Türlerin Buluştuğu Coğrafya: Günah Şehri
14 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Frank Miller’in Sin City adlı çizgi roman serisinin bir uyarlaması olan Sin City (Günah Şehri) filmi, hem yaratıcısı olan Frank Miller hem de misafir yönetmen olarak Quentin Tarantino da dâhil olmak üzere Robert Rodriguez’in de için de bulunduğu bir yönetim ekibinin sinemasıdır. 2024 yılında gösterime girmiş filmin çizgi romanla olan yakın akrabalığı ve bizzat çizgi roman biçemiyle kurulması çizgi roman tarihine kısa bir değinmeyi zorunlu kılıyor.
Çizgi romanın ilk tarihsel örneği New York World‘de çıkan ve R.F. Outcult’a ait olan Hogan’s Alley olsa da türün altın çağı 1930’ların kültürel iklimiyle ortaya çıkmaktadır. 1938 yılında Action Comics hem Superman’i hem de türün temel kodlarını oluşturarak çizgi romanların doğumunu kutladı. İki göçmenin Kripton gezegeninden gelen göçmen bir kahraman yaratması dönemin her yerden göç alan Amerika’sıyla yakından ilintilidir. Superman de dâhil Kaptan Marvel, Batman, Kaptan Amerika gibi karakterler suça karşı çıkarak adaletin gerçekleşmesi için çalışırlar. 1938’den 1949’a kadar süren bu dönem çizgi romanın altın çağıdır ve İkinci Dünya Savaşının etkisi süper kahramanların ününü artırır. Savaş sonrası dönemde çizgi roman korku ve suçun daha yoğun olarak resmedildiği bir dönemdir ve savaşta kullanılan atom bombalarının varlığı nedeniyle atomik çağ olarak adlandırılır. Bu dönemde hem devletin çizgi romana karşı yasaları ve yasakları hem de yayıncıların çizgi roman yayınlarına dair mesleki kuralları ortaya çıkar. Çizgi roman tarihindeki dönemselleştirme bronz, gümüş ve modern dönemler olarak devam eder. Bu dönemselleştirme türün ticari ve karakteristik özelliklerini ortaya çıkardığı kadar türün politik-kültürel gelişmelerle bağını da vurgular. (A Brief History of the Comics, http://comics.ha.com/images/HoC.pdf)
Çizgi roman kahramanları ve öyküleri altın çağdan modern döneme kadar kendi alt türlerini yaratmıştır. Diğer taraftan kahramanlar ve öyküler yaşanan dönemin politik ve kültürel kodları tarafından biçimlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da yayımlanan çizgi romanların bazılarında Alman askerleriyle savaşan kahramanların olması gibi örnekler çizgi roman türünün tarihle bağını göstermektedir.
Filmin özgün metni olan Sin City, Frank Miller tarafından 1991–2000 yılları arasında yayımlanmıştır. Dark Horse Comics tarafından basılan çizgi roman Basin City adı verilen kurgusal bir şehirde yaşanan hikâyeleri anlatır. Basin City’nin takma ismi her bir hikâyede yer alan suç ve günahın bıraktığı izden gelmektedir. Bu kurmaca şehrin polisleri özel silahlar kullanabilen özel güvenlik güçlerinden oluşmaktadır. Çoğu hilekâr ve suça meyillidir. Şehirde suçları organize bir şekilde kendi lehine kullanan İrlanda kökenli Roark ailesinin egemenliği vardır. Roak ailesi egemenliğini kurmak için fahişeleri ve din adamlarını uzun süre kullanmıştır. Sin City’i daha yakından tanımak seriye ait üç öykünün bir arada kullanıldığı filmi çözümlemek için yol açıcı olacaktır.
Sin City’de Mekânlar
Kedie’s Club: Bu bir striptiz kulübüdür. Filmin ilk episodunda dedektif Hartigan (Bruce Willis) tarafından kurtarılan Nancy Callahan (Jessica Alba) ve üçüncü episodundaki Dwight’ın (Clive Owen) eski sevgilisi Shellie (Brittany Murphy) burada çalışıyor. Dwight ve Marv (Mickey Rourke) burada bira içip vakit geçiriyorlar. Marv burayı, “Benim gibi bütün kaybedenlerin takıldığı bar.” şeklinde tarif ediyor.
Eski Şehir: Goldie ve Wendy (Jamie King) adlı kız kardeşlerin de içinde olduğu, sex işçilerinin egemenliğindeki kentin bir bölümü. Polislerle yapılan anlaşma sonucu buraya polisler yalnızca alışveriş için gelebiliyor. Buradaki kadınlar şiddete yakın ve acımasız. Kendi kurallarını çiğneyenleri affetmiyorlar.
Roark aile çiftliği: Roark ailesinin çiftliğidir. Seri katil Kevin’in (Elijah Wood) yaşadığı evdir. Marv, Kevin’i burada kendi kurduna yedirerek öldürür.
Santa Yolanda Parkı: Dwight’ın Jackie Boy’u (Benicio Del Toro) takip etmek için gittiği yerdir. Dinozor heykellerinin bulunduğu eski bir eğlence parkıdır. Fakat kullanıma kapalı olduğu için pis işlerin mekânı hale gelmiştir.
The Projects: Yoksulların yaşadığı toplu konutlardır. Marv karakteri burada dünyaya geliyor. (http://en.wikipedia.org/wiki/Sin_City, 25 Aralık 2024)
Sin City’e Giriş
Sin City filmi serinin The Big Fat Kill, The Yellow Bastard, The Hard Goodbye bölümlerindeki hikâyelerden oluşmaktadır. Hikâyelere geçmeden önce küçük bir episod Sin City şehrine dair ipucu verir. Genç bir adam susturucu bir tabancayla ertesi gün alacağı çeki düşünerek soğukkanlı bir biçimde, dudaklarından öptüğü kadını öldürür. Ve ardından filmin başlangıç jeneriği girer. Filmin ilk hikâyesi kalp rahatsızlığı yüzünden erken emekli edilen Dedektif Hartigan’ı anlatır. O ortağının tüm uyarılarına rağmen son bir iş yapmak ister. Kentin nüfus sahibi senatörlerinden Roark’ın oğlu küçük bir kızı cinsel sapkınlığı nedeniyle kaçırmıştır ve ortağı da dâhil polis teşkilatı buna göz yumar. Fakat Hartigan kendi yaşamına karşı küçük kızı kurtarmayı seçer. “Yaşlı bir adam ölüyor ve küçük bir kızın yaşamı kurtuluyor. Olması gereken budur.” Yine de Hartigan’ın ölümü tahmin ettiğinden çok daha sonra olur. Hapse atılır ve kurtardığı kız da dâhil pek çok çocuğa yönelik şiddetten, tecavüzden yargılanarak toplumsal alanda onuru yok edilir. Uzun bir süre bu suçlamalara direnir ama bir zamanlar küçük kızı kurtarmak için yaraladığı Roark’ın oğlu, kızı yeniden öldüreceğini söyleyince suçlamaları kabul ederek hapisten çıkar ve kızı bulur. Kızı bir kez daha bu sefer gerçekten kendi ölümü pahasına kurtarır.
Sin City’nin ikinci hikâyesinde Marv adlı şartlı tahliyeyle dışarı çıkmış karakter anlatılmaktadır. Marv görünüşündeki çirkinlikten dolayı hiçbir kadının yanına yanaşmadığı biridir. Ve ilk defa Goldie adlı bir kadın tarafından kabul edilip hayatının en güzel gecesini geçirir. Uyandığında Goldie öldürülmüştür ve Marv onun katilini bulmaya yemin eder. Goldie’nin Roark ailesinin denetiminde olan papazlara fahişelik yaptığını ve aile tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Goldie, Roark ailesinin bir üyesi olan kardinal ve Roark çiftliğinde yaşayan Kevin’in fahişeleri yediğini fark etmiştir. Marv, Goldie’nin kız kardeşi Wendy’nin de yardımıyla Roark çiftliğin yok eder ve kardinal Roark’ı öldürür. Yakalandığında Roark çiftliğindeki bütün cinayetler üzerine yıkılır ve elektrikli sandalyede idama mahkûm edilir. Ölürken göz kapaklarının altında Goldie’nin hayali vardır.
Filmin son hikâyesi yine erkek karakterin bir kadın yoluyla fahişelerin egemenliğinde olan Eski Şehri kurtarma serüvenini anlatır. Dwight eski sevgilisi Shellie’yi yeni yüzüyle ziyarete gittiğinde Jackie Boy tarafından rahatsız edildiğine tanık olur. Jackie Boy’u uyardığında adamın Eski Şehre giderek fahişe kadınları rahatsız edeceğini anlar. Oraya vardıklarında kadınlardan biri Jackie Boy’u öldürür. Ölen adamın polis olması kadınlar ve polisler arasındaki ateşkesin bozulması anlamına gelir ve Dwight ve kadınlar egemenlik kurana kadar çatışma yaşanır.
Sin City ve Dekadan Karakterler
Matei Calinescu dekadan düşüncesinin bütün sonlu dinlerde var olduğunu söyler. Bu bakımdan adından da anlaşılacağı üzere Sin City filmi günahın yani dinsel olarak yasak olanın sıradanlaştığı bir yozlaşma zamanına ve yerine gönderme yapar. Küçük çocuklara tecavüze göz yumulduğu, rahiplerin fahişelerle birlikte olduğu, yamyamlığa varan psikopatolojinin dini figürler tarafından gerçekleştiği bir yerdir burası. Burası Sodom ve Gomore mitinin gerçekleştiği yerdir. Eski Ahit’e göre İsrail’de bulunan bu kentler günahlarından ötürü Tanrı tarafından cezalandırılarak yok edilmiştir.
Filmin karanlık atmosferi şehrin yozlaşmış halini perçinler. Sanki güneş şehri terk etmiş ve aydınlık güçler karanlık güçlere yenilmiş gibidir. Bu noktada filmin karakterlerini bu yozlaşma anında ortaya çıkan ve her şeye rağmen yine de kurtuluş ihtimalini ortaya koyan karakterler olarak da düşünebiliriz. Kendileri asla bir kurtuluştan bahsetmese de, kötü olanla savaşları iyi olana dair umudu besler.
Sin City filmindeki üç protogonistin temel özelliği dekadan durumdaki bir kentin içinde adaleti gerçekleştirme çabasını bir üsluba dönüştürmüş olmasıdır. Karakterler adaleti gerçekleştirirken kendi yıkımlarına da bilerek göz yumarlar. Hiçbir toplumsal yapı onları yollarından geri çeviremez. Onlar günahlarla dolu bir şehrin suça bulaşmış ama vicdanını korumayı başarmış anti kahramanlarıdır. Marv karakteri fiziksel olarak çirkindir. Psikotik ilaçlar kullanır. Ama “iyi kalpli serseri” olarak tanınır. Goldie’nin yakınlığına karşı duyduğu vefa nedeniyle yaptıkları Güzel ve Çirkin masalını anımsatır.
Frank Miller, Marv karakterini oluştururken film noir’dan ve Ortaçağ hikâyelerinin karakterlerinden etkilendiğini söyler. Onu “Trenchcoat giyen Conan” olarak tarif eder. (Robert Rodriguez Talks “Sin City” and Frank Miller By Rebecca Murray, About.com Guide, http://movies.about.com/od/sincity/a/sincityrr032505_5.htm)
Hartigan ve Dwight karakterleri de Marv gibi kahraman özelliklere sahip olmayan kahramanlardır. Hartigan kalbinden hastadır ve Marv gibi ilaç kullanmak zorundadır. Dwight’ın yüz ameliyatı geçirdiğini sevgilisi Shellie’den öğreniriz. Her üç karakterin fiziksel kusur, eksiklik ya da inorganik özelliklerinin olması onların anti kahramanlığını perçinler. Karakterlerdeki bu anti kahraman özellikler onları film noir kahramanlarına yaklaştırmaktadır. Karakterleri kadar film noir’ın limanları, barları, loş evleri Sin City’nin organik bir özelliğidir.
Tarantino, Sin City filmine yardımcı yönetmen olarak katılmıştır. Dwight ve Jackie Boy’un araba sahnesi yönetmenin kara mizah, şiddet ve aksiyonu bir arada kullanma eğilimini tekrar etmektedir. Kadınlar ve Dwight tarafından öldürülen Jackie Boy’un boynundan kesik kafasıyla Dwight’la konuşması iğrenç olanın görsel çekiciliğini kullanmaktadır. Boynunun yarısına kadar kesilmiş olan kafa dengesini sağlayamaz ve bir öne bir arkaya gidip gelir. Kafa, boyundan tamamen ayrıldığında bile konuşmaya devam eder. Şiddetle bu derece hemhal olma Tarantino filmlerinin karakteristik özelliklerinden biridir. Sin City filminin kurgusal yapısı, filme egemen olan şiddet, öç alma teması ve adaleti bireysel olarak sağlama teması Tarantino filmlerindeki diğer belirgin özelliklerden biridir. Tek bir günde birbirine teğet geçen hikâyelerin parçalı kurguyla ve gidiş gelişlerle anlatımı “Pulp Fiction” ve “Reservoir Dogs”da da kullanılmıştır. Bu sebeplerin etkisiyle filmin tamamını Tarantino’nun yönettiği bölümden farklı değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Filmin diğer yönetmeni Rodriguez de Tarantino’daki aksiyona dayalı “B” tipi filmler geleneğini sürdüren biridir. “Desperado”, “Gün Batımında Şafağa” (From Dusk Till Dawn) ve Tarantino’yla yönettiği “Dört Oda” (Four Rooms) bunlardan bazılarıdır. Ve Gün Batımından Şafağa filminde kullandığı vampir hikâyesi, Sin City’de insan yiyen ve doğaüstü güçlere sahip olan Kevin karakterinde yeniden ortaya çıkmaktadır.
Sin City filminde kültürel hafızalarımızda yer alan hikâyelerin kullanılması kitsch’e özgü bir yöntemdir. Geçmişten gelen bir hikâyenin yeniden ele alınması kitsch olması için yeterli bir neden değildir. Buradaki ayraç, hikâyelerin ticari olarak başarı getirebilecek bir formda ve kitle estetiği kullanılarak yapılıyor olmasıdır. Filmde yukarıda da anıldığı gibi Marv ve Goldie arasındaki öykü “Güzel ve Çirkin” masalını anımsatırken, eski şehri koruyan sex işçilerinin savaşçı halleri Amazonları hatırlatmaktadır. Ok ve yayları yerine modern ateşli silahlarla, bulundukları mekânı koruyan bu kadınların kıyafetlerinde dişilik ve savaşçı kimliklerini ortaya çıkaran vamp bir tarz vardır. Özellikle Miho karakterinde hem Amazonlara hem de Japon Ninjalarına özgü özellikler bir arada kullanılmıştır. Miho’nun Jackie Boy’a gamalı haç görünümündeki bir kesiciyle saldırması neo-faşist bir gösterge olarak kabul edilebilir. Bu noktada F. Miller’ın 2024 yılındaki Wall Street ayaklanmalarına kendi blogundan yaptığı ağır kınama yazısını hatırlatmakta fayda var. Barışçı eylemcileri bir grup işe yaramaz olarak görüp onlara askere gitmelerini tavsiye etmektedir. (http://frankmillerink.com) Diğer taraftan sex işçilerini günahlarını yok etmek için yiyen Kevin karakteri yamyam, vampir ve kurt adam hikâyelerinin karışımından yaratılmıştır. Bütün bu klasik ve antik döneme ait hikâyeler modern teknolojinin araçlarıyla kurulmuştur. Bütün bu kitschleştirmede mükemmel aksiyonun derinlikten yoksun yüzeysel ifadesi bulunmaktadır.
Sin City filmi çizgi romana ait bir öykünün sinema tekniğiyle uyarlanması değildir. Filmin tamamında çizgi romana ait çizgi efektleri kullanılmıştır. Filmde çizgi roman tekniğinin doğrudan kullanılmasıyla, çizgi romanın film noir etkisiyle yapılması iki türün birbirine duyduğu sempatiyi ortaya koymaktadır. Diğer taraftan çizgi roman serisinin başladığı yılların ABD 1. Körfez Savaşı’nın sonuna da denk gelmesi savaş ve film noir ile yitik kahramanlar imgesini sosyolojik olarak birbirine bağlar niteliktedir. ABD bu savaşla Irak’ı işgal etmiştir. Filmin çekildiği 2024 yılı ise ABD’nin 11 Eylül sonrasında Afganistan işgalinin ertesine denk gelmektedir. Savaş ve popüler kültür arasındaki doğrudan ilişki ve anti kahramanların her türlü şiddeti kullanarak adaleti yerine getirmesi, Ortadoğu’ya yapılan işgallere kültürel bir vicdan kılıfı yaratma çabası olarak okunabilir mi? Özellikle Hollywood sineması söz konusu olduğunda bu soru anlamlı görünmektedir. Filmin ikinci bölümü 2024 yılında gösterime girecek. Hem ABD’nin sosyopolitik halleri hem de yönetmenlerin politik ticari tavırlarının kesişim noktasının nasıl bir gösteriye dönüştüğüne izlemek mümkün olacak.
Ö. Nilay Erbalaban Gürbüz
nilayerbalaban@hotmail.com
Yazarın diğer incelemeleri için tıklayınız.
İstismar Sineması Sözlüğü
18 Nisan 2024 Yazan: Editör
Kategori: B Filmleri, Kült Filmler, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Uzun zamandır önceki yazım “Sinemada Çıplaklık: Nudies, Roughies, Mondo ve Porno”yu genişletmek ve tamamlamak istiyordum. Başlığa bakıp çok iddialı bir şey beklemeyin. Film tanıtımları yaparken kullanacağım terimlerden oluşmuş bir sözlük sadece. Mutlaka eksiklikler ve yanlışlıklar olacaktır. Affınıza sığınıyorum. Wherearethevelvets
Badass: Kurallara karşı gelen tehlikeli ve asabi kimseler için kullanılır. Aşağılayıcı bir sıfat değildir.
Bavarian porn: Adını Almanya’nın Bavarya bölgesinden alan, genelde Alp eteklerindeki köylerde geçen, komik bir lehçeyle konuşan askılı şortlu karikatürize erkeklerin, seksi kızların peşinde koştuğu, campy, komik seks ve soft porno filmleridir.
Blaxploitation: Zenci istismarı. 70′lerin başında özellikle Amerika’da başlayan bu ekolün hedef kitlesi fakir zenci izleyiciydi. Bu filmlerde başrol ve yan rolleri her zaman siyahi oyuncular üstlenir, beyazlar sadece kötü karakterleri canlandırırdı. Sinemada her zaman kahraman olan, asıl kızı kapan, zengin olan, vur patlasın çal oynasın gününü gün eden beyazlara cevap olarak tüm bu rol, zencilerin üzerine giydirilmiştir. Kaçınılmaz olarak erotizm içerir ve baştan çıkarıcı kadınlar, afro estetiğini taşırlar. Shaft, Sweet Sweetback’s Baadasssss Song, Blacula, Black Mama White Mama, Foxy Brown bu türe verilebilecek örneklerdir. Cosby ailesi, Jefferson ailesi gibi diziler de bu geleneğin yumuşatılmış şeklidir. İstismar sineması örnekleri veren Quentin Tarantino’nun Jackie Brown’u ve hatta siyahi rapçilerin videoklipleri (özellikle Snoop Dogg ve 50 Cent) siyah istismarına güzel örneklerdir.
Burlesque: Garip öğeler, striptease ve komedi içeren eski bir tiyatro geleneği. En ünlü mekanı Moulin Rouge’dur. Kökenleri çok eskiye dayanır, hatta Commedia dell’arte bile bu anlamda sayılabilir. Çoğu istismar filminde, sahnede önce dans eden bir kadının sonra bir canavar tarafından tacize uğraması gösterilir. Dansçı kızlar bir yandan elbiselerini çıkarır (strip) bir yandan da erkeklerle dalga geçerek onları tahrik ederdi (tease). Günümüzde burlesque’e verilecek en iyi örnek “Pussycat Dolls” ve “Dita Von Teese”dir. Film olarak “The Wizard of Gore” verilebilir.
Camp / Campy: 50′li yıllar Amerikan yaşam prototipinin rüküş bir biçimde sanat ürünlerine yansıtılmasıyla oluşan janr. Genelde eşcinsel referanslar içerir. Kabarık etekli, ev hanımı görünümünde, “canım, balkabağım, minik kuşum” gibi laflarla ve modası geçmiş jestlerle ortalıkta dolaşan bir transvesti mutlaka vardır. John Waters filmleri camp sinemasına iyi örneklerdir. Fakat istismar sineması olmayıp campy öğeler içeren filmler de çoktur.
Chambara filmleri: Japon samuray filmleri. 70′li yıllarda altın zamanını yaşayan bu türde kollar bacaklar koparılır, kafalar kabak gibi ikiye yarılırdı. En bildiğim örneği “Lone Wolf and Cub”. Tarantino’nun “Kill Bill”i de bu türe bir saygı duruşudur.
Drive-in Movie: Arabalı sinemalarda gösterilen filmler için kullanılır. Genelde ucuz filmler olduğundan Grindhouse ile eşanlamlı kullanılabilir.
Ero Guro Nansensu: Erotik garip amaçsız anlamına gelen bir Japon istismar terimi. Pink film de bu klasifikasyona dahil edilir. Erotik ama hiçbir ahlak kanunu içermeyen, belli bir çıkarım yapılmayacak kadar anlamsız, estetik kaygıdan uzak eylemler içerir. Sanatın her dalına uygulanabilir. Dışkılama, idrar yapma, organların vücuttan kesilerek ayrılması, fiziksel işkence detaylarıyla beslenir. Blind Beast, Strange Circus, Horrors of Malformed Men, Za ginipiggu (Guiena Pig) serisi…
Euro chic: Avrupa yapımı, anlatım sanatlarından da yararlanan porno filmler. Komedi içerebilirler. Konulu ve kaliteli porno da denebilir.
Eurotica: Avrupa erotik sineması için kullanılır ve genelde 70′li ve 80′li yılları içerir. Diğer erotik sinemalardan farkı, anlatım tekniği ve sanat kaygısıdır. Jess Franco, Jean Rollin bu türde güzel örnekler vermiştir.
Eurotrash: Avrupa kaynaklı ucuz sanat ürünleri için kullanılır. 80′li yılların disko şarkıları da bu sınıftadır.
Exploitation: Basitçe istismar demek. Bir filmin bu türe girebilmesi için, istismar edilecek bir olgu içermesi gerekir. Eh, bu olgu her şey olabileceğinden, istismar sinemasının sınırları düşünüldüğünden daha geniştir. En çok istismar unsuru olanlar “korku” ve “tutkular”dır.
Foxy: Tehlikeli (siyahi) kadın. Aynı zamanda baştan çıkarıcıdır. Seksidir, kolaylıkla soyunur.
Fumetti neri: Bir kötünün, suçlunun ya da yasadışı adamın başkarakter olduğu İtalyan kaynaklı ucuz romanlar. Diabolik, Killink, Kriminal veya Satanik adındaki adam yarı çıplak kadınları acımadan öldürür.
Gore veya Splatter: Kan ve diğer vücut salgılarının etrafa saçıldığı, şiddet istismarı ve korku filmleri. Herschell Gordon Lewis, Gore’un babası sayılır. Dario Argento’nun bazı filmleri, Evil Dead, Buio Omega…
Grindhouse: Eskiden burlesk gösterilerin yapıldığı, dans eden ve striptease yapan kızların bilet alınarak izlenebildiği tiyatrolar. Daha sonra istismar filmlerinin gösterildiği yerler olmuştur. Bizdeki karşılığı “İki film birden” sinema salonlarıdır. Tek biletle iki film izlenebilen bu yerler, açık veya otomobilli sinemaları da kapsayabilir. Tarantino’nun yapımına da adını vermiştir.
Hentai: Pornografik Japon çizgi filmi (Anime). La Blue Girl, Bible Black…
İl sexy: İtalya kaynaklı, gece klüplerini dolaşan ve buradaki erotik gösterileri sunan Mondo’lara verilen ad.
Mama: Seksi ve olgun hatun. Bir tür MILF.
Man: Beyaz adam.
Mondo: Yalancı belgeseller. Amaç şok edici görüntüler sunmak ve çıplak göğüs göstermektir. Mondo Cane, Nudo e Crudelle, Savage Africa, Shocking Asia, Faces of Death, Mondo Bizarro…
Mondo Macabre: Amerika ve genel olarak Avrupa sineması dışındaki ülkelerde yapılan, çoğu ucuz, fantastik veya korku filmleri, istismar sinema örnekleri için kullanılır. “Dünyayı Kurtaran Adam” bir mondo macabre’dir.
Nazi exploitation: SS istismar filmi de denir. Nazi kamplarında zavallı insanlara yapılan deneyler ve işkenceler ana temadır. Kurbanlar genelde çırılçıplaktır. İlsa She Wolf of the SS, Salon Kitty, Elsa Fräulein SS, La Bestia in Calore…
Nunsploitation: Rahibe istismarı filmleri. Genelde manastırda geçer. Lezbiyen ve sado mazo detaylar içerir. The Sinful Nuns of Saint Valentine, İnterno di un Convento… Pasolini’nin İl Decameron’unun bazı epizodları da bu türe girer. Ken Russell’ın “The Devils” adlı din eleştirisi yapıtı, bu formdan izler taşır. Keza Abel Ferrara’nın “Bad Lieutenant”ı…
Penny Dreadful: 19. yy’da İngiltere’de sokakta, oğlanlar tarafından satılan, her bir bölümü 1 penny olan, şok edici ve melodramik seri öyküler içeren cep kitapları. Bir tür Pulp Fiction diyebiliriz. Fransa’daki karşılığı “Romans de gare”, Almanya’daki karşılığı “Groschenroman” veya “Heftroman”dır. Dime novel da denir. İçeriği ve ucuzluğu nedeniyle istismar kültürü ürünü olarak kabul edilirler.
Peplums (Sword and Sandal): İtalya kaynaklı, Eski Yunan-Roma dönem filmleri. Tunik giyen sandaletli kahraman, kılıcıyla fantastik maceralara atılır. Spagetti westernlerle aynı soluğu taşır. Spagetti westernler de İtalyan istismar sineması ürünleridir. Örnek Mario Bava’dan “Hercules vs. the Vampires.”
Pimp: Pezevenk. Genelde siyahi muhabbet tellalları için kullanılır. Siyah istismar sinemasında başkarakter genellikle fahişeler arasındadır. Onlarla yattığı gibi pazarlayabilir de.
Pink film: Her türlü sapıklığı içinde barındırabilen, ama genelde direkt cinsel birleşme içermeyen erotik Japon filmleri. Şok görüntüler de içerebilir. The Woman With Red Hair, Spring of Ecstasy, İchijo’s Wet Lust, Love Hotel, Angel Guts: Red Rope-Until I Expire…
Propaganda filmi: Siyasal istismar filmleridir. Bir siyasi düşünceyi topluma kabul ettirmek ve güzel göstermek için yapılan sinema eserleridir. Genelde sosyalist yönetimlerin sorumlu olduğu, ari ırkın tüm güzelliğini yansıtan, yarı çıplak atletik gençlerin gösterildiği filmler, en tanınanlarıdır. “Kurtlar Vadisi” dizisi de modern zaman propaganda filmlerine güzel bir örnektir.
Sexploitation: Cinsel istismar filmleri, pornografik amaçlı yapılan filmlerdir. Genelde softturlar ve diğer erotik sinema ürünlerine göre, seks sahneleri daha ön planda tutulmuştur çünkü asıl mesele budur. Cinsel içerikli sahneler konuyla alakalı olmak zorunda değildir. Emanuelle serisi, The Story of O, Gwendoline… “Caligula” filmi, normalde bu türde rastlanmayan usta oyuncuları ve pahalı organizasyonuyla eşsiz bir sexploitationdur. Catherine Breillat da burada sözü edilmesi gereken bir yönetmendir.
Shocksploitation (Şok filmleri): Normalde görmek istemeyeceğimiz, asap bozucu objeleri burnumuza sokarak gösteren filmlerdir. Tabu konular ve ağır şiddet gösterileri söz konusudur. Son dönem korku filmleri aslında şok filmleridir. Bazı mondolar, Japon ero guro nansensuları, “Nekromantik”, “Salo: Sodom’un 120 günü” “Baise-moi”, “I Spit on your Grave”, “Haute Tension”, “Inside”, “Hostel”, “Pink Flamingos”, “İrréversible”…
Slasher: Gençlerin teker teker doğrandığı filmler. The Texas Chain Saw Massacre, Halloween, Friday the 13th, A Nigthmare on Elm Street, Scream…
Snuff: İçerisinde gerçek cinayet içeren filmlerdir. Kaynak olarak Güney Amerika’da hayatın ucuz olduğu bölgeler işaret edilse de gerçek bir snuff film bulmak imkansızdır. Bir tür şehir efsanesi olarak da değerlendirilebilir. Bir filme snuff diyebilmek için kurbanın mutlaka bu film için öldürülmesi gerekir. Gerçek ölülerin gösterildiği ama bizzat öldürülmediği filmler ya Mondo’dur ya da Shocksploitation sınıflandırmasına girer. Bu filmlerin yapılabilmesi için yapımcıların kokain çektikleri düşünüldüğünden adı Snuff’tır. İlk snuff film parçasının “Emanuelle in America”da kullanıldığı söylenir. Snuff filmi baz alan diğer yapımlar içinde “Videodrome” ve “Tesis” sayılabilir. Cannibal Holocaust, uzun süre snuff sayılmış fakat filmde gerçekten öldürülenlerin zavallı hayvanlar olduğu anlaşılmıştır.
Tecavüz-İntikam filmleri: Bu türde önce sexploitation öğeleri sonra da şiddet istismarı kullanılır. Genelde savunmasız bir kadın tecavüze uğrar veya şiddete maruz kalır. Sonuçta intikamını kişisel olarak almaya karar verir ve bir savaşçıya dönüşür. En ünlü örneği “I Spit on Your Grave”dir. Craven’dan “Last House on the Left” de sayılabilir. Daha yeni olarak, John Boorman yönetimindeki “Deliverance” (ki burada kurban erkektir), Abel Ferrara’dan “Ms.45”, Carlos Saura filmi “Dispara!” ve Jodie Foster’lı, Neil Jordan yönetimindeki “The Brave One” verilebilir. Bu janrın ana akım sinema ürünlerine dahi sindiğine dikkat çekmek istiyorum.
Trash (Z movie): Çöp filmler. Genelde belli bir yapımcısı, oyuncusu, hatta konusu olmayabilir. Efektler çok çok ucuzdur. Muhtemelen kısa bir sürede, amatör kişilerce kotarılmıştır. Bu filmler genellikle sinema aşıkları tarafından sonradan keşfedilen filmlerdir. Son dönemlerde bu kriterlere tam olarak uymasa da amatör ruhu taşıdığı için trash damgası yiyen filmler vardır. Verilebilecek en iyi örnek “Plan 9 from Outer Space”dir. Yenilerden “Acne” ve “The Lost Skeleton of Cadavra” örnek verilebilir.
Vixen: Dişi tilki. Foxy ile aynı anlamda kullanılır.
White Coater: Beyaz önlüklü demek. Yani cinsel istismar filmini, tıbbi kaygılarla sunuyormuş gibi çekilen erotik filmlerdir. Genelde beyaz önlüklü bir doktor çırılçıplak soyduğu bir kadına cinsel eğitim verir. 70′li yıllarda Amerika’da ünlü olan bu tür, Kuzey Avrupa erotik sinemasından esinlenerek ortaya çıkmıştır.
Women in Prison: Hapsedilen kadınların gösterildiği, lezbiyenlik, sado-mazo, Mondo, blaxploitation veya intikam temalarını içerebilen oldukça ekonomik filmlerdir. İsimleri içinde genelde “Cage” veya “Chained” kelimeleri geçer. Örnekler: Chained Heat, Caged Heat, The Big Doll House, Sadomania, The Big Bird Cage, Caged Hearts, Escape From Hell…
Yaoi: Erkekler arasındaki aşkı konu edinen Japon çizgi filmi (anime) veya romanı (manga). Pornografik öğeler de taşıyabilir. Japon kültüründe erkek eşcinselliği göndermeleri çoktur. Kız görünümlü erkek savaşçıların bu özellikleri olumsuz olarak görülmez ve yansıtılmaz. Örnekler: Loveless, Alone in My King’s Harem, Boy’s Next Door…
Yazan: Wherearethevelvets
Yaklaşan Zırvalık: Oscar Töreni
2 Şubat 2024 Yazan: Editör
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Dünyada katliamlar ve eğlenceler eşzamanlı yaşanıyor ve Oscar zırvalığı da her zamanki saçmalığıyla yine bu ülkenin sanat gündemini (sahi, var mı böyle bir gündem?) aynıyla işgal ediyor. İşgal çift uçlu bir logos: Ülkeler işgal ediliyor, sanat vizyonları işgal ediliyor. Kuşkusuz, Oscar Seremonisi ve temsil ettiği bütün kavramlar; bir büyük sinema sanayisinin -Hollywood’un- sektörel alışkanlıklarını, yaşam şeklini, ideolojisini dünya ölçeğinde genişletme stratejisi olarak değerlendirilmelidir. Peki, Hollywood bunda başarılı olabilmiş midir? Çok değil, salt iki açıdan bakıldığında bile bunun yanıtı kolayca verilebilir: Bu seremoniyi izlemek için sabaha değin uykusuz kalan, canla başla çalışan medya çalışanlarının mevcudiyetini görmek bu iki açının birinci ucudur. Dünya televizyonları “kırmızı halı”nın kenarına dizilerek seremoniye dünya savaşlarından daha çok ilgi göstermektedirler. İkinci ucu çok daha vahim, çok daha gölgeleyicidir. Öteden beri birçok ödülün önünde Oscar sözcüğü “tamlama” oluşturmaya başlamıştır: “Kanada’nın Oscar’ı Genie Ödülleri” gibi… Sunum bu biçimde yapılmaktadır. Bu yaklaşımın bu topraklara değin sızdığını söylemeye bile gerek yok. Şimdi:
Aşağıdaki yazıyı eski bloglarımda yayımlamıştım aslında. Yeni bir yazı yazmamamın nedeni ise üşengeçlik değil elbet; zırvalığın bütün klişesiyle devam ediyor oluşudur. Yine de kimi eklemeler yaptığımı da imleyeyim.
Her daim olduğu üzere, şaşaalı Hollywood yıldızlarının hangi markayı giyip hangilerini giymediklerini uzman (!) zat-ı muhteremlere soracak olan yetkin (!) TV çalışanlarına şimdiden selam yolluyor (kültür politikası olmayan bir ülkede bunların tartışılması normal zaten), eşe dosta bol Akademi Ödüllü filmleri tavsiye ediyor (tadından yenmiyor yahu bu filmler), kimin kazanıp kimin kazanmayacağı üzerine yararlı (!) sohbetlere dalan sinemaseverlere de isabetli tahminler diliyorum. Yaşasın Oscar Ödülleri! (Hakan Bilge)
Görkemine, alımına ve de çalımına 2. Dünya Savaşı’nın dahi gölge düşüremediği Oscar törenleri 1928’den bu yana aralıksız düzenlenmeye devam ediyor. Objektiflere her daim gülümseyen oyuncuları, adaylık kazandıklarında koltukları kabaran yönetmenleri vb. izleyeceğiz yeniden, ihtimal yine sabaha karşı. Müjde! 2009 Oscar adayları açıklandı. Irak’ta ve Gazze’de bombalar patlayadursun…
Şaşaalı bir tören hakkında oldukça sert bir giriş yazısı ile başlamamın nedenini birazdan daha iyi anlayacaksınız.
Nicedir Oscar ödülleriyle ilgili yapılan tartışmalar aşağı yukarı şu sorunlar ve tanımlamalar üzerine dayandırılıyor:
Muhafazakâr bir jüri topluluğu
Deneysel ve underground filmlerin dışlanması
Dünyayı anlamaktan uzak filmlere ödüllerin verilmesi
Politik yönü ağır basan filmlerin görmezlikten gelinmesi
Bilimkurgu ve komedi filmlerinin adaylık bile alamaması
Bugün dâhi sıfatını kazanmış yönetmenlerin defalarca aday gösterilmelerine karşın (Burada, En İyi Yönetmen kategorisini kastediyorum. Bazılarının Şeref Oscarı’na değer görülmesi ise ağızlarına çalına bir parmak baldan ibaret denebilir, herhalde.) ödüle değer görülmemeleri de sıklıkla dile getirilen bir olgu olarak karşımızda yer alıyor. Kim bu yönetmenler? Birkısmını arz edeyim:
Charlie Chaplin (David W. Griffith, Sergei Eisenstein ve Erich von Stroheim ile birlikte sessiz sinemanın kurucu ismi; Buster Keaton ve Harold Lloyd ile birlikte komedi sinemasının belkemiği. Keaton’a ayrı bir çerçeve açmama lüzum var mı?)
Alfred Hitchcock (Thriller janrının usta ismi; etki alanı çok geniş bir auteur.)
Howard Hawks (Komediden gangster filmlerine, polisiyeden western janrına değin uzanan geniş bir yelpazade ürün veren bir isim.)
Orson Welles (Sinema birçok teknik kazanımı ona borçlu.)
Stanley Kubrick (Hemen her filmi başyapıt düzeyindeki ketum adam.)
Robert Altman (İletişimsizliğin sinemasını yapan “bağımsız yönetmen.”)
John Cassavetes (“Bağımsız sinema”nın isim babası, yetenekli bir oyuncuydu da.)
Arthur Penn (“Yeni Amerikan Sineması”nın kıymeti bilinmeyen yönetmeni.)
Sidney Lumet (Amerikan değerlerini eleştiren müthiş yetenekli bir adam.)
David Cronenberg (Marjinal filmleriyle kategori dışı bir yaratıcı.)
David Lynch (Hemen her filmi kült statüsü kazanan auteur sinemacı.)
……….
Evet, hatırı sayılır yönetmenlerden bazıları… Ve durum hiç de iç acıcı değil.
Yanı sıra nice kaliteli filmin -ki bugün çoğu klasik olarak addediliyor- En İyi Film ödülüne layık görülmemesi de enikonu gündeme getirilen bir hadise. (Buna Godard gibi “Oscar kazası” mı demeli, muhafazakârlık mı demeli, bilemiyorum.)
Zaman içinde bir yolculuk yapalım:
Yıl:1941
En İyi Film Ödülü: (How Green Was My Valley) Vadim O Kadar Yeşildi Ki
En İyi Yönetmen Ödülü: John Ford (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: Citizen Kane (Yurttaş Kane)
Ödülü hak eden yönetmen: Orson Welles (adı geçen filmin yönetmeni)
Yorum: Vadim O Kadar Yeşildi Ki kötü bir film mi? Elbette hayır; fakat Yurttaş Kane gibi sinemayı değiştiren, etki gücü yüksek bir film asla değil.
Meraklısına: John Ford En İyi Yönetmen ödülünü tam dört kez kazanmış tek yönetmen… Bu rekorun kırılacağını sanmıyorum.
Yıl: 1971
En İyi Film Ödülü: The French Connection (Kanunun Gücü)
En İyi Yönetmen Ödülü: William Friedkin (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: A Clockwork Orange (Otomatik Portakal)
Ödülü hak eden yönetmen: Stanley Kubrick (adı geçen filmin yönetmeni)
Yorum:Zararsız ve suya sabuna pek fazla dokunmayan bir filmdir Kanunun Gücü. Kötü film değildir, üstelik temposu hiç düşmeyen bir gerilimdir; fakat Otomatik Portakal’ın dünyayı kavrama potansiyelinden bir hayli uzak bir filmdir.
Yıl: 1976
En İyi Film Ödülü: Rocky
En İyi Yönetmen Ödülü: John Avildsen (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: Taxi Driver (Taksi Şoförü)
Ödülü hak eden yönetmen: Martin Scorsese (adı geçen filmin yönetmeni; fakat bu kategoride aday gösterilmemişti.)
Yorum: Bir B-filminin birkaç dalda Oscar kazanması hayret verici; fakat geleneksel bir “yükseliş” öyküsünü içerdiğinden Hollywood’da rastlanmayan bir durum da değil.
Meraklısına: Taksi Şoförü, o yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandı.
O yıl En İyi Yönetmen kategorisinde yarışan adaylar arasında Ingmar Bergman ve Sidney Lumet de vardı.
Sorarlar adama: Bundan elli yıl sonra John Avildsen’i ve Rocky’yi kaç kişi anımsayacak?
Yıl: 1979
En İyi Film Ödülü: Kramer vs. Kramer (Kramer Kramer’e Karşı)
En İyi Yönetmen Ödülü: Robert Benton (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: Apocalypse Now (Kıyamet)
Ödülü hak eden yönetmen: Francis Ford Coppola (adı geçen filmin yönetmeni)
Yorumsuz!
Yıl: 1980
En İyi Film Ödülü: Ordinary People (Sıradan İnsanlar)
En İyi Yönetmen Ödülü: Robert Redford (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: Raging Bull (Kızgın Boğa)
Ödülü hak eden yönetmen: Martin Scorsese (adı geçen filmin yönetmeni)
Yorumsuz!
Yıl: 1994
En İyi Film Ödülü: Forrest Gump
En İyi Yönetmen Ödülü: Robert Zemeckis (adı geçen filmin yönetmeni)
Ödülü hak eden film: Pulp Fiction (Ucuz Roman)
Ödülü hak eden yönetmen: Quentin Tarantino (adı geçen filmin yönetmeni)
Yorum: Forrest Gump da iyi bir filmdir, üstelik Tom Hanks’in performansı da hayranlık uyandırıcıdır. Fakat bütün bunlar bile Ucuz Roman’ın sinemasal kodlarını sarsmaya yetmez, asla yetmez.
Meraklısına: Ucuz Roman o yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kucakladı.
……….
Evet, bu şaşırtıcı görünümün doğasında hangi nedenlerin varolduğunu ve niçin sıradışı filmlerin ödül alamadığını tartışmak gerektiğinin altını ısrarla çizmek istiyorum. Yorum sizin…
……….
Not 1: Senarist ve Oyuncu kategorilerinde ve başka dallarda da özellikle siyahi oyuncuların hakkının yendiği ve bile isteye bir ırkçılık örneği sergilendiği bilinen bir gerçek. Bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nde son yıllarda kimi değişimlerin yaşandığını gözlemlemek olasıdır. Barak Obama’nın da Başkan olmasının ardından bu durumun değişeceğini ummak ise fazla iyimserlik olur kanısındayım.
Not 2: Oscar kazanamayanlara kadın oyunculardan Greta Garbo, Marlene Dietrich, Ava Gardner ve Rita Hayworth’ı; erkek oyunculardan Peter O’Toole, Edward G. Robinson ve Cary Grant’i; yönetmenlerden de Douglas Sirk, Josef von Strenberg, Brian de Palma ve sektöre sokulamayan kategori dışı Jim Jarmusch’u da eklediğimizde Oscar Amca’nın marifetleri daha iyi anlaşılacaktır.
Not 3: Son olarak, bir oyuncu ya da bir yönetmenin Oscar kazanıp kazanmaması bir gösterge midir? Şaka mı yapıyorsunuz?
hakanbilge@sanatlog.com
Bu yazım, kısmi değişikliklerle Kuyu Dergisi’nin 4. sayısında (Mart-Nisan 2024) ve ayrıca şurada yayımlanmıştır.