daki senfonik yapı bu etkiyi güçlendiriyor. Gerçekten prenses olup olmadığı bir türlü kanıtlanamayan Rus soylusu Anastasia Romanov’a atıfta bulunulan şarkının neredeyse yarısı oluyor fakat nakarat gelmiyor (ki şarkı 9.33 dakika. Gerisini siz tahmin edin).

Şarkı sözlerinde dikkati çeken özellik, tanımlamaların iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmesi. Düşünce uçuşmaları ve klang assosiasyon izleri (ki psikoz bulgusudur), satır aralarında göze çarpıyor. Amos, albüm öncesi Georgia O’Keeffe ve Salvador Dali’nin sürreel tablolarına fazla bakmış anlaşılan.

Kendi anlatımına göre, bir gece piyanosuyla egzersizler yaparken, açık pencereden bir şarkı işitir. Yandaki gece klübünden gelen vurmalı çalgıların ritminden hoşlanmıştır. Bu Reggae şarkısının vurmalılarının tınısını piyanoda tekrarlanabileceğini düşünür ve tuşlarla ritme ayak uydurur. Böylece “Cornflake Girl”ün piyano eşliği ortaya çıkar. Fakat bu ezgi büsbütün doğaçlamadır, belli bir düzeni yoktur. O yüzden bir daha asla aynısını çalamaz, notalar her defasında değişir. Devamlı evrimleşen ve canlı şovlarda sanatçı tarafından gerçekleştirilen özgün bir dansla açılan şarkı temel olarak kadının kadına uyguladığı şiddetten bahseder. “Asla mısır gevreği kızı olmadım. Bunun bir çözüm olacağını düşündüm. Kuru üzüm kızlarla takıldım hep. O (kız) ise karşı tarafa geçti. Bizi kapı dışarı etti.”

Kendini şöyle tanımlıyor Tori Amos: “Ben kazanılmış bir zevkim, ançüezim. Kimse bu kıllı şeyi evine sokmak istemez. Ama cips olsaydım her eve girebilirdim.” Ama o asla cips olamazdı…

Reggae/rock/country karışımı bu garip ritmli şarkı, izlediği yoldan Amos’un çığlık karışımı vokalleriyle çıkıyor. Aniden kesilen ve yeniden başlayan müzik dinleyende devamlı tetikte olmasını öğütler gibi ilerliyor. Toplam süresinin yarısında aslında parça bitiyor. Bundan sonra piyano doğaçlamaları ve ilk başta anlamsız gelen söz tekrarlarıyla ilerliyor. Bir daha da başa dönmüyor. Üstüste binen sesler, bu seslerin her birinin farklı şeyler söylemesi (ki bir satırı Altın Tabancalı Adam James Bond’a gönderme yapıyor), vokalin sert piyano vuruşlarıyla ara sıra kesilmesi, bir kakafoniden çok, değişik bir armoni yaratıyor. Bu esnada, Afrika’nın bazı bölgelerinde halen gerçekleştirilen kız sünnetlerini anlatan, siyahi feminist lezbiyen yazar Alice Walker’ın (The Colour Purple’ın yazarı aynı zamanda kendisi) “Possessing the Secret of Joy” adlı romanına atıfla “Tavşan! Anahtarları nereye koydun?” çığlıklarıyla iyice histerikleşen şarkı; dayanılmaz bir raddeye geliyor ve zınk diye bitiveriyor! Şarkının İngiltere için çekilen klibinde, Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy, cehennem benzeri imgelerin olduğu garip bir dünyaya düşüyor.

Albüm yine bildik bilmedik birçok göndermeyle dolu. Mesela “Pretty Good Year”da bahsedilen, mektuplar yazan Grieg, aslında Tori Amos’un bir hayranıdır. İntiharı düşünen bu genç adam, duygularını paylaşmak için sanatçıya bir mektup yazar ve içine bir resmini koyar: anoreksiktir. Bu mektuplaşma sürer ve Amos onu bu şarkısına konu eder. Artık ünlü olan Grieg, halen Tori Amos hakkında bir fanzinin yöneticiliğini yapmakta.

Diğer bir zikir ise, artık yakın dost oldukları Neil Gaiman… İki egzantrik kişilik birbirini o kadar etkilemiştir ki Gaiman, “Sandman” grafik romanındaki ebedilerden biri olan “Delirium” karakterini yaratırken Amos’tan etkilenir. “Space Dog”da Amos şöyle demektedir: “İhtiyacın olduğunda Neil nerededir?”

Duyarlılığından dem vurduğumuz Tori Amos’un sosyal faaliyetlerde bulunmaması imkansız. En bilinen aktivitesi RAINN (The Rape, Abuse and Incest National Network) adlı kuruluştaki pozisyonudur. Bu hayır cemiyetinin kurulmasına da ön ayak olan şarkıcı, ücretsiz konserlerle mali yönden de destek olmaktadır. En iyi 100 hayır kuruluşu içinde adı anılan RAINN’de, her şekilde istismara uğramış kişiler, telefonla ücretsiz psikolojik destek alabilmektedir.

Boys for Pele (1996)

17

Under the Pink’in konserleri devam ederken Tori Amos bir travma daha yaşadı ve Eric Rosse’den ayrıldı. Sebepleri hakkında kesinleşmemiş bir çok tahmin olmakla beraber kesin bir açıklama yapmayan sanatçı, bir açıklamasında devamlı sanatçı erkeklerle beraber olmasının kendisi için iyi olmadığını söylemiş. Devamlı ilgi isteyen ve karşısındakine ilgi gösterme tenezzülünde bulunmayan bu egosantrik erkeklere bir de maçoluk eklenince iş içinden çıkılmaz bir hale geliyormuş. Bu olayların etkisiyle turne sırasında 3. albümü için şarkılar yazmaya başlayan Tori Amos, geçmişte erkeklerle olan ilişkilerini masaya yatırarak erkek-kadın problemleri konusunda bir tümevarıma girişti. Artık bir yapımcısı olmadığından albümün yapımcılığını kendisi üstlendi ki bu da bir ilkti.

Tüm bunların ışığı altında bir “ayrılık” albümü olarak niteleyebileceğimiz eser, sanatçının en garip, en anlaşılmaz albümü oldu. Sözler içinden çıkılmaz hale geldi ve sembollerle daha da güçlendirilmişti. Amos’un pratik ettiği enstrümanlara, burada harpsikord ve kilise orgu gibi Barok çalgılarını eklemesi, bu albümünü (benim düşünceme göre) kendisinin en iyi yapıtı olarak kabul etmeme sebep oldu. Evet, en sevdiğim albümü bu…

18

19

Bir konsept olarak tasarladığı albümün adındaki Pele, Hawaii’nin volkan tanrıçasıdır ve kraterden aşağı ittirilmek suretiyle kurban edilen “oğlanlar” da Amos’un eski yavuklularıdır (“Pele’nin püskürttüklerini görmeden ateş gördüm deme!”). Konsept gereği albümde, 18 şarkı olmasına rağmen bunlar aslında, 4 kısa interlüdle (“Beauty Queen”, “Mr. Zebra”, “Way Down” ve “Agent Orange”) çerçevelenmiş 14 adet asıl şarkıdan ibaret. Tori Amos’a göre bu 14 parça; Mısır mitolojisindeki tanrıça İsis’in, kocası Osiris’i tekrar bir araya getirilmesi için bulması gereken 14 vücut parçasına tekabül etmektedir. Albümün bir kilisede kayıt edilmesi, gospel korosu eşliği ve kullandığı enstrümanlarla, diğer albümlerine nazaran daha dini bir atmosfer yaratan Amos’un maskülen dinler ve ataerkil Tanrı’yla da paylaşacak kozları vardı anlaşılan. Şarkı listesi şöyleydi:

Beauty Queen/ Horses (bu ikisini genelde hep beraber icra ediyor)

Blood Roses
Father Lucifer
Professional Widow

Mr. Zebra

Marianne
Caught a Lite Sneeze
Muhammad my Friend
Hey Jupiter

Way Down

Little Amsterdam
Talula
Not the Red Baron

Agent Orange

Doughnut song
In the Springtime of His Woodoo
Putting the Damage On
Twinkle

Ayrıca birçok B side kaydetti: “Graveyard”, “Hungarian Wedding Song”, “London Girls”, “Samurai”, “That’s What I Like Mick (The Sandwich Song)”, “This Old Man”, “Toodles Mr. Jim”, “Alamo”, “Amazing Grace/Til The Chicken”, “Frog on my Toe”, “Sister Named Desire” (Desire, Neil Gaiman’ın romanı Sandman’de ebedilerden biridir). “Cooling”, “Never Seen Blue” ve “Beulah Land” ise bu dönemde kaydedilmesine rağmen daha sonraki yıllarda dinleyiciye sunuldu. Aynı dönemde “Somewhere Over the Rainbow”, “Famous Blue Raincoat”, “I’m on Fire”, “Landslide” ve “Over the Rainbow” adlı parçaların coverını da gerçekleştirdi.

Albüm, bir doppler efektinin eşlik ettiği, tek tuşun mükerrer seslenmesinin üzerine okunmuş bir ninni ile başlıyor. Daha ilk sesle, kulaklara yoğun bir melankoli ve hüzün akar. Beauty Queen bitince, iki kulak arasında dolaşan doppler cızırtısı devam eder ve “Horses”in ilk notalarıyla beraber vokal başlar. Tori Amos, atlarının üzerinde muammalı yolculuğuna başlamıştır. Eski sevgilisinin iblislerinin erişemeyeceği yerlere kadar sürecektir atlarını.

Neil Gaiman, Stardust (Yıldıztozu) adlı entelektüel masalını yazarken arkadaşı Amos’tan yardım ister. Tori Amos, bahçesinde binlerce tür çiçeği olan sessiz sakin evinde, ona bir oda ayarlar. Yazar, mekanın verdiği dinginlik ve esinle romanını bitirir. Karşılığında da Tori Amos’u, kırmızı yaprakları olan büyük bir konuşan ağaç olarak canlandırır romanında. Tristan’ın rüyasında ona önemli sırlar açıklayan ağaç, aslında önemli bir kilit karakterdir fakat masalın sinema uyarlamasında bu karaktere yer verilmez. Horses’da konuya değinir: “Eğer seni bulmak için bir yol varsa, seni bulurum. Peki Neil beni bir ağaç yaparsa, sen beni bulabilir misin?”. Horses koyu, karanlık ama lirik bir parçadır ve albüme hazırlık açısından iyi bir seçimdir. Sade piyano üzerine söylenen sözler her ne kadar yoğun olsa da şarkı kolay dinlenir. Piyano, pencereye çarpan yağmur damlaları gibi rastlantısal tınlar.

Sıradaki “Blood Roses” ile şarkıcı eteğindeki taşları dökmeye başlar. Harpsikord ile yapılmış bu garip rock parçasına kilise orgu ve çanlar eşlik eder. Bu dini dokunuşların bir sebebi vardır. Albümünün yapımcılığını da kendisi üstlendiğinden, kimseye hesap verme zorunluluğu olmadan, özgürce şarkılarını söylerken bulunduğu mekan, bu ruh durumuna uyduğu için seçilmiştir; burası bir kilisedir, burada hiç bir insan onu yargılayamaz. O yüzden herhalde, şarkı tam bir sokak kavgası gibi. “O (erkeğe) kanını verirsin ve küçük sıcak elmas(?)ını. Oysa o seni gebertmek ister, sen öldüğünde bile… Tavuklar senin etin gibi bir tad verdiklerinde… Seni derin derin emdiğinde, bazen etten başka birşey değilsin… Senin bulunduğun her yeri traş ettim oğlum.” İlişkisinin bitmesine, ilgisizliğin neden olduğunu şu sözlerden çıkarabiliriz: “Asla söylemediğin şeyleri unutamıyorum.”

Albümdeki şarkı sözlerinin uçarı, keskin ve fazla üstü kapalı olması, ortaya deli saçması gibi bir sonuç çıkarabilir. Bu durum, Tori’nin sözleri yazmadan önce halüsinojen maddeler kullandığı inancını uyandırdı “Father Lucifer”da da kendisi bunu kabul etti, bir kızılderili şamanın vermiş olduğu otları içtikten sonra Şeytan’la hoş beş ettiklerini söyledi. Halbuki herkes babasını şeytan olarak tanımladığını düşünmüş, hatta babası bile kendisine darılmıştı. Şarkının sözlerine bakıldığında söz konusu kişinin babası değil, “Şeytan Baba” olduğu aşikardır oysa ki. Sözleri bir kenara atıp şarkıya bakarsak çok hoş, çocuk tekerlemesi gibi bir ezgiyle karşılaşıyoruz. Bu kadın, bu kadar zıt kutuplarda nasıl aynı anda bulunabilir diye düşünebilirsiniz, bu şirin şarkıyı dinlerken. Şarkının finalinde o çok sevdiği sesleri üst üste bindirme tekniğini uygulayarak 3 ayrı seste üç ayrı satırı okurken, bu üç kadına eklenen trompet, dinleyiciye eşine rastlanmayan bir tecrübe yaşatıyor. Burada birbiriyle alakasız bir sürü laf ardı ardına sıralanıyor; Easter yumurtasını boyaması mı dersiniz, Joe Dimaggio’nun Marilyn Monroe’nun mezarına çiçek getirip getirmediğini sorması ya da pizza yedikleri halde hiç kilo almayan kızlara hayıflanması mı dersiniz…

Tori Amos’un Kurt Cobain ile dostluğu, onun “Smells Like Teen Spirit”ini coverladığı zamana dek uzanmaktaydı. Trent Reznor ile yaşadığı boyutunu bilmediğimiz ilişkisi de cepte zaten. Cobain’in ölümüyle, Courtney Love’ın medyatik tavırları, yetim çocuğunun üzerine oynaması ve Trent Reznor ile Tori’nin arasını bozması, Amos’un sinirlerini bayaa bozmuş olacak ki “Professional Widow (Profesyonel Dul)” adlı şarkıyı döktürmüş. Sert harpsikord tınıları, distorsiye gitarları, primitif ritmi ile punk-blues arası bu hayli garip şarkıda Nine Inch Nails’in bir albümüne atıfta bulunur: “Starfucker, tıpkı babam gibi…” sözlerinde bahsettiği “Starfuckers, Inc” albümü. Tabi bunların hepsi dedikodu. Tori Amos, şarkının öyküsünün böyle olduğunu kesinlikle kabul etmiyor. Peki şu sözler ne anlama geliyor: “Onun bebeğini satıyor, tıpkı babam/babanız gibi…”. Şarkı sonlara doğru iyice çığırından çıkıyor. Bir gospel şarkısının sonlara doğru kendini koyvermesi gibi, farklı bir atmosfere geçiyor ve şu şok sözlerle sona ulaşıyor: “Sevgi ver, huzur ver bana, ve de sert bir y*rak!”. 18 yaşından küçüklerin dinlemesini önermeyeceğim bir şarkıdır.

“Caught a Lite Sneeze” Tori Amos’un en sevdiğim şarkılarındandır. Sanatçının tüm karakteristiklerini barındıran, herhangi bir türe dahil edemeyeceğimiz sofistike, karanlık ve melankolik şarkılardan biridir. Dans edilebilecek sert davulların ritmi, önce bizi sarar. Sonra harpsikordun çınlayan sesiyle tema belirlenir. Amos şarkıya derin bir sesle girer. Bu şarkı sesini en yetkinlikle kullandığı parçadır bence. Değişik alanlarda dolaşır, bir melek veya sürtük olur. Sesler üst üste eklenir. Hastalıklı zihninin karanlık dehlizlerinde kayboluruz. Asabi bir şarkıdır bu. Canlı performanslarında, intro hep aynıdır. Nine Inch Nails’in coverladığı “Hurt” adlı şarkıyı tersine çevirerek okur. Trent, kendi canını pek de yakmamaktadır Tori’ye göre. “Kendi şahsi güzel nefret makinemi yaptım” sözlerinde bahsettiği “Pretty Hate Machine”, Nine Inch Nails’in debut albümünün adıdır. Eski sevgililerin ipliği pazara çıkarılır: “Oğlanlar sağımda, oğlanlar solumda, orta yerimde oğlanlar, ama sen yoksun!… Aşkımızın bu kadar ufak olduğunu bilmiyordum, ayakta bile duramıyor… Sadece bir hapşırıktı, küçük bir rüya gördüm…” diyerek bitmiş aşkını da küçümsemektedir.

Mr. Zebra, konserlerinde de yoğun sevgiyle karşılanan şirin bir şarkıdır. Hafif caz ve vodvil havası taşıyan şarkının sözleri de esprilidir: “Merhaba bay Zebra, kazağını alabilir miyim? Çünkü deliğimde çok üşüyorum!”. Sanatçının çok etkilendiğini her söyleşisinde belirttiği Kate Bush’un etkilerini burada da görmek mümkün.

Mr. Zebra’nın finaline doğru havanın melankoliye kayması, bir sonraki şarkı “Marianne”e bir hazırlıktır. Bu senfonik şarkının garip tarafı nakaratın ve tekrarların olmamasıdır. Amos, pop müziğin kalıplarını zorlamaktan hoşlanır. Marianne, Tori’nin yakın bir arkadaşıdır (yani bir zamanlar öyleymiş maalesef): “Ve dediler ki Marianne kendini öldürmüş! İmkanı yok dedim, imkanı yok!”. Tori bu şarkıyı canlı performansında daha da iyi söyler, yaşar çünkü. Tüyleri diken diken eden bir ağıttır bu, kızgın tavadaki en hızlı kız olan Marianne’e adanmış…

Dini göndermeler Amos’un albümlerinin olmazsa olmazıdır. Muhammad my Friend’de, İsa inancının dişil öğelerinin altını çizer. Ve arkadaşı Muhammed’e (Muhammed Ali olabilir), İsa’nın aslında bir kadın olduğunu itiraf etmeye çağırır! Albümün göndermeleri bununla bitmez. Hint ezgileriyle bezeli “Talula”da, Anne Boleyn’in kafasının uçurulmasından bahseder. 1+1=2 demiştir kızcağız. Zalim 8. Henry ise 3′te diretmektedir. Kadınlar, elindeki erkeği kaybetmemek için neden çabalamaktadırlar? Ekmek ve pastayı dengeleyebilmek için çift dil edinen Marie Antoinette’e ne demeli? “Not the Red Baron”daki kızıl baron, Snoopy’nin sahibi Charlie Brown’dır. Tori, Hollywood’un efsane kadınlarına birçok şarkısında değinir. Jean Harlow ve Judy Garland bunlardan birkaçıdır.

Albümün sonlarına doğru, ayrılık acısı daha da aşikar olur. “Eğer senin zamanını harcıyorsam, belki de sen almayı öğrenememişsindir”, “Zarar verirken bile hala güzel gözüküyorsun”… Ama en sonunda içindeki bazı şeyleri öldürüp yeni umutlara yelken açmalıdır…

From the Choirgirl Hotel (1998)

20

Bir önceki albümünün de miksajını yapan Mark Hawley ile gönül ilişkisine giren Tori Amos, Boys for Pele turnesi sırasında bebeğini düşürdü. Yoğun bir depresyona girerek evine kapandığı sırada yaşadığı travma, dördüncü albümünün esini olarak geri döndü. Fakat şanssızlıklar peşini bırakmıyordu. İkinci hamileliği de daha başındayken düşükle sonlandı. Bu duyguların izinde çıkardığı albüme “düşük” albümü diyebiliriz.

Boys for Pele’deki bazı şarkıların ünlü djler tarafından remixlenerek dans müziği haline getirilmesi, sanatçıya yeni bir fikir verdi. Yeni albüm tamamen elektronika tarzında olacaktı. Öncekilere göre poptan tamamen uzaklaşan bu albüm, daha sert ve daha rocktı.

21 22

Tori Amos konsepti sever. Şarkılarının yaşayan varlıklar olduğu ve kendi özel hayatlarını yaşadıkları düşüncesi gittikçe kuvvetlendi. Albüme adını veren mekan da, bu şarkıların uğradıkları hayali bir yerdi.

Tori kemikleşmiş orkestra elemanlarının tümüyle beraber çalıştı. Steve Caton, kariyerinin başından beri gitarıyla hep yanındaydı zaten. Bastaki Jon Evans ve baterideki Matt Chamberlain, hayranları tarafından Tori kadar çok sevilir.

Albüm şarkıları şöyle: “Spark”, “Cruel”, “Black-Dove (January)”, “Raspberry Swirl”, “Jackie’s Strength”, “iieee”, “Liquid Diamonds”, “She’s your Cocaine”, “Northern Lad”, “Hotel”, “Playboy Mommy” ve “Pandora’s Aquarium”. Tabii ki B-sidelar da var: “Purple People”, “Bachelorette”, “Do it Again”, “Have Yourself a Merry Christmas” ve ninni benzeri “Merman”.

Boys For Pele’de iyice belirginleşen kriptik şarkı sözleri bu albümde devam ediyor. Bundan sonraki albümlerinde de muammalı bir şekilde devam edecek. Albümde, bir önceki albümden yansıyan birkaç şarkı var; çılgın ritmiyle bir klüp şarkısı olan “Raspberry Swirl”, erkek olamayan oğlanlardan yakınıyor. “Northern Lad” ise daha melankolik bir ayrılık şarkısı. Sözleri tam olarak anlaşılabilen ender parçalardan da biri. Hiçbir zaman tam anlamıyla sahip olamadığı bir kuzeyli delikanlıdan bahseder şarkı. “Önceleri aksanımı severdi, dizlerinin bağını çözen. Fakat birşeylerin ters gittiğini hissettim. Bu kek bir türlü tam olmamıştı… Kızlar, artık sayfayı çevirme zamanının geldiğini bilmelisiniz…”

Cruel biraz acımasız bir şarkı. “Acı sıralamasında top 10′a ulaşmanı, Sufi’lerle dansederek kutluyorum”. Keza “Eğer beceremiyeceksen kızkardeşini getir” diyen “She’s your Cocaine”…

“…Fakat bebeğini canlı tutamıyordu. İçerde bir yerlerde bir kadın olduğu konusunda şüpheliyim. Bunları tekrar tekrar istemediğini söylüyorsun. Bu sirki istemediğini söylüyorsun, ama gerçekte böyle demek istemiyorsun.” “Spark”taki, karanlıkta çakmağını çakmaktan korktuğu için nikotin bantlarının tiryakisi olan kadın, Tori’nin kendisi değilse kimdir? Bu şarkı, düşükten sonra kendisinden duyduğu memnuniyetsizliği çok güzel gözler önüne seriyor. Ama daha kuvvetli göndermelerin olduğu başka bir şarkı var: “Playboy Mommy”. “Sahnede yüzüstü düştüm ama beynim çıkmadı. Sonra ben istemeden bebek geldi. Hangi sihir onu mutlu edebilirdi ki? Beni bu kadar katı yargılama küçük kız. Çünkü senin annen bir Playboy kızı…Köprüyü tek başına geçmek istiyorsun belli. O Amerikan askerlerine adımı söylersen sana zarar vermezler. Çünkü senin Playboy anneni tanıyorlar… Tüm bunları haykırdım mezarının başında. O melekler benim yerimi alamaz ki… Eve döndüm, seni sıkıca kucağıma alabileyim diye…”

Aynı yıl sevgilisi Mark Hawley ile dünya evine giren Tori Amos, evliliğe bakış açısını yansıttığı “Jackie’s Strength”te, Jackie Onasis (eski Kennedy)’nin dirayetine ihtiyaç duyuyor. Klibinde de kendi düğününden kaçan bir kadını canlandırıyor.

“Black-Dove (January)”, “iieee” ve “Liquid Diamonds”, melodik yapıları ve beklenmedik yerlere giden atmosferleriyle albümün en iyi şarkılarını oluşturuyorlar. Finaldeki “Pandora’s Aquarium” caz ritmleri ve Amos’un esnermiş gibi gerçekleştirdiği vokalleriyle tuhaf bir şarkı. Ayrıca sanatçının mitolojik karakterlerle özdeşleşme sürecinin ilk örneklerinden biri. Bu albümde caz tınılarının nispeten fazla olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Amos’un şarkı kalıplarını reddetmesi sonucu ortaya çıkan garip şarkılardan biri de “Hotel”. Birbirini takip eden üç ezgiden oluşan grup, iki defa tekrarlanıyor; hemen akabinde sert piyano vuruşlarıyla emprovize havası esen 4. bir ezgiye geçiyor. En baştaki ezgiye ulaşır sinyallerini vermesine rağmen öyle olmuyor ve sakin sularda yüzercesine; borulardan çıkan kabare şarkısıyla finale ulaşıyor. Neil Gaiman’ın “Neverwhere” adlı romanındaki vampir benzeri karakterler olan Velvet’lere atıfta bulunduğu şarkıdır ayrıca: “Where are the Velvets?”. (Artık biliyorsunuz…)

Albümde olmasa da 1998 tarihli “Great Expectations” adlı filme “Siren” adlı bir şarkı yazdı. Bence Tori Amos’un en güzel şarkılarından biridir. Piyanonun aksak ritmi ve Amos’un hayal-gerçek arası vokali, kulaklara eşi bulunmaz bir ziyafet çekiyor. Tecrübe edilmeli…

To Venus and Back (1999)

23

24

Elektronikaya iyice saran Tori Amos, sıradaki albümünü salt elektronik alt yapıyla zenginleştirilmiş parçalardan oluşturdu. Bu iki disklik albümün ikinci diski konser kayıtlarından oluşmaktaydı. Aslında Tori’nin bu albümle ilgili başka planları vardı. Hayranlarının edinmekte zorlandığı, nadir B-sidelardan oluşturulmuş, bir tür “best of” albümü olacaktı. Hayranları bunu duyunca uçtular. Fakat hazırlık aşamasında Tori’ye ilham geldi ve bir albümü dolduracak kadar besteyi ardı ardına yazıverdi. Bir önceki albümünün üzerinden fazla geçmemişti ama olsun. Yaratıcılığının en verimli dönemindeki sanatçı bu yapıtı bir ara albüm olarak tasarladı.

“Bliss”, “Juàrez”, “Concertina”, , “Lust”, “Suede”, “Josephine”, “Riot Poof”, “Dãtura”, “Spring Haze” ve “1000 Oceans”dan oluşan ilk CDye, konser kayıtlarından oluşmuş ikinci bir CD eşlik ediyor. İkinciyi gözardı edip ilkine gelirsek; Tori Amos’un şarkıların üzerinde fazla uğraşmadığı gözümüzden kaçmıyor. Piyano üzerinde yaptığı doğaçlamalara vokal eklenerek oluşturulmuş gibi duran şarkılar nedeniyle, albüm benim favorilerimden değildir. Her ne kadar yüksek satış rakamlarına ulaşsa da.

Albümün en iyi şarkısı olan “Bliss”de, Tori babasıyla sonlandıramadığı bir hesaplaşmanın içindedir. “Baba, maymunumu öldürdüm” diye başlayan soğuk ve karanlık şarkı “Belki de bizimkisi başka türden mutluluktur” şeklinde manidar sözlerle ilerliyor.

“Spring Haze” ve “1000 Oceans” albümün dinlenebilir şarkılarından. Spring Haze’deki tropikal vurmalılara eşlik eden muzip vokal, 1000 Oceans’da duygusallaşıyor. Temelde bir ayrılık şarkısı olan bu barçada Tori gözyaşlarıyla, sevgilisinin iyi yolculuk yapabilmesi için okyanuslar oluşturuyor.

Meksika sınırında, faili meçhul tecavüz ve kadın cinayetlerini eleştiren “Juàrez”, (Jennifer Lopez yıllar sonra aynı sosyal yaraya parmak basan bir filmde oynamıştı), yanlış imajla tutunmaya çalıştığı 80′li yıllar ve dönemin sosyo-kültürel panaromasını çizen “Glory of the 80′s”, yatak odası sırlarını paylaştığı “Lust”, Napoleon’un sevgilisi hakkındaki “Josephine”, homofobi taşlaması reggae tarzında “Riot Poof”, bahçesinde yetiştirdiği binbir çeşit çiçeği sıraladığı psikodelik “Dãtura”, vasat bir balad olan “Concertina” ve can sıkıcı “Suede”e sadece değiniyorum. Dediğim gibi bu albüme pek ısınamadım.

Albümü desteklemek için Alanis Morissette ile ortak bir turneye çıkan Tori, konser sırası konusunda hayranlarının eleştirilerine maruz kaldı. İlk sırada çıkması, kendisinden daha çaylak Alanis’in ön grubuymuş gibi bir izlenim oluşturuyordu. Fakat bunun nedeni sadece basit bir teknik ayrıntıydı. Piyanosunun konsere hazırlanması için saatler gerekiyordu ve bu nedenle Tori konsere ilk sırada çıkmak zorundaydı. Zaten daha sonra ayrılacak ve grubuyla beraber şahsi turnesine devam edecekti. Ta ki üçüncü düşüğünü yapana kadar!

Tori bu dönemde sadece bir B-side kaydetti: “Zero Point”. Zaten bu şarkıya da yıllar sonra toplama albümünde yer verdi.

Strange Little Girls (2001)

25

Tori Amos, canlı performanslarında yaptığı coverlarla dinleyenleri mest etmiştir. Hatta bir coverın nasıl yapılacağını öğretircesine, şarkıyı değiştirir ve adeta kendi şarkısı yapar. Bazı hayranları (ben de dahil olmak üzere) yaptığı coverların, orijinalinden kat kat iyi olduğu düşüncesindedir.

İşte bu konsept albümünde Tori, erkek şarkıcıların ağzından anlatılan kadın öykülerini tersine çevirdi; şarkıları karakterinin yani kadının bakış açısından aktardı. Böylece iki boyutlu bir objeden ileri gidemeyen dişi karakterler duygusal boyut kazandı.

Müzik endüstrisinde kadın düşmanlığı yaygın bir tavırdır. Kendisi de bundan muzdarip olan Tori Amos, yaptığı anlaşma gereği Atlantic Records’dan çıkardığı son albümünü, böyle acı bir veda hediyesi olarak tasarladı.

Telif sorunları aşıldıktan ve bazı elemelerden sonra şöyle bir liste oluştu:

The Velvet Underground’dan “New Age”
Eminem’den “97 Bonnie & Clyde”
The Stranglers’dan “Strange Little Girl”
Depeche Mode’dan “Enjoy the Silence”
10cc’den “I’m Not in Love”
Lloyd Cole’den “Rattlesnakes”
Tom Waits’den “Time”
Neil Young’dan “Heart of Gold”
Boomtown Rats’dan “I don’t Like Mondays”
The Beatles’dan “Happiness is a Warm Gun”
Slayer’dan “Raining Blood”
Joe Jackson’dan “Real Men”
David Bowie’den “After All” ve
Alice Cooper’dan “Only Women Bleed”

Son iki parça albümde yer almayıp B-side olarak kullanıldı.

Konsepte uygun olarak bu şarkılara uyacak karakterleri de oluşturmak gerekiyordu. Yakın arkadaşı makyöz ve sanatçı Kevyn Aucoin, Tori Amos’tan her şarkı için bir, sadece Heart of Gold için ise ikiz kadın karakterler yarattı. Neil Gaiman bu fotoğraflara bakarak edindiği izlenimle, her bir kadın karakterin olası hikayesini yazdı (albümle aynı adı taşıyan öykü, yazarın 2024 tarihli Fragile Things romanında yayınlandı). Albüm eleştirmenleri ikiye böldü. Şarkıları evirip çevirip kendi malı haline getiren Amos’un yaratıcı zihnini yere göğe sığdıramayanların yanında, şarkıların felsefesinin içine ettiğini düşünenler de vardı. Hammond org, piyano ve elektronik tınılarla desteklenmiş rock müzik kıvamındaki bu çalışma çoğu otör tarafından en orijinal cover albümü olarak benimsendi.

Şarkılar Tori Amos’a ait olmadığı ve zaten kendi şöhretlerini zamanında yaşadıkları için, içime tam olarak sinmeyen bir albümdür. Her ne olursa olsun, alışkın kulak Tori’nin muammalı sözlerini ve sofistike bestelerini arıyor. Onun için müzikaliteyle fazla uğraşmayacağım.

Albümün herhalde en çok konuşulan şarkıları; öldürülüp otomobilin bagajına tıkılan annenin kızına seslenmesini anlatan “97 Bonnie & Clyde”; aslının aksine oldukça yavaşlatılmış, bas gitar tınıları üzerine beyni uyuşmuş gibi duyulan vokallerle tam bir arıza şarkı haline getirilen “Raining Blood” ve Mark David Chapman’ın John Lennon’ı vurmadan önce kiraladığı tele kızın ağzından aktardığı “Happiness is a Warm Gun” oldu. Bence bir tecavüzün anlatıldığı “Strange Little Girl”, daha melankolik hale getirilmiş “Rattlesnakes” ve okuldaki cinayete eğilimden bahseden “I don’t Like Mondays”, asıllarından kat kat daha iyi olmuş. Demek ki aslında şarkı böyleymiş dedirtiyor insana. “Heart of Gold” ise, Amos’un en sert şarkılarından biri olmuş.

Scarlet’s Walk (2002)

26

11 Eylül saldırısı herkes gibi Tori Amos’u da etkiledi. Özellikle de 2024 yılında anne olmuştu ve kızının yaşayacağı dünya hakkında endişeleri vardı. Ona göre bu travma, Amerikalı’ların yaşam hakkındaki düşüncelerini kökten değiştirecekti. Yıllarca kulaklarını tıkadıkları toprak ananın sesine kulak vereceklerdi. Bunları düşünen Tori Amos, alternatif bir Amerika tarihi yazmak için bir tura çıktı. Kendisine alter-ego olarak Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlet O’Hara’sını seçti. Her eyalette edindiği izlenimleri şarkılarına aktardı ve her şarkıyla farklı bir kimliğe büründü. En sonunda bu konsept albüm oluştu ki bence uzun zaman sonra Tori’nin çıkardığı en güzel albümlerden biridir.

Gerçek Amerika’nın köklerine indiği albümünde Amos, her şarkı için Amerika haritasında bir istikamet çizdi. Değişik renklerden oluşan bu yol çizgileri şarkılarla paralellik gösteriyordu. Epic Records’tan çıkardığı bu ilk albümün promosyon kutusunda Neil Gaiman’ın da bir öyküsü vardı: “Tulsa/Oklahoma ve Louisville/Kentucky arasında bir yerde, Greyhound otobüsünde unutulmuş bir ayakkabı kutusu içinde bulunan günlükten sayfalar”. Uzun bir ismi var dii mi? Bu öykü de daha sonra “Fragile Things” romanında yayınlanacaktır.

İşitsel bir roman olarak tanımladığı albümünde Tori Amos, uzunlu kısalı 18 parçaya yer vermiş: “Amber Waves”, “A Sorta Fairytale”, “Wednesday”, “Strange”, “Carbon”, “Crazy”, “Wampum Prayer”, Don’t Make Me Come to Vegas”, “Sweet Sangria”, “Your Cloud”, “Pancake”, “I Can’t See New York”, “Mrs. Jesus”, “Taxi Ride”, “Another Girl’s Paradise”, “Scarlet’s Walk”, “Virginia”, “Gold Dust”. Ayrıca kaydedilen B-side’lar şöyle: “Operation Peter Pan”, “Mountain”, “Tombigbee”, “Bug a Martini”, “Ruby Through the Looking Glass”, “Apollo’s Frock”, “Seaside”, “Indian Summer”.

Albüm her ne kadar 11 Eylül sonrası yapılsa da, bu temadaki benzer albümlerden tamamen ayrı şeylerden bahsediyor. “Ah başımıza bu da mı gelecekti! Vah vah!” şeklinde bir yakınma albümü değil; tam tersine sert eleştirilerin olduğu bir çalışma. Mesela, Paul Thomas Anderson’un “Boogie Nights” filmindeki aynı adlı karakterden esinle yarattığı pornocu Amber Waves de karakterlerinden biri oluveriyor. Neden olmasın ki, bu isimsiz kişilikler de Amerika’nın bir parçası değil midir? Keza dua eden, yaşlı kızılderili kadın Wampum, daha ne kadar göz ardı edilecektir? Amerika, yıllar önce bu topraklar üzerinde yaşattığı kıyımın hesabını mı vermektedir?

“A Sorta Fairytale”, hem çıkış parçası olması hem de sözleri dolayısıyla albümün küçük bir prototipi gibi duruyor. Çıkınını sırtına atıp yollara düşen gezgin kadın, arada ona buna sataşmadan edemiyor: “O (adam)ın kızılderili kanı aradığını biliyordum, biraz sende buldu, biraz bende. Bu yolda beraber olduğumuz doğru, ama biliyorsun biz bu topraklarda sadece dolandırıcıyız!”. Arada Oliver Stone’u da tokatlıyor…

Bir Cuma günü düşündüklerini şöyle aktarıyor: “Ve yıldan yıla, sakladığımız sırlarla geçiyoruz… Görünen o ki çok farklı nedenlerle yörüngemizde dönüyoruz. Ama bir gün Kartal yere konmalıydı… Biri bana yardım edebilir mi? Sanırım kayboldum, Amerika denen bu yerde.”. Anlaşılan Tori yolculuğun başında yolunu kaybediyor. Bazı şeyler yitirilmeli, bazı şeyler geride bırakılmalı. Kısa ama etkili baladı “Strange”de, bu yabancılaşmayı anlatıyor: “Garip, seni tanıdığımı sanırdım. Gökyüzünü okuyabildiğimi, gözlerindeki değişimi okuyabildiğimi sanırdım. Çok garip, bir yabancıyı oynamadığım sürece ait olamayacağım bir dünyaya uyandım.”

Tori Amos’un müziğinin bazı patognomonik detayları vardır. Piyano pertisyonları ve vokali bazen o kadar karanlık olur ki, insan zihnini dünya dışı bir aleme götürebilir. Piyano ve gitarın harika uyumuyla yarattığı “Carbon” işte bu parçalardan biridir. İnsan vücudu ve elmas, karbon yapısındadır. Ve yıllar içinde yeterli basınç uygulanırsa herkesten elmas yapılabilir. Bu halüsinojen şarkıda dostu Neil Gaiman’ın, değiştirilmiş Pamuk Prenses masalı “Snow Glass Apples”a atıf ta yapıyor. Sözlerden birşey anlamak mümkün değil, zira o kadar karışık ve alakasız ki sadece profesyonel bir yardımla işin içinden çıkabilirsiniz. Tori’nin en iyi şarkılarından biridir.

Albümün politik yapısı, şarkılar ilerledikçe sertleşen etkilerde sürüyor. Mesela “Önce dininin fermuarını açalım” diyor, işi çılgınlığa bırakan Tori, “Crazy”de. Tatlı kokteyl ise, ağızda pek tatlı bir his bırakmıyor: “Kendine “iyi adamlar” diyen şunların maskelerinin ardındakini göremediğimi söylüyorsun. Onlar hep alırlar, hep alırlar. Sonra da -bizimle misin değil misin?-… Biliyorum, insanların tekrar tekrar acı çekti. Peki sana soruyorum şimdi, her iki taraftaki masumlardan ne haber?…İnandığın şey, senin ve benim için önemli şu an… Senden istiyorum, kansız bir yol ver bana. Neden, neden, neden birileri kaybetmek zorunda?

Neyse ki yardımımıza sessiz sakin ve huzurlu melodisiyle “Your Cloud” yetişiyor. Ayrımcılığın gereksizliği üzerinde duran şarkıda şöyle düşünüyorsunuz; Eğer yağmur da ayrılacak olsa bulutunu mu seçecektin? Tam biraz rahatlamışken “Pancake” dişlerini etinize geçiriveriyor. Eldeki gücün kötüye kullanılması hakkında olumsuz hislerini açığa çıkarıyor: “Burada kim kimi kandırıyor emin değilim; senin çöküşünü izliyorum da. İkimiz de biliyoruz ki yedi kasırgaya karşı koyabilirsin. Görünen o ki sen ve klanın, kanunu yeni baştan yazmaya karar vermişsiniz…Kadın düşmanlığı ve homofobi moda oldu galiba… Sen seninkileri ver, ben de benimkileri. Çünkü senin Tanrı’nın gözünün içine bakabilirim… Hangi mesih, uğrunda ölecek insanlara ihtiyaç duyar?”

27

11 Eylül saldırısında New York, insan canının yanında zihinlere kazınmış sembollerini de yitirdi. “I Can’t See New York”taki kız, uçakla New York’a yaklaştığı halde, şehri bir türlü tanıyamaz. Sert gitar distorsiyonlarının eşlik ettiği şarkıda, Tori vokaline daha bir güç verir.

Daha önceki albümlerinde de, dinin dişil unsurlarının göz ardı edilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Amos, “Mrs. Jesus”ta, Maria Magdelena ve İsa arasındaki olası evliliğe dikkat çekiyor. “Eğer John veya Paul’u izlerseniz, gospel anlamını yitirir. Hepsinin yerine Mary’i koyar mısınız?”

Yakın arkadaşı makyöz Kevyn Aucoin’in, akromegali ve tümör ağrısı için kullandığı ağrı kesiciler sonucu ölümü üzerine yazdığı “Taxi Ride”ın ardından yine bir Sandman karakteri olan Desire’a yer veriyor. İstemek, arzu edilene kavuşmak hakkındaki bu felsefik şarkıda soruyor: “Bir kızın gece korktuğu şey, başka bir kızın cenneti midir?”

Tori Amos, kendini hep Scarlet O’Hara’nın yerine koymuş. Kahramanı haline getirdiği bu karakterle çok ortak yönü olduğunu belirtiyor. “Tüm bu özgürlüğünle ne yapmayı planlıyorsun, dedi yeni şerif, yıldızıyla gurur duyarak. Kabul etmelisiniz ki ülke şimdi emin ellerde… Scarlet’in yolunu takip ediyorum. Söyleyin Tanrı’nıza, bugün günahlar molada. Gitmekte özgürler… Eğer bir düşünceysen, seni düşünmemi istersin.” diyor “Scarlet’s Walk”da.

Sonra albümün “Carbon” ile beraber en iyi şarkılarından birine yer veriyor Tori Amos. Amerika’nın, daha doğrusu toprak ananın üzerinde yaşayan adam tarafından eziyet görmesi ağıtsal bir şarkıyla anlatılıyor. Her zamanki gibi üst üste binen vokal tekniğiyle hislerin doruk noktasına ulaşan şarkının finalinde: “Adını bile hatırlamıyorsun!” diye yakarıyor “Virginia”ya…

Daha önceden kendini kaptırdığı elektronik müzikten tamamen sıyrıldığı bu albüm, benim için bir geriye dönüş anlamına geliyor. Tori Amos o ilk günlerdeki soundunu tekrar sunuyor ve kulaklarımız bayram ediyor. Şarkılarda, piyanonun dışında bas gitar ve davul ön plana çıkarılmış. Sözler yine kriptik ve muammalı. 18 şarkı bir su gibi akıp geçiyor, son parçanın ağıt benzeri ezgisinde olduğu gibi: “Nasıl bu kadar hızlı geçmiş…Geriye dönüp bakınca göreceğiz ki, altın tozları tutmuşuz avuçlarımızda.”. Başa sar ve tekrar dinle…

Tales of a Librarian (2003)

28

Bunca yıl ve bunca şarkıdan sonra Tori Amos, durmadan ertelediği toplama albümünü nihayet 2024′te yayınladı. Şarkılarını, bir kütüphane sistematiğine göre sınıflandıran Amos’un bu çalışması hakkında söylenecek ek bir şey yok. Adını ilk defa anacağımız “Angels” adlı parçaya değinmek istiyorum. Amerikan başkanlık seçiminde, ortadan kaybolan sol oylar hakkındaki bu şarkıda; oy tabelaları melek olarak kodlanıyor: “Söyleyin bana, nereye gittiler?”

The Beekeeper (2006)

29

Sanat yaşamının başından beri sorunlar yaşadığı dini öğretileri konu edinmiştir Tori Amos. Din fazla ataerkildi. Eski Ahit’teki kadın kahramanlar ya çok azdı ya da gizemli bir biçimde çıkarılmıştı. İşte bu albümünü, kadın evliyaların veya dişi karakterlerin kaybettikleri itibarı iade etmek maksadıyla oluşturdu.

30

Çorak Bahçe:

Barons of Suburbia
General Joy
The Beekeeper

İksirler ve Otlar:

Toast
Martha’s Foolish Ginger
Sweet the Sting

Taş Bahçe:

Hoochie Woman
Cars and Guitars
Witness

Meyve Bahçesi:

Mother Revolution
Ribbons Undone
Original Sinsuality
Garlands

Güller ve Dikenler:

Sleeps with Butterflies
Marys of the Sea
Jamaica Inn

Sera:

Goodbye Pisces
Ireland
The Power of Orange Knickers
Parasol

Aslında, trafik kazasında kaybettiği abisinin anısına yazdığı 2024 tarihli “Toast”, albüm konseptine pek uymamakla beraber; tek olarak ele alındığında gerçekten hüzünlü bir şarkı. Aynı ailevi hususları içeren “Ribbons Undone” ise, büyümekte olan kızı için hissettiği annelik duygularını ele veriyor.

Bunun dışında, albümde dikkati çeken unsur, tavrın biraz daha yumuşaması ve türün daha kolay dinlenir bir popa evrimleşmesi. Anne olduğundan beri, sert davranışları bayağı törpülenmişti zaten. Piyano başındayken vahşi bir hayvana dönüştüğünün farkında olan Tori Amos, kızının “Bu piyano çalan çatlak kadın da kim?” diyerek kendisinden korkmasından çekindiğini belirtmiştir. Fertilizasyona bu kadar önem veren birinin annelik vasfını ön plana almasına diyecek bir şeyimiz yok. Fakat dinleyiciler bencildir. Eskiyi aramıyor değiliz.

31

Albüm “Parasol”la başlıyor; bildik Tori Amos şarkılarından bir örnek olan şarkı, elektronik davullarla desteklenmiş. Hemen ardından gelen “Sweet the Sting”, Hammond org ve gospel korosuyla renklendirilmiş erotik bir blues. “Bebeğim bu iğne tatlı. Gerçekten daha öncekilerin başarısız olduğu yerleri iyileştirebilir mi?”Bence albümün en iyi şarkısı olan “The Power of Orange Knickers”ta şarkıcıya Damien Rice eşlik ediyor “Bilmemi istemediğiniz şeyleri dinlemenin gücü… Biri bana söyleyebilir mi şimdi, kimdir bu terörist? Şu kızlar mı, önce nazikçe gülümseyen, sonra hayatınızı lime lime eden?”. Şarkının gücü sadece sözlerinden gelmiyor. Evet, teröristle öpücük arasında kafiye oluşturması biraz garip ama… Dingin bir sesle, gayet açık ve parlak bir ezgiye sahip şarkı. Sona doğru hafif bir kreşendosu da var.

“Barons of Suburbia” sınıf ayrımı üzerine bir şarkı. Özellikle sonundaki doğaçlama benzeri haykırışlar, şarkının atmosferini iyi yönde değiştiriyor. Albümün çıkış parçası “Sleeps with Butterflies”, üstüste bindirilmiş vokallerden güç alan yumuşak bir balad. Kızımız yalnız uyumaktan hoşlanmıyormuş. Anti-militarist “General Joy” ve devrim düşkünü “Mother Revolution”, hafif pop-rock şarkıları. “Cars and Guitars” ise daha klasik bir rock; country tınıları da hissedebilirsiniz.

“Witness” ve “Hoochie Woman”, gospel korosunun eşlik ettiği, blues ve biraz da reggae havasını soluyabileceğimiz tam zenci şarkıları. Özellikle Witness’in karmaşık bestesi insanı alıp götürüyor.

İsa’nın öldürülmesinden sonra, deniz yoluyla Fransa kıyılarına çıkan ve orada küçük bir kült oluşturan Maria Magdelena’yı anlattığı “Marys of the Sea” ve; ana tanrıça ve toprak ana kültünün etkileriyle animist düşüncedeki arıcılık felsefesine değindiği “The Beekeeper” albüm konseptine en uygun şarkılar. Fakat piyano eşliğinde, uğursuz ve karanlık bir sesle söylediği “Original Sinsuality” bence diğerlerinden çok çok daha iyi. İlk günahı (original sin) aslında ilk duygusallık olarak yeniden yorumladığı parçada, bir ayin havası içinde demonlaştırılmış dişil kahramanları çağırıyor: “Yaldaboath, Saklas, Samael, sizi çağırıyorum! Karanlığınızda yalnız değilsiniz!”. Kısacık bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabilir, dinleyerek anlayabilirsiniz.

Aslında bir B-side olan ve CD yanında bonus olarak verilen DVD’de bulunan “Garlands”, Tori Amos’un en iyi parçalarından biri.

American Doll Posse (2007)

Tori Amos 2024 yılında geçmiş videolarından oluşan bir toplama oluşturdu: Fade to Red: The Video Collection. Yazar Ann Powers’la birlikte otobiyografisini yazdı: Piece by Piece. 2024′da neredeyse tüm yayınlanmış-yayınlanmamış B-sidelarını da içeren, 5 CD’lik set sundu hayranlarına: A Piano: The Collection. The Beekeeper turnelerinin kayıtlarından oluşan, hayranları pahalı korsan kayıtlardan kurtarma amaçlı, her biri çift CD içeren 6 set çıkardı: The Original Bootlegs. Sanatçı sanki geçmişin üzerine bir sünger çekiyordu. Nitekim yepyeni bir sound ve yepyeni enstrümanlarla albümünü çıkardı.

Konsept fikri bu albümle doruğuna ulaşıyordu. Daha önce psikoz tanısını koyduğumuz Tori Amos, bu sefer bir kişilik bölünmesi yaşıyordu. Hepsi kendi içinden çıkan beş kadın karakter, kendilerine ait şarkıları seslendiriyordu. Hatta internette kendilerine ait bloglarda yazılar bile yazıyorlardı. Sanatçının mitoloji düşkünlüğüyle klasifiye ettiği bebekler heyeti şöyleydi (fotoğrafta soldan sağa doğru):

32

Santa (SanaTORIum): Afrodit’in cisimleşmiş şekli. Tutkulu ve şehvetli. Tori’nin yaratmakta en çok zorlandığı karakter. Fakat canlı performanslarda bu karaktere bürünmeyi seviyor.

Clyde (CliTORIdes): Persephone, yeraltı ve cehennem tanrıçası. Yaşadığı tüm travmalara rağmen pozitif düşünceleri bırakmayan ve geçmişiyle yüzleşebilen, duygusal bir karakter.

Isabel (HisTORIcal): Artemis. Okçu ve bakire tanrıça, burada ok yerine fotoğraf çeken bir politik kişiliğe bürünmüş.

Tori (TerraTORIes): Toprak ve verimlilik tanrıçası Demeter ve şarap ve bağcılık tanrısı Dionysos (Dionysos erkek olsa da kültü dişildir). Tori burada kendi kendisini karikatürize etmektedir. Albümün en çarpıcı fotoğraflarından birinde iki elini yana açmış vaziyette durur; bir elinde İncil, diğer elinde Shame (utanç) yazısı vardır. Araladığı bacaklarından adet kanı sızmaktadır. Tori o kadar yabancılaşma hissiyatı içindedir ki, kendi karakterini yaratırken kızıl bir peruk takar.

Pip (ExpiraTORIal): Athena yani zeka ve savaş tanrıçası. Karakterlerin en serti.

Bu kadar gösterişten sonra müzik tabii ki daha arka planda kalıyor. Tüm albüme sinmiş olan sert rock havası, uzunlu kısalı 23 şarkı içeren albümü kurtaramıyor bence. Şarkı sayısı bu kadar fazla olsa da devamlı dinleyeceğiniz şarkılar birkaç tane. İşte şarkılar ve onları söyleyen bebekler:

“Yo George” (Isabel)
“Big Wheel” (Tori)
“Bounching off Clouds” (Clyde, Santa geri vokalde)
“Teenage Hustling” (Pip)
“Digital Ghost” (Tori, Clyde geri vokalde)
“You can Bring Your Dog” (Santa)
“Mr. Bad Man” (Isabel)
“Fat Slut” (Pip)
“Girl Disappearing” (Clyde)
“Secret Spell” (Santa)
“Devils and Gods” (Isabel)
“Body and Soul” (Pip ve Santa)
“Father’s Son” (Tori)
“Programmable Soda” (Santa)
“Code Red” (Tori, Pip geri vokalde)
“Roosterspur Bridge” (Clyde)
“Beauty of Speed” (Clyde)
“Almost Rosey” (Isabel)
“Velvet Revolution” (Pip)
“Dark Side of the Sun” (Isabel, Tori geri vokalde)
“Posse Bonus” (Tori)
“Smokey Joe” (Pip)
“Dragon” (Santa)

Her karaktere verdiği farklı renklerle yazılmış şarkı sözleri ve kapak tasarımı harika. Fakat nispeten yeni bir albüm olduğu için, analiz için yeterli zaman geçmediği aşikar. Çalışmalar halen sürmektedir. Bu nedenle (zaten yerimiz de dar) her şarkıya teker teker değinemeyeceğim. “Yo, George” ve “Father’s Son”, Tori Amos’un bir türlü yıldızının barışamadığı George Bush hakkında. “Bounching off Clouds”, özellikle konser performanslarında, gaza getirici bir pop örneği. “Code Red” ve “Smokey Joe” albümün en güzel ve özellikle en karanlık parçalarından. Velvet Revolution, Kate Bush’u hatırlatan kabare havasıyla kısa bir şarkı. Albümün lokomotifi, kışkırtıcı “Big Wheel”, klasik bir rock olmasının dışında skandal sözleriyle de oldukça konuşuldu. Şarkının geçiş nağmesi sırasında defalarca tekrarladığı MILF (Mother I Like to Fuck- Türkçe’ye çevirtmeyin lütfen) sözcüğü dolayısıyla birçok radyoda çalınması yasaklandı.

Başta da belirttiğim gibi, Tori Amos hakkında yazılacak çok şey var. Haute couture kıyafetleri ve binlerce değişik ayakkabısıyla bir stil ikonu olmasının dışında; müziğindeki Kate Bush etkilenimleri, Neil Gaiman ve diğer sanat dallarındaki sanatçılarla ilişkileri, video klipleri ve albüm tasarımları hakkında bile uzun bir yazı çıkar. Kendisinden sonra gelen kadın rock şarkıcılarını etkileyen ve onlara bir anlamda yol açan bu sınıflandırılamayan sanatçının yeni albümü “Abnormally Attracted to Sin”i sabırsızlıkla bekliyoruz.

33

Not: Bu yazıda, Wikipedia’nın Tori Amos başlıklı maddesinden yararlanılmıştır.

Yazan: Wherearethevelvets