Bir Portre: Marcel Proust
28 Kasım 2024 Yazan: Editör
Kategori: Biyografi, Edebiyat, Roman, Ustalara Saygı
Fransız yazan (Paris,1871 - Paris,1922)
Babası hekim olan ve zengin bir burjuva ailesinden gelen Marcel Proust, aşırı duyarlığına ve yaşamının sonuna kadar çekeceği astım krizlerine rağmen, kendisine gösterilen sevgi ve özen içinde mutlu bir çocukluk geçirdi. 1886’da Condorcet Lisesi’ne girdi
Sorbonne’da Bergson’un derslerini izledi. Zamanını, Combray, Normandiya plajları ve sosyete davetleri arasında geçiriyordu. Rahat bir yaşamı vardı ve dış görünüşü bakımından havai olan bu yaşam aslında acılarla, sıkıntılarla doluydu. Sonsuz bir çözümleme ve deneyimden başka şey olmayan yaşantısında “aylaklık çağı”nın damgasını taşıyan bu dönemde ilk edebiyat eleştirisi olan les Plaisirs et les jours (Zevkler ve Günler, 1896) ile 1952’de basılan ve tamamlanmamış olan bir romanın, yani Jean Santeuil’ün büyük bir bölümünü yazdı. 1900’de Venedik’e gitti ve estetik sorunlarıyla ilgilendi. Bible d’Amiens’i (Amiens İncili, 1904) ve derinlemesine etkisinde kaldığı John Ruskin’in Sesame and Lilies (Susam ve Zambaklar, 1906) adlı kitabını fransızcaya çevirdi.
Annesinin 26 Eylül 1905’te ölümü Proust’u sarsmıştı. Bu tarihten sonra, haftalık yüzünden daha da güçsüzleşti ve Paris’teki dairesine çekilerek büyük yapıtı A la recherche du temps perdu’nün (Geçmiş Zamanın Peşinde) yazılması sonucunu verecek olan çalışmaya bütün yaşamını adadı. Artık, korkunç bir çalışma ile hastalık içiçe geçiyordu ve Proust 1911’de şöyle yazıyordu: “Kitaplar da, tıpkı artezyen fışkırmaları gibi ancak, döküldükleri yüksekliğe kadar çıkabilirler. Ve tıpkı benim gibi, edebiyatın, yaşamın en son anlatımı olduğuna inananlar, eğer hastalık bu kitabı yazmanıza yardımcı olmuşsa, bu esin dolu yardımcıyı öfkelenmeden karşılamanız gerektiğini düşüneceklerdir.” Birinci cilt Swann’ların Semtinden (Du cote de chez Swann) yazarın parasıyla 1913’te yayımlandı ve ilgi görmedi. Ama 1918’de, ikinci cilt olan A l’ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) Proust’a büyük ün kazandırdı ve bir yıl sonra Goncourt Akademisi ödülünü kazandı. Proust’u insanlar arasına karışmaktan alıkoyan hastalık, onu yalnızlık içinde tutuyordu. Az zaman kalmıştı artık. Proust, yaşamının son yıllarında ve aylarında olağanüstü bir çalışmaya girişti: 1920’de le Cote de Guermantes (Guermantes’ların Semti), 1922’de Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra) yayımlandı. Titizlikle hazırlayıp bıraktığı son ciltler ölümünden sonra basıldı: la Prisonniere (Tutsak Kadın, 1923), ilk başlığı Albertine disparue (Kayıp Albertine) olan la Fugitive (Kaçak, 1925) ve le Temps retrouvâ (Kavuşulan Zaman,1927). Böylece, “anının uçsuz bucaksız anıtım” oluşturan yedi cilt yayımlanmıştı.
YAZARLIĞI
Dış görünüş bakımından Proust, züppeliğini ve yalınkatlığını betimlediği yozlaşmış bir toplumun öykücüsüdür. Ama veriminin önemi bir başka yerden gelmektedir. “Bir uzay geometrisinin olduğu gibi, bir düzlem ruhbiliminin hesaplarının doğruluğunu yitirdiği bir zaman ruhbilimi de vardır.” Gerçekten de, Proust’un verimi, ruh-bilimsel nitelik taşıyan derin bir yaşantıdan doğmuştur. Benliğinde, birçok ve ayrışık “ben”lerin art arda ortaya çıktığını gördüğü için, boğuntunun egemenliğindeki insan, gizlenmiş durumdaki saplantılı ölüm düşüncesini ve ölümün, kendi varlığında gün gün ilerlediğini fark etmektedir. Ama aynı insan, bir kendinden geçmeye benzeyen ve bu boğuntuyu ortadan kaldıran ayrıcalıklı durumlar yaşamış olmaktan da geri kalmıyordu.
Çözümleme ve gözlemleme sonunda Proust, bu ayrıcalıklı anların sırrını çözecekti. Bilinçli düşünmenin aralarında bir bağ kuramadığı ve farklı çağlarla “ben”lerin allak bullak edici bir anlamıyla yüklü gerçekliklerin biçim değişiminden başka şey olmayan bu anlar, bilinçdışı bir hatırlamanın mucizesiyle ansızın birbirine yaklaşıyordu. Proust, yapıtının ünlü sayfalarında (çaya banılan çörek, kırda görülen üç ağaç, Martinville çan kuleleri, Guermante’ların avlusundaki zemin taşları) işte bu ayrıcalıklı durumları betimlemişti. Proust, geçmiş, kaybolmuş zamanı aramaya, işte bu “yoğun gerçeklik” duyumunu yeniden bulmak için çıktı.
Böyle davranırken, yakalanmaz bi geçmişi ele geçirmekten çok, içsel bi doğruluğun (hakikatin) adım adım ilerleyen araştırılmasına yöneliyordu. Bu doğruluk, bellekte oluşan bir doğruluktu (“Gerçek cennetler, kaybedilmiş cennetlerdir”). Proust’un yolculuğu gerçekten de yeni bir Odysseia’ dır; barlar âleminin, sevilen kişilerin maddesel nesnelerin karmakarışık bir biçimde yaydıkları ve bilincin saptadığı işaretleri irdeleyen ve anlamlarını çözmeye çalışan bir ruhun Odysseia’ sıdır.
Bu işaretleri yorumlamak, anlamlarını, yasalarını ve daha doğrusu özlerini ortaya çıkarmak sanatın ve sanatçının görevidir. “Böylece, dünyanın yayımladığı karışık sözleri çözen simgeci yazarların amaçlarını” (Marcel Raymond) benimseyen Proust’un veriminin derin anlamı da belki buradadır.
A la recherche du temps perdu’ye özel havasını kazandıran “ben”, yani anlatıcı, bütün görümleri öz deneyiminin alanıyla sınırlayarak yapıta merkez bilinci olarak ortaya çıkar. Böylece, anlatıcının adım adım bulduğu görünümlerin, tutkulann, insanların ve toplumların, romanın “dokusu”nu oluşturmaktan çok, dehası “yansıtılan olayların ve gerçeklerin içkin niteliğinde değil, yansıtma gücünde” kendini gösteren eşsiz duyarlıklı ve zekâlı bir insanın bu varlıklara çevrilmiş bakışının, romana dokusunu oluşturduğu söylenebilir. Bundan ötürü, Proust’un özgün görümü örneksemeli edebiyat eğretilemesine dayanır. “Gerçek, yazar, farklı iki nesneyi ele alıp, bunlar arasında bilim dünyasındaki biricik nedensellik bağıntısına benzeyen sanat dünyası bağıntısını ortaya koyduğu ve bu nesneleri güzel bir üslubun gerekli örgüsüyle sarmaladığı zaman başlar ancak.”
A la recherche du temps perdu’yu oluşturan alışılmamış ve yeni dil, işte buradan kaynaklanmaktadır (“Son cildin son bölümü, ilk cildin ilk bölümünün hemen ardından yazılmıştı ve bu ikisi arasındakilerin hepsi daha sonra yazıldı”). Bu dilin dolambaçlı sözdizimi ve üst üste yığılan eğretilemeleri, bilincin içeriğinin edebi başkalaşımına sürekli olarak yönelen çabayı yansıtır (taklit eder); bu doğruluğun bulunmasına açık olan imgelerle ve sözcüklerle donatılmış bu ağ, yapıtın yapısını oluşturan dilin yakalanmasını sağlar.
GH; 9.Cilt, s: 3347-3348
Can Lafcı’dan “Kafası Güzel” Bir İlk Roman: “Karanfiller Ölürken”
Can Lafcı’nın “Karanfiller Ölürken” isimli debut romanı Phoenix’den yayımlandı…
Metinden alıntılar:
“Kendime bile anlatmıyorum Zakir Amca neyini anlatayım”
“Rakı var masada korkma anlat”
Rakıya güvenip kendisine bile anlatamadığı şeyleri anlatmaya başladı.
Hayatı, zarar görmeden atlatamayacağını bildiği bir trafik kazası gibi gören, kararsızlığının ve başına henüz gelmemiş aşk acılarının bezginliğini bile okuyucunun sırtına yükleyen, hayata karşı şiddet kullanmayan pasifist bir kahramanla çıkılan tren yolculuğu kadar melankolik bir ilk roman.
Atları, sahiplenemediği kadınları ve kendine has mizah anlayışıyla alkol oranı oldukça yüksek, erotizm soslu, fırında enginar kadar leziz…
“Aslında yaşanması gereken değil, yaşanmaması gerekene aşk denmeli. Her şey mantıklı ve yerli yerindeyken yaşanan ilişkiden aşk nasıl çıksın ki? Çile yok, ezilme yok, eziyet yok. Aşk buna denemez.”
SanatLog Haber