Casablanca (1942, Michael Curtiz)
Yeryüzündeki kaynakların kıt olduğu iddiasındaki Batı emperyalizmi, Doğu’nun düşüşe geçmesiyle birlikte, kendisini ‘’destekleyen’’ burjuvazinin ‘’kapitalini’’ en üst seviyeye çıkarmak telaşıyla ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak, halkların ucuz işgücünden yararlanmak ve onları köleye dönüştürmek; merkantilist zihniyeti bir adım ileriye taşımak suretiyle doğrudan sömürgecilik hareketini başlatmıştır. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak kazınan ve başka bir örneği görülmeyen haysiyetten yoksun bu ‘hareket’, kısa bir zaman içerisinde, yeryüzünün dörtte birinden fazlasının bir avuç Avrupa gücü tarafından gasp edilmesiyle sonuçlanmıştır.
‘’Şu anda, dünyanın beş kıtası da bizim gönüllü tedarikçimizdir… Kuzey Amerika ve Rusya ovaları buğday tarlalarımızdır; Chicago, Odessa ambarlarımız; Kanada, Baltık ülkeleri ormanlarımız. Avustralya koyun ağıllarımızı, Güney Amerika sığır sürülerimizi barındırıyor; Peru gümüşünü, Kaliforniya ve Avustralya da altınını bize gönderiyor. Çinliler bizim için çay ekiyor, Karayipler ve Hindistan’dan kahvemiz, şekerimiz, baharatlarımız geliyor. [...] Önceleri Amerika’dan elde ettiğimiz pamuğumuz da şimdilerde dünyanın tüm sıcak bölgelerinden geliyor. (İngiliz İktisatçı W. Stanley Jevons, 1866)
Burjuva iktisadının teorisyenlerinden Adam Smith’in, kendi çıkarı peşinde koşan bireylerin bencil hareketlerinin, bilinçli bir müdahale olmasa da, ilerlemeye ve toplumsal refaha katkıda bulunacağı varsayımından hareketle baş tacı ederek toplumları parçalamakta kullandıkları ‘’görünmez el’’ kuramı sömürgecilerin kendi işine gelmiyordu. Batı emperyalizminin Afrika’daki egemenlik haklarını bir sonuca bağlamak maksadıyla 1884 yılında tarihin yüzkarası Berlin Konferansı toplanıyor ve artık sömürgecilik faaliyetlerinde fiili işgal ilkesinin esas alınması kabul edilerek Afrika’nın Avrupalı güçler arasında paylaşılmasına ilişkin yeni ilkeler belirleniyordu. Konferans kararlarının ilan edildiği tarihe kadar kendilerine kâşif diyen azgın soysuzlar çetesi, üzerinde yaşam süren toprakları “keşfettiklerini” iddia ediyorlar, böylece geniş araziler ve üzerindeki insanlar, ‘’bunların’’ ülkelerine ait sayılıyordu. Bu durumu sömürge bölgeleri açısından tehdit olarak algılayan büyük güçler, zayıf ülkeleri bertaraf etmek adına bir bölge üzerinde hak iddia edebilmenin bundan sonra o bölgede askeri bir hâkimiyet kurmakla olabileceği konusunda anlaşmaya varıyorlardı.
Avrupalı emperyalistler kendi aralarında mücadele etseler de sömürge halkların ‘’belirli’’ bir seviyeye gelinceye değin ‘’ileri’’ Batılılar tarafından yönetilmeleri gerektiğinden hareketle Asya ve Afrika’nın ‘’insanımsı yaratıklarına’’ Avrupa uygarlığını götürecek kutsal bir ‘misyonu’ yerine getirmek zorunda olduklarını iddia ederek arsızlıklarının bir sınırı olmadığını ortaya koyuyorlardı.
‘’Ekonomik açıdan sömürge sorunu, bizimki gibi sanayileri büyük oranda ihracata yönelen ülkeler için bir pazar sorunudur. Beyler, ele almam gereken ikinci bir nokta daha var, o da sorunun insanî ve uygarlaştırıcı yönüdür. Üstün ırkların aslında aşağı ırklara karşı bir hakları olduğunu açıkça söylemek gerekir. Tekrar ediyorum, üstün ırklar için bir hak vardır, çünkü onların bir ödevi vardır. Aşağı ırkları uygarlaştırmak onların ödevidir. Harekete geçmeden, dünyanın işlerine karışmadan, Avrupa’daki tüm birlik olasılıklarının dışında kalarak, Afrika’ya ya da Doğu’ya açılmayı bir macera, bir tuzak gibi görerek geçmişin parıltılarıyla yetinmek, büyük bir ulus için bu şekilde yaşamak, inanın bana, teslim olmak ve inanamayacağınız kadar kısa bir sürede birinci sıradan üçüncü, hatta dördüncü sıraya düşmek demektir.’’ Fransız Başbakanlarından
J. Ferry’nin Meclis’teki konuşmasından, 1885)
Yalnızca birkaç ülkenin bağımsızlığını koruduğu Afrika ve Asya topraklarında insanlıktan nasibini almamış zihniyet hızla güçlenirken, mücadelede geri kalan ve ortadaki ‘’zenginlik, ahlaksızlık ve vahşet’’ düzeninden kendi payına düşeni isteyen Almanya ile arka sıralara düşmek istemeyen büyük güçlerin mücadelesinde önemsiz bir suikast yeryüzünün en büyük paylaşım savaşını başlatan fitili ateşliyordu. Bu savaşta mağlup düşen, elde ettiği bütün sömürgelerini kaybeden ve ‘barışa son veren barış’ olarak nitelendirilen Versay Barış Antlaşmasını imzalamak zorunda kalan Almanya’nın, kaybettiklerini geri almak adına harekete geçmesi dünyayı kinci büyük savaşa sürüklüyordu. Bu savaşlara ‘’dünya savaşı’’ denmesinde, Batı egemenliğinin ve ideolojisinin dünya halklarına kabul ettirilmesi çabası etkin olmuştur.
Alman birliğinin kurulduğu 1871 tarihinden günümüze, Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlık hiç azalmadan sürmüş, her iki ülke de çeşitli zamanlarda birbirlerine üstünlük sağlamışlar ve karşılıklı olarak birbirlerinin topraklarını işgal etmişlerse de, bu düşmanlığın izleri çok eskilere, Charlemagne İmparatorluğunun bölünmesine kadar geri götürülebilir. Almanların birliğini sağladığı 1871 Fransız-Alman Savaşı sırasında, ilk topun 1 Ağustos 1870’de beceriksizliği ayyuka çıkmış İmparator Napolyon’un oğlu tarafından törenlerle ve ‘’Berlin’e’’ naralarıyla ateşlenmesine karşın müthiş bir Alman gücü sınırı geçip Fransız ordusunu kısa zamanda yok etmiş, imparator tutsak düşmüş ve tahttan çekilerek İngiltere’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Fransız generali Bazaine bu savaşa ilişkin şöyle demiştir. ‘’Bir oturağın içindeyiz ve yarın üstümüze sıçacaklar.’’ Bu tarihten sonra Fransa için benzer sahneler yaşanmaya devam edecek, Almanya ile karşı karşıya geldiği savaşların hiçbirinde topraklarını işgale uğramaktan kurtaramayacak ve General Bazaine’ın sözleri bir kehanet gibi sürekli kendini gerçekleyecektir.
Fransa, Avrupa’da gücünü pekiştirmek ve tek başına dengeyi korumak için çıkar yol olarak Almanya’yı küçük devletlere bölmek istese de Bismarck’ın kurduğu Almanya, iki dünya savaşı yenilgisine, yabancı işgaline, iki kuşak boyunca bölünmüş ve iki farklı dünya görüşüne sahip olarak yaşamasına karşın birlik duygusunu korumuştur. Berlin Duvarı yıkıldığında, Fransız yöneticiler Almanya’nın birleşmesini engellemek uğruna Sovyetlere yalvarmışsa da Gorbaçov’un yüz vermemesi sonucu, kendi başına bir girişimde bulunacak kadar güçlü olmadığını bilen Fransa korkularıyla baş başa kalmıştır. Aşağıdaki alıntı Fransa’nın modern zamanlardaki acizliğinin özeti olarak okunabilir.
‘’İki yüzyıl boyunca Avrupa’nın efendisi olmak için savaşan Fransa, savaş sonrasında artık sınırlarını yenilmiş bir düşmana karşı bile koruyabilme yeteneği olduğuna güvenmeyen bir devlet haline düşmüştü. Fransız liderleri, içgüdüsel olarak Almanya’yı zapt etmenin bu harap olmuş toplumun olanakları dışında olduğunu anladılar. Savaş Fransa’yı tüketmişti. Fransa-Prusya Savaşı’ndan yüzyıl sonra, güçlü bir Almanya, Fransa’nın korkulu rüyası olarak kalmıştır. Fransa artık kendi başına Almanya’yı kontrol altında tutacak kadar güçlü değildi; bu nedenle kendini savunmak için müttefiklere gereksinimi vardı. Böylece Fransız gururu, Alman üstünlüğünü kabul etmek pahasına bile olsa Fransa’yı, bir Avrupa birliği ile Birleşik Devletler’i dengelemek için bir grup kurma arayışına yönlendirdi. Modern dönemde Fransa, alternatif dünya liderliği için Avrupa Topluluğu’nu kurmaya çalışarak ve egemen olabileceği veya egemen olabileceğini sandığı devletlerle bağlarını geliştirerek zaman zaman Amerikan liderliğine karşı bir çeşit parlamenter muhalefet gibi tavır almıştır.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
George Washington’un “Kendimizi yapay bağlarla, Avrupa politikasının sıradan iniş çıkışlarına, onların dostluk ve düşmanlıklarının çatışmalarına bağlamamız akıllıca bir hareket değildir’’ sözlerini doğrularcasına Avrupalı güçler kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda denge unsuru olarak Amerika’yı kullanmak ve yanlarına çekmek istiyorlardı. Örneğin 1803 yılında Louisiana’yı Amerika’ya satan Napolyon ‘’Bu toprak alımı, Amerika’nın gücünü ebediyen perçinlemektedir ve bu suretle İngilizlere sonunda denizde onu alt edecek bir rakip sağlamış oluyorum” demiştir.
Amerikalılar, kendilerinin bir denge unsuru olarak görülmesine katlanamadığı için, İngilizlerle özdeşleşmiş olan ‘’güç dengesi’’ politikasının, günümüzde Amerikan ekonomik ve silahlı gücünü dengeleyebilecek tek başına hiçbir güç bulunmamasına karşın, kendilerini Avrupalı güçler arasındaki politikaya çektiği duygusunu hala üzerinden atamamıştır. 1973 Mısır-İsrail savaşına yol açan Fransız/İngiliz ahlaksız işbirliği Amerika’nın bu korkularını körükleyen günümüze ilişkin olaylardan yalnızca bir tanesidir.
İngiliz Başbakanlarından Palmerston’un “Bizim ne ebedi müttefikimiz, ne de devamlı düşmanımız vardır. Çıkarlarımız ebedidir ve bizim görevimiz de bu çıkarlarımızı izlemektir’’ sözleri güç dengesi politikasının temel taşını oluşturur. Kıtanın bütün kaynaklarının tek bir gücün emri altına girmesinin nispeten ‘’küçük bir adanın’’ yaşamını sürdürmesini tehlikeye düşürebileceğini bilen İngilizler, mevcut veya sonradan ortaya çıkabilecek güçler belirli sınırları aşınca taraf değiştirir veya dengenin korunması için eski müttefiklerine karşı yeni koalisyonlar örgütleme yoluna giderdi. Duygusallıktan uzak olmaktaki ısrarlı tutumu ve kendi bencil amaçları için gösterdiği kararlılık İngilizlere “Hain Albion” lakabını kazandırmıştır. Örneğin Churchill, kendisinin Alman düşmanı olduğu konusundaki suçlamaya karşılık verdiği tarihsel cevabında “Şartlar ters olsaydı, biz eşit şekilde Alman taraftarı ve Fransız düşmanı olabilirdik” diyebiliyordu.
İngiltere’de birçok kişi, birleşmiş bir Almanya’ya Fransa’yı, dengeleyecek bir ülke olarak bakmaya başlamıştı. İngiliz Başbakanlarından Benjamin Disraeli, Alman birliğinin kurulmasını, Fransız Devrimi’nden daha büyük ve önemli bir olay olarak görüyor, Avrupa kıtasında Fransızları dengeleyebilecek yeni bir kuvvetin ortaya çıkışını memnuniyetle karşılıyordu. Almanya’nın Avrupa dengesi için ya çok zayıf ya da çok kuvvetli olduğu günümüzde de geçerliliğini koruyan tarihsel bir gerçekliktir çünkü zayıf ve parçalanmış Almanya başta Fransa olmak üzere komşularının iştahını kabartırken, birliğini muhafaza ediyor olması komşularına büyük korku veriyordu. Bu konuda Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi 1930’lu yıllarda şöyle yazıyordu: “Almanya, ahenkli bir bütün olarak kaldığı sürece, Avrupa’da aşağı yukarı bir denge var demektir. Almanya dağılırsa, Fransa ordusuna ve askeri ittifaklarına dayanan askeri ve politik bir kontrolün tartışmasız sahibi olacaktır.’’
Amerikan dış politikasının en önemli kuralı, Avrupa’daki güç kavgasına hiçbir biçimde bulaşmamak iken 1823’de Monroe Doktrini ile birlikte, Avrupa’nın da Amerika’nın işlerine bulaşmaması gerektiğini ilan ederek gerekirse savaşa girebileceği konusunda Avrupalı güçleri kesin bir dille uyarmıştır. Kendisi Batı’ya doğru durmadan genişleyen ancak Avrupa gücünün ‘’Amerika kıtasının herhangi bir parçasına doğru müdahalede bulunmasını barış ve güvenliği için bir tehlike” şeklinde göreceğini ilan eden ve yaptığı katliamlardan hiçbir sorumluluk duymayan Amerikan zihniyetini Kissinger şöyle ifade etmektedir.
‘’Genişlemesini bir dış politika sorunu olarak görmediğinden, Birleşik Devletler gücünü Kızılderililer, Meksika ve Teksas üzerinde rahatlıkla ve hiçbir vicdan rahatsızlığı duymadan kullanmıştır.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
Amerika Birleşik Devletleri, kıtanın fethi tamamlandıktan sonra kendisine yeni hedefler belirlemiş, Porto Rico ilhak edilmiş, Hawaii Adaları işgal edilmiş, Küba ve Filipinler denetim altına alınmış böylece Karayip Denizi bir “Amerikan gölü” haline getirilmiştir. Amerikan tarihinin, baştan sona sürekli bir yayılıp genişleme eğilimini ortaya koyduğunu ve hiç durmayacağını Max Lerner “Kendi sınırlarını bir kıtanın son sınırlarına dek genişletebilecek bir ulusun, gelip de Okyanus’un kıyısında durabileceğini düşünmek hafiflik olur” sözleriyle ifade etmektedir.
Amerikan iç düzeninin ve zenginliğinin devamı genişlemeye bağlıydı. Bu politikayı mazur göstermek için en güçlünün ayakta kalmasının doğal bir süreç olduğu ve Tanrı’nın Amerika’nın genişlemesini ‘’istediği’’ iddia edilmiştir. Başkan Monroe’nun “Toprak genişlemesi her hükümete daha büyük hareket serbestîsi sağlar, güvenliklerini sağlamlaştırır ve diğer yönden bütün Amerikan halkı üzerinde iyi etkiler gösterir. Toprağın büyüklüğü bir ulusun birçok özelliğini belirler. Kaynaklarının, nüfusun ve fiziksel gücünün sınırlarını gösterir. Kısacası büyük güç ile küçük güç arasındaki farkı ortaya koyar” sözleri Amerikan emperyalizminin başladığını göstermektedir.
‘’Amerikan emperyalizminin özgünlüğü, istila usulleri yerine daha ince bir hareket şekli getirmiş olmasıdır: bu da dolar diplomasisidir. Birleşik Devletler küçük Amerika devletlerine mali nüfuzunu yerleştirme peşindeydi. Hazine ya da bankalar bu devletlere ödünç para veriyor, kapitalistler özel sektöre yatırım yapıyorlardı. İç karışıklıkların ardı arkası kesilmeyen bu cumhuriyetlerde kamu borçları faizlerin ödenmesi ve yatırımların emniyeti er geç tehlikeye giriyordu. Bunun üzerine Washington alacaklıların çıkarlarını korumak için harekete geçiyor ama burada da durmuyordu. Bu karışıklıkları bahane edip ya kredi vererek, ya vermeyi reddederek, diplomatik baskı yoluyla ya da silaha davranarak bu cumhuriyetlerin iç politikasına karışıyordu.’’ (Pierre Renouvin, Birinci Dünya Savaşı)
Amerikan Başkanlarından John Adams: “Amerika’nın kuruluşu, Tanrı’nın hala tutsaklık durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir” derken, modern zamanlarda Başkan Wilson Amerika’nın güvenliğinin, insanlığın geri kalan bölümünün tümünün güvenliğinden ayrılamayacağı şeklinde bir doktrin ortaya atarak “Bundan böyle Amerika’nın görevi, dünyanın neresinde olursa olsun her türlü saldırıya karşı koymaktır. Bunu, dünyanın her yerindeki bağımsızlığın ve doğruluğun engebeli yollarında yürümeye çalışan insanlar için hissediyoruz” demiş ve eklemiştir.
‘’Allah’ın takdiri ile bu kıta başkaları tarafından kullanılmamış olarak bırakıldı; özgürlüğü ve insan haklarını her şeyden çok seven barışçı bir ulus gelsin, yerleşsin ve bencil olmayan bir birlik kursunlar diye bekletildi.” (Woodrow Wilson)
‘’Yalnız insan kulağında meme olduğu ileri sürülmüştür ve işittiğime göre zencilerde kulak memesinin bulunmaması hiç de seyrek rastlanan bir olgu değildir’’ gibi bir ırkı insan yerine koymaktan kaçınan ve bilimsel nesnellikten alabildiğine uzak ‘’ileri sürülmüştür’’, ‘’işittiğime göre’’ gibi sıkışınca inkâr edilebilecek muğlak kelimelerle ifade edilen sayıklamalarına bilim demekten utanmayan, teorisini bilimsel bir temele göre değil burjuva ideallerine göre kuran, ilkçağlar boyunca doğal seçilim olmasaydı günümüzdeki aşamaya gelinemeyeceğine, ‘’uygarlığın’’ doğal seçimin işini birçok yönden engellediğine inanan Darwin ve Amerika’da ortaya çıkan Sosyal Darwincilere göre, gerekli üstünlüklere sahip ırk Anglosaksonlar ile onun Amerikan koludur, ayakta kalabilen ve ‘’dünyayı yöneten’’ onlar olduğuna göre bütün bir dünya tarihi Batı insanının ortaya çıkması için var olmuş ve evrimin son halkası tamamlanmıştır.
‘’Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekâlılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız her hastayı yaşatmak için en son ana kadar bütün ustalıklarını gösterirler. Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Hiç kimse en kötü hayvanlarını damızlıkta kullanacak kadar bilgisiz değildir.(…) Bütün öbür olay dizileri ancak Anglosaksonların Batı’ya olan o büyük göç akını ile bağlantılı, daha doğrusu, onun yardımcısı olarak düşünülünce amaçlı ve önemli görünür. Uygarlığın ilerlemesi problemi çapraşık olsa bile, hiç değilse şunu anlayabiliyoruz. Uzun bir dönem boyunca, çok zeki, enerjik, yiğit, yurtsever ve iyiliksever insanları en çok sayıda yetiştiren bir ulus, bu bakımdan geri kalmış uluslara genellikle egemen olur’’ (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi)
Michael Curtiz’in yönetmenliğini yaptığı, başrollerini zamanın en ünlü oyuncuları Humphrey Bogart ve güzeller güzeli İngrid Bergman’ın paylaştığı Casablanca, yalnızca işinde kâr etmeyi düşünen, kimlerin savaştığına aldırmayan, evli olduğunu bilmeden âşık olduğu ve çok sevdiği kadının, kocasına dönmesine yardım eden Amerikalı bir bar sahibinin öyküsünü anlatır. Rick’in ‘’doğru olanı’’ yapmak adına bencilliğinden sıyrılması, Habeşistan’a silah sokmasının, İspanya’da faşistlerle savaşmasının, her zaman zayıfın yanında olmasının film boyunca hem dost hem de düşmanlar tarafından vurgulanması Amerikan politikasının ‘bencil’’ olmadığı iddiasını destekler nitelikteki göndermelerden yalnızca bir tanesidir. Kendilerinden başka kimse inanmasa da Amerikalı yöneticiler bencillik iddialarına şöyle yanıt vermeye çalışırlar.
‘’Başka hiçbir ulus, uluslararası liderlik iddiasını, bencil olmama ilkesi üzerine dayandırmamıştır. Diğer bütün uluslar, ulusal çıkarlarının diğer toplumların ulusal çıkarları ile uyumlu olup olmamasına göre değerlendirilmesini istemişlerdir. Oysa Woodrow Wilson’dan George Bush’a kadar Amerikan başkanları, liderlik rolünün en önemli özelliği olarak, ülkelerinin hiçbir zaman bencil olmadığını göstermişlerdir.’’ (Henry Kissinger, Diplomasi)
Amerika’nın savaşa girmesine sebep olan Pearl Harbor baskınından sonra Müttefikler 1941 yılı sonuna doğru Washington’da toplanan Arcadia Konferansı’nda bir araya gelirler. Konferansta Kuzey-Batı Afrika’ya yapılacak bir çıkarmanın Almanya’nın çevrelenmesine katkıda bulunacağından hareketle müttefik güçlerinin Fas’ın Casablanca şehrine çıkması kararlaştırılır ve harekâtın adı Torch (Meşale) Operasyonu olarak belirlenir. Başarıyla sonuçlanan Meşale Operasyonu, Almanların Afrika’dan atabileceğinin ve Avrupa kıtasının Almanlardan temizlenebileceğin mümkün olduğunu göstermiştir. Bu ‘’meşale’’ ile Amerika’daki güç Avrupa’nın ‘’bağımsızlık’’ ateşini tutuşturmuş ve Rick’e aşık olan, ondaki ‘’bilgi, düşünce ve ideal’’ özelliklerine tapan Ilsa’nın özlediği değerler Avrupa’ya aktarılmış olur. Filme isim olarak Casablanca seçilirken Meşale Operasyonu’ndan esinlenildiğini hem Amerikan kamuoyuna hem de Avrupa’nın savaşan halklarına seslenen mükemmel bir propaganda ürünü olan hatta zaman içerisinde bu özelliğinin ikinci sıraya atılarak, bir aşk filmi etiketiyle pazarlanmasının bir diğer başarılı propaganda çalışması olduğunu düşünüyorum. Filmin gösterime girmesine günler kala, yapımcı tarafından Amerika-Avrupa ittifakının göstergesi olarak Rick’in ağzından “Louis sanırım bu güzel bir arkadaşlığın başlangıcı olacak” sözlerinin filme eklenmesi de bu esinlenmenin izlerini taşımaktadır.
Meşale Operasyonu sırasında Amerikalıların Kuzey Afrika haklarına ‘’Amerikalılar yalnız kendi geleceklerinin korunması için değil aynı zamanda Fransız bayrağı altında yaşayan toplumların ideallerinin, bağımsızlıklarının ve demokrasinin geri verilmesi için de çarpışmaktadır. Biz sizi istilacıların zulmünden kurtarmak için geliyoruz. Biz İtalyan ve Alman tehdidi üzerinizden kalkar kalkmaz topraklarınızdan derhal ayrılacağız. Bize yardım ediniz ki, geleceğin dünya barışını hazırlamakta el ele olalım’’ diyerek seslendiğini bilmek herhalde kimselere şaşırtıcı gelmeyecektir.
Koloniler henüz kurulma safhasında iken kölelik yaygınlık kazanmaya başlamış, çeşitli bahaneler ileri sürülerek ve İncil’e göre köleliğin kaldırıldığından hiç bahsedilmeyerek 1600’lü yıllarda siyah hizmetkârların ekonomik alanda vazgeçilmez olduklarına dikkat çekilerek köle olarak çalıştırılması Amerika’daki Katolik Kilisesi’nce uygun görülmüş ve ‘’zencilerin’’ yakalanıp nakledilmeleri ve köleleştirilmelerinin kilise inançlarına göre yasal sayılacağı ifade edilmiştir. Başkan Wilson’un ‘’Allah’ın takdiri ile el değmemiş olarak bırakıldığı’’ iddia edilen kıta üzerinde yaşayanların ‘’insan’’ olarak kabul görmesi sıkıntılara sebep olacağından ‘’maymun’’ olarak tanımlamak uygun görülmüştür.
“Batı düşünce sistemi Amerika’nın yağmalanmasını ve köleleştirilmesini ırkçı açıdan da savunuyordu. Irkçılık Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğal dinamiğidir. Irkçı öğretilerin öncülüğünü kilise yapıyordu. 1512 yılına kadar kilise Amerika yerlilerinin ‘’insan olmadıkları’’ tezini benimsemişti. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, yerlilerin insan olmakla beraber ‘’doğalarının yozlaşmış’’ olduğu, Tanrı’nın onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucunda karar kılıyordu. İspanyol fethinin resmi tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oriedo yerlileri şöyle tasvir ediyordu. ‘’Doğuştan tembel, kötü, melankolik, korkak ve genellikle yalancı, dönek bir halk… Evlilikleri kutsal değil murdardır. Şehvet düşkünü ve homoseksüeldirler. İspanyolların kendileriyle savaşırken, körelmesin diye kılıçlarını kafalarına vurmamaya çaba göstermelerine yol açacak derecede kalın kafalı olan böyle bir halktan ne beklenir ki.’’ İspanyol sömürge ideoloğu Joan Gines de Sepulveda ise 1550’de yazdığı bir yazıda ‘’Köle düzeyinde, mantıksız kimseler, insanlar maymunlardan ne kadar farklıysa, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar’’ olarak nitelendirdiği Amerika yerlilerini insan ile hayvan arası bir tür sayıyordu.” (Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Hitler daha 1928 yılında açıkça Yahudi sorunundan açıkça söz etmese de ‘’ırksal bozulma’’ kavramını gündeme getirerek şöyle diyordu. ‘’Alman halkı 70 milyon zenciyle aynı kefeye konamaz… Zenci müziği yaygın olabilir ama Beethoven’in bir senfonisiyle yan yana konulduğunda zaferin kime ait olduğu hemen belli olur.’’ Rick’İn hem çalışanı hem de arkadaşı olan Sam’in siyahi olması savaşa ön saflarda sürülecek olan ‘’zenci’’ Amerikan askerlerinin gönlünü alırken hem Amerika’daki ırkçılık iddialarına hem de Hitler’e bir yanıt olarak görülebilir. Bir İtalyan’ın Sam’in kendi mekânında çalışması için gizlice fiyat teklifinde bulunması karşısında, Rick’in ‘’Ben adam alıp satmam’’ yanıtının gerçekleri yansıtmadığını söylemeliyim. Ayrıca Casablanca şehrinin ilk kez göründüğü sahneye iki tane maymun yerleştirilmiş olması Batı emperyalizminin oryantalist, rıkçı ve İslam düşmanı zihniyetinin bir kez daha vücut bulmasıdır.
“Toynbee’ye göre daha çok Batı toplumlarına özgü bir önyargı olan ırkçılık, ırk duygusu 15. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Batı uygarlığının yeryüzüne yayılışının, ırkların uygun olmayan koşullarda birbirleriyle ilişkiye geçmelerinin ürünüdür. Buradan açıkça Batı koloniciliğinin, Batı emperyalizminin bir türevi olduğu sonucu çıkarılabilir.” (Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
‘’Amerikan imparatorluğu sömürge sistemi ile bütünleşen muazzam bir köle ticaretine dayanıyordu. İnsan hırsızlığını örgütlü bir biçimde işleten Avrupalı sömürgeciler Afrika’nın kanını emdiler. ‘’Yalnız 1486–1641 yılları arasında yılda ortalama 9.000 hesabıyla sadece Angola’dan 1.389.000 köle getirilmişti. 1580 ile 1680 arasındaki yüzyıl içinde Angola ve Mozambik’ten Brezilya’ya 1 milyondan fazla köle taşındı. 1783–1793 arasındaki 10 yıllık dönemde zenci taşıyan Liverpool limanının gemileri Yeni D/span/span/iünya’ya 300.000’den fazla köle getirdiler. Ortalama 350 yılda Afrika’dan 11,5 milyon zenci taşındı. Bu miktara yola çıkmadan ve yol esnasında ölenler de eklenirse, akıl almaz rakamlara varılır. Köle ticareti yapanların özellikle en sağlam, en güçlü, en genç ve en sağlıklı kişileri aradıkları göz önünde tutulursa Afrika’nın en yaratıcı ve en gerekli güçlerinden yoksun bırakıldığı sonucuna varılır.’’(Raimondo Luraghi, Sömürgecilik Tarihi)
Hollywood’daki Paramount, MGM gibi çeşitli stüdyolarda çalışan, görevi hem Hollywood’daki komünistleri izlemek hem de belli izleklerin filmlere sokulmasını sağlamak olan bir CIA ajanı 1954 tarihli basmakalıp zenci tipler konusunu işleyen raporunda şöyle diyor. ‘’Çok göze batmayacak ya da kasıtlı yapıldığı belli olmayacak şekilde, Amerikan sahnesinin bir parçası olarak iyi giyimli zencilerin filmlere yerleştirilmesi konusunda rol dağıtımından sorumlu müdürlerle anlaşmaya varıldı. Çekilmekte olan Sangri ne yazık ki bunların yerleştirilmesine izin vermiyor çünkü film bir dönem filmi ve Güney’de geçiyor. Sonuç olarak plantasyonda çalışan zencileri gösterecek. Yine de ileri gelenlerden birinin evine saygın bir zenci baş uşak yerleştirilecek, bu baş uşağın özgürlüğünü kazanmış biri olduğunu, canının istediği yerde çalışabileceğini gösterecek diyaloglar eklenerek bir mahsur bir oranda giderilecek.’’
Richard, Rich yani zenginlikler ülkesi demek olan Rick karakteri Amerika’nın izlediği içe dönük politikanın ve dünya işlerine ilgisiz tavrının yansımasıdır. Tek başına satranç oynadığı sahne hem Amerika’nın tek başınalığını hem de olaylara yön verebilecek güce sahip olduğunu, Paris’te iken uzaktan duyulan top seslerinden Almanların mesafesini net olarak söylemesi ise gelişmiş silah gücünü ifade etmektedir.
Ilsa Avrupa yani Antik Yunan’dan, Zeus’tan beri bilinen Europa’dır. İngiliz, Fransız ve Amerikan Devrimleri, Rönesans, reform ve aydınlanma hareketlerinin ortaya çıkardığı ve Almanya’nın tehdit ettiği Batı ideallerinin temsil edilmesidir. Casablanca filmi, bu ideallerin Amerika tarafından güvenceye alınmasını anlatır.
“Hepimizi öldürseniz dahi Avrupa’nın her köşesinden binlercesi yerimizi alacaktır” diyen Viktor karakteri Amerika’nın yardımıyla Batı’nın kazanacağı zaferi simgelemektedir. Viktor’un Çekoslovak olması Nazilerin Çekoslovakya’yı işgal etmesi üzerine İngiliz ve Fransız liderlerin ordularına savaş emri vermesine karşın hiçbir girişimde bulunmamaları, üstüne üstlük 1938 Münih Antlaşmasını imzalamalarının eleştirisi ve bağımsızlık için savaşanların Çek, Norveç, Amerikan, Bulgar hatta Alman olması Batı ideallerinin bir bütün olduğunun vurgulanmasına yönelik hedefin on ikiden vurulmasını sağlıyor.
Film, bir Afrika haritası ve oryantal ezgiler eşliğinde “niçin Casablanca” sorusuna ‘’Göçmen kafileleri ıstırap içinde, dolambaçlı yollardan Fas’ın Casablanca şehrine ulaşmaya çalışıyorlar. Bazıları bir şekilde çıkış izni alıp, Lizbon’a, oradan da Yeni Dünya’ya gidebilirken diğerleri Casablanca’da bekliyorlar. Bekliyorlar, bekliyorlar, yine bekliyorlar” yanıtını verirken, ‘’Amerika’daki özgürlüğe gözlerini diken Avrupalı tutsaklar’’ sözleriyle eşzamanlı olarak umutla bakılan uçağın Cafe Americain üzerinden geçerken görülmesiyle başlamış oluyor.
Her türden insanın bir arada bulunduğu Rick’in yeri Cafe Americain, Alman, Rus, İtalyan, Fransız, Bulgar, Norveç, Arap ve diğer milletlerin yaşadığı “beynelmilel” bir yer olan Amerika’nın ‘’eritme kazanı’’ da denilen kültürel çeşitliliğine vurgu yapmakta ve dışarıda savaşlar sürse bile orada insanların bir arada yaşayabileceği ima edilmektedir. Dünya tarihini Doğu’nun düşüşü geçmesiyle başlatan Batı zihniyeti şöyle demektedir:
‘’Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır. On yedinci yüzyılda Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. On sekizinci yüzyılda, Büyük Britanya Avrupa diplomasisine egemen olan güç dengesi kavramını geliştirmiştir. On dokuzuncu yüzyılda Avusturya Avrupa Anlaşması’nı yeniden kurmuş ancak Almanya Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa döndürerek bu anlaşmayı yıkmıştır. Yirminci yüzyılda uluslararası ilişkileri hiçbir ülke Birleşik Devletler kadar kesin bir şekilde etkilememiştir.’’ Henry Kissinger, Diplomasi)
Birinci Dünya Savaşı’na son veren Versay Anlaşması Fransız yapımı tahta bir vagonda imzalanmış ardından da bir müzeye kaldırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler müzelerin araştırılarak vagonun bulunmasını emretmiş Fransa’nın kayıtsız şartsız teslimiyet anlaşması, Petain’in ‘’gururuna yediremediği’’ için gitmediği bu vagonda imzalanmıştır. Almanya’ya götürülen ve 1945 yılında savaşı bitirecek antlaşma için Müttefiklerin anlaşmanın imzalanması için adres gösterdikleri vagon Almanlar tarafından son anda imha edilmiş ve ‘’alman gururu’’ kurtarılmıştır. Bu gibi şeyleri bulup ortaya çıkarmakta Anglo-sakson zihniyetinin üzerine yoktur. Örneğin 1917’de Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı General Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezar taşına vurarak, küstah bir şekilde, ‘’Kalk Selahaddin biz yine geldik’’ diyebilmiştir.
“1940 yazının başlarında Nazi savaş makinesi Batılı ittifaka saldırmak için hazırdı. (…) 14 Mayısta Fransız sınırının geçilmesinin ardından Paris’in 16 Haziranda düşüşüne kadar Fransa’nın yenilmesi beş haftadan daha az bir süre aldı. Verdun kahramanı Mareşal Petain teslimiyeti imzalaması için Compiegne’deki sembolik vagona bir astını gönderdi. Fransa silahsızlandırılacaktı, iki milyon Fransız askeri Reich’ta çalıştırılmak üzere tutuklanacaktı; Auvergne bölgesinde, Vichy kenti merkez olmak üzere özerk bir hükümet, Alsace-Lorraine’in Almanya’ya devredilmesi karşılığında varlığını sürdürecekti ve kuzey Fransa Alman işgali altında kalacaktı. General de Gaulle “Fransa bir çarpışmayı kaybetti, savaşı değil diye ilan etti.” (Norman Davies, Avrupa Tarihi)
Topraklarının yarısından fazlası Alman işgali altında olan Fransa’da Mareşal Petain yönetimindeki kukla Vichy hükümeti, Almanların savaştan başarılı çıkması halinde ”yeni düzen”de daha çabuk yer bulabilecekleri hayaliyle Nazilerin bir dediğini iki etmiyor topraklarındaki yüz binden fazla Yahudi’nin Nazi kamplarına yollanmasına yardım ediyor, Fransız Devrimi’nin mirası olan ve Fransız bayrağının renklerinde ifadesini bulduğu iddia edilen Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ilkeleri yerine Petain’in İş, Aile, Vatan kavramları öne çıkarılarak Fransız çıkarları doğrultusunda Avrupa’nın diğer halkları sömürülmeye devam ediliyordu. Genç bir Bulgar çifte vize vermek için kocasından habersiz, çaresiz durumdaki kadınla yatma hesapları kuran alçak, ikiyüzlü, haysiyetsiz ve çıkarcı komiser tiplemesiyle Avrupa halklarını küçük gören ve sömüren Fransız zihniyetinin eleştirildiğini düşünüyorum.
Filmin ilk sahnelerinde Fransız polisler, iki Alman askerin öldürülmesiyle ilgisi olabilecek direnişçileri ararken polisten kaçan bir adam açılan ateş sonucu öldürülür. Üzeri arandığında avucunda canı pahasına sakladığı “Free France” yazılı kâğıtlar bulunur. Dilleri konusunda dünyanın en tutucu milleti olan Fransızların İngilizce yayınlarla dolaştığını düşünmek safdillik olsa da adamın öldürüldüğü yer ve sıkılı yumruğundaki kâğıtlar iki önemli konuya temas etmektedir.
Adam “JE TIENS MES PROMESSES, MEME CELLES DES AUTRES” sözlerinin yazılı olduğu “Marechal De France Philippe Petain’’in duvar resminin altında, sırtından vurularak öldürülmüştür. Polislerden kaçarken sanki kendini kurtaracakmış gibi Petain’e doğru koşmaktadır ancak Nazilerle işbirliği yapacak kadar alçalabilen savaş kahramanı Mareşal’in bunu gerçekleştirecek gücü yoktur. Bu sahne ile Nazi kuvvetleri karşısında kurtuluşu Petain’de arayan Fransızların zaten ‘’ölmüş’’ olduğu, adamın sırtından vurulduğu sırada Petain’in gözlerine doğru yakın çekim yapan kamera ise halkının ölümü pahasına Petain’in soğukkanlı ihanetini vurgular. “Özgür Fransa”nın kukla Vichy hükümetinin ve Petain’in eseri olmayacağını, bu ‘’şebekeden’’ kurtuluş bekleyenlerin Nazi silahlarıyla can vermeye mahkûm olduklarını anlatan müthiş bir sahnedir.
“Özgür Fransa” simgesine film boyunca pek çok gönderme yapılmaktadır. Bunlardan biri Nazi karşıtı direnişçilerin birbirlerini tanımak için parola olarak kullandıkları Lorraine Haçı’dır. Almanya’ya teslim olma fikrine şiddetle karşı çıkarak savaşa devam edilmesi gerektiğini savunan De Gaulle, yasallığını kabul etmediği Petain hükümetinin Almanya ile yaptığı ateşkese karşı çıkarak savaşa devam etme çağrısında bulunmuş ve Londra’ya giderek ‘’Özgür Fransa’’ kuvvetlerini kurmuştur. Loraine Haçı bu direniş hareketinin sembolü olarak kullanılmıştır.
Rick’in “Kimse için kendimi riske atmam” sözleri Başkan Monroe’nun Kongre’ye sunduğu ve kendi adını taşıyan “Monroe Doktrini”ne ve Amerikan dış politikasına yapılan bir gönderme sayılabilir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Amerika’nın tüm dış politikasını belirleyici güç olan bu doktrin gereği Amerika, tüm Avrupa ülkelerine eşit mesafe durarak içişlerine karışmayacağını ancak herhangi bir Avrupa ülkesi Amerika kıtasına sömürgecilik maksadıyla adım atarsa kuvvet kullanacağını ilan etmiştir. Amerikan Başkanlarından John Adams ise Amerika’nın hiç kimse için kendini riske atmaması politikasını şöyle özetlemiştir: “Her nerede özgürlük ve bağımsızlık bayrağı açılmış veya açılacak ise, Amerika’nın kalbi ve iyi niyetleri oradadır. Fakat Amerika canavarları ortadan kaldırmak için denizaşırı girişimlerde bulunmaz. Herkese özgürlük ve bağımsızlık için iyi dileklerde bulunur. Ancak Amerika yalnızca kendisinin şampiyonu ve kendi hakkının koruyucusudur.’’
Fransız komiseri tarafından tanıştırılan Rick ve Nazi binbaşı el şıkışmazlar. Nazi Binbaşının Rick’e “Habeşistan ve İspanya dosyanı biliyoruz, Paris’ten buraya da görev icabı geldin” demesinin üç farklı anlamı vardır. İlki Afrika’da yeni bir Roma İmparatorluğunun temellerini atabileceğini düşünebilecek kadar ahmak Hitler’in emirerinin Habeşistan işgali ikincisi doktorunun ölüm raporunu ölümünden saatler sonra imzalamaya cesaret edebildiği faşist generalin zaferiyle sonuçlanan İspanya İç Savaşı üçüncüsü ise Meşale Operasyonu’na da vurgu yapılarak Nazilerin bir Amerikan müdahalesi korkusuyla yaşadığının ifade edilmesidir. Nazi Binbaşının ‘’aptal bir Amerikalı” sözlerine -Amerika’nın savaşa girmesinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği düşüncesi- Fransız komiserin “Hiç de aptala benzemiyor, 1918’de Berlin’e girerken yanlarındaydım” diyerek karşılık vermesi Birinci Dünya Savaşı ve Versay Anlaşmasının Nazilere hatırlatılması anlamına geliyor.
Rick’in, Viktor’a “biz uğraşıyoruz, siz başardınız” demesi Amerika’nın savaşa müdahil olma yolunda gecikmesini ifade etmekte olup Roosevelt’in ‘’dar görüşlülükle’’ itham ettiği halkını, sömürgeci yazar Kipling’e şikâyet etmesini bir kez daha hatırlayalım. Rick’in Ilsa’ya Paris’in işgali sırasında “Almanlar gri giymişti, sen Mavi” demesi, Fransız bayrağının Mavi rengine yani “özgürlük” ilkesine yapılan bir göndermedir ancak “çıkarıp bir yerlere attım’’ cevabı şu an için özgürlüğün olmadığı, Almanlar gittikten sonra giyeceğim demesi özgürlük için savaşmaya devam edeceğiz anlamına gelmektedir.
Sömürgeci yazar Rudyard Kipling’e yazdığı bir mektupta kendi inançlarına dayanarak Amerika’nın Avrupa savaşına sokulmasının güçlüğünü ‘’Bizim halkımız dar görüşlüdür ve uluslar arası konuları anlamaz’’ diye ifade eden Başkan Roosevelt, Avrupa’da başlıca tehdidin Almanya olduğunu düşünürken, Asya’da da Rusya’nın arzularından endişe duyuyordu. 1904’te Japonya Rusya’ya saldırdığında Amerika’nın tarafsız olduğunu açıklayan ancak Japonya’ya eğilim gösterdiğini gizlemeyen Roosevelt, Rusya’nın zaferinin “uygarlık için bir darbe” olacağını söylüyordu. Japonya, Rus donanmasını yok ettiğinde ‘’son derece memnun’’ kaldığını söyleyen ve ‘’Japonya bizim oyunumuzu oynuyor” diyen Amerika ile 40 yıl sonra Japonya’yı atom bombasıyla yerle bir eden aynı Amerika’ydı. Bu durumda Japonların Pearl Harbor baskını esnasında ‘’kimin oyununu’’ oynadığı sorusu sorulması gereken önemli sorulardan oluyor.
Kukla Vichy hükümetine bağlı bir sömürge olan Casablanca’nın polis müdürü ‘’Almanya yani Vichy’’ diyecek kadar işbirlikçi bir Fransız’dır. Nazi binbaşının “Vichy tarafında mısın yoksa özgür bir Fransız mısın” sorusuna ‘’Hiçbir inancım kalmadı. Kendimi rüzgâra bıraktım ve rüzgâr Vichy’den esiyor” diyen fırsatçı Fransız komiser Amerika’nın savaşa girmesiyle “rüzgârın” özgürlüklerden yana esmeye başladığını görünce üzerinde “Vichy Water” yazılı maden suyu şişesini nefretle çöpe atar.
De Gaulle imzalı transit mektuplar Amerika’nın savaşa girmesi için yapılan çağrıdır. Yoksa Almanya yani Vichy diyen Fransız komiser yönetimindeki Casablanca’da Vichy yandaşı bir yönetimin bu izin belgesini tanıması ve işlemlerde kolaylık göstermesi mantık dışıdır. Rick’e ulaşan bu mektuplar Rick tarafından Ilsa’ya verilir ve Viktor ile birlikte Casablanca’dan ayrılırlar yani Amerika’nın savaş girmesiyle Avrupa Zafer’e kavuşacaktır.
Almanlar Rick’in yerinde ulusal marşlarını söylemeye başlayınca orada bulunan Viktor karşılık vermek adına Fransız marşını söyletmek ister. Müzisyenler Viktor’un isteğine uymadan üst katta bulunan Rick’ten onay alırlar. Bu sahne ile Amerika’nın yardımı olmaksızın Avrupa’nın bağımsızlığına kavuşamayacağı iddia edilir. Rick’in onayıyla birlikte herkesin hep bir ağızdan “La Marseilles”i söylemeye başlaması üzerine Nazi binbaşı mekânı kapattırır. Mekânın kapatılması Amerika’nın hiç beklemediği bir anda Pearl Harbor baskınına uğramasıdır diye düşünüyorum. Başkalarının işlerine karışmaya başlar başlamaz felaketlerle karşı karşıya gelen Rick gibi, Amerika da Japonların saldırısına uğramıştır. Bir Çek vatandaşının Fransız Marşı’nı çaldırması ve marşı söyleyenler arasında Alman ve Rus vatandaşlarının da bulunması bunun Fransız marşı olmaktan çok Avrupa’nın özgürlüğüne yapılan bir gönderme olduğunu düşünüyorum.
Viktor, kendisi ile birlikte Ilsa’nın uçağa binmesine yardım eden Rick’e “Savaşa hoş geldin” der. Uçak havalandıktan sonra Nazi binbaşının anlamsızca silah çekmesi ve ateş etmesi 1941’de Hitler’in Amerika’ya savaş ilan etmesi olarak okunabilir. Böylece Amerika fiilen girmiştir. Bu sahne ile ilk silah çekenin Almanya olduğu ve Amerika’nın da gereken karşılığı verdiği anlatılmaktadır.
Vurgulamadan kesinlikle geçemeyeceğim filmin en etkileyici anı Sam’in, Ilsa’ya “as time goes by” parçasını çaldığı sahnedir. Tereddüt içindeki Sam artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkındadır. Rick’in duyacağını bilir ancak Ilsa’nın ısrarları karşısında dayanamaz ve parçayı çalmaya başlar. Böylece harikulade güzellikteki Ingrid Bergman’ın yüzünden aşkı, hasreti, hüznü, çaresizliği okuyabildiğimiz bu içten, dokunaklı ve muhteşem sahnede içinizden bir parçanın kopmaması elde değildir.
Fransızlara destek veren böylesine güçlü bir film çekmeleri Amerikan bağımsızlık savaşındaki Fransız yardımının unutulmadığının göstergesi sayılabilse de İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Amerikan gücü Fransızları da bir kenara atmıştır. İngilizler klasik politikaları ve ortak kültürel geçmişleri sonucu ikinci olmayı kolaylıkla içine sindirmişlerse de Fransızlar bunu yapamamış, Marshall Planı ve Truman Doktrini karşısında Fransız Cumhurbaşkanı ‘’her geçen gün bağımsızlığımızı yitiriyoruz’’ diyebilmiştir. Yine de Amerikan düşüncesi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa tarafından aldatıldığını hissini söz verdiği halde gelmeyen Ilsa’nın Rick’i habersizce terk edişi üzerinden anlatarak araya sıkıştırmıştır.
Hitler iktidara geldiğinden beri İngiliz ve Fransız hükümetleri, Almanya’nın doğuya doğru bir ‘’toprak genişlemesini’’ (Lebensraum) uygun görüyor, destekliyor ve Hitler’e cesaret veriyorlardı. Lordlar Kamarası Başkanı ve sonradan Dış İşleri Bakanı Lord Halifax Hitler’in Doğu Avrupa’daki toprak isteğini uygun karşıladığı anlaşılmaktadır. Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi Navile Henderson Hitler’i ziyaret ederek gizli bir mülakat esnasında ‘’İngiliz Hükümeti’nin Hitler’in Almanya’nın çıkarı doğrultusunda Avrupa’yı değiştirmesini büyük bir içtenlikle kabullendiğini’’ anlatmıştır. Osman Öndeş, İkinci Dünya Savaşı isimli kitabında şöyle bir yargıda bulunmaktadır:
‘’Eğer Hitler gerçekten İngiltere’nin de katılacağı bir dünya savaşını düşünmüş olsaydı İngiltere’nin hâkim olduğu denizlerde mücadele edebilecek güçlü bir donanma inşa etmek üzere azami gayret saf ederdi. 1935’de imzalanmış olan Anglo-German Deniz Anlaşması’nda belirtilen sınırları aşacak şekilde bir donanma inşasına girişmedi.’’ (Osman Öndeş, İkinci Dünya Savaşı)
Silaha başvurulması bir sonuçtur. Anlamak için nedenlerin incelenmesi gerekir. Almanya’nın var olan düzeni kabul etmeyerek kendi çıkarlarının peşinde koşması, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Avrupa düzenini tehdit eden bir diğer ülke olan Komünist Rusya üzerine gönderilen ve Doğu’ya doğru genişlemesi desteklenen Hitler’in bu yemi yutmasıyla bir taşla iki kuş vurulmuş oluyordu. ‘’Belirlenen sınırları’’ geçtiğinin farkında olmayan Hitler sırtını sıvazlayanların ordularıyla karşısına dikildiğini görünce hayli şaşırmış olmalıdır. Rusya’nın bütün gücüyle direndiği, adım adım yok olduğu savaşta Müttefik güçler ikinci cepheyi açmak için ayak sürüyorlar ve iki tarafın birbirini ‘’kırmasını’’ izliyorlardı. Amerikan Başkanı Wilson’un ‘’ilk büyük savaş sınır gözetmeden peşinde koşulan, çatışan ulusal çıkarların sonucu değil Almanya’nın uluslararası düzene, hiçbir kışkırtma olmaksızın saldırmasının bir sonucu’’ olarak başlamış sözleri bir anlamda yukarıda yazılanları doğrulamaktadır.
Burjuvazinin ortaya çıkmasıyla sinema arasında bağ kurulabilir mi, hangi sanat dalları burjuvaziye bağlı olarak ortaya çıkmıştır, burjuvazi olmasaydı sinema olmazdı demek mümkün müdür soruları bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak böyle bir bağ kurularak, sinemayı burjuvaziye bağlamak ve sinemanın burjuvazinin hizmetinde olduğunu söylemek kaçınılmaz ise, kitlelerin uyutulması, uyuşturulması ve yabancılaştırılması yolunda kullanılabilecek bir üst yapı aygıtı olarak görmek de kaçınılmaz olacaktır.
Sinema ortaya çıkışı nasıl olursa olsun, günümüzde tamamen burjuvazinin boyunduruğu altındadır. Zamanın boşa harcanması, kitleleri uyuşturma, kötüyü övme, kadınların cinsel nesne olarak kullanılması, seri üretim ürünlerle düşünmeyi geriletme gibi yönleri göz önüne alındığında zararı faydasından daha çoktur. Sinemayı gönülden sevmeme ve binlerce film izlememe karşın insanı merkeze alarak haysiyet ve adaleti savunan, ‘’insanın’’ yanında yer alan film sayısının çok az olduğunu, altı binden fazla filmin yapıldığı Türk sinemasında bu sayının daha da az olduğunu söylemeliyim. Çekilen her yüz filmden doksan beşinin insana faydasının olmadığı sinemanın ülkemizdeki durumu daha da acıklıdır. 2024 yılı itibariyle Türkiye’de en çok izlenen beş filme baktığımızda aralarında sömürüye, yabancılaşmaya, haksızlığa karşı çıkan, insanın onurlu mücadelesini ele alan film olmaması ve bu filmleri sinema salonlarında izleyenlerin ezici çoğunluğunun üniversite öğrencisi veya üniversite eğitimi almış kişilerden oluşması düşündürücü değil midir? Bu sahne kültür endüstrisinin devrede olduğunun ve sinemanın burjuvazinin boyunduruğunda olduğunun en önemli kanıtıdır.
Casablanca’nın Yahudi soykırımına ve Sovyet direnişine yer vermemesi ciddi eksikliktir. Viktor’un toplama kampına götürülmüş olması bu yönde bir eğilim olarak görülebilirse de fazlasıyla zorlama bir okuma olacaktır. Yine de Vichy Hükümetini tanımak yerine Nazilere karşı savaşa girerek “Özgür Fransa”nın ve özgür Avrupa’nın yanında yer aldığını çok güçlü anlatımlarla ifade eden, simge ve göndermelerin doruğa çıktığı Casablanca en başından bir dünya görüşünü ortaya koyuyor ve Amerika-Avrupa arasındaki “umutsuz” aşkı Rick-Ilsa karakterleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Amerikan gücünün propagandasını, günümüzde olduğu gibi ‘’kör parmağım gözüne’’ tuzağına düşmeden başarıyla yapan, savaşın gidişatına göre sürekli yeniden yazılan birinci sınıf bir senaryo olduğu ve usta ellerden çıktığı çok açıktır. Hollywood’un bu işleri ne kadar ustalıkla ve yıllar öncesinden yaptığına güçlü bir işarettir.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film incelemelerini okumak için tıklayınız.
Yeşilçam’ın Politikayla İmtihanı
29 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: B Filmleri, Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması
Bu yazıda, Cüneyt Arkın’ın Cemil ve Cemil Dönüyor filmlerinden hareketle 70’lerin polisiye sinemasının asal bileşenlerini ve bu filmlerdeki suç ve suçlu etiğinin doğasını okumaya çalışacağım. Yanı sıra her iki filmdeki ideolojik parametreleri gözden geçirmek suretiyle Arkın’ın Türk sineması için ne ifade ettiğini de göstermeye çalışacağım.
70’ler Yeşilçam’ın tarihe karışmasına ramak kaldığı dönemlerdir. Dönemin tecimsel eğilimi “kadın seyircinin yeniden evine dönmesine neden olmuştur.” (1) Bu sancılı yıllarda arabesk filmler vasıtasıyla erkek izleyicinin sinema salonlarını doldurması da sağlanmıştır. (2) 1980 sonrası ve 1980–83 arasında da durum pek farklı değildir. (3)
70’ler siyasal çalkantıların, sokak kavgalarının, cinayetlerin giderek tırmandığı, ekonomik krizlerin birbirini izlediği bir zincirleme kaoslar dönemidir. (4) Birçok sosyologun “kardeş kavgası” biçiminde yorumladığı, geniş yığınların “sağ–sol çatışması” olarak okuduğu kanlı dönem, iki darbe atlatmış, çocukları darağaçlarında sallandırılmış, yazarları, aydınları sokak ortalarında güpegündüz öldürülmüş bir ülkenin handiyse en haşin ve zalim dönemidir.
Mevcut sosyo–ekonomik–politik dağdağanın Türk sinemasına olabildiğince az yansıdığını söylemek yerindedir. Şaşılacak ölçüde dönemin prodüktörleriyle yönetmenleri sosyal olaylara o denli duyarsızdırlar ki 12 Eylül darbesine yaklaşıldıkça, erotik yapımlarda ve seks filmlerinde müthiş bir artış gözlenmiştir. Sokaklarda gençler öldürülürken yapımcılar kasalarını doldurma derdine düşmüşlerdir! Bu, toplumsal yalıtılmışlığın, yabancılaşmanın doğal bir sonucu mudur? Aslına bakarsanız, anlı şanlı prodüktörlerin, daha on yıl önce Türkan Şoray’ları, Ediz Hun’ları yöneten yönetmenlerin birdenbire seks filmi yönetmeye başlamalarını kapital kavramı çerçevesinde düşünmek daha doğru olacaktır.
İşte, bu kaotik zamanlarda, dönemin sosyal açmazlarını, politik kargaşasını yansıtma derdinde olan bir film belirdi: Cemil. Filmde, her dönem inanılmaz bir hızla film çeken, dublör kullanmayan (5), “adını unutan adam” (6) Fahrettin Cüreklibatur, namıdiğer Cüneyt Arkın, Kirli Harry’liğe soyundu. Parçala Behçet’in zanaatkâr rejisörü Melih Gülgen’in filmin devamını da çektiğini görüyoruz: Cemil Dönüyor.
Turkish Kirli Harry: Cemil
Söz konusu ikilemeyi detaylandırmadan önce, perde arkasını ve motivasyonlarını daha iyi aydınlatabilmek için çağdaş polisiyelere bakmak gerekecek: Amerikan sinemasında düşük bütçeli kara filmleriyle tanınan Don Siegel’in Dirty Harry’si (1971, Kirli Harry) polis müfettişi Harry Callahan’ın (beyaz perdeyi sürekli kana bulayan muhafazakâr Clint Eastwood) çalışma ahlakıyla kriminal bakış açısı nezdinde liberal sistemin emniyet anlayışını, liberal yasaları eleştirse de anti–demokratik açılımları yüzünden sorunlu bir polisiyedir. (7) Serinin öteki dört filmi (8) daha da arızalı filmlerdir. Kirli Harry serisinin bileşenlerini kısaca özetleyeceğim:
Sokak aralarında hırsızlık yapan ‘küçük adam’ı alnının orta yerinden mıhlamak.
Bir seri katili öldüren suçlunun toplumu pislikten arındırdığı için suçunu örtbas etmek.
Her durumda magnum’a sarılıp western’lerin hızlı silah çeken sheriff’leri ve serseri cow–boy’larını model alarak ortalığı savaş alanına çevirmek.
Homoseksüellerden nefret etmek.
Liberal yasalara iman etmek.
Kriminal araştırmalarda yasaları delip kendi yöntemlerini kullanmak.
Adaleti sağlamaya çalışırken, daha doğru bir ifadeyle, kamu huzur ve düzenini korumaya çalışırken kendi yöntemlerini uygulayan, gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmeyen gözü pek polis tipolojisi 70’lerden 80’lere uzanan çizgide çok defalar sinemada, özellikle de Hollywood’da işlenegelmiştir. Suçluları yakalamada, organize suç örgütlerini çökertmede başarı kazanamayan, salt liberal sistem yasaları dâhilinde kamu düzenini sağlayamayan polis (9), çözümü zor kullanmada, şiddet sergilemede bulurken, ister istemez, faşizan polis devleti şiarını da omuzlamış oluyordu. ‘Derin devlet’ tanımlaması emniyet içindeki alt–birimlerin varlığına işaret etmektedir. ‘Devlet içinde devlet’, ‘devletin asıl yüzü’, ‘derin devlet’, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, özerk emniyet birimleri ve alt–birimler, amaçlarından saparak örgütlü suçun resmi kanadını oluşturmaktadırlar. Kirli Harry’nin ikinci filmi Magnum Force’da (1973, Silahın Gücü, Post) olası suç yapılaşmasına ve yaklaşan tehlikeye dair ipuçları sunulmaktadır. Bu tehlike, liberal emniyet yapılanmasının sonunu getirebileceği için, sistem risk altına girebileceği için, Kirli Harry mevcut polis örgütünü çökertme ihtiyacı duyacaktır. Çünkü aslolan liberal sistemin varlığıdır. Mantıklı çözüm önerileri gelmedikçe sistemin kucağında oturmak lüzumu vardır. Bu, Harry’nin omuzladığı bir siyasal etikettir.
Kirli Harry’nin sinemasal formülasyonlarını özetlerken, polis müfettişinin çalışma yöntemlerini de sıralamıştım. Harry’nin karşısındakiler ise kimi kez onun önüne dikilen bir polis müdürü, kimi kez yanında eğittiği çırak–polis, bazen kurtarıcılığını yaptığı bir senatör, bazen pek kibarca davranmadığı gazetecilerdir. Tabii bunlar yan–figürler. Mücadele ettiği ise küçük çaplı hırsızlar, bazen suikastçılar, emniyet içre yapılanmış polis timleri, tecavüzcüler, seri katillerdir. Sinemanın alışık olduğu iyi–kötü formülasyonu işlerlik kazanmaktadır kısaca. Bir yanda sistemi korumakla görevli prensip sahibi polis, beri yanda bu sistemi varlıklarıyla tehlikeye atan suçlular… Ama suçun orijini, suç olgusu, sosyo–ekonomik–psikolojik gerekçeleri sümenaltı edilmektedir. Ve meselenin ana damarı da bu, belki nirengi noktası. İnsan–öznenin refahını muştulayan kapitalist sistemde suç niçin işlenmektedir? Banka soyanlar, gasp yapanlar, hatta küçük marketleri soyan azınlıklar keyiflerinden mi suç işlemektedirler? Ya burjuvazi? Proletarya? Sınıf çelişkileri? Sözünü ettiğimiz motivasyonlar hakkında ne derinlikli bir doneye ne de mantıksal çıkarımlara rastlamayız. Yalnızca suçlular vardır ve karşılarına dikilen maço ve haşin polisler. Öte yandan; suç işleyen öznelerin genellikle azınlıklardan seçilmesi (Zenciler, Latin Amerikalılar, İtalyanlar, İspanyollar, İrlandalılar vd.), uyuşturucu şebekesini oluşturanların Uzakdoğulular olması vb. gibi göze batan unsurlar, 70’lerde çekilen birçok polisiyeye ırkçı bir bakış açısı da kazandırmaktadır. Mafya babası mı lazım, söz konusu tipleme hemen bir İtalyan olacaktır. Uyuşturucu şebekesi mi? Alın işte, orda ağzı bozuk negro’lar duruyor. İspanyollar, Japonlar (yakuza’lar), Çinliler öteki suç kanadını oluştururlar.
Buraya değin bahsetiklerim büyük ölçüde 70’lerin ve onu izleyen 80’lerin Amerikan sinemasını baz alarak özetlediklerimden oluşuyor. Bununla birlikte Amerikan sinemasındaki gibi çeşitli ülke sinemalarında ötekileştirme operasyonlarının filmlerin entrikasına damgasını vurmuş oldukları mimlenebilir. Bugünlerde Avrupa’da çekilen sözde tarafsız filmlerde Araplar ‘öteki’dir. (10)
Cemil ve Cemil Dönüyor’da Amerikan filmlerindeki polisiye tipolojisinden, yan–figürlerden devşirilmiş tiplemeler yer alır: Tırsak bir polis müdürü, polis müfettişinin yardımcısı, suç işleme eğilimindeki trajik baba figürü, öldürülmüş bir genç kız, underground örgütlerle kol kola vermiş kaypak bürokratlar, holding patronları, solcu gençler, tipi kayık iri vücutlu gangsterler her iki filmde de karikatürleştirilmiştir. Elbette tipleme operasyonu şu en eski klişeyi sinemasallaştırmak içindir: iyi–kötü klişesi. İyiler iyidir, kötüler de kötü. İyiler: polis şebekesi, askerler, varoşlarda yaşayan aileler, öğrenci gençler… Kötüler: patronlar, siyasetçiler, gangsterler… Ya sistemi oluşturan ögeler? Burjuvazi–proletarya çelişkisi? Yüzeysel birkaç vurgu dışında ciddi bir sistem analizi bile yok. Bununla birlikte sistemin bizatihi kendisine duyulan bir güven söz konusudur. Sistemi yaşatma derdi her şeyin ötesindedir ve mevcut düzenden yana tavır alınmıştır. Sadece bazı pisliklerin, sistemin çarklarını kirlettiği gerçeğine vurgu yapılır. Öyleyse varolan pisliklerin temizlenmesi elzemdir.
Muhafazakâr, Osmanlı sevdalısı, milliyetçi polis Cemil:
“Polis bu ülkede gerekeni her zaman yapmıştır.”
diyerek liberal sistemi ve güvenlik güçlerini yüceltir. Polisin şu geçen süreçte yaptıkları incelendiğinde hastalıklı bir düşüncenin larvalar misali kök saldığı gerçeği kuşku götürmez. Neyse, konumuza dönelim: Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi’ni oğluna hediye eden Cemil, mafyatiklerin saldırısı sonucunda tam yedi kurşun yer; ama ölmez! Cemil Dönüyor’da akıl almaz serüvenlerine devam eden idealist polis, sol görüşlü öğrencilerle iş birliğine de soyunacaktır. Üniversite öğrencileriyle birlikte hareket eden, kafa kafaya veren, hatta onları örgütleyen Cemil; yasalar çerçevesinin dışına çıkar, gangsterlerle sokak kavgalarına tutuşur. Hantal stiliyle karate yapan o bildiğimiz Cüneyt Arkın vardır karşımızda. Kalabalığın arasına dalan, hepsini tek tek yok eden usta dövüşçü yani. Ters ninja kanunları benzer bir biçimde Battal Gazi, Karaoğlan, Tarkan, Malkoçoğlu gibi düşük bütçeli, kitsch, trash avantür–tarihsel yapımlarda pratize edilmiştir. Arkın, hantal stiliyle farklı janrlarda benzer marifetlerini sergilemektedir. Yıkılmayan Adam (1977, Remzi Jöntürk), Dünyayı Kurtaran Adam (1982, Çetin İnanç), yanına Cemil ikilemesi konulup paralel düşünüldüğünde aradaki benzerlik tür formülasyonuna rağmen hemen fark edilecektir. Yani cesur adam bazen gangsterlere karşı, bazen holding patronlarının korumalarına karşı, bazen sokak çetelerine karşı, bazen uzaylılara karşı mücadele eder. Hepsinin ortak noktası Arkın’da cisimleşen, karate yapan cesur adam modellemesidir. Bilindiği üzere Yeşilçam’da filmler çoğunlukla happy end’in damgasını vurduğu filmlerdir. Kalelere bayrak diken Battal Gazi, uzaylıların ocağına incir diker (Dünyayı Kurtaran Adam). Patronlara dersini verir (Cemil ikilemesi). Gangsterleri elimine eder (Yıkılmayan Adam). “Bizans kargaları”nı unufak eder (Battal Gazi serisi).
Ve bu noktada şu soru: Cüneyt Arkın iyi bir oyuncu mudur, yoksa sinema endüstrisi olmayan bir ülkede bir dönem yıldız olan oyunculardan mıdır? Soru bizi ilgilendirdiği kadar Hollywood ve Avrupa sinemasını da yakından ilgilendiriyor. Mesela “Amerikan sinemasının kralı” şeklinde adlandırılan Clark Gable bir yıldızdır ama Laurence Olivier ekol yaratmış bir büyük oyuncudur. Bu karşılaştırma yüzlerce aktör ya da aktris için yapılabilir. ‘Yıldız’ sahnede devinen kişidir; ama ‘oyuncu’ başka bir şeydir. Hareketi, jesti kişiliğini bastıran bir tiplemedir oyuncu. Arkın da çağdaşları İzzet Günay, Ediz Hun, Kartal Tibet, Orhan Günşıray, Murat Soydan gibi bir yıldızdır. Ama Fikret Hakan, Erol Taş, Tarık Akan birer oyuncudur. Bazı yönetmenler (örneğin Halit Refiğ) ve oyuncular (mesela Türkan Şoray) Arkın’ın oyunculuğunu Alain Delon’la mukayese etse de bu çok basit bir zekâ problemidir. Kadın oyuncular için de durum farklı değildir. Söz gelimi Filiz Akın bir yıldızdır; ama Aliye Rona bir oyuncudur. Konuyu daha fazla detaylandırmaya gerek yok. İyi bir aktör Dünyayı Kurtaran Adam gibi filmlerde oynamazdı. Cüneyt Arkın dünyayı kurtardıysa da Türk sinemasını kurtaramamıştır.
Oysa ilk döneminde Gurbet Kuşları (1964, Halit Refiğ), Aşk ve Kin (1964, Turgut Demirağ), Haremde Dört Kadın (1965, Halit Refiğ), Kırık Hayatlar (1965, Halit Refiğ) gibi düzeyli filmlerde göze batmayan, yalın bir oyunuculuk stili yakalamış olmasına karşılık 1966’da Malkoçoğlu’yla (Süreyya Duru) başlayan kendi tarihsel filmler dönemiyle birlikte Malkoçoğlu Krallara Karşı (1967 Süreyya Duru), Alpaslan’ın Fedaisi Alpago (1967, Nejat Saydam), Hacı Murat (1967, Nejat Saydam), Hacı Murat Geliyor (1968, Nejat Saydam), Köroğlu (1968, Atıf Yılmaz), Selahattin Eyyubi (1969, Süreyya Duru), Fatihin Fedaisi Kara Murat (1972, Nejat Saydam), Battal Gazi’nin İntikamı (1972, Nejat Saydam) gibi kahramanlık edebiyatını içeren düşük bütçeli tarihsel yapımlarda dublör kullanmadan at üstünde, kale burçlarında, saraylarda, Anadolu kırsalında ordan oraya zıplayarak arkasında yüzlerce ceset bırakmıştır. O, Türk sinemasında en çok adam öldüren yiğit delikanlıdır. Ne Tarkan, ne Karaoğlan, ne Arnold Schwarzenegger ne de Sylvester Stallone bu konuda onun eline su dökemez. Nitekim istatistik veriler ortadadır.
Bu filmlerle aynı dönemlerde çektiği salon melodramlarında, köy filmlerinde, gangster filmlerinde, polisiyelerde güçlü, attığını vuran, kavgada onlarca kişinin hakkında gelen bir kompozisyon çizmiştir. Filmin dekoru değişse bile oyun stiliyle karakter profili değişmemiştir. Havada, karada, suda, uzayda O aynı Cüneyt’tir.
Yeniden Cemil’e dönüyorum: Mafyalaşan, kaçakçılık yapan, iktidarını politikacılarla birlik olarak perçinleyen Türk burjuvazisine kuşkuyla yaklaşan polis, görevine bağlılığı dolayısıyla ailesini ihmal eder. (11) Etrafını düzeltmeye, ülkesine çekidüzen vermeye çalışırsa da yuvasının istikrarını sürdürmede pek başarılı olamayacaktır.
“Ülkenin asıl pisliği büyük patronlar yakalanmadıkça yaptığımız polisçilik oyunu faso fiso bence!”
diyerek kimi kez umutsuzluğa da kapılan Cemil, varolan sorunların, toplumsal bunalımın örnek–suçluların ele geçirilmeleriyle, hapse atılmalarıyla çözüleceğine, böylelikle temiz bir toplum oluşturulabileceğine inanacak denli saf fikirlere kapılmıştır. Asıl sorunun sistemin bizatihi kendisinden kaynaklandığı gerçeğine gözleri kördür. Kapitalist sistemin varlığına değil de onu oluşturan, yaratan, sürdüren dişlilerin yok edilmesi gerektiğini savunur. Bir hastalık varsa, bu kapitalist sistemden değil, onu meydana getiren öznelerden ileri gelmekte ve salgın gibi yayılmaktadır. O da ideolog çağdaşları Kirli Harry ve Paul Kersey (odun aktörler familyasondan çam yarması Charles Bronson) gibi statükodan yanadır. Bununla birlikte büyük işler yapma peşindedir. Küçük suçluları, küçük sefil hırsızları yakalamaktansa, hastalık saçan para baronlarının ardına düşüp elimine etmek daha iyidir. Bu, sert polisin gözü pek şiarlarından sadece biridir.
Cemil, Türk ordusuna sempati besler:
“Siz askerler arkadan vuramazsınız. En iyi niyetlerinizi, memleket için en iyi umutlarınızı, halkınıza duyduğunuz en iyi dileklerinizin politikacılar alır, içine ederler. Size de acı bir hüzün kalır geride…”
Üstteki ifadede Cumhuriyetin kökenlerine ima var gibi görünüyor. Hep aynı hüzün: Atatürk öldü, işler bozuldu! Kurtarıcı arama gayretleri, geçmişe duyulan sınırsız özlem gibi bugün hâlen canlılığını koruyan, sonu gelmez bir nostaljik siyasal–toplumsal moda. Bir Mehdi veya bir büyük kurtarıcı gelecek mi bilinmez; ama Ergenekon’ların hortladığı günümüzde bu sorun yaratmaktadır. Bu bir yana, 12 Eylül 1980 darbesi olduğunda, Cemil hâlen aynı mı düşünüyordu, doğrusu merak uyandırıcıdır. Şaka bir yana, Cemil’in siyasal bakış açısı çelişkilerden kuruludur. Ordu sempatizanlığı, liberal sisteme, kapitalizme duyduğu sonsuz inanç, polis gücüne beslediği derin saygı, Kore Savaşı’nı yüceltişi, Atatürk sevgisi, Osmanlı ihtişamına bağlılığı, yasalara duyduğu güven vb. toplu şekilde ilginç bir kombinasyon oluşturmaktadır. Garip bir karışım, bol çeşnili bir ideolojik çorba! Değerlerle fikirler arasında, yaklaşımlarla teoriler arasında sistemli bir tutarlılık yoktur. Bu yeni ideolojik çorbanın ismi ne olurdu, doğrusu merak konusu.
“İstiklal Savaşı zamanlarına bayılırım.”
Savaş zamanlarına bayıldığı gibi Cemil, Amerikan sigarası da zinhar içmez. Görünüşe bakılırsa yabancı ve komprador sermayeyi desteklemektense sırtını ulusal ekonomiye dayamayı yeğlemektedir. Ulusal burjuvaziye arka çıkmaktadır özetle.
“Oooo Amerikan sigarası mı? Ben içmem.” der.
Arabesk solculuğa benzeyen klişe davranış ölçütleri. Yeşil parka, balıkçı kazak giymek, saç uzatmak, troçkist sakal bırakmak, sakal çevirmek, sarkık bıyık bırakmak gibi hem sağ hem de sol ideolojinin temsilcilerine özgü daha birçok şekilci davranış biçimi kuşkusuz artık demode oldu. Özellikle 70’lerde tavan yapan şekilci tuhaflıklar, aynıyla Cemil’in içinde bulunduğu gösterişçi dünyayı yansıtmaktadır.
Türklüğü her fırsatta öven, Amerikan sigarasına tenezzül etmeyen Cemil, yabancı müzikler eşliğinde kaplanlar gibi dövüşür! Yönetmen Gülgen bol bol aşırma müzik kullanmaktadır. Aslında bu, Yeşilçam’ın klasik sorunlarından biridir ve 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda çekilen birçok Türk filminde ikame müzikler (‘çalıntı’ diye okuyun) cirit atmaktadır. Üstelik şiddet sahneleri o denli uzatılmıştır ki bunaltıcı bir etki bırakır kişi üzerinde. 70’ler, istismar sinemasının bir anlamda doruk ürünlerini verdiği bir dönemdir de. Aşırı kanlı, cesetlerin sayısının belirsizleştiği, grafik şiddetin maço bir sadizmle tasvir edildiği filmler mantar gibi patla(tıl)maktadır. Gerek beyaz Amerikan sinemasında, gerekse black cinema’da benzer niyetli düzinelerce film üretilmiştir. Birçoğu intikam temalı olan, vigilantism’in (12) mührünü vurduğu istismar filmleri, geniş dağıtım ağı bulamayan, düşük bütçelerle kotarılmış +18 yaş sınırı konulan filmlerdir. Şiddetin saçmalığı, yıkıcılığı, ezici psikolojisi üzerinde durmak yerine, vahşi görüntülerin birbirini izlediği, rahatsız edici sahnelerin birbirini kovaladığı filmlerdir bunlar.
Cemil geniş bir meydanda konuşma yapan Başbakan Bülent Ecevit’i dinleyen kalabalığın arasına dalar.
Kamera Cemil’i geriden, profilden, kalabalığın arasından takip eder. Coşkulu kalabalık arasında bir bayram havası esmektedir. Kamera Cemil’i hem kalabalık içinde sarmalanmış sıradan bir vatandaş hem de onlardan ayrı bir özne olarak peliküle aktarır. Başbakan Ecevit konuşmasında “iyi polis–kötü” polis ayrımı yapmaktadır. Sahne bize Cemil’in kendisine en yakın politikacı olarak Karaoğlan’ı seçtiğini ima eder. Ortanın Solu düşüncesinde gezinen bir sosyal–demokratlık. (13) O dönemde Ecevit ciddi düzeyde politik bir sükse yapmıştır. Bunda, Amerikan güdümüne karşı çıkması, Kıbrıs Harekâtı’nda başarı kazanması, kontrgerillanın varlığına dair cesur demeçleri (yüce devlet kontrgerillanın varlığını inkâr ediyordu), kısacası sol tandanslı düşünceleri önemli derecede etkendir. Sağ partilere karşı ezici bir üstünlük kazamamamıştır ama. 70’li yıllarda Türkiye koalisyonlarla yönetilecektir. Bu istikrarsızlık süreci büyük oranda siyasal–sosyal çatışmaları, kamplaşmaları körükleyecektir. Gaz ve tüp kuyrukları, karaborsacılık, keskin kutuplaşmalar, öldürülen aydınlar, CIA–ülkücü örgüt bağlantısı, kurşunlanan üniversite öğrencileri, parsellenen varoşlar, gemi azıya alan enflasyon, polis terörü, birbirlerini boğazlayan gençler… Ülke hızla 12 Eylül faşizmine yuvarlanmaktadır ki basındaki kimi liberal köşe yazarları ordunun daha ne kadar bekleyeceği üzerine nutuklar da atmaya başlamışlardır. İstedikleri olacaktır. Cemil’in Karaoğlan’ı öteki parti liderleri gibi gözetim altına alınacak, beş yıl boyunca siyaset yasağıyla karşılaşacaktır. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş gibi merkez sağın liderleri tıp demiş susmaktadır. 12 Eylül’e karşıt her düşünce anında susturulmaktadır. Ecevit o yıllarda, darbe karşıtı söylemleri nedeniyle hapse atılacaktır. Cemil’in içinde bulunduğu dönem aşağı yukarı böyle bir dönemdir. Bu ayrıntıları aktarmamız her iki filmin de nerede durduğunu anlamamızı sağlıyor. 70’lerin politik karmaşasında Türk sineması nerede duruyordu? Bir yanda salon melodramları çekilmeye devam ediyordu. Sadistik gangster öyküleri anlatılmaya devam ediyordu. Erotik komedi filmlerinin sayısında giderek bir artış gözleniyordu. Tarihsel kahramanlık öyküleri anlatılıyordu. Avantür filmler çekilmeye devam ediyordu. Bir yanda da politik düzeni alaya alan, Kemal Sunal’ın yüzeysel Şaban filmleri çekiliyordu. Olayları diyalektik bir bağlam içinde kavrayabilen filmlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Yılmaz Güney’in (Cemil’le aynı yıl çekildiğini anımsayalım) çektiği Arkadaş (1975) bu filmlere örnek verilebilir. Politik fresk detaylı oldu ama Cemil filmlerine daha yakından nüfuz edebilmek için dönemin sosyo–politik atmosferini anlamak gerekiyor. Buna bakarak her iki filmin de toplumsalı hangi açılardan kavramaya çalıştıkları ortaya konabilir. Ele almaya çekindikleri konular bulgulanabilir. Siyasal içeriklerinin kısırlıkları bir nebze anlaşılabilir. Hepsinden önemlisi politik film yapma iddiasındaki bir anlayışın muhafazakâr yönelimleri, dar perspektifleri açığa çıkartılabilir.
Bilindiği üzere iyi–kötü çatışması Yeşilçam’daki en temel düsturlardan biridir. Cemil’in entrikası örgenleştirilirken geleneksel klişeye sadık kalınmıştır. İyi polis–kötü adam, masum köylü–zalim ağa, idealist öğretmen–kötü burjuva, namuslu kız–vamp kadın, dürüst erkek–femme fatale gibi daha da çoğaltılabilecek geleneksel karşıtlıklar bir anlamda Yeşilçam sinemasının da özetidir.
Cemil filmleri sloganistiktir, propagandisttir; ülke sorunlarını, temel meseleleri tutarlı bir biçimde kavramaktan uzaktır. Ele aldığı birçok mesele hem konjonktürel anlamda hem de evrensel bazda yaşamsal önem arz etmesine karşılık klişe fikirlerden, karikatür–karton–karakterlerden yapıldığı için ciddiyetini haliyle yitirmektedir. Ne halk hareketlerine dair derinlikli bir bakış açısı mevcuttur ne de olayların özüne, kaynağına inilir. Ciddi bir sınıfsal yaklaşım yoktur –bu da Yeşilçam’ın üzerinde pek durmadığı bir konudur. (14) Repliklerini okuyup geçen stereotipler vardır karşımızda. Santimantalizm de cabası.
70’lerin sonu Yeşilçam’ın, Cemil’in, Karaoğlan’ın, siyasal partilerin, örgütlerin sonudur. Dönemin sonunun 12 Eylül Darbesi’yle gelmesi apayrı bir trajedidir. Belki tek olumlu gelişme, Fikret Hakan’ın, “80 İhtilali’nin tek bir iyi yönü olmuştur sinema adına; seks filmleri şak diye kesildi.” (15) sözlerinde dile gelir. Şaka bir yana, 12 Eylül faşizmi ve uygulamalarının Cemil’in dogmatik düşüncelerini değiştirip değiştirmediği tartışma konusu yapılmalıdır. Şunun altını dikkatle çizmeliyiz: 12 Eylül ve sonrasında yaşanan trajedi polis zorbalığını daha da pekiştirmiştir. Ve şu soru: Hapishanelerdeki işkence artıp zulüm dalga dalga büyürken, sahipsiz mezarlar artmaya devam ederken, gözaltında kayıplar gırla sürerken idealist polislere ne oldu?
Arkın katıldığı bir TV programında, film hakkında şöyle dedi: “Cemil bugünleri anlatıyor. Çok önemli bir film. (…) Yaşadığımız birçok şey o filmde var.” (16)
Bu sözlerin, –adı konulmamış olsa da– Ergenekon dolayımında söylenmiş olduğunu düşünüyorum.
Ama Cemil ikilemesinin ileri görüşlülüğünü uzun uzun anlatmaya ne lüzum! Film, politik düzlemde kendi kendisini açımlıyor.
Cemil – Yön: Gülgen –Sen: Bülent Oran – Gör. Yön: Muzaffer Turan – Müz: Cahit Berkay & Çeşitli yabancı filmlerden seçme müzikler – Oyn: Cüneyt Arkın, Ahmet Mekin, Eşref Kolçak, Yıldırım Gencer, Ayfer Feray, Deniz Erkanat, Yüksel Gözen, Özcan Özgür, Altan Günbay, Mehmet Uğur, İhsan Gedik, Alev Altın, Adnan Uygur, Nurettin Erişen, Diler Saraç, Ceyhan Cem, Aydın Haberdar, Kudret Karadağ, Yusuf Çetin – 1975 – Renkli – 94 dk.
Cemil Dönüyor– Yön: Gülgen – Sen: Erdoğan Tünaş – Gör. Yön: Muzaffer Turan – Müz: Cahit Berkay – Oyn: Cüneyt Arkın, Ahmet Mekin, Canan Perver, Yalçın Gülhan, Deniz Erkanat, Memduh Ün, Murat Erton, Turgut Özatay, Tevfik Şen, Renan Fosforoğlu, Adnan Mersinli, Süheyl Eğriboz, Tuğrul Meteer, Yusuf Çağatay, Ahmet Açan, Hüseyin Kâşif, Yüksel Gözen, Mustafa Doğan, İhsan Gedik – 1977 – Renkli – 90 dk.
Notlar
1) Türk Sineması Üzerine Yazılar, ‘Türk Sinemasında Aile’, Nilgün Abisel, İmge, 1. Baskı, Ocak 1994, Ankara, s. 71
Dönemin sosyo–politik dejenerasyonu, karmaşası çeşitli anlatılara konu olmuştur. Pamuk’un İstanbul’unda şöyle der biri: “Seks filmlerinden (…) artık Beyoğlu’na çıkılamaz oldu.”
Bkz. İstanbul – Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, YKY, 1. Baskı, Aralık 2024, İst., s. 138
2) Türk Sineması Üzerine Yazılar, ‘Türk Sinemasında Aile’, Nilgün Abisel, İmge, 1. Baskı, Ocak 1994, Ankara, s. 71
3) 1980 sonrası dönem için bkz. “1982 Yılında Türk Sinemasına Genel Bir Bakış, Atilla Dorsay, Varlık Yıllığı 1983, Varlık, 1983, İst. ss.140–49
4) 70’lerin sosyo–politik kaos ortamıyla ilgili olarak bkz. 21. Yüzyılda Türkiye, Emre Kongar, Remzi, 39. Basım, Ocak 2024, İst.
5) Yıldızlara Doğru, “Cüneyt Arkın”, Beyaz TV, 15–01–2011
6) Arkın’ın otobiyografisi için bkz. Adını Unutan Adam, Cüneyt Arkın, Kabalcı, 1. Basım, 2024, İst.
7) Kirli Harry paralelindeki filmlerin sosyo–politik mukayesesi için bkz. Yalnızlık Sineması, Robert Phillip Kolker, Çev. Ertan Yılmaz, Öteki, 1. Basım, Kasım 1999, Ankara, s. 383 vd.
8) Sırasıyla: Magnum Force (1973, Silahın Gücü, Post), The Enforcer (1976, İnfazcı, Fargo), Sudden Impact (1983, Ani Darbe, Eastwood), The Dead Pool (1988, Ölüm Havuzu, Van Horn).
9) Bizde özellikle Yılmaz Güney’i derinden etkilemiş olan Fransız Yeni Dalgası yönetmenlerinden Jean–Pierre Melville’in polis tiplemeleri de anımsanmalı: Muhbir kullanan (Un flic), küçük insanın ensesinde boza pişiren (Le samouraï), tehdit eden (Un flic), şantaj yapan (Le samouraï), bir suçluyu başka bir suçluya karşı kullanarak yasa dışı yollardan kanıt elde eden (Le deuxième souffle), işkence uygulayan (Le deuxième souffle) polisler, Melville sinemasındaki karakter çeşitliliğinin olmazsa olmazlarındandır.
10) Örnek bir film için bkz. Essential Killing (2010, Ölümüne Kaçış, Skolimowski). Filmde ‘öteki’, Müslüman Arap, ormanda kovalanan bir av hayvanından daha fazlası değildir. Tarafsız olma iddiası birçok film gibi Essential Killing’i de taraflı yapmaya yetmiştir.
11) Polisiyelerde, dedektiflik filmlerinde polisler, polis dedektifleri, müfettişler, özel dedektifler ya hiç evlenmemiş ya da evlenip ayrıldıktan sonra bir daha evlenmemiş portreler olarak sunulurlar. The Maltese Falcon’daki (1941, Malta Şahini, Huston) Spade (Bogart), Murder, My Sweet’deki (1944, Öldür, Sevgilim, Dmytryk) Marlowe (Powell) ve Kiss Me Deadly’deki (1955, Ölüm Öpücüğü, Aldrich) Hammer (Meeker) anılabilir. Yakın dönemden, Se7en’daki (1995, Yedi, Fincher) polis dedektifi Sommerset (Freeman) kirlenmiş dünyaya çocuk getirmenin mantıksız olduğundan dem vurur ki oda hiç evlenmemiştir. Kirli Harry de bekârdır. Benzer birçok filmde ailesiyle sorunları olan, femme fatale’in ağına düşen, uyum sorunları yaşayan, yalnızlığa mahkûm travmatik polis tiplemeleri tasvir edilegelmiştir. Bazı örnekler: Laura (1944, Kanlı Gölge, Preminger), Detective Story (1951, Dedektif Öyküsü, Wyler), Sea of Love (1989, Aşk Denizi, Becker), China Moon (1994, Çin Mehtabı, Bailey), Heat (1995, Büyük Hesaplaşma, Mann) vb.
12) Vigilantism: Kanuni yetkisi olmadan kendi fikrine göre zorla düzen sağlamaya çalışma. Bu kategoriye girebilecek filmlerin prototipi Michael Winner’ın Death Wish’idir (1974, Öldürme Arzusu). Winner’ın has adamı, ‘odun aktör’ler sınıfından Charles Bronson intikamını kendi yöntemleriyle alan burjuva–maço sinemasal figürün beyaz perdedeki cisimleşmiş halidir. 5 bölüm sürecek Death Wish serisinde Paul Kersey rolünde tamı tamına 20 yıl boyunca (1974’ten 1994’e dek) perdeyi kana bulamıştır. Turkish Kirli Harry olur da Turkish Death Wish olmaz mı?! Sinemacılar Kuşağından Memduh Ün, 1975 yılında çektiği Cellat’la bu alandaki boşluğu çok geçmeden doldurmuş oldu! Bronson yerine de Serdar Gökhan ikame edildi. Metin Erksan 1974’te Turkish Exorcisti (William Friedkin’in 1973 yapımı The Exorcist adlı korku filminin birebir kopyası) çekerek serbest piyasa ekonomisine ilginç bir katkıda bulundu. Yeşilçam tüccarları, büyük ticari başarı kazanmış filmlerin uyarlamalarını anında gerçekleştirerek kasalarını aynı hızda dolduruyorlardı. Taklit edilen filmlerin müzikleri de kaşla göz arasında alıntılanıyordu. Hatta birçok farklı filmde aynı müziklerin kullanılmış olması, tıpkı aynı sesin konuştuğu jön’ler gibi izleyicide tuhaf bir izlenim bırakıyor, yabancı filmlerin müzikleri, adeta orta malı gibi herkesçe kullanılıyordu. Telif melif hak getire.
13) 70’lerde sağ’ın egemenliğini bertaraf etmek maksadıyla teorize edilen Ortanın Solu yaklaşımı 12 Eylül faşizmiyle birlikte çökmüştür. 80’lerin sonuyla 90’larda değişik söylemlerle kaynaştırılarak dönüştürülen sol düşünce, 2024’de AKP’nin iktidara gelmesiyle iyice dibe vurmuştur. Muhtelif entel–liberal gazete yazarları bunu Türkiye’nin öteden beri sağ kulvarda yürümesine bağlamışlarsa da sol’un, bir ölçüde 60’lara, büyük ölçüde de 70’lere göre, neden sürekli irtifa kaybettiğini kimse tam bir kesinlikle açıklamaya yanaşmamaktadır. İşin aslı bu gerilemenin başat nedeni 12 Eylül kürtajıyla ilintili bir durumun varlığına işaret etmektedir. En azından meselenin başlangıç zemini bu noktada aranmalıdır. Spesifik nedenler ciddi, müstakil, derinlikli analizleri bekliyor.
14) Resmi ideolojiye göre sınıflar yoktur. Öteden beri Halkçılık ilkesinde cisimleşen bir ulus ülküsü vardır. O ülkü Türklük ülküsü, Türklük ideolojisidir. Yeşilçam resmi ideoloji Kemalizmin siyasal söylemine rahatlıkla uyum sağlamıştır. Öte yandan, sert kabuğu kırmaya çalışan, sınıf çelişkilerinden hareket eden sosyo–politik filmler ya sansüre uğramış ya da yasaklanmıştır. Bazı örnekler: Yılmaz Güney’in yurtdışına çıkması yasaklanan Umut’u (1970), Metin Erksan’ın Âşık Veysel’i konu edindiği Karanlık Dünya (1953) ile Fakir Baykurt’un romanından uyarladığı Yılanların Öcü (1962) filmleri komik nedenlerden dolayı engellemelerle boğuşmuş, sansürle karşılaşmıştır.
15) Fikret Hakan–Gamze Akdemir söyleşisi. Söyleşinin tam metnine http://www.edebiyatodasi.com adresinden ulaşılabilir.
Ayrıca bkz. Kemal Sunal ve Popüler Filmler Üzerine Notlar, Hakan Bilge, sanatlog.com’da 18 Mart 2024 tarihinde yayımlanan inceleme. Link: http://sanatlog.com/etiket/kemal-sunal-filmleri/
16) SES TV, Nasıl Başardım?, Cüneyt Arkın, 16 Nisan 2024
Hakan Bilge
BASAD dergisi, 7. Sayı, Eylül 2024
Yazarın diğer film eleştirileri için bakınız.
Savaş Filmi mi, Savaş Propagandası mı?
18 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Giriş
Yakın tarihteki münferit birkaç olayı yeniden-canlandırmanın tipik militer filmi olarak Nefes: Vatan Sağolsun (2009), Full Metal Jacket’tan (1987) bir sekansı (1) handiyse birebir alıntılayarak sözüm ona askerlik olgusuna salt askerlik olgusu olarak, dokümanterin anlatım stilinden yararlanarak da nesnel bir biçimde bakmak niyetinde gibi görünüyor. Elbette bu, tanrıbilici hüviyetindeki kameranın evrensel bir kayıt tutucu olarak işlevsel bir misyon yüklenmesi demektir. Çünkü Kubrick’in Full Metal Jacket’ı savaşı tüm çıplaklığıyla göstermeyi düstur edinmişti. Bu bakımdan iki farklı tematik düzlemden hareket etmiş, eni sonu birbirine içkin iki konuyu tek bir çizgide somutlaştırmıştı. Bu çizgi savaşın insanı insanlıktan çıkardığı düşüncesiyle paralel bir çizgide buluşur. Nitekim anlatının ilk bölümünde deniz piyadelerinin pedagojik formasyonuna odaklanılırken; ikinci bölümde doğrudan Vietnam’a, savaşa vizör tutulur. Amerikan deniz piyadeleri artık birer ölüm-makinesine dönüşmüşlerdir ve çekik gözlülerin kafalarını uçurmaya hazırdırlar!…
Nefes: Vatan Sağolsun, Full Metal Jacket bağlaşıklığını çabucak unutup rahatça egemen-söylemin içine saplanıyor. Temelde iktidarlarca sürekli vurgulanan hamasî edebiyatın karanlık kuyusuna yuvarlanarak yanılsamalı görevini ifa etmiş oluyor. Hâlbuki savaşa olgu olarak bakacaksanız eğer, temsil ettiğiniz kişiliklerin psikolojisine dolaysız olarak ışık tutmak zorundasınız. Hiç savaş sahnesi göstermeden bunu başarabilen filmlerle dolu sinema tarihi. Yanı sıra; mevcut sistemin kalıpsal formlarının da dışına taşarak savaşın insanlık dışı yanını vurgulamak zorundasınız. Savaşı yüceltemezsiniz. Sanat mı yapacaksınız, savaş sanatını mı öveceksiniz, bir karar vermeniz gerekir. Filmler hayatı değiştiremez belki, doğru. Fakat Guantanamo Yolu (2006, Winterbottom) gibi hümanist-evrensel yapıtların malum esir kampının kapatılmasında rolü olmadığı iddia edilebilir mi? Sanat öyle veya böyle güçlüdür. Eğer onu iktidar aygıtının kuklası haline getirirseniz nefes alamaz! Evet, Nefes: Vatan Sağolsun, henüz isminden başlayarak egemen-söylemin kucağına düşüyor. Burada egemen-söylemden kasıt, kuşkusuz hükümetler ve medya ile basın organlarıdır. Bu da sistemin ideolojik görüngüleri hakkında yeterince ipucu veriyor zaten.
Propaganda Sinemasının Elementleri
“Bir gösterimin gösterimi fazla ağdalı görünürse, sağ ideolojinin çok tutarlı olmayan olasılıklarla dolu bir söylemi sunduğunu unutmayın. Bu söylem çok büyük askerî ve toplumsal bedel ödemeden harekete geçirilemez niteliktedir.”
(Yalnızlık Sineması) (2)
Eisenstein’ın 1925’te çektiği Potemkin Zırhlısı en ilkel kapitalisti bile etkileyebilecek güce sahip filmlerdendir ve montaj sanatının nihaî zaferini Yurttaş Kane (1941, Welles) sahneye mührünü vurana değin ilan etmiştir. Eisenstein, Potemkin’de, Bolşevik iktidarın sermayesini kullanarak tüm zamanlar için harika bir görsel şölen yaratmıştı. Özünde Sovyet Marxizminin propaganda aracı olan film bütün ideolojik söylemi ve kodlarına rağmen sinema sanatı adına bir kilometre taşı, devrimsel bir olay olmayı başarabilmişti.
Geleneksel sorunlardan biri sinema sanatının nasıl ele alındığıyla ilgilidir. Nefes: Vatan Sağolsun filmi üzerinden mevcut durumu okuyabiliriz. Hemen söyleyelim: İnsanları tek ortak noktada sorunsuzca birleştiren yegâne sanat disiplini olarak çoğun müzik sanatı gösterilegelmiştir. Ama sinema, Lumierre Kardeşler’in icat ettiği bu sihirli oyuncak, tarih sahnesine çıkalı beri müziğin kuvvetli ortaklaşmacılık ruhuna son vermiştir. Bugün herhangi bir film, farklı ideolojik ve değişik ekonomik-sosyal sınıflardan özneleri aynı çatı altında toplayabilmektedir. Aynı sahneye zıt kutuplardan insanlar aynı anda gülebilmekte, hatta ağlayabilmektedir.
Levent Semerci’nin debü filmi Nefes: Vatan Sağolsun da tipik göstergeleri açısından mezkûr söyleme denk düşüyor.
İlk olarak;
Psikopat izlenimi veren Yüzbaşı tipolojisi, birçok Hollywood savaş filminde rastlayabileceğiniz karakteristik ve klişe bir profil çiziyor. Emri altındakilere verdiği nutuk, salt nöbet esnasında uyuyup uyumamak arasında kilitleniyor. Sahi, savaşlar böyle mi kazanılıyor? Yani ordu neferleri nöbette uyumaz iseler, her şey rayına girecek ve saygıdeğer medya da kendilerinden birkaç saniye bahsetmeyecek?! Bu da medya eleştirisi mi? Yıllar yılı süren iç savaşın sebebi ne, hiç kimse aklına bile getirmiyor.
Ekonomik-sosyal-tarihsel-sınıfsal-ideolojik-psikolojik hiçbir görüngü mevcut değil filmin önünde. Demiştik ya, “savaş salt bir olgu olarak” ele alınmaya çalışılıyor. Peki, savaşı yaratan nedenler her zaman ekonomik-sosyal-siyasal-ideolojik-psikolojik nedenler olmamış mıdır? 1984’ten beri kanlı çatışmalar var bu ülkede; halen de devam ediyor. Mehmetçik nöbet görevi esnasında uyudu diye mi savaş bunca yıldır sürüyor, ha Yüzbaşı? Ne kadar saf ve düzen yanlısı bir propaganda filmi olduğunu görüyorsunuz. Soruna dar bir mevziden, at gözlüğüyle bakmak bu olsa gerektir.
İkinci olarak;
Deniliyor ki bu film gerçek olaylardan esinlenerek çekilmiştir. Bu garip ülkede kurmaca (fiction) bir roman yazılır, Mevlâna ile Şems’in aşkı gündeme gelir, eşcinsel edebiyatı yapılır. Nobel alırsınız, Ermeni yanlısı olursunuz. Gerçek olayları mı anlatıyorsunuz, gerçeklerden mi esinlendiniz, aman ha, dikkat edin, elinizde patlayabilir! Bu bir yana, daha önemli bir sorunsal var. Şu: Sanat ile yaşamı ortak paydada buluşturmak neden? Sanat ve yaşam birebir aynı düzlemde buluşabilir mi? Sanat yapıtları öznesine göre anlam üretmezler mi? Sanat eseri sürekli bir oluşum içinde değil midir? Bunların halen tartışıldığını Roland Barthes duysaydı, kemikleri sızlardı. Madem gerçeklere ihtiyacınız var, Nadire Mater’in Memed’in Kitabı’nı salık veriyorum. Filmden daha gerçek! Aslında filmin arkasındaki kurmayların niyeti açık: Eğer gerçeklerden bahsettiğinizi dile getirir ve filminizi bu minval üzre reklamize ederseniz, kimse size yanaşmaz, dil uzatamaz. Üstelik gerçekleri dile getirdiniz diye herkes sizi alkışlar, övgüler düzer, ödüller verir. Baudrillard’ın simülasyon teorisine selam.
Üçüncü olarak;
Şehit olup olmayacaklarını tartışan neferler, karton-figürler olarak belki de en tehlikeli zemini iştigal ediyorlar. Arabesk söylem içre sıkıştırılmaları da biraz bundan. Öyle ya, askere giden bu bilinçsiz çocuklar, arabesk dinleyen, toplumsal konularda kesin ve anlamlı fikirlere sahip olmayan cahil gençlerdir. Ölürler ve vatan sağolur işte! Eğer savaşta ölen askerleri şehit yaftasıyla uğurlayacak, konuyu da hemen kapatacaksak; bırakalım yazı yazmayı, film çekmeyi.
Ağır çekimde Yüzbaşı’nın evini ve dul kalan karısını gözlemleyen kamera, trajediyi dramatize etmek dışında bir varlık gösteremiyor. Olan-bitene -seyirciye rağmen- duygu sömürüsü yaparak yaklaşırsak, sanatla göbek bağlarımızı kesmemiz gerekecektir. PKK ve Terör, Kürtler ve azınlık sorunları; ulusal güvenlik ve güvenlik politikaları konularına sıra bile gelmiyor bununla birlikte. Mevcut bütün tarihsel-sosyolojik sorunların orijini nedir, esamisi okunmuyor. Bir karton-karakter de ODTÜ’den çıkıp dağlara konumlanan bir Kürt elebaşı olarak beliriyor. Sadece telsizden işitiliyor sesi. ‘Öteki’ bir sesten ibarettir; zira olayları Yüzbaşı’nın gözünden (‘egemen-söylem’ biçiminde okuyun) izliyoruz. Bütün egemen-söylem ısrarı, Ergenekonları çoğaltmayacak mı? Bundan vicdan azabı duymayacak mısınız? Faşizme, militarizme kapılanmak neden? Bu indirgemeci/yapay katharsis oyunlarıyla çocuklarını yitirmiş Türk ve Kürt annelerin yüreklerini yumuşatabildiniz mi?
Dördüncü olarak;
Propagandist sularda yüzecekseniz gerçekle yüzleşmek için dokümanterin stil araçlarından istifade etmeniz yeter de artar. Ekip bunun bilincinde! Kurmaca-gerçeklik (vraisemblence) ile dokümanterin stil araçları kol kola veriyor ve al sana gerçekçi-toplumsal içerikli film. İdeolojinin kurmacasıdır bu aslında. İdeolojik olanın, egemen söylemin ortajen kodlarıyla sarmaştığı kurmaca. Mevcut yöntemin tehlikesi ise karakterleri derinlikli olarak ele alamamanızla eşanlamlıdır. Yazınsal ve sinemasal örneklerde, kısacası en iyi yapıtlarda figürler olumlu-olumsuz anlamda değişir/dönüşürler. Olması gereken de budur. Karakterler değişmez iseler, hele bir de detaydan yoksun iseler, tek-boyutlu biçimde kısıtlı uzamlarında kalakalırlar. Figür ve karakter arasındaki ucu belirsiz, ele avuca sığmaz fark da bu zeminde belirmeye başlar keza.
Popülist Bir Film
Tecimsel filmler için yaygın popüler terminolojinin uzantısı konumundaki logos şudur: Bir film salonları tıka basa doldurmuş ise başarılıdır! Hollywood’un en eski ideolojisidir bu ve dünyanın öteki yarısı gibi bu coğrafyaya da aynıyla nüfuz etmiştir. Bu, kalabalık salonlarda patlamış mısır eşliğinde izlenen görkemli (!) filmler tür olarak ya aksiyon, savaş ve bilimkurgu ya da komedi ve suç filmleri janrında düğümlenirler. Korku filmlerini de eklemek gerekiyor bu halkaya elbet. Nefes: Vatan Sağolsun da bu bağlamda popüler halkanın filmidir.
Amerika’da böyledir. Box-office’leri 13 ile 18 yaş arasındaki çocuklar, yeni yetmeler oluştururlar ve dünya kamuoyuna bu bir hadiseymiş gibi lanse edilir. Bakın, gişe rekorları kıran bir film; herkes sinemaya! Reklam endüstrisi de kapitalizm aracılığıyla sahte bir kalite anlayışı üretir. Değerler-eşitsizliği sonuna kadar desteklenir. Kural bu denli basittir. Eksiyi eksiyle çarparsınız ve bu rakam katlanarak büyür.
Nefes: Vatan Sağolsun’un izleyicileri de çoğunlukla askere henüz gitmemiş gençlerden oluşuyor. Sadece birkaç ay tartışılan filmler değil, gerçek sinema duygusu olan; eğer savaş ise söz konusu olan, hümanizmayı tabana yayan filmler kalır geleceğe. Herhangi bir ideolojiye yaltaklanmayan filmler uzanır geleceğe. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yüzbaşı ne demişti Nefes: Vatan Sağolsun’da: “Birgün bu savaş bitecek.” Aynı sözü daha evvelinde Apocalypse Now’da (1979, Coppola) sörf hastası soğukkanlı Albay Kilgore söylemiştir! Vietnam Savaşı bitti belki; ama Afganistan talanıyla, Irak sömürüsüyle, Libya kasaplığıyla devam etti. Halen de devam ediyor. Ya Türkiye’de? Geleceği okuyamamak, haliyle mazi bataklığına saplanmayı gerekli kılıyor; bu da sinema için iki kere vakit kaybı demek.
Tekniğin Çöküşü
Türk sinemasının janr dışında ayırdına varamadığı bir nokta da teknik alanda düğümleniyor. Sinemasal akımları senkronik olarak dönüştürememesinin sancılarıdır bu. Her ekole, tarza, yeniliğe ya geç ihtiyaç duyan ya da söz konusu sinemasal geleneklerle derinlikli ve ciddi ilişkiler kuramayan bir sinema var önümüzde.
Elbette bu tekniğe de yansıyacaktı. Derin odak (deep focus), kaydırma (travelling), subjektif açı filan hak getire; en basit sahne planlaması bile yeterince üzerinde düşünülmeden kurgulanıyor; kadraj gereksiz ayrıntılardan arındırılmıyor. Kamerayı koy ve çek. Sinema duygusu/birikimi yeterince gelişmemiş kalabalık ise zaten bununla ilgilenmiyor. Perdeye bakıp da görmek istediği şey bu değil. Komedi unsurları ve trajik duygular iç içe geçmeli; gişe filmi budur aşağı yukarı! Nefes: Vatan Sağolsun bu formülü uyguluyor.
Sinematografik olarak leitmotive’lerden yararlanarak görsel dünyasını inşa etmeye çalışıyor film: kabaran bulutlar, sarp tepeler, Atatürk Heykeli vb.
Karakol baskını üzerinde duralım: Filmdeki karışık sahneleme, kurgudaki acemilik; bir film nasıl çekilir’i akla getirse de, Welles’in de dediği gibi, bir filmin temelini kurgunun oluşturduğu unutulmuşa benziyor. Karışık sahneleme, çatışmanın kaos ve kargaşasını sürekli kılmak ve vurgulamak maksadıyla başvurulmuş bir teknik olabilir; fakat gerilim nasıl ve hangi koşullarda yaratılır, sahneler nasıl planlanır, Deleuzecü anlamıyla imgenin hareketi nasıl sürekli kılınır ve daha bir sürü soru doğuyor ister istemez. En başta şu: Baskın gerçekleşiyor, bombalar yağmaya, kurşun sesleri vızıldamaya başlıyor. Açı-karşı açı tekniği, geniş plan çekimler filan hak getire; o denli sık kesmelere (cut) başvuruluyor ki sahnelerin etkileyicilik gücü azal(tıl)dığı gibi, olasılıkla yakalanmak istenen video-klip etkisinin de izleri siliniyor. Elbette bu bir ilk film; birçok zaafı da bünyesinde barındırıyor; fakat duygu yoğunluğunu yakalamak sinemada hiç kolay olmamıştır. Kaotik savaş atmosferi askerlerin ruhsal deformasyonuna koşut olarak yansıtılmak isteniyor belki. Söylemeye gerek yok ki, sinemada teori ve pratik, en iyi yönetmenlerin de sıklıkla ifade ettiği gibi, ancak çok düşük ölçekte kesişebilmiştir. Senaryo film değildir, sinema metnidir her şeyden önce. Godard’ın Le mépris (1963) filminde kendisini canlandıran Fritz Lang’ın senaryo ve film üzerine söylediklerini anımsayalım yeter.
Filmin ses kurgusu ise sadece gürültüden oluşuyor.
Son Söz
Rotha’nın yıllar önce bir başka film hakkında dediği gibi, “Bu film hakkında yapılması gereken en iyi şey onu unutmak.” (3)
Hakan Bilge
Yazarın diğer film yazıları için tıklayınız.
Notlar
1) Söz konusu sekans, askerlerin saç tıraşı edildiği sekanstır. Kışlaya adım atar atmaz bireysellikleri ve özgürlükleri ellerinden alınan genç insanların karşılaştıkları ilk şok da budur. Birileri sizden izin almadan ve size sormadan saçınızı keser, yeşil elbise giymenizi emreder, şu saatte kalkmanızı buyurur; yatar, kalkar, sürünürsünüz daha sonra.
2) Yalnızlık Sineması, Robert Phillip Kolker, Çev. Ertan Yılmaz, Öteki, 1. Basım, Kasım 1999, Ankara, s. 345
3) Sinemanın Öyküsü, Paul Rotha, İzdüşüm Yayıncılık, Çev. İbrahim Şener, 1. Basım, 2024, İst. s. 131
Militarizmin Hizmetinde: John Rambo & First Blood
9 Mart 2024 Yazan: Editör
Kategori: Magazin & Popüler Kültür, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
— Silah, bıçak ve ellerini kullanmakta üstüne yoktur. Acıyı ve soğuğu hissetmemesi, bir hayvanın bile yiyemeyeceği şeyleri yiyebilmesi için onu eğittik. Vietnam’daki görevi, düşmanı ortadan kaldırmak ve öldürmekti. Kazanmak için öldüreceksin. Rambo en iyi adamımızdı.
— Pekâlâ, Albay, korkudan titriyoruz. (First Blood)
‘’Amerika kültüründe militer kahramanlığa ilişkin sinemasal temsillerle ulusal özgüven duygusu iç içe geçmiş gibidir. Özellikle muhafazakâr bakış açısına göre, ulusal azamet, askeri güç kullanımından geçer. Savaş sırasında, ulusal eril itibarı temsil eden askerlerin dayanıklılık ve cesareti sınanır ve kanıtlanır. II. Dünya Savaşı sonrasının bu ritüele ilişkin sinemasal temsillerinde, erkekliğin kanıtlanmasına, Amerikan askerini ezilmiş halkların yiğit kurtarıcısı ve özgürlük savunucusu olarak resmeden milliyetçi idealizm eşlik etmiştir.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)
Güzel bir sonbahar günü, omzunda çantası, uzun bir seyahatten döndüğü düşünülen, yüzünde sürpriz yapacak olmanın verdiği keyifli gülümsemeyle toprak yoldan yürüyerek gelen bir adam, göl veya ırmak kenarında ahşap bir ev, etrafta koşuşturan, oyun oynayan çocuklar, çamaşır asan kadınlar gibi gündelik yaşamın içerisinden pek çok unsur seyirciyi alabildiğine rahatlatır. Her şeyin bilindik, tanıdık olduğu bu yerde hayat sakince akıp gitmektedir.
Parkasındaki Old Glory ve US Army yazısını görünce askerden döndüğü anlaşılan adam kasabaya Vietnam’da birlikte savaştığı siyahî arkadaşı Delmare’ı aramak için gelmiştir. Delmare’ın annesinin ‘’Herhalde Vietnam’da etrafa sıktıkları o turuncu şeyler oğlumu öldürdü.’’ demesi ateşkesler ilan edilmiş, barış antlaşmaları imzalanmış olsa da savaşın acımasız etkilerinin yıllarca sürdüğünü gösteren ve filmde övgüye layık biricik sözlerdir. Delmare’ın öldüğünü öğrenmesiyle hayalleri yıkılan ve askerlik günlerine ilişkin tek nesne olan birlikte çekindikleri fotoğrafı arkadaşının annesine bırakarak yollara düşen Rambo’nun Vietnam’da birlikte savaştığı asker arkadaşını aramak için kasabaya gelmesi ve bu sadakatin siyahî bir arkadaş için gösterilmesi çok manidardır. Hollywood, azınlık mensubu, işsiz güçsüz ve başarısız erkek ve kadınların çok başarılı birer askere dönüşmesi sürecini birçok filmde incelikli olarak işlemiştir. Filmdeki bu sahne ile siyahîlere ve azınlıklara orduya katılırsanız değer verilen insanlar haline gelirsiniz mesajı çok güçlü bir şekilde verilmeye çalışılmaktadır.
İlk film boyunca nerdeyse hiçbir rolde siyahî oyuncu görülmediği gibi Hope kasabasında yaşayan siyahî insan da yoktur. Ancak ikinci filmin başlangıcında kameralar Rambo’nun hükümlü olarak bulunduğu cezaevine çevrildiğinde hükümlülerin ve gardiyanların büyük bir çoğunluğunun siyahîlerden oluştuğu görülür. Yıllar önce John Van Evrie isimli bir Amerikalı, zencilere eğitim verilmemesi gerektiğini çünkü böyle bir eğitimin onların beyinlerini öne doğru geliştirerek beyazlar gibi geniş alınlı yapacağını, bunun sonucunda da bedenleriyle kafaları arasındaki dengesi bozulan ve ağırlık merkezleri yer değiştiren zencilerin dik duramayacağını hatta yürüyemeyeceğini söyleyebilmiştir. Yıllar sonra Rambo filminde de suçlu veya değil, siyahîlerin yeri ancak hapishanelerdir önermesini vurgulayan ve inkâr edilemeyecek kadar cüretkâr ırkçı sahnelerden birini görmenin hiç de şaşırtıcı gelmediğini söylemeliyim.
‘’Irkçılık en büyük zararını zencilere, özelliklere zenci kölelere vermiştir. John Hawkins adında bir İngiliz’in sahip olduğu ilk köle gemisi 1562’de Amerika sularına girmiştir. Ancak köle ticaretinin, şeker kamışı plantasyonlarının yaygınlaştığı 1630’lardan sonra yoğunlaştığını görüyoruz. Gemiye olabildiğinde çok köle yüklemek için ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirlenerek balık istifi dizilen zenciler, bir ay kadar süren bu yolculuk boyunca, ağızlarına akıtılan çorba ile oldukları yerde hem besleniyor hem de tuvaletlerini yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Zenci köleliği 1863’te artık zencilerin de insan oldukları düşünülmeye başlandığı için değil, sanayileşen Kuzey’in ‘’özgür emek’’ gereksiniminden kaynaklanmıştır. Zencinin erdemsiz olduğu, şeref, gerçek, minnet ve ilke gibi kavramları kavrayacak nitelikte olmadığı, Güney’in onu arada sırada linç edip kırbaçlamasının, kokusuyla ve rengiyle tanrıya saygısızlık etmeye kalkmasını önlemek için gerekli olduğuna inanıldığından binlerce zenci linç edilerek öldürülmüştür.” (Alaettin Şenel – Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Rambo’nun küçücük çocukları öldürmekten, bağımsızlıkları için savaşan Vietnamlıları boğazlamaktan, kadınların ırzına geçmekten, köylerin üzerine her şeyi cehenneme çeviren napalm atmaktan dolayı pişmanlık, üzüntü, hayal kırıklığı, terk edilmişlik ve kullanılıp atılmışlık duygusu yaşadığını ve içini dökmek, dertleşmek için arkadaşlarını aradığını zannedenlerin büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmin başlangıcında ‘’Bu kez başaracak mıyız komutanım?’’ diye soran Rambo Fransız sömürgeciliğinden ve Amerikan zulmünden kurtularak bağımsızlığına kavuşmak isteyen ve vatanını savunurken öldürülen milyonlarca Vietnamlı’nın haksızca ve vahşice katledilmesinden değil, savaşın sona ermesine ve kendisinin sivil hayatta değersiz bir ‘’paçavraya’’ dönüşmesine üzülmektedir:
‘’Vietnam’a gitmemi siz istediniz. Kazanmak için elimden geleni yaptım ama geri döndüğümde, havalimanında protesto ile karşılandım. Yüzüme tükürüp bana çocuk katili, cani dediler. Benim savaşta ne yaşadığımı bilmeden beni nasıl protesto edebilirler? Burada sivil hayat benim için değersiz. Orada hiç olmazsa onurum vardı. Birbirimize karşılıklı güvenimiz vardı. Burada hiçbir şey yok. Orada milyonlar değerinde helikopter ve tank kullanıyordum. Burada araba park etmem bile yasak. Tanrım, herkes nerede? Arkadaşlarım vardı, birbirimizden ayrılmazdık. Hepsi yanımdaydı. Hepsi harika çocuklardı. Hepsi arkadaşımdı. Burada hiçbir şey yok. Aradan yedi sene geçti. Her gün gözümün önüne geliyor. Bazen, geceleri uyanıyorum ve nerede olduğumu bilemiyorum. Kimseyle konuşmuyorum. Bazen bir gün sürüyor, bazen bir hafta. Kafamdan bir türlü atamıyorum.’’
Çinhindi yarımadasının doğusunda, yer yer bataklık olan ve ancak büyük emekler karşılığında ürün veren topraklarda yaşayan Çinliler, Taylılar ve Muongların karışmasıyla meydana gelen Vietnam’ın tarihi acılarla doludur. Hiçbir zaman Çin egemenliğinden kurtulamayan bu ülke bir süre güçlü bir krallık kurabilmişse de daha sonra Avrupa’nın sömürgesi olmaktan kurtulamamıştır. Ülkedeki egemen sömürgeci güç, kendisine karşı silah olarak kullanılmasını istemediği kültürünü yerli halktan kaçıran Fransızlar olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Vietnam’ı yitirmek istemeyen Fransızlar bazı aşırı uçları törpülese de artık sonun başlangıcına gelinmişti. Vietnam’ın aydınları kendilerini köleleştiren şartları anladıklarını söylüyorlar ve Batı’yı vurabilmek için Batı’nın silahlarıyla silahlanmak gerektiği konusunda birleşiyorlardı.
Yıllarca ülkesini köleleştiren Fransız sömürgecileri ile Japonları yenmek için Viet Minh’i (Vietnam Bağımsızlık Birliği) kuran Ho Şi Minh tüccar bir denizci olarak dünyayı dolaşmış, bir süre Amerika’da kalmış, yedi dil öğrenmiş ve komünizmi, sömürgecileri kovmak ve ülkesini bir araya getirmenin en etkili yolu olarak görmüştü. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Japonya’nın yenilmesiyle, Vietnam için bağımsızlık şansı olduğunu anlayan Ho Şi Minh 13 Ağustos 1945’te genel ayaklanma ilan etti ve 2 Eylül’de Bağımsızlık Bildirisi’ni okudu: ‘’Vietnam halkı, bağımsızlık ve özgürlük haklarını korumak için, maddi ve manevi güçlerini harekete geçirmekte, bu yolda malını ve canını feda etmekte kararlıdır.’’
1945 yılında Hanoi’nin Ba Dinh Meydanı’nda toplanan yarım milyondan fazla insan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ni oluşturuyordu. Kalabalığın gürültüsü azalmaya başlarken tahta platformun üzerine çıkan Bac Ho Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden ödünç aldığı ,‘’Bütün insanların eşit yaratıldığı gerçeğine inanıyoruz.’’ sözleriyle başlıyor ve ‘’Tanrı insanlara devredilemez bazı haklar bağışlamıştır ve bunların arasında yaşama hakkı, özgürlük ve mutlu olma hakkı vardır.’’ diyerek devam ediyordu. O günden sonra çoğu insan onu Ho Amca olarak bildi. Amerikalılar ise daha resmi bir şekilde Ho Şi Minh (Işık Getiren) olarak tanıyacaklardı.
Karlı kauçuk plantasyonlarından vazgeçmeyen Fransızlar bağımsızlık kararını hiçe sayarak Vietnam’ı vahşice sömürmeye başladılar. 1946 Kasım ayında Haipong’da çatışmalar başladı ve şehri bombalayan Fransızlar 6.000 Vietnamlının ölümüne sebep oldu. 19 Aralık’ta Vietnamlılar Fransızlara saldırdı ve böylece Hindiçini Savaşı başlamış oldu. Ho Amca Aralık 1946’da halkı savaşa çağırıyordu: ‘’Din, parti, milliyet ayrımı gözetmeksizin herkes, erkekler ve kadınlar, gençler ve ihtiyarlar Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için, vatanı kurtarmak için ayaklansın. Tüfeği olan tüfeğini, kılıcı olan kılıcını kullansın. Ve eğer kılıcı da yoksa kazma, kürek, tırpan kullansın.’’
Bağımsızlık ve özgürlük konusunda tüm dünyada nutuklar atılırken Amerikan Başkanı Truman, Fransa’ya baskı yapmak yerine Ho Şi Minh ile savaşmasına yardım etmek amacıyla milyonlarca dolarlık silah, malzeme ve asker göndermek suretiyle Fransa’nın sömürge düzenine yardım etmeyi uygun buldu. J.F. Kenndey’in Beyaz Saray’a seçildiği 1961 yılında yıllarca savaşan Fransızlar arkalarında binlerce ölü ve acı bırakarak ülkeden çekilirken Kennedy 16.000 Amerikan askerini danışman olarak Vietnam’a gönderiyordu. Daha sonra saldırılar durmazsa Kuzey Vietnam’ın yerle bir edileceği tehdidini savuran Başkan Johnson’ın emriyle Ho’yu savaşmaktan vazgeçmeye ikna edecek çok daha saldırgan bir operasyon CIA tarafından hazırlandı. Harekât Planı 34A -Pentagon’daki adıyla OPLAN 34A- CIA-Pentagon ortaklığında Kuzey Vietnam’ı hedef alan sabotaj ve vur-kaç saldırısı harekâtıydı.
1964 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının, Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi Maddox’a ateş açmış olmaları gerekçe gösterilerek Amerika Kuzey’i bombalamaya başlamıştır. Nerdeyse kırk yıl boyunca Pentagon’un başlatacağı kanlı Vietnam Savaşı’na halkın ve Kongre’nin desteğini almak için Tonkin Körfezi’ndeki olayın bilerek mi kışkırtıldığı sorusu tartışılmıştır. 1968 yılında McNamara Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nun önünde verdiği yeminli ifadede böyle bir entrikayı reddetmiştir.
‘’Bizim toplumumuza ve hükümet sistemimize uzaktan da olsa aşina olanların, Pasifikte’ki askeri komuta kademesinin, Genelkurmay Başkanının, Savunma Bakanının ve danışmanlarının, Dış İşleri Bakanının ve Birleşik Devletler Başkanının dâhil olduğu böyle bir komplonun varlığından kuşku duyabilmelerini inandırıcı bulmuyorum.’’
“Tonkin Körfezi olayından sadece iki yıl önce Castro’yu suçlamak ve Küba’ya karşı başlatılacak bir savaşı kışkırtmak amacıyla Amerikan topraklarında gizli bir terör dalgası başlatmayı içeren çok daha vahim bir komployu en ince ayrıntısına kadar planladıkları Northwoods Operasyonunu unutmuşa benzeyen McNamara bunun samimi bir itiraf olmadığını elbette biliyordu.” (Sırlar Evreni – James Bamford)
Ve 1965 yılında Kuzey Vietnam’a Amerikan hava saldırıları başladı. Ancak Vietnam halkının 31 Ocak 1968’deki Tet Saldırısı direnişi yıldırım gibi başladı ve aralıksız sürerek Amerikan ordusunu perişan etti. Vietnam’da yeni yıl ‘’tet nguyen dan’’ olarak adlandırılır ve 21 Ocak ile 19 Şubat arasındaki bir tarihte başlar. Bu tarih her yıl değişir. 27 Ocak 1973’te Vietnam ile ABD bir ateşkes antlaşması imzaladı. Sabah 07.45’te ateşkes antlaşmasının yürürlüğe girmesinden on beş dakika önce bir Amerikan savaş gemisi Cam Lo-Cua Viet Nehri ağzına ilerleyerek anlamsız bir şekilde savaşın son toplarını ateşlemiştir.
İşte bu haksız savaşın bir figürü olan Rambo, nereye gideceğini bilmez bir halde kendini yollara vurmuşken Hope (umut) isimli bir kasabaya ulaşır. Kasabadan ilk görüntü düzenin temsilcisi şerif ve bağımsızlığın simgesi Amerikan bayrağının aynı karede gösterilmesiyle verilir. Özgüveni yüksek olduğu her halinden anlaşılan şerif karşılaştığı hemen herkesle şakalaşmakta, onlara ismiyle hitap ederek tanışıklığını ve ilgili olduğunu göstermektedir. Böylece kasabanın herkesin hayallerini süsleyecek örnek bir yer olduğu algısı oluşturulur. Kasabaya girmek üzereyken şerifle karşılaşan Rambo, kasabaya girmesine müsaade etmeyen şerife karşı gelmeye çalışınca tutuklanarak nezarete atılır.
Karakolda kendisine yapılan kötü muameleleri Vietnam’da yaşadığı ‘’işkencelerle’’ özdeşleştiren Rambo travma sonrası stres bozukluğu, dünyada bilinen adıyla Vietnam Sendromu yaşamaya başlar ve ortalığı birbirine katarak kaçar. Vietnam’da görev yapmış askerler üzerine yapılan bir çalışmaya göre, üç milyon erkek ve kadın savaş gazisinin dörtte birinin etkisinde kaldığı Vietnam Sendromu benim düşünceme göre Amerikalı askerlerin Vietnam halkının mücadelesi karşısında aciz bir duruma düşmesi ve büyük bir aşağılanma yaşamasıdır. Rambo’yu yakalamak için peşinden giden şerif yardımcıları ellerinde cipsler, yaptıkları hafif muhabbet eşliğinde hafta sonu gezisine çıkmış gibidirler. Sivil kategorisindeki şerif yardımcılarının hemen hepsi beceriksiz, sakar ve emirlere uymayan disiplinsiz insanlar olarak resmedilir. İkinci filmde de operasyonu yöneten kadrolar paralı askerlerdir ve filmin her anında disiplinsizlikleri, sadakatsizlikleri eleştirilerek ordunun yozlaştırıldığı vurgulanarak ordu karşıtı güçler de eleştirilir. Hiçbirinin üzerinde US Army yazısı bile yoktur. Hatta Albay, ‘’Sizi aşağılık kiralık katiller!’’ diye yüzlerine haykıracaktır.
“Vietnam Savaşı’nın ve bu savaşa adam sağlayan zorunlu askerliğin sonuçlarından biri, ABD ordusunun güçten düşmesi olmuştu. Savaşın sonuna gelindiğinde askerler emirlere uyup savaşacakları yerde kasten üstlerini öldürüyorlardı. Bunun ve zorunlu askerlikten ilham alan yaygın savaş karşıtlığının sonucunda zorunlu askerlik uygulaması kaldırılarak ordu bütünüyle bir gönüllüler ordusuna dönüştürüldü. Beyaz hâkimiyetindeki, ekonomisi sıkışmakta olan kapitalist bir toplumda beyaz ırk dışındaki azınlıkların iş bulma şansı daha az olduğundan, bu yeni ordu ağırlıklı olarak azınlıklardan oluşuyordu. TV’lerdeki eğlence programlarında (özellikle spor programları ve MTV’de) işçi sınıfı, işsiz ve azınlık kesiminden izleyicileri etkileyebilecek ordu reklamları belirmeye başladı. Ardından Hollywood da payına düşeni yapmak üzere kolları sıvadı.’’ (Politik Kamera – Michael Ryan)
Sivillerin beceriksizliğine bir başka örnek, Rambo’nun patlama sonucu çöken madende öldüğü düşünülür ve cesede ulaşmak için kazı yapılırken olay yerine gelen albayın bir bakışta madenin en az iki tane daha çıkışı olduğunu görmesidir. Bölgeyi avucunun içi gibi bilmesi gereken siviller bu durumdan bihaber tünel kazmaya çalışırken olay yerini ilk kez gören albay anında duruma hâkim olmaktadır. Üniformalıların savaşında beceriksiz sivillerin değil her şeyi anında anlama ve çözme gücüne sahip kutsal askerlerin tarafını tutan filmde üniforma taşımayan hiç kimse belirgin bir role sahip değildir, gerçek bir sivile rastlanmaz. Bu da Amerikan toplumunun bir ulus değil hiyerarşik yapıya göre örgütlenmiş bir sistemin kulları olduğu görülür.
Sıkıştığı madende güçlükle ama yılmadan kendine yol açmaya çalışan Rambo sıçanlarla karşılaşır. Sıçanlar bacaklarına, sırtına, kollarına çıkmaya çalışmakta ancak Rambo da yakaladığını büyük bir nefretle duvarlara çarpmakta, teker teker yok etmektedir. Sıçanlarla özdeşleştirilen savaş karşıtı Amerikan muhaliflerinin de elbet yok edileceğine dair güçlü bir mesaj verilir. İkna olmayanlar için yakın tarihten bir örnekle devam edelim:
‘’2000 yılında Cumhuriyetçiler Ulusal Komitesi tarafından hazırlanan, George W. Bush’un Al Gore’un yaşlı yurttaşlar için reçeteli ilaçlar programını eleştirdiği reklam bunun en yakın örneklerinden biridir. Manşet şöyleydi: ‘’Gore’un reçete planı: Kararı bürokratlar verecek.’’ Reklamın sonlarına doğru ‘’kararı bürokratlar (buraeucrats) verecek’’ sözü arka planda durmadan tekrarlanırken, ekranda iri harflerle yazılı ‘’rats’’ (sıçan) sözü kısa bir an için yanıp sönüyordu. Bush’un kampanya yetkilileri reklam yapımcısının ‘’Bürokratlar kelimesini hecelerken, ‘’buraeuc’’ ile ‘’rats’’ hecelerinin kazayla koparak ayrı karelere düşmüş olabileceğini’’ öne sürdüler. George W. Bush bu tersliği ‘’saçma ve garip’’ diye reddederken, yapımcı Alex Castellanos önce bunun ‘’tamamen kaza eseri’’ olduğunu ileri sürdükten sonra, daha sonraki bir tarihte bunun ‘’bürokratlar’’ kelimesine dikkat çekmek amacıyla düzenlenmiş bir görsel vurgulama olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.’’ (Buy.ology – Martin Lindstrom)
‘’Amerika’nın ruhunu aramaya başlaması’’ için öncelikle Vietnam’da yaşanan ‘’travmadan’’ kurtulmak gerektiğinden ulusal mutabakatın oluşmasına yönelik adımlar atılması gerektiği ortaya çıkar. Rambo filmi bu adımlardan bir tanesidir ancak tahmin edilenin de ötesinde etkili olur ve devam filmleri peş peşe çekilir. Hollywood propaganda-psikolojik harekât konularında ne kadar usta olduğunu göstermiş, tüm dünyanın Vietnam Savaşı’na Rambo’nun ve dolayısıyla Amerika’nın gözünden bakmasını ve Vietnam, Vietkong kelimelerini ‘’düşman’’kelimesiyle eş anlamlı tutmasını sağlamıştır. Kaybedilen savaş beyazperdede kazanılmış, kırılan ulusal gurur onarılmıştır.
“Her şey iyi niyetle başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki 20 yıl, Amerika, dağılmış dünyanın parçalarını bir araya getirip, yeni bir uluslararası düzen kurmak için liderliği üstlendi. Amerika Avrupa’yı iyileştirdi, Japonya’yı restore etti, Yunanistan, Türkiye, Berlin ve Kore’de komünist yayılmacılığı bastırdı, ilk barış zamanı ittifakını yaptı ve kalkınmakta olan dünyaya teknik yardım programını başlattı. Amerikan şemsiyesi altındaki ülkeler, barış, refah ve istikrarın tadını çıkarıyorlardı. Vietnam’da bu yüksek idealleri engellenen Amerika ruhunu aramaya başladı ve kendi benliğine döndü.” (Diplomasi – Henry Kissinger)
Albayın ‘’Belki savaş bir hataydı ama bu yüzden vatanından nefret etme.’’ sözlerine karşılık olarak ağlamaklı bir ses tonuyla ‘’Nefret mi? Ben vatanım için ölürüm.’’ yanıtını verir. Vatanları için ölmeyi göze alan ancak seyirciye terörist olarak yansıtılan binlerce Vietnamlıyı öldürdüğünü göz ardı ederek… Albay bile şaşkındır ve kritik soruyu sorar: ‘’Öyleyse istediğin nedir?’’ Yaptığı işin en değerli iş olduğunu düşünen tipik asker zihniyetiyle cevap verir: ‘’Ben onların ve buraya gelip kanlarını dökerek sahip olduğu her şeyi feda eden askerlerin istediği şeyi istiyorum. Vatanımızı sevdiğimiz kadar vatanımızın da bizi sevmesini istiyorum. İşte bunu istiyorum.’’
ABD’den 19000 km. uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkarmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun %60′ı savaş karşıtı olmuştur.
Şerif yardımcılarının teker teker avlanmaları, Amerikan yaşam tarzının sürekli tehdit altında olması ancak askerler dışında kimsenin farkına varamaması ve olayların büyümesi sonucu olay yerine gelen TV muhabirlerinin sözlerinin hiçbirinin doğru olmaması, medyanın Vietnam Savaşı’na ilişkin sözlerinde yalancı, güvenilmez, gerçeği saklayan ve halkı yanlış yönlendiren çıkarcı bir grup olduğuna ilişkin kara propagandadır. Rambo, Hope kasabasına girdiği sırada bütün petrol firmalarının tek bir cadde üzerinde sıralandığını görürüz. Bu sırada elinde silahıyla silueti gözüken Rambo’nun şahsında Amerikan yaşam tarzının ve petrolün koruyucusunun asker olduğu yeniden ilan edilir.
‘’Bir kez daha herkesin bilip de kimsenin seyretmediği bir şaheser ile karşınızdayım. Hatta biraz detaylı baktığımızda First Blood (özellikle devam filmleri ile kıyaslandığında) militarizmden de fersah fersah uzakta bir film. First Blood kesinlikle önyargılardan uzaklaşıp seyredilmesi gereken başarılı bir yapım. Hor görülmesi gerçekten büyük bir trajedi, hakkının yenmemesi gerek. Vakit bulunca bir şans vermeyi ihmal etmeyin.’’ (First Blood – Yigilante Kocagöz, Öteki Sinema)
Yukarıdaki paragraf bir inceleme yazısından alıntılanmıştır. Yenilmez bir ölüm makinesi olarak resmedilen eski bir Vietnam askeri olan Rambo filmlerinde Vietnamlılar aşağılık varlıklar olarak gösterilirken Amerika’nın Vietnamlılara karşı gerçekleştirdiği vahşeti haklı göstermeyi amaçlar. Özgürlük için savaşan Amerikalılardır, Vietnamlılar değil. Rambo figürü aynı zamanda, Amerikan işçi sınıfı gençlerinin pek çoğu için geçerli olan eğitim yetersizliğiyle ve bu gençlere kendilerini olumlamanın tek yolu olarak ordunun sunuluşudur. Vietnamlılar tehditkâr ve kimliksiz birer öteki olarak gösterilir. Rambo’nun ”şaheser” olarak tanımlanmasının, Amerikan Başkanının eşinin Oscar gecesinde en iyi film ödülünü muhafız alayı eşliğinde sunabilmesinin doğal karşılanmasının önünü açan adımlardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum.
İkinci filmde Albay ‘’Vietnam’daki savaş esirlerinin izini bulması’’ için kendisiyle gelmesini ister. Ve böylece ilk film ile başarılı olan Hollywood, öldürücü darbeyi vurmak için askerini yeniden Vietnam’a gönderir. Savaş esirleriyle kastedilen Amerikan kamuoyunun ordu ve savaş karşıtlığıdır. Esirlerin kurtarılması çabası kamuoyunun kazanılması sürecidir. İkinci filmin amacı, ”zihinleri esir alındığından” dolayı ordusunu eleştiren ve barış isteyen Amerikan halkının sisteme kazandırılmasıdır. Savaş karşıtı olan bir halkın, ekonomisi savaş üzerine kurulu bir yapıya izin vermeyeceği çok açıktır ancak sistem hızlı davranmakta ve halkı yeniden savaş yanlısı yapmak için uğraşmaktadır. Ve başarılı da olunmuş, yalnız Amerikalılar değil dünyanın pek çok yerinde insanlar, Vietnam topraklarında yapılan savaşa Amerikalı gözüyle bakmaya başlamıştır. Vietnamlılar bu savaşa Amerikan Savaşı, Amerikalılar ise Vietnam savaşı demektedir. Eğer insanlar Vietnam’daki savaşa Amerikan egemenlerinin gözüyle bakıyorsa, bunda Rambo ve diğer Hollywood filmlerinin etkisinin, gerçeklerden daha fazla olduğunu belirtmek gerekir.
Vietnam’a hemen her yerde gösterilen silahlar üzerindeki yazılar Kiril alfabesiyle yazılmışken telsiz cihazları gibi elektronik aygıtların üzerinde İngilizce yazılmıştır. Böylece Sovyetler silahla, savaşla, özgürlük karşıtı olmakla özdeşleştirilir. Bu işlerde uzman bir Amerikalı John Abbink daha 1950 yılında şöyle diyordu: ‘’ABD, kendi denetimi dışında yoğun bir ekonomik gelişmeyi engellemek istiyorsa, azgelişmiş ülkelerin kaçınılmaz olan endüstrileşmesini yönlendirmeye hazır olmalıdır. Endüstrileşme şu ya da bu biçimde denetlenmezse Kuzey Amerikan ihracat pazarları önemli ölçüde daralacaktır.’’ İnsanları öldüren silahları yapan ve teknolojiyi kötü amaçları için kullananlar Ruslar iken teknolojiyi insanlığın amaçları için iyi yönde kullananlar Amerikalılar ve Batı Avrupalılardır ideolojisi beyinlere kazınmaktadır. Yüksek teknolojiyi kullanan hemen herkesi kötü adam ilan eden ve gözünü kırpmadan öldüren kapitalizmin hizmetindeki casus James Bond’un da yaptığı bu değil midir?
“Azgelişmişlik, gelişmenin bir aşaması değil, bir sonucudur.”(Eduardo Galeano)
Komünizmin Amerikan halkı üzerinde tek ve en büyük düşman olduğuna inanılan toplumsal mutabakat Vietnam ile birlikte dağıldı. Halk vicdanıyla baş başa kaldı, sessiz savaşını verdi ve büyük bir çoğunluğu savaş karşıtı oldu. Savaşın bir an önce sona erdirilmesini istedi. Oysa ekonomisi savaş üzerine kurulu bir devletin bunu yapması varlık sebebine aykırıydı ve tabii ki derhal gerekli tedbirleri almaya başladı. Hem barış yanlısı olup hem de Rambo’yu anlamak mümkün değildir. Hem insanın insanileşmesine katkıda bulunmaya çalışmak hem de Rambo’yu sevmek mümkün değildir. Oysa bizler Rambo’yu o kadar sevdik ve içselleştirdik ki, Ramazan ismini Rambo olarak kısaltmayı uygun bulduk, komandolarımıza Rambo gibi dedik…
Bu tüm nefreti üzerine çekmiş bir ülkenin sinema aracılığıyla yaptığı olağanüstü bir hamlesidir. Çünkü Rambo ‘’sessiz savaşa’’ sessiz kalmayacak bir düşüncenin ürünüdür, sessiz savaş kişinin vicdanı ile yaptığı savaştır. Ancak gerek Amerikan kamuoyu gerekse dünya kamuoyunun vicdanı ile baş başa kalmaması için her türlü olanak seferber edilmiştir. Günümüzde de böyledir, diziler, televizyon, yarışmalar, futbol, magazin derken kişi vicdanı ile baş başa kalacak fırsat bulamaz.
Son olarak, filmin hiçbir yerinde asker karşıtlığına yönelik bir sahne göremediğimi, bunu iddia edenlerin bahse konu sahnelerin hangileri olduğunu göstermesini çok arzu ettiğimi söylemeliyim. Rambo filmlerinde asker karşıtlığı denebilecek bir nokta varsa, Amerikan kamuoyunun, ne idüğü belirsiz savaşlara çocuklarını göndermemek için kutsal orduyu sorgulamasının sonucunda Amerikan ordusunun disiplinsiz, sadakatsiz ve ciğeri beş para etmez paralı askerler kitlesine dönüştürülmesinin eleştirilmesidir.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
1 Film 3 Analiz: The Hurt Locker (1. Analiz – Salim Olcay)
10 Aralık 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Kathryn Bigelow ödül töreninde iki kez “Bu ödülü, Irak’ta çarpışan 150 bin çocuğumuza, Afganistan’da çarpışan 2500 çocuğumuza ve 4500 şehidimize adıyorum.” sözleriyle teşekkür konuşmasını tamamladı. Afganistan veya Irak’ta bulunan diğer askerler ve insanlara dair bir şey söylemeyen konuşmasının da film kadar militarizm ve şovenizm koktuğunu söylemem gerek.
Birkaç ay önce sıradan bir film izleyeceğimi beklerken başarılı bir kurgu ve özenli çekimleri görüp bazı aksayan yönlerini tespit etsem de iki kez izlenecek bir film olmadığı düşüncesinden hareketle üzerinde durmadım ancak ‘’en iyi film’’ ödülü alması üzerine bir şeyleri kaçırmış olabileceğim düşüncesiyle tekrar izlediysem de ilk andaki fikirlerimin değişmediğini hatta üzerinde durmaya gerek görmediğim militarizm güzellemesinin propaganda sınırlarını zorladığını, filmin etnik anlamda ırkçılığa vurgu yaptığını, Irak halkının dini ve kültürel yaşamını aşağılamaya çalıştığını düşünüyorum.
İlk anda bir bilgisayar oyununu andıran uzaktan kumandalı bir bomba imha robotunun kamera görüntüleriyle başlayan filmde, ezan sesinin duyulmasıyla tam teçhizatlı Amerikan askerinin belirmesi ve Bağdat yazısının ekranda görünmesi tüm dünyanın zihnine kazınacak şekilde eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Böylece bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılarak hem Müslümanları ibadete çağıran ezan sesi Batı düşmanlığının simgesi haline getiriliyor hem de Batı dünyasının ‘’kazanımlarını’’ korumak için ezan sesinin duyulduğu her yerde Amerikan askerinin göreve hazır olduğu vurgulanmaya çalışılıyor.
‘’Bir çakmaktaşını işler veya ilkel bir iğneyle çalışırken, hayvan postlarını veya tahta parçalarını birbirine eklerken, bir olta iğnesi veya ok temreni hazırlarken, kilden bir heykelciği yoğururken, imgelem, gerçekliğin farklı düzeyleri arasında beklenmedik benzerlikler ortaya çıkarır. Aletler ve nesneler sayısız simgesellik yüklenir, çalışma dünyası anlam bakımından zengin, gizemli ve kutsal bir merkez haline gelir.’’ (M. Eliade – Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1)
Maddeyle kurulan yakınlık içinde yaratılan ve sürekli zenginleştirilen imgelem dünyasının yeniden kurgulandığını ve başarıyla yerine getirildiğini görüyoruz. Çünkü filmin bütününde bomba olan her sahnede ezan seslerini duyduğumuz gibi çoğu kez okunan ezan hem yanlıştır hem de usulüne uygun okunmamaktadır. Kasıtlı değilse bile iyi niyetli davranılmadığı çok açıktır. İslam coğrafyasının hiçbir yerinde filmde gösterildiği şekliyle bir ezan okunabileceğini düşünemiyorum. Ezan, bomba imha uzmanının maneviyatını güçlendirmek için olmayacağına göre seyircinin bilinçaltına bomba ve Kur’an’ın eşzamanlı olarak yerleştirilmeye çalışıldığı açıktır. Müslüman olmayan izleyici hayatının herhangi bir anında ezan sesi duyduğu an, aklına etrafında bomba olup olmadığı fikrinden ve korkusundan başka bir şey gelmeyecektir.
Askerlerin kendi aralarındaki ‘’bu güzel mahalleyi sevmedin mi’’ tarzı aşağılama, küçümseme ve nefret içeren konuşmalarının ve ilerleyen sahnelerde tipik ırkçılık cümlesi olan ‘’hepsi birbirine benziyor’’ sözünün bir siyahî askerin ağzından söyletilmesinin daha da manidar olduğunu düşünüyorum. ‘’Buradakilere unutamayacakları bir şey yaşatalım, bizim için yolun kenarına bir bomba bırakırlarsa kahrolası yollarını patlatacağımızı öğrenmelerini istiyorum’’ sözlerindeki alaycı ve küçümseyici konuşma, filme askerlerin gözünden bakan seyirciyi hiç de rahatsız etmez.
New York’un göbeğindeki bir bombaya müdahale eden uzman ile Irak’ın göbeğinde bir bombaya müdahale eden uzman arasında ne fark vardır? Irak’taki uzman, bomba ile uğraşırken aynı zamanda çevreden gelebilecek saldırılardan korkar. Oysa New York’ta dışarıdan saldırı gelmesi olasılığı zayıftır. Ancak bombaya müdahale etme anında, bir bomba imha uzmanının hisleri arasında –nerede olursa olsun- hiçbir fark olmadığı, bir meslek grubunun yaşadıklarını anlatma isteselerdi Irak’a gelmelerine gerek olmadığını, Irak’a geldiklerine göre anlatmak istediklerinin daha başka şeyler olduğu düşüncesindeyim. Zaten dikkat edilirse bomba imha uzmanı hiçbir sahnede dış tehdit unsurunu ciddi bir tehdit olarak hesaba katmıyor.
‘’Özgürlük-liberty’’ taburunun isminin ‘’zafer-victory’’ olarak değiştirilmesi ile bir paradigma değişimi mi anlatılmak istenmektedir, bunun kararını film hakkında güzellemede bulunanlara bırakıyorum. İlk sahnede ölen bomba imha uzmanının yerine Afganistan tecrübesi olan bir ‘’ranger’’ atanır. Yeni ekip bir ihbar üzerine olay yerine gitmeye çalışırken, yolu açmaya çalışan askerin insanlara bağırıp çağırması ve arabaların üzerine plastik su şişesi atması üzerine, aklıma bir Kuzey Afrika ülkesinde gördüklerim geldi. Bu ülkede üniforma taşıyan asker ve polisin vatandaşa sürekli bir üstünlüğünün olduğunu, resmi bir aracın hiç acelesi olmasa bile geçiş üstünlüğüne sahip olduğunu, trafikte seyreden diğer araçların nasıl büyük bir korkuyla sağa sola kaçıştıklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Birbirleriyle çarpışan, yol kenarındaki çukurlara düşen, bariyerlere takılan ve çeşitli kazalara sebebiyet veren onca araç olmasına karşın bir tanesinin bile sesini çıkarabildiğini, hakkını arayabildiğini, itiraz edebildiğini, orada kaldığım müddetçe görmedim. En acısının kendi halkına yapılan böyle bir muamele olduğunu düşünüyorum. Yalnızca orada değil bütün Doğu kültüründe durum genel olarak aynıdır. Birey ‘’kutsal devlet’’ karşısında acizdir, korumasızdır, zavallıdır ve hakkı yoktur. Ezeli ve ebedi devletin bireye üstünlüğü ön kabulüyle kendi halkına insancıl davranmayan bir zihniyeti içselleştirmiş Doğu insanının, yabancı askerlerin kendilerine yaptıklarıyla kendi askerlerinin yaptıkları arasında ciddi bir ayrım yapmakta zorlandığını düşünüyorum. Filmde yapılanı ırkçılık olarak tanımladığım gibi kendi halkına kendi insanına daha da kötü davranan bu diktatörlüklere de hoşgörüyle bakmadığımı söylemeliyim.
İhbarın alındığı yere ulaşan adamımız, bombanın yanına robotu göndermek yerine kendisi gitmeye karar verir, elbisesini giyer ve yola koyulur. Birkaç adım attıktan sonra planlananın dışında bir sis kutusu atarak çevrenin görüşünü engellemek suretiyle ‘’dikkatleri dağıtır’’. Ancak ekibin iki elemanı ‘’panik olurlar’’ tabii onlarla birlikte seyirci de. Adamımız yürür, ekibin kalanları telsizden çağrı üstüne çağrı yaparlar, bağırırlar, çağırırlar, sürekli yer değiştirirler ama tek duyulan ses ilerlemeye devam eden adamımızın derin nefesleridir. Heyecan içinde neler olabileceğini anlamaya çalışırız. Derken duman biraz dağılır ve bir bakarız ki, adamımız az gitmiş, uz gitmiş bir arpa boyu yol gitmiştir. Kendisinden daha ileride mevzilenmiş bir kontrol noktasında duran askerler bizi şaşırtır. Bütün bu paniğe, koşuşturmaya, ortamı germeye bir anlam veremeyiz ve sormak isteriz. ‘’Ey kardeşim, 100 metre ötede durup bütün o yolu panik içinde ilerlemenin anlamı nedir? Eğer mesafe doğruysa kontrol noktasındaki o askerlerin orada ne işi var? Askerlerin durduğu yer doğruysa, siz niçin 100 metre geride durdunuz?’’ Sorular, sorular cevabını alamayacağımız sorular… Yönetmen ve ekibi bu kadar doğuya gelince masallardan fazla etkilenmişe benziyorlar.
Bütün bu kargaşa biraz azalmışken, birden ne idüğü belirsiz bir ‘’hacı’’ -tüm bu kargaşanın ortasında Iraklılara ‘’hacı’’ dendiğini öğreniyoruz- arabasıyla yola dalar. Bütün bir ülke halkını ‘’hacı’’ kelimesiyle damgalamak bile İslam’a ve Irak halkına bakışı gözler önüne sermeye yetiyor. Barikatları aşan Iraklı nedense bomba imha uzmanımızın önünde durur. Kahramanımız şimşek gibi silahına sarılır ve adama doğrultur. Eldeki tüm olanaklar kullanılarak olabilecek en çirkin ve pis bir şekilde gösterilen ‘’hacı’’, geri gitmeyince uzmanımız uyarı ateşi yapar, arabanın ön camını indir, o da fayda etmeyince namluyu hacının ‘’alnının çatısına’’ dayar. ‘’Şimdiye kadar isyancı değilse bile artık öyle sayılabileceğini’’ bile bile, ne yapmaya çalıştığından emin olamadığımız ve hareketlerinden ‘’geri zekâlı’’ olduğunu tahmin ettiğimiz Iraklı bir müddet daha bekledikten sonra geri çekilir ve askerler tarafından tutuklanır.
Amerikan askerleri bomba imha ekibinin müdahalesinden önce çevre güvenliğini sağlamaya çalıştığı her sahnede Iraklılar donuk bir ifadeyle bakmakta, kadın ve çocuklar sürekli kaçışmaktadır. Hijyen kurallarından bihaber olduğunu gördüğümüz bir kasap, canını kurtardıkları için teşekkür etmek yerine, dükkânını terk etmekten duyduğu memnuniyetsizliği asabi bir şekilde dile getirmektedir. Önüne bomba yüklü araç bırakılan BM binası tamamen boşaltılırken Iraklıların evlerinde kalmaları ilginç, öylece izliyorlar. Yüzlerinde hiçbir duygu, korku, heyecan, panik havası yok. İnsan duyguları olan bir varlıktır. Bu adamların bu denli duygusuz olmaları kendilerinde canlılık, irade ve enerji bulunmamaları yönetmenin gözünde ustaların elinde biçimlenecek cansız malzemeler, üstün ırkların harekete geçireceği hareketsiz kitleler olmalarından mı kaynaklanıyor acaba?
“Toynbee’ye göre daha çok Batı toplumlarına özgü bir önyargı olan ırkçılık, ırk duygusu 15. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Batı uygarlığının yeryüzüne yayılışının, ırkların uygun olmayan koşullarda birbirleriyle ilişkiye geçmelerinin ürünüdür. Buradan açıkça Batı koloniciliğinin, Batı emperyalizminin bir türevi olduğu sonucu çıkarılabilir.” (Alaettin Şenel – Irk ve Irkçılık Düşüncesi)
Ele geçirdikleri bombaları açık arazide imha ettikleri bir sırada, ilk patlamanın ardından uzmanımız eldivenlerini unuttuğu bahanesiyle, patlamayı durdurur ve arkadaşlarının şaşkın bakışları altında bombaların yanına doğru gider. Patlayıcıların arasında, canı pamuk ipliğine bağlı bir şekilde biraz dolaştıktan sonra eldivenlerini bulduğunu söylemesi filmin kalitesini iyice düşüren ve ‘’çılgınlığın’’ gösterilmeye çalışıldığı zayıf bir klişedir. Eldivenlerini nerede unuttuğunu nasıl biliyor veya ilk patlamada parçalanmadığından nasıl emin olabiliyor, anlamıyorum. Bir sürü patlamaya hazır bombanın arasında gitmek bile başlı başına dehşetengiz bir olay olmasına karşın yönetmenimiz seyirciler arasında ‘’mongollar’’ olabileceğinden hareketle, fünyeyi ekibin geride kalanlarının eline tutuşturarak gerilimi artırmayı amaçlıyor. Elridge denilen zavallı da ne yapacağını şaşırıyor.
Bomba imha ekibinde yer alan Elridge acemi bir er’dir ve ölüm korkusu yaşamaktadır. Birliğin doktoru olan Albay Cambridge’e gider. Doktor şöyle der: ‘’Bu senin hayatın için kötü bir zaman olmak zorunda değil. Savaşa gitmek, hayatında bir kere yaşayabileceğin bir tecrübe tadını çıkarabilirsin.’’ Savaş üzerine duyduğum en ‘’bilgece’’ sözler olduğunu itiraf etmem gerek.
Bomba imha timindekiler bu görev sonrası dönerlerken tuzağa düşerler. Düşmanla çatışmaya girmek hatta bir keskin nişancı tüfeğini kullanmak durumunda kalırlar. Adamlarımızın seçkin komanda olduğundan şüphemiz kalmaz. Ancak böyle seçkin bir komando ekibinin ilk ateş sesi duyulduğunda hedef gözetmeksizin, her yöne deli gibi ateş etmeleri hangi profesyonellikle açıklanabilir, bilemiyorum. Korkudan cephaneyi bitiren komandolarımızın sonraki maharetleri gösterdiği bu uzun sahnenin filme hangi anlamı kattığını anlamakta zorlanıyorum.
Karşıdaki adamları ‘’hakladıklarından’’ emin olamazlar ve saatlerce güneşin altında beklerler. Dudakları iyice kuruyan ve konsantrasyonları azalmaya yüz tutan adamlarımız Elridge’den meyve suyu isterler. Meyve suyunu alan uzman, pipetini geçirdikten sonra bir yudum bile almadan arkadaşına uzatır ve onun içmesini sağlar. Oysa Elridge siperde meyve suyunu tek başına ‘’götürmektedir.’’ Bu uzun sahne ile anlatılmak istenen yalnızca bu fedakârlık duygusunun anlatılmaya çalışılması ise, hiçbir şeyi anlamak ve kabullenmek istemiyorum. Bir yanda Afganistan’da bile görev yapan, 900’e yakın bomba imha etmiş, tecrübeli bir komando diğer yanda ise her an ölüm korkusu yaşayan, eve dönme hayalleri kuran acemi bir er. Bu iki kişiyi kıyaslamak ne kadar mantıklıysa anlatılmak istenen o kadar mantıklı olacaktır.
Yine de keçilerin arasında duran bir ‘’hacı’’yı fark eden ancak ‘’ateş edip edememe’’ inisiyatifini kendinde bulmaktan aciz olan Elridge ateş etmeye karar verdiği an 200 metre mesafeden adamı yere sermekte hiç zorlanmıyor. Nerdeyse yarım şarjör mermi boşaltmasına karşın herhangi bir keçiye mermi gelmemesi yönetmenin hayvan sevgisiyle açıklanabilir mi bilemiyorum ama bizler şaşkınlığımızı gizlemekte zorlanırız. Acemi er Elridge öyle bir ‘’Aslan Asker’’ kıvamına gelir ki, hiçbir akılcı düşüncenin açıklayabileceği bir şey değildir.
Film boyunca karşımızdakiler her yere bomba yerleştiren bir grup olarak betimleniyor. Sanki Joker Gotham City’i bırakarak Irak’a gelmiş. Hiçbirisinin vicdanı, dini, insanlığı, acıması hatta amacı yok, salt kötülük dolular. BM binasına, yollara, arabalara, küçücük bir çocuğun bedenine… Sebep-sonuç ilişkisi yok. Bu bombaları koyanlar kimler bilmiyoruz. Film en azından açıkça bunu söylemiyor ama kim olduğunu anlamak için müneccim olmaya da gerek yok, Joker yerleştirmiyorsa tabii. Bağdat’ta başka bir ülke askerlerinin ne işi var, onu da bilmiyoruz. Bildiğimiz kötü kalpli bombacılar ve iyi kalpli bomba imha ekipleri.
Filmin finaline doğru üzerine bomba bağlanmış bir Iraklı çıkagelir. İntihar bombacısıyken vazgeçmiştir ve yardım istemektedir. Adamlarımız hemen olay yerine gelirler. Iraklı doğru düzgün Kelime-i Şehadet bile getirememektedir. Bu sahne ile anlatılmak istenilen bombacıların aslında bombaları kendine ve kendi halkının geleceğine koyduklarıdır. Aslında siz bombaları kendinize yerleştiriyorsunuz, biz de etkisiz kılıyoruz ama gün gelir bizim de etkisiz kılamayacağımız bombalar olabilir ve havaya uçarsınız, denilmek isteniyor.
İntihar bombacısının nedamet getirmesinin kurtuluşa götüren bir yanı yoktur. Bomba etkisiz hale kılınsa bile –adamın vazgeçebileceği olasılığı da düşünülmüş ve sımsıkı kilitlenmiştir- adamı intihar bombacısı kılığına sokanların işin peşini bırakmayacağı ve adamın her iki durumda da ölümden kurtulamayacağı çok açıktır.
Sanki New York’ta ağaçta kalan bir kediyi kurtarma operasyonu esnasında güvenlik tedbiri almaya çalışan acemi bir görevli edasıyla çevredeki meraklı ‘’hacı’’ları uzaklaştırmaya çalışan, kibar ve naif Albay Cambridge’e ne demeli. ”Hacıyı” adam yerine koyarsan, ona selam verirsen, elini sıkarsan, centilmence davranırsan, insan muamelesi yaparsan olacağı budur işte. Patlatıverirler bombayı ayağının dibinde ve parçanı bile bulamazlar. Çünkü onlar insan değildir. Filmin hemen her karesinde donuk bir ifadeyle bakan, umarsız, amaçsız, içinde sevginin kırıntısı bulunmayan, din, aile, insanlık, eş, kadın, sevgili, kahramanlık gibi duyguların uzağından bile geçmeyen bombacılardır.
Ekip binanın içerisinde ilerlerken, altı yanan ve içinde su kaynayan bir kap dururken altı yanmayan bir tencereye dokunarak sıcak olup olmadığını anlamaya çalışmak için ranger değil tek kelimeyle ‘’moron’’ olmak gerekir. İnanmayan baksın… Bir çocuğun bedenine bomba gizlenmesi bir trajedidir, insanlık ayıbıdır. Askerler evi bastığı sırada evde hala yanan sigara bulunması, çocuğun bedeninin tuzak olarak kullanılmak üzere hazırlandığı anlamına gelmektedir. Böyle bir olay yaşanmış mıdır yoksa propaganda maksatlı mı yazılmıştır merak ediyorum.
Özgün senaryo denilen şey özünde tipik Rambo hikâyesidir. Rambo fiziksel şiddet görür, James ise psikolojik sıkıntılar yaşar. Nasıl Vietnam Rambo filmleriyle kazanıldıysa Irak savaşı da The Hurt Locker ile ve işi şansa bırakmayacak şekilde kazanılmaya başlanmıştır. Her ikisi de cephede adam yerine konulurken cephe gerisinde sıradan biri haline geliverir. Ve her ikisi de cepheye geri dönmekten başka çıkar yol bulamaz çünkü savaşmak için eğitilmişlerdir. Filmde unutulmaması gereken en önemli konu James’in eğitildiği gerçeğidir. Cepheye gidip de savaşmayı seven bir psikopat değil ‘’eğitim’’ almış bir komandodur ve bu senaryonun ödül alması nasıl bir saçmalıktır, anlam veremiyorum.
En iyi film ve senaryo ödüllerini alan bir filmde, askerlerin korsan DVD satan Iraklılara dokunmadığı hatta teşvik ettikleri görülüyor. Dünya üzerinde etkin bir korsanla mücadele yöntemi belirlense ilk önce Hollywood karşı çıkacaktır diye düşünüyorum. Yoksa sinemadan uzak birçok insan bu propagandaları nasıl izleyecek ki?
Birleşmiş Milletler binası önüne bomba yüklü bir araç bırakıldığı ihbarı üzerine adamlarımız olay yerine gelir. Uzmanımız araca yaklaşırken, arabaya doğru ateş edilir ve araba alev almasından üzerine benzin döküldüğünü anlarız. Akaryakıt ve türevi yangınların CO2 yangın tüpleriyle söndürülmesi -hele bir tüp ile- çok zordur. En iyi söndürücü köpüktür ama kahramanımız bir tüp CO2 ile yanan bir arabayı söndürme başarısını gösteriyor. Helal olsun… Elinden her iş gelen bir asker olduğundan hiç şüphemiz kalmıyor.
James’in eve döndükten sonra bir markette mısır gevreği seçme sahnesi etkileyici ancak nasıl yorumlanması gerektiği konusunda şüphelerim var. Bu kadar militarist bir filmde, bu sahnenin ‘’benden bu kadar’’ diyen askerleri cepheye çekme arzusu içinde çekildiğini düşünüyorum. Siz askersiniz, sizin için bombayla uğraşmak markette alışveriş yapmaktan daha kolaydır diye bir ‘’gaz verme’’ hareketi yok mu sizce?
‘’Daha fazla bomba teknisyenlerine ihtiyaçları var.’’ sözüyle Sam Amca’nın ‘’Seni İstiyorum’’dan daha etkili olunuyor. Çünkü çağrıyı yapan kendilerinden birisi olunca daha samimi bir hava oluşuyor. James kendi toplumunda yaşayamamaktadır. Mantar ayıklamak, havuç doğramak, çatı oluğuna düşen yaprakları temizlemek, alışveriş yapmak hatta sevgilisi ve çocuğuyla vakit geçirmek ona göre değildir. Bir de Irak’ta yaşadıklarını umursamayan bir kadının yanında durmaktansa yerinin cephe olduğunu düşünür çünkü cephe James’in alıştığı bir yer olmuştur. Rambo da komutanına aynı şekilde hayıflanıyordu: ‘’Ben orada milyonluk araç kullanıyordum, beni adam yerine koyuyorlardı. Oysa burada kimse yüzüme bakmıyor.’’ Cephede daha özgürdür, istediği gibi yüksek sesle müzik dinler, içki içer –ölen askerlerin bazıları Amerika’da içki bile satın alamayacak bir yaştaydılar- kimse kendisine karışmaz… Düzenli bir hayatı ve aile sorumluluğunu üzerinde taşımaktan aciz ve hayatın kuralları ile baş edemeyen adamımız cepheye geri dönmeyi ister.
Nasıl ki her şartta bomba koyan insanlar varsa ve bu insanların arkalarında neleri bıraktığı sorgulanmaksızın hemen her yere, her köşe başına bomba yerleştirmeyi bir alışkanlık, bir yaşam tarzı haline getirmişse, James de o bombaları imha etmek zorunda hissetmektedir. Neden, nasıl ve kim için yaptığı, amaç, bombanın patlaması hatta patlama esnasında meydana gelebilecek hasar da önemli değildir. Önemli olan bombayı etkisiz hale getirmek ve ‘’erkekliğini’’ ispatlamaktır. Her etkisiz kıldığı bombadan bir parçayı saklaması da bundandır. İlkel avcılar da düşmanın bir parçasını –diş, kulak, burun, kafatası– saklar ve erkekliklerini pekiştirirlerdi.
‘’Mezolitik çağda gerçekleştirilen ilerlemeler paleolitik halkların kültürel birliğine son verip, uygarlıkların başlıca ayırt edici özelliği haline gelecek çeşitlilik ve farklılıkları başlatır. Paleolitik avcı toplumların kalıntıları sınır bölgelerine veya zor erişilen yerlere kaymaya başlar; çöl, büyük ormanlar, dağlar. Ama paleolitik toplumların bu uzaklaşma ve yalıtılma süreci, avcıya özgü tavrın ve tinselliğin yok olması anlamına gelmez. Geçim kaynağı olarak av, tarımcı toplumlarda da sürer. Tarım ekonomisine etkin bir biçimde katılmayı reddeden belli sayıda avcı köyü savunma işinde kullanılmış olabilir; önce yerleşik insanları hırpalayan ve ekili tarlalara zarar veren yabani hayvanlara karşı sürdürülen bu savunma, daha sonraları ürünleri çalan çetelere yönelmiş olabilir. İlk askeri örgütlenmeler de köyleri koruyan bu avcı-muhafız gruplarından çıkmış olabilir. Savaşçılar, fatihler ve askeri aristokrasiler paradigmatik avcı simgeselliğini ve ideolojisini sürdürürler. Bir ya da iki milyon yıl boyunca insanın (en azından erkeğin) varoluş biçimiyle iç içe geçmiş bir tavır kolay kolay yok olmaz’’ (M. Eliade)
James Cameron’un eleştiriye açık pek çok yönü olsa da ezilen ve sömürülen halkların yanında yer almasına nispet yaparcasına bütün ödüllerin Avatar‘ı eze eze The Hurt Locker’a ve askerlere gittiği Oscar tarihinin en şovenist gecesi olduğu düşüncesindeyim. Böylece John Wayne Alamo (1960) ile reklamların bir filme Oscar ödülü getireceğini, Elia Kazan On the Waterfront (1954) ile arkadaşlarını satmanın bir filme birçok Oscar ödülü getireceğini, Kathryn Bigelow ise The Hurt Locker (2008) ile militarizm güzellemesi yapmanın Oscar ödülünün ta kendisi demek olduğunu gösterdi, diyebiliriz.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarın öteki film eleştirileri için tıklayınız.