Ko to tamo peva / Who Sings Over There (1980, Slobodan Sijan)
24 Ağustos 2024 Yazan: Editör
Kategori: Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Oyuncular: Pavle Vujisic, Aleksandar Bercek, Dragan Nikolic, Danilo Stojkovic, Neda Arneric, Milivoje Tomic, Tasko Nacic
Rotamızı uzak doğudan, balkanlara çeviriyoruz. Ancak nereye gidersek gidelim savaşın yüzü hiç değişmiyor; özellikle ikinci dünya savaşının dünya toplumlarının üzerindeki etkisi düşünüldüğünde bunun sanata yansımalarını farklı vücutlarda görmemize rağmen temelde aynı kötücül ruha sahip olduklarını aklımızdan çıkarmamalıyız. Tarih boyunca sürekli sancılar içerisinde olan Orta Avrupa ve Balkanlar bir geçiş noktası olması nedeniyle Kavimler Göçü’nden başlamak üzere birçok uygarlığa kucak açmış ve kozmopolitik açıdan zengin bir kültür içerisinde yoğrulmuştur. Etnik açıdan oluşan bu zenginlik beraberinde halen günümüze kadar süren birçok yıkım ve kıyımı beraberinde getirmiştir. Her iki dünya savaşının bu bölgede tetiklenmesinin tesadüf olmadığına kanaat getirebiliriz. Bu açıdan bakıldığında bu bölgede yer eden ülkelerin sinemaları da aynı parçalanmayı paylaşmıştır. Günümüzde halen özellikle öne çıkan -Polonya haricinde- bir ülke sinemasına rastlamak zordur.
Doğu blokunda meydana gelen siyasi, askeri, toplumsal olaylar ve kargaşalar sinemanın da etkilenmesine neden olmuştur. Bu etkilerden bazılarını ele aldığımızda karşımızda bir beyin göçü olduğunu görürüz. Birçok Macar, Polonyalı, Çek, Yugoslav yönetmen bu nedenden dolayı Amerika, Fransa, İngiltere gibi ülkelere göç ederek mesleklerini bu ülkelerde icraya koyulmuşlardır. Birkaç isim zikredecek olursak; Michael Curtiz, Milos Forman, Roman Polanski, Emir Kusturica vesaire. Özellikle bu isimleri örnek vermek istedim; hem farklı ülkelerden hem de farklı zamanlardan olmalarına rağmen ortak kaderlerinin şu ana kadar pek değişim göstermediğini söylemek gerekir. Diğer bir etki de sinemanın devlet tekelinde olması -genelde sosyalizm ile yönetilmelerinden mütevellit- ve sanatçıyı bu konuda kısıtlamalara, propaganda filmleri yapmaya ya da sansürlemelere giderek kendileri gibi “demir perde” arkasına itmeleriyle oluşan sembolik, metaforlar içeren ve imgelere kucak açan bir sinemanın ortaya çıkmasında rol oynamasıdır. Bu tür bir anlatım ‘Ezopik’ bir film dilinin oluşmasını sağlayarak sinemayı mizahi bir platoya oturtmuştur.
Doğu Avrupa sinemasının Yugoslavya kanadına geldiğimizde de, bu ülkenin bölgenin bir minyatür yansıması olduğunu söyleyebiliriz; etnik ayrım ve savaşlar bu ülkenin içinde de kimi zaman halen sürmektedir. 1941 yılında Nazi Almanya’sının ülkeye girmesiyle savaşın içine çekilmiş olan Yugoslavya, Joseph B. Tito’nun direnişleri, aynı zamanda Almanya’nın Sovyetlere saldırıp karşılığını almasından sonra, bu direnişlerin başarılı olması sayesinde bağımsızlığına tekrardan kavuşmuştur. 2. dünya savaşından sonra Stalinist rejimi reddederek kendi özyönetimini kurmuş, hem Sovyet Rusya’sı hem de diğer batı Avrupa devletlerine karşı mesafesini korumaya çalışmıştır. Özellikle uzun bir zaman dilimi içerisinde Tito tarafından yönetilen ülkede yaşayan ırklar günümüze nazaran daha rahat ve barış içerisinde yaşamışlardır. Tito’nun ülke geleceği konusunda izlediği denge siyaseti beraberinde olumsuzlukları da getirmiştir. Özellikle 60’lı yıllardan sonra toplumdaki kimliksizlik batı kapitalizmine karşı koyamamış (filmlerin çoğunda görülen çingeneler bunun bir metaforu olabilir mi?), sonradan görülecek vahameti daha da hızlandırmıştır.
Ülke sineması da ülke tarihinden farklı bir rota izlememiştir. 1945–1956 yılları arasında ülke Sovyet modelini temel alarak ulusallaştırılmış ve sinema devlet tarafından desteklenmiştir; bunun zararlı taraflarına yukarıda değinmiştik. Sonraki dönemde, 1956–1968 arasında sinema adeta deri değiştirmiş, bu değişimin en büyük nedeni Stalinist öğretinin terk edilmesi olarak gösterilmiştir. Bu değişim beraberinde birkaç yönetmenin de isminin duyulmasını sağlamıştır. Yugoslav sinemasının ilk dönemlerinde Dusan Makavejev ve Aleksander Petrovic kamerayı sırtlarken, sonraki dönemde gelecek olan yeni nesil arasında daha liberal ve farklı anlatım tekniklerini kullanacak olan Emir Kusturica, Slobodan Sijan; senarist olarak ise Dusan Kovacevic, Gordan Mihic gibi isimler yer almaktadır.
Kusturica dışında pek fazla bilinmemelerine rağmen diğer sanatçılardan bahsetmek gerek. Özellikle bu sinemanın yazar lokomotiflerinden Dusan Kovacevic’in yeri yadsınamaz. Emir Kusturica’nın 95 yapımı Underground / Yeraltı filminin senaryosunun altına imza atan senarist, Slobodan Sijan’ın yönetmenliğini yaptığı 1980 yapımı Ko To Tamo Peva / Who Sings Over There (Kim Şarkı Söylüyor?), 1982 yapımı Maratonci Trce Pocasni Krug / The Marathon Family (Maraton Ailesi) filmlerinin de altına imzasını atmıştır. Kovacevic’in ayrıca yönetmenliğini yaptığı 84 yapımı Balkanski Spijun / Balkan Spy (Balkan Casusu), toplumun paranoyasını yansıtan iki kardeşin ülkelerine gelen bir işadamını komünizm karşıtı sanmalarına ve işadamına işkence ederek bunu kara mizah ile süslemelerine dayanan diğer bir başyapıt olarak addedebiliriz. Ancak şu anda ele alacağımız yapıt Ko To Tamo Peva.
Filme baktığımızda aslında bize yabancı olmayan bir coğrafya ve kültür ile karşılaşabiliriz. Ülkemizde bu coğrafya, kültür ya da toplumun varlığına benzer şekilde Güney Doğu Anadolu’da rastlamak mümkündür. Filmin 1941 yılında geçmesine aldanmamak gerek; 70’ler ve 80’lerde çekilmiş olan Kemal Sunal veya Şener Şen filmlerine baktığımızda benzer tema, hava ve atmosferden bahsetmek mümkün olacaktır. Özellikle ağalık diktasının hüküm sürdüğü topraklardaki bu ideolojinin benzerine bu filmde de rastlamak mümkündür. Özellikle siyasi boşluğun yerini doldurmaya çalışan askeri yönetimin toplum üzerindeki etki ve sınırlarını her iki film türünde de görebiliriz. 1941 tarihine aldanmamak gerek dedim, çünkü her daim her iki devlet sistemi de askeri bir yapıya temellendiğinden 1941 tarihi belki de tam olarak rayına oturmamış (Tito’nun başa geldiği döneme kadar) bir sistem eleştirisi olarak zikredilebilir. Filmimiz bir şarkıyla başlar, ismiyle tezat bir durum oluşturmasına rağmen soruyu düzeltme imkânımız vardır. ‘’Söyleyene değil söyletene bak’’ demiş büyüklerimiz; biz de şarkıyı kimin söylediğini biliyoruz, o halde arayacağımız şey bu şarkının veyahut şarkıların söyleyenden çok neden söylendikleridir.
“Bir memleket gibidir gemi… Her şey düzenli ve kontrol altında olmalıdır. Kaidelere uyulmalıdır, kanunlara, nizamlara…” Gemide
Gemide filmindeki bu replik bir anlamda filmi de özetlemektedir. Söz konusu ulaşım aracı bir gemi olmasa da insanlar arası eşitliğin hüküm sürdüğü bir gemi, bir otobüs en önemlisi bu araçların ele aldığı alegorinin altında ‘vatan’ kavramı yatmaktadır. Açılış sahnesinde daha önce bahsettiğimiz belki de kimliksiz bir yapıya bürünen toplumu temsilen yine çingeneler şarkılarını söylerler, şarkıları bittiğinde ise kendilerini Belgrat’a götürecek olan otobüse binmek için otobüs durağına doğru yola koyulurlar. Otobüs durağında bekleyen insanlar her sınıf, her yaş veya farklı ideolojilere sahip kesimlerden oluşur. Ama en temelde hepsi tek bir sistemin tek bir diktanın vatandaşıdır.
Ses yarışmasına katılmak için başkente gitmeye çalışan bir yolcu, sürekli sakarlık yapan silahı nereye tutacağını bilmeyen bir avcı, hastaneye tedavi olmak için giden bir hasta, kışlaya oğlunu ziyaret etmek için- ayrıca eski bir savaş gazisi- giden yaşlı bir adam, sürekli alman Naziliğini öven ve onun getireceği sistemin en iyi sistem olarak kabul eden bir yolcu, şarkı söyleyen çingenelerimiz, sonraki durakta binecek olan evli bir çift, otobüs şoförü ve oğlu.
Bu vatandaşların hepsi başkente gitmek için, bir amacı olan insanlar, en doğal haliyle yönetim tarafından sindirilmiş vatandaşlardır. Filmin belki de en ayrıksı yönü de burada yatıyor. 2. dünya savaşını anlatmasına rağmen çuvaldızı kendilerine batırmayı ihmal etmiyor yönetmen. Eski savaş gazisinin ‘’saat 5’te kalkacağız dedilerse 5’te kalkacaklar. O kadar’’ repliği aslında ülkenin yakın tarihi hakkında da bilgi veriyor. Onun yetiştiriliş ve disipline edilmiş tarzı dakikliği ve kesinliği anlatırken ülkenin militarist yapısı konusunda da bilgi vermektedir. Ancak her zaman ki gibi otobüs geç kalıp kalmama konusunda yapılan tartışmalar otobüs’ün gelmesiyle son bulur. Ve baktığımız zaman bu muhabbetlerin yapılmasının anlamsızlığını düşünmeye başlarız. Çünkü otobüsün geldiği yer adeta kısa steplerin olduğu uçsuz bucaksız sapsarı bir vadinin ortasıdır- ki film boyunca hep bu alanda ilerler-. Aslında sorun otobüsün bir dakika geç veya erken gelmesi değildir sorun böylesine bir zihniyete sahip insanların nerdeyse kendi ülkelerini işgal eden Almanların çalışma disiplinine veya militarist bir düşünceye sahip olmasıdır. Buna en güzel örneği yine filmin içinden verebiliriz. Sakar avcımız otobüsün gelmesini bekleyemez ve diğer durakta bekleyeceğini söyleyerek ayrılır. Otobüs ilerlerken avcı sonraki durağa birkaç yüz metre kalmışken otobüs gelir ama binemez. Çünkü kural kuraldır otobüse durakta binilir. Çevreye baktığımızda ise bomboş bir arazi ile karşılaşırız ve muhakkak avcının o anda orada binip binmesinin bir önemi yoktur.
Bunu bir ahlak çerçevesi içerisinde inceleyecek olursak, Lowrence Kohlberg’in ahlak gelişimi süreçleriyle karşı karşıya kalırız. Bu dönemlerden özellikle geleneksel düzey içerisinde yer alan ‘’yasa ve düzen eğilimi’’nde kişi, otorite var olduğu sürece kurallara uymaktadır. Diğer anlamda otorite yoksa kanun da yoktur. Trafik ışıklarında polis yoksa geçen sürücüler ya da Montreal’deki polis eyleminde şehri alt üst eden vatandaşlar gibi.. Bu bizi filmle ilgili olarak iki türlü gerçekle yüzleştirir; otobüsün şoförü ve oğlu, otobüsteki yolcular bu (siyasi) yönetim karşısında sindirilmiş bir profil çizmektedir ki bu da böylesine bir ahlak düzeyini reddetmek anlamına gelir; otobüs şoförü ve oğlu var olan siyasi düzen ve faşizan dengeyi sembolize etmektedir. Biz ikinci maddeyi ele almak durumundayız ki bana göresi de budur. Çünkü diğer madde ele alındığı vakit oldukça dar anlamda bir kullanım söz konusu olacaktır. Ayrıca daha önce de bahsettiğimiz üzere bu tür ‘Ezopik’ filmlerin temel özelliği sembol, imge veya simgelerin kullanımına açık filmler olmasıdır.
Otobüsümüz uzaktan görünür yolcular hareketlenmeye başlar. Durağa varan otobüse yolcular üşüşür içeri girmeye çalışır, kondüktörümüz otobüsü etraflıca çevreledikten sonra sol ön tekerliğin inmiş olduğunu görür ve yolculara gidecekleri yere kadar otobüsün sağ tarafına ağırlık vererek gitmeleri gerektiğini söyler. Sosyalist ya da Stalinist etki altındaki bir devletin sanırım nerdeyse tekerinin patlayacağını haber veren ve ülkenin siyasi ideolojisinin yönünü de belirleyen bu metaforla yolcular kondüktörümüzün dediğini yapar ve sağa meyilli bir şekilde yolculuklarına koyulurlar. Nazist yolcunun ‘’çingenelerle birlikte yolculuk mu yapacağız?’’ sorusuna kondüktörümüz ‘’parayı veren düdüğü çalar’’ lafını esirgemez. Çünkü benzer şekilde Nazi sempatizanımız yarım millet olarak bilinen çingeneleri (biz kimliksiz dedik) yolculuk boyunca çekiştirmekten onları kötülemekten vazgeçmez. Otobüsümüz yoldan da evli çifti alır, sakar avcımızı da sonrasında devam eder yolculuğuna.
‘Kadın her yerde kadındır’ erkek bakış açısıyla çekilen birçok filmde kadının akıbeti genel olarak bellidir. Otobüste yeni evlenmiş çiftimizin kadın tarafı bastırılmış bir kültürün ürünüdür ki bizim doğuda ki kadın zihniyetinden farksız bir şekilde bu bağnazlıktan bu bastırılmışlıktan kaçmak ister. Bu nedenle ‘deniz’i görmek için evlendim der. Bir anlamda erkeği kendi erk ve arzuları için kullanmıştır. Onun tek amacı bu toplumdan kaçmak ve kurtulmaktır. Bunun için yapacağı tek şey her sözünü dinleyen bir erkek(çocuk) bulmaktır. Evli çiftimizin diğer erkek yarısı ise tek bir şey için evlenmiştir ve bunun için veremeyeceği söz yoktur. Aslında bir erkekten çok bir çocuk görünümündedir. Otobüse biner binmez karısını öpmeye koklamaya çalışır ama toplum buna müsaade etmez bir şekilde bu cinsellik duygusu bastırılır ve askıya alınır. Sorun toplumun bunu aleni bir şekilde görmesidir ya da gösterilmesidir. Başka bir anlamda otobüste sevişen çiftlerin izlendiklerinin farkında olmalarıdır. Çünkü ilerde ki bir sahne de göreceğimiz üzere çiftimiz gizlice sevişmeye çalıştıkları ormanın derinliğinde, otobüsümüzün bütün yolcuları onları gözetlemeye, onları röntgenlemeye başlar. Ve bundan asla bir rahatsızlık duyulmaz çünkü gözetlendiklerinden habersizdirler. Aslında konunun Hitchcock un uzmanlık alanına girdiğini söyleyebiliriz. Bir anlamda bu şekilde ifşa edilmeyen seyirci izlediği durumdan keyif almaya başlar ancak otobüsteki aleni durumdan biraz da tiksinti aracılığıyla tepkisini ortaya koyar. Ormanda ki sevişme sahnesi hasta yolcunun öksürüğünü tutamayışına kadar sürer. Tabi filmin bu anlatılanları mizahi bir dil içerisinde aldığının altını çizmek gerek. Bunu da örnekleyecek olursak; kondüktörümüzün oğlu izlerken, arkasından babası gelir ve oğlunun yanına gelerek kendisi de izlemeye koyulur. Sevişen çifti izlerken ‘’Ben olsam bende aynısını yapardım baba ‘’ dedikten sonra babası da ‘Baban da olsa aynısını yapardı oğlum’’ şeklinde bir diyaloga tanık oluruz. Benzer şekilde Nazi yanlısı yolcumuz sevişen çiftin kendilerini izlediklerini fark ettikleri zaman şunu der; ‘’Bu yaptığınızdan utanmalısınız’’ buna karşılık Şarkıcı yolcumuz ‘’asıl biz yaptığımızdan utanmalıyız onları gözetliyoruz’’
Yolculuğumuz sonraki duraktan alınan domuzların da yolcuların aralarına katılmasıyla devam eder. Ancak bu sefer da kondüktörümüz otobüsü süren oğlu için iki kilometre gözü kapalı sürücülük yaptığını söyler, elbette buna inanmayan yolcularımız üzerine bunu deneme yarışına sokarlar. Kimisi itiraz etse de deney gerçekleştirilir ve bana göre filmin bulunduğu ya da anlattığı tarihi özetleyen güzide bir sahneyle karşılaşırız. Oğlun gözlerinin kapatılması idareyi ele alanların ikinci dünya savaşı başlarındaki görmezliğinin körlüklerinin bir metaforudur. Otobüs gözleri kapalı bir şoförün elindedir nereye gideceği veya çarpacağı belli değildir belli bir süre sonra otobüs yoldan çıkar direğe çarpmaktan son anda kurtulur bu da ülkenin aslında o andaki konumunu göstermektedir. Otobüsümüz askeri bariyere çarpar ve filmin ikinci dünya savaşını arakasına fon aldığı sahneyle tanıştırılmış oluruz. Nazi yanlısı yolcumuz, hasta olan yolcuya bir alman ilacı verirken, söze savaş gazisi yolcu karışır.
— Alman ilaçları dünyanın en iyisidir.
— Gelseler memnun olacakmış gibi konuşuyorsun!
— En azından düzen, disiplin neymiş öğretirlerdi bize, işleri yoluna koyarlardı.
— Tüm Almanları sıraya dizip idam etmeli!
— 100 yaşına gelmişsin, ama saçma sapan konuşuyorsun!
Bu diyalog aslında savaş sonrası Yugoslavya’sının panoramasını veriyor. Almanları kendi ülkelerinden atmalarına rağmen halen Almanya’yı savunan onun getireceği sistemin en iyisi olacağını savunanlar ile Stalinist Rusya’nın rejimini savunanlar arasındaki tartışmalar arasından ülke yönetimini ele alan Tito’nun her iki sisteme karşı mesafesini koyması ülkenin de rahat bir nefes almasını sağlayacaktır.
Yolculuğumuz ağır aksak, ite kaka statik olarak devam eder veya etmez. Askeri barikattan sonra yolunu değiştirmeye çalışan otobüs bu sefer bir çiftçinin tarlasından geçmeye çalışır bu sefer de çiftçimiz buna izin vermez. Bu nedenle bir geçiş ücreti verilmesi gerekmektedir. Kondüktör bunu vermeyi reddetmekle birlikte çiftçiyi yaka paça otobüsün önünden kaldırır. Çiftçi oğullarını çağırır ve otobüsün tekerlerini patlatmasını söyler. Daha önce bahsettiğimiz inik olan sol ön lastik patlatılır. Bir anlamda vatandaşın müdahalesi gecikmeyecek anlamını çıkarabiliriz sanırım. İstenen geçiş ücreti yüz dinar olmasına rağmen kondüktör yolculardan iki yüz dinar ister (bize de yabancı gelmeyen bir devlet anlayışı- kapitalizm?).Böylece çiftçimiz otoritesiz bir boşlukta kendi adaletini kendi sağlamış olur. Teker eski haline getirilene kadar yolcular aşağı iner ve bir cenazeye katılırlar. Öldürülen bir köyün öğretmenidir ve eğitim sistemi sakat, ulaşımı sakat, adaleti sakat, yönetimi sakat nerdeyse kaosun hüküm sürdüğü bir film izleriz. En çarpıcı tarafı ise bütün bunları öylesine bir mizahi dil ile verilmiş olması ve filmin oldukça gerçek ve yalın bir portre çizmesidir. Ülke tarihini anlatan belkide en çarpıcı film (Kusturica’nın Underground / Yeraltı filmini de bu kategori içerisine alabiliriz).
Otobüsümüz yine yol değiştirmek zorunda kalır, bu sefer de sağlam olmayan bir köprü karşılarına çıkar. Ancak Nazi yanlısı yolcumuz ‘bu köprü sağlam yerinde olsam ben bu köprüden geçerdim’ demesiyle köprüden düşmesi bir olur ve bu şekilde yolculuğa devam eder otobüsümüz. Aslında bu bir fazlalığın dışarı atılmasıdır aynı şekilde yolculuk sırasında diğer sakar avcımız yanlışlıkla tüfeğinin emniyeti açık unutur ve otobüsünü üstünü havaya uçurur (kör militarizm) o da haliyle otobüsten dışarı atılır ve yolculuğa yürüyerek devam eder. Dışarı isteyerek veya istemeyerek atılan bu iki yolcu ilerde karşılaşacaklardır. Yolculuğumuz bir yemek ve dinlenme molasıyla birlikte yavaşlar ancak bu yavaşlama bilineceği üzere beraberinde birçok sorunu da getirir. Çok ilginçtir otobüsümüz öğretmenin cenazesinden ayrıldıktan sonra papaz da otobüse biner. Bu mola sırasında yalnız kalan ve herkes tarafından hastalığı yüzünden ötekileştirilen yolcuya papazımız yaklaşır. Her daim etrafımızda göreceğimiz ölüme yaklaşan birinin ya da hasta olan bireyin boşluğunu doldurmaya çalışan inanç gibi. Her şeye rağmen yolcularımız acılarıyla, kederleriyle birlikte eğlenmesini halay çekmesini de bilirler, bilindik bir umut etrafında çevrelenip ateş yakarlar. Onlar bir anlamda her şeye katlanan ve buna rağmen içlerinde her şeyin düzeleceğinden emindirler. Ancak şu da var ki eğlenmelerini gerektiren bir şey daha vardır ki o da Nazi yanlısı yolcunun nehre düşmesi ve sakar avcının olmamasıdır. Ancak bu mutluluk fazla sürmez Sakar avcımız ormandan çıka gelir, Nazi yanlısı yolcumuz nehirden çıkagelir ve her haliyle eğlence sona erer. Aynı şekilde umutlarda belki de…
Otobüsümüzün yolculuğu kadar molası da ilginçtir. Bir türlü kalkılamaz başkente gidilemez. Bu sefer etraflarını saran bir bölük asker tarafından düşman muamelesi görürler, bu anlaşılmaz hatanın da üstesinden gelen yolcularımızın otobüsüne bu sefer askerler el koyar ve şoför olarak kondüktörümüzün oğlunu alırlar. Acı bir gerçek ki siyasi dönem kapanmıştır, daha da kötüsü askeri ve militarist bir yönetim başlamıştır. Zorunlu olarak bu tarihte almanlar Belgrat’a girmiştir. Akşama dönen otobüste kondüktörümüzün oğlu da askere alınmıştır. Ve devri baba alır. Ancak otobüsümüz de bu sefer çingeneler hırsızlık suçuyla suçlanır ve bu sırada tartaklanan çingenelerimiz kan revan içinde kalırla ama daha da kötüsü otobüs Belgrat’a varır ancak üzerine bir bomba düşerek otobüsteki herkesin ölmesine neden olur.
Ko to tamo peva gerçek anlamda ülke sinemasının belkide en iyi eleştirilerine sahip ama aynı zamanda en az bilinen filmlerinden.
Kaynakça: Dünya Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınevi
Yazan: Kusagami
Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik
Baştan söylemek lazım. Bu bir eleştiri yazısı değil; sadece farklı bir “okuma” yapabilme çabasıdır. Fikir, Tolkien’in yarattığı dünyayı bir “kaçış” olarak - korkup kaçmaktan çok, güncel dünyadan sıkılıp kaçmaya vurgu yaparak- yorumlanmasını kabul etmiş olması; ancak yarattığı dünyanın iki dünya savaşı ile olan alegorisini reddetmesinden çıktı (1). Bu reddedişin kimi postmodern teorileri sınama şansı sunduğunu fark ettiğimde, Tolkien’i maceranın sürükleyiciliğine kapılmayarak tekrardan okuma gerekliliğini hissettim ve bu yazı da böylece ortaya çıkmış oldu.
Her ne kadar Tolkien, özellikle kitabın ikinci basımının önsözünde, alegori yaptığını kabullenmese de dünyanın politik tarihini bilen hemen herkes, kitabı okurken (veya filmi izlerken) kötülük veya karanlık olarak tarif edilenin kitlesel üretim ve endüstrileşme (mass production and industrilization) olduğunu fark ediyor(du). Bunun da ötesinde gelişen olaylar üçleme içerisinde takip edildiğinde, “birinci dünya savaşı” öncesinden “ikinci dünya savaşı”nın sonuna kadar birçok olayla benzerlik kurulabiliyordu. En açık örnek, kitabın sonunda kartalların (Amerika’nın) gelip müttefiklere yardım etmesiydi.
Tolkien’in karşı çıktığı yorumlamalardan biri ise, kitapta bulunan dinsel, mitolojik ve efsanevi ögelerin çokluğuydu. Zira kendisine göre fantazya kitaplarının başarısızlığının birincil sebebi hem kendi içlerinde bir tutarlılık sağlama çabaları hem de gerçek dünya ile bir ilişki kurma uğraşlarıdır (2). Hatta Hıristiyanlık dahi bu hataya düşmüştür. Hem kendi içinde tutarlı olmaya çalışır hem de gerçek dünyada yol gösterme çabasındadır.
Bu iki karşı çıkış bizi bir ikileme düşürür: ya biz yanlış okuyor ve görüyoruzdur ya da Tolkien her ne yaptıysa bunu bilinçsiz bir biçimde yapmıştır. İşte bu noktada yardımımıza Frederic Jameson ve onun ünlü “Political Unconsciousness” (3) adlı makalesi koşacak. Üzerine biraz da Foucault ve Derrida serpiştirecez. Tuz ve biber olarak da cinsiyetçilik ve feminist söylemler ekleyerek bu ikilemi anlaşılır kılmaya çalışacağız. En sonunda göreceğiz ki düşülen bu ikilem, aslında Frederic Jameson, Foucault ve Derrida’nın bazı söylediklerini gerekçelendiriyor, bir anlamda doğruluyor!!
Bu girizgahtan sonra kısaca üçlemenin ilk kitabındaki bazı noktalara değinelim. Benim ilgimi çeken ilk şey, her ne kadar pek sorun çıkarmasa da Tolkien dünyasında da “para” denilen meretin bulunması ve bazı karakterlerin de aynen bizim dünyamızdaki gibi para derdinde olması (4). Ancak baştan söylediğim gibi para, kahramanlarımızın uzun yolculuğunda pek de sorun çıkarmıyor. Tabii paranın olduğu yerde efendiler ve kölelerin de olması pek de şaşırtıcı değil. Hatırlanırsa Sam filmin sonlarına dek bir arkadaştan çok “sadık bir uşak” tanımında (5). Bir diğer nokta ise coğrafyanın kendisindeki; şöyle açıklarsam daha doğru olacak: Çizilen harita, Avrasya’nın bir minyatürü gibi ve oryantalist bakış açısı ile modern devrin politik olayları içi içe yerleştirilmiş. Kötülüğün kalbi (Mordor) elbette ki Doğu’da, ama Batı’da bu kötülükle yarışan ve medeni insanlardan çıkmış yeni bir kötülük doğuyor. (Bu da Saruman veya ağır sanayisiyle Almanya) Dünyamızın olguları da aynen kalmış. Kuzey, bildiğimiz kuzey gittikçe soğuyor, güney ise bildiğimiz güney, gittikçe ısınıyor (ve bildiğimiz kadarıyla güneyde çöller var). Kuzayde batı ile doğuyu ayıran Ural Altaylar, bunun biraz güneyinde Kafkas Dağları ve bu dağların batısında dağlar üzerindeki bir ova (Tibet Ovası). Zaman kavramı da bizimki ile aynı. Tüm türler aynı takvimi kullanıyor. Öykünün devamında onca farklı tür ve kültürle karşılaşıyoruz; ama hemen hepsinde ekonomi esas olarak zanaat üzerine kurulu ve ticaret farklı kültürleri kaynaştıran ve refahı arttıran ek bir şey olarak görülüyor. Hepsinde iki cinsiyet (gender) var; kadın ve erkek. Erkeklerin özellikleri türlere göre, tabii ki zanaatları üzerine kurulu bir biçimde, bir ölçüde farklılaşmış; ancak kadınlar sadece iki tiple sınırlanmış: güzelliğine doyulamayan kraliçe, prenses vs. ile ev işlerini yapan ve yaşlandıkça dırdırı artan “ev hanımı” (6). Gariptir, öykünün tümü cinsel ilişkiyi yok saymış ve seksin olmadığı bir dünya yaratmış. Öpücüğün dahi düşünülmediği, güzelliğiyle başları döndüren kadınlara dokunma fikrinin olamadığı bir dünya… Diğer yandan kahramanlar ne zamanki yeni bir yere gelseler birileri ile karşılaşıyor ya da birilerince karşılanıyor. Tüm bu karşılaşma ve karşılanmalar erkekler tarafından yapılıyor. Yani ev dışında hiçbir kadına rastlamıyoruz tüm hikaye boyunca.
Okumalarda biraz da zorlanarak fark edilen bir durum ise, bu kahramanlık öyküsünün aslında muhafazakar bir hikaye olduğu. Herkes eski güzel günlerin özlemini çekiyor ve “ulu amaç” eski hali yaşatmak ve devam ettirmek (7). Kahramanlar ya kral, ya bey ya da bulunduğu şehirdeki zengin bir insan (8). Anlayacağınız mücadele aristokrasiyi koruma adına yapılıyor. Halbuki bu öykü Sauron tarafından okunsa ve kahraman Saruman olsa, karşımıza Fransız İhtilali’ndeki, yenilik isteyen devrim ruhu ve devrimci portreleri çıkar; Gandalf ve takımı ise geriliği isteyen aristokratlar olur.
Farklı türler bir arada yaşamıyor. Osmanlı topraklarındaki gibi herkes kendi mahallesine sıkışmış, biri diğerine “öteki” diyor ve tanımıyor. Elbetteki sınır karakolları bu durumun dışında. Örf ve adetlere bağlı olan tüm bu gruplar – veya türler, (Sauroncular hariç) kadim bir geçmişe ve zengin bir kültür kapitaline sahip. Ve aslında hepsi “doğru”nun ne olduğunu biliyor (ideanın içsel olduğu iddiası) ve bu “doğru” yolunda savaşanlara yardım ediyor. Doğru konusunda muhalefete düşüldüğünde, azınlık fikirleri de önemseniyor(muş) gibi yapılıyor ve uzlaşma aranıyor. Tam da istenilen demokrasi şekli. Diğer yandan kötülerin ya kafaları karışmıştır ya da sadece kötüdürler.
Toplumsal birkaç şey daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu yepyeni dünyada “başlık parası” var (9). Soy sop da müthiş derecede önemli. Hükmetme, hak etme, görev vb. gibi konularda, soy sop çok ciddi bir “meşruiyet aracı”. Yüzük Frodo’ya Frodo olduğu için değil, Bilbo’nun varisi olduğu için geçiyor. Bu konudaki karşı çıkışlar ise ariflerce “kaderimsi” bir algılayışla açıklanıyor. Okurken bir an kendimi Mardin’in herhangi bir köyünde hissettim. Yani anlayacağınız Tolkien dünyasının, bildiğimiz dünyanın 1000-1500 yılları arasından bir farkı yok. Ve üstelik dünyanın (ve ülkemizin) hala büyük bir kısmı Tolkien dünyasında yaşıyor!!
Bunca alegoriye ve klişe sınırlara rağmen, hala nasıl oluyor da Tolkien, kitabının bu dünya üzerine kurulu olduğu gerçeğini yadsıyabiliyor? Cevap basit. Her ne kadar itiraf edemesek de algılarımız toplumdaki bazı fikir ufukları ile sınırlanmış durumda. Mesela, mekan ve zaman olmadan düşünemeyiz (anlatılarda mekanı kısmen de olsa silebilmiş / bulanıklaştırabilmiş tek kişi Kafka sanırım, bir de Alan Robbe-Grillet’nin zamanı silikleştirdiği söylenir ama ben okumadım) ve ne yazık ki hepimiz dışarıdaki “şeyleri” zaman ve mekana oturttuktan sonra belirli formlara sokarız. Her ne kadar Sezen Aksu “beni kategorileştirme” diye haklı bir serzenişte bulunsa da, hepimiz algılarımızı diğer algılarımızla benzeştirir, farklılaştırır ve böylece kafamıza işleriz ki bu algılarımızın hepsinin kendini değil “gösterenlerini” biriktirebiliriz. Basitçe söylersek, hiçbirimizin kafamızda tek bir su algısı yoktur, su denilince “su” kavramını işaret eden bir çok “gösteren” (signifier) (bir kaynak görüntüsü, h2o, şişe, akarsu, deniz vs. Görselleri ve duyularının tümü) ile suyu algılarız.
Frederic Jameson’a göre tüm anlatılar üç semantik ufuk ile çevrilidir. En geniş çerçevede politik tarih vardır. Sonraki aşama zaman sınırları daha az olan sosyal tarih ve süregelen çıkar çatışmasıdır. Üçüncü ufuk ise üretim araçları (modes of production) üzerinde ortaya çıkan bilinç formlarıdır (10). Burda çok kısa bir biçimde değinmiş olacağız belki ama bu üç semantik ufuk, Tolkien’in gerçek dünya ile olan alegorisini açıklamaya yetecek. Zira Jameson’a göre bilinçaltı diye bir şey var ise, Platon’un ideları gibi, bu bilinçaltındaki “şeyler” bizim bilinçli dünyamızın sınırları dışındadır. Yani onları söz ile dile getiremeyiz ve bu nedenle de düşünemeyiz. Bu nedenle Freudyen bir psikolog ile hastası arasında geçen “tedavi(cure)” işi yalandan başka bir şey değildir. Aynı şekilde marxist görüşün savunduğu “bilinçsiz halkı” (false consciousness) bilinçleştirmek gibi bir durum yoktur; zira yanlış “bilinç değil”, “politik bilinçsizlik” (şuursuzluk) mevcuttur. Bu politik şuursuzluğumuzdan ötürü herhangi bir anlatı işine giriştiğimizde, şuursuz bir biçimde semantik ufuklar ile kısıtlanır, iç içe geçer ve bireysel bir yazı (text) oluşturmak yerine, kolektif bir yazı ortaya çıkarmış oluruz. Ve aslında yazdığımız her şey önceki ve sonraki insanların ürettikleridir.
“Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten kolaydır.” sözü bu durumu tam anlamıyla açıklıyor. İnsan, fikri olarak iç içe geçtiği ufuklardan sıyrılamıyor. İnsan beyni (mind), Tolkien gibi yepyeni bir dünya yaratmaya kalkışsa dahi, “parasız bir dünya” düşleyemiyor; fakir ve zengin ayrımının olmadığı mekanı kurgulayamıyor; kadın ve erkek dışında cinsiyetleri kabullenemiyor; rollerinden sıyrılmış cinsiyetlerin yaşayacakları bir “yaşamını idame ettirebilme gerçeğini (ya da hayalini)” yaratamıyor. Kendini ne kadar zorlasa da tarihteki politik olayların sırasını büyük ölçüde değiştiremiyor. Mesela uzun bir zaman en eski medeniyetin Mısır olduğu sanıldı. Ancak doksanlardaki kazı çalışmaları Sümerlerin daha eski olduğunu söylese dahi, hala birçok insan Mısır’ı daha eski biliyor ya da algılıyor mu demek gerek?
Foucault’nun iktidar kavramı ise Yüzüklerin Efendisi anlatısına karikatürsel boyutta cuk diye oturuyor. Zira bilgi-iktidar ilişkisi, toplum tarafından reddedilme / aşağılanma cezalandırılmaları ve gözetlenmenin etkileri romanın (destan daha doğru sanırım) her sayfasında kendini gösteriyor. Bilbo yapmak istemediği şeyi (yüzükten ayrılmayı), Gandalf’ın arifliğinin karşısında yapıyor; Frodo gözetlenme, izlenme korkusundan eriyip bitiyor; yer yer kahramanlar “korkak” sıfatını yememek için ölüme yollanıyor vs. vs.
Sonuç olarak Tolkien dünyası, insanın anlatılarda fikri ufuklara ne denli bağlı olduğunun (daha doğrusu mahkum olduğunun) bir ispatı gibi. Aynı zamanda iktidar kavramının reddedilemeyecek bir biçimde beyne işlenmiş olduğunu gösteriyor. Cinsiyet (gender) teorilerinin azımsanmayacak şekilde var olduğunu ve hem “kadın” hem de “erkek” modellerinin sil baştan yaratılan bir dünyada dahi aynı kaldığını gösteriyor bize (11). Tüm bunların romanın ve filmlerin popülerliğiyle beraber düşünülmesi esasında biraz da korkutucu bir manzara çıkarıyor karşımıza. Zira bu kitapların bu denli popüler olmuş olması (ünlü olmasından bahsetmiyorum, kitlelere ulaşmış ve beğenilmiş olmasından bahsediyorum), Tolkien’in insanların kolektif bir biçimde üretmiş olduğu alt içeriklerden sıyrılmamış olduğunu gösterir ve aslında hepimizin “para”, “efendi-köle”, “cinsiyet”, “soy-sop” gibi unsurları kabullenmiş olduğumuzu gösterir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Deniz Erksan, Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği, “Çevrilmiş bir yapıta Önsöz”. Metis yayınları: İstanbul, 1996. 14
(2) Tolkien’nin bu yorumlarını (karşı çıkışlarını) Wikipedia’dan, kitapların önsözlerinden okudum ve ayrıca İngiliz ve Amerikan Edebiyatı hocasından duydum. Daha da derinlemesine gidilmek istenirse, Tolkien’in yazmış olduğu“On Fairy Stories” adlı kitap bulunup okunabilir.
(3) Ben bu makaleyi Terry Eagleton ve Drew Milne’in beraber derlediği “Marxist Literary Theory, Blackwell, 1996” adlı kitaptan buldum. Sayfa 351-374
(4) Bir örnek için Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 37-38
(5) Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 276-278. Sam, şölende bile rahat edemiyor; zira efendisini memnun etmek onun için çok önemli
(6) İlk kitapta dört kadın geçiyor. Birincisi kıskanç, “dırdırcı” Lobilia; ikincisi güzel ve ev işleri ile meşgul Nehrinkızı Altınyemiş; üçüncüsü güzelliği dillere destan Arwen; dördüncüsü ise Elf Kraliçesi Galadriel.
(7) Bence bu çok açık bir şey. Tek tek cümlelere referans vermeye gerek görmedim.
(8) Aragorn: kral, Gimli: paşa çocuğu, Gandalf: arifler divanından, Legolas: kendi kralının buyruğu, Frodo: zengin Bilbo Baggins’in evlatlığı vs. vs. ki kitapta geçen tüm karakterler ortamın en ağır abileri. Pippin ile Merry ikinci kitapta ormanda kayboluyor ve Ormanın Efendi Ağacı onları buluyor vs.
(9) Bkz. Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 239
(10) Eagleton, Terry; Milne, Drew. Marxist Literary Theory. Blackwell Publishers: Oxford. 1996. 352
(11) Gerçi Ursula K. Le Guin bu konuda bazı açılımlar yaptı.