Özcan Alper’in “Sonbahar” Filmi Üzerine
18 Mayıs 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Okullarda, kolejlerde, üniversitelerde okutulan tarih kitaplarına baktığımızda, bu kitapların konularının İkinci Dünya Savaşı ile bittiğini görürüz. Bütün kitaplar sanki söz birliği etmişçesine her zaman aynı şeyi ‘tekerrür’ eder ne hikmetse. Ezberci eğitim anlayışıyla öğrenciler, Hatay sorunu ve İkinci Dünya Savaşı gibi konular hakkında her daim aynı bilgileri ezberleme gafletine düşürülürler. Bu konuları kim bilmez ki? Peki ya ondan sonrası? Neden? Niçin? Peki, tarih her zaman “Geçmişini bilmeden ilerleyemezsin” düsturuyla başlamaz mı? Tarih o zaman mı bitiyor? Kesinlikle hayır! Sonrasıyla ilgilenmeyen araştırmayan insanlar, tepkisiz, duyarsız ve apolitize edilmiş; sürü psikolojisiyle hareket eden bir robota dönüşmektedir adeta.
Acaba sinema olmasaydı bu konular hakkında ne kadarımız bilgi sahibi olabilirdik? İkinci Dünya Savaşı hakkında şu an en az bilenimizin bile yorum yapabilecek kapasitede olduğuna inanıyorum. Kaç defa Normandiya çıkarmasını izledik filmlerde? Kaç defa devletler arası çatışmaları, soykırımı, muharebeleri izledik? Taraflı ya da tarafsız fark etmez; bunun kararını şüphesiz yine seyircinin kendisi verecektir. Acı gerçek şu ki ne olursa olsun, en basit film bile tarih kitaplarımızdan çok daha fazlasını bizlere verecektir. Bunu sinemaya borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Sinemanın, eğlenme ve vakit geçirmekten çok bu konular üzerinde değinen bir bilgi hazinesi, görsel bir kaynak vazifesi gördüğünü; bizi mağaralarımızdan çıkaracak bir araç olduğunu da unutmamalıyız.
Şüphesiz bu topraklar üzerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra çok şey yaşandı ve yaşanmaya devam etmektedir. Bu sefer gözlerimizi çok yakın bir tarihe çeviriyoruz: 90′lı yıllarda yaşanan öğrenci hareketleri, F tipi cezaevlerine karşı çıkanların açlık grevleri ve sonrasında ülke tarihine kara bir sayfa olarak geçen “19 Aralık 2024” tarihi (Filmimiz de bu tarihe istinaden 19 Aralık 2024 tarihinde gösterime girmiştir). Bu tarihte yapılan ‘’hayata dönüş operasyonu’’ demokratik mücadeleye yapılmış en büyük saldırılardan biri olup bu uğurda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Bilindiği üzere F tipi cezaevleri tek bir odadan oluşmaktadır ve mahkûmların kendi aralarında bir araya gelip “düşünmelerini” ve örgütlenmelerini engellemek, onları tecrit etmek ve düşünmeyen bir mekanizmaya dönüştürmek maksadıyla kurulmuşlardır. F tipi cezaevlerine yerleştirilen insanlar aksine “düşünebilen” sanatçılar, üniversite öğrencileri veyahut aydınlardır vesselam! Düşünceyi bir hücreye kapatmak, onu karanlık bir odaya hapsetmek fikrinin; başta değindiğimiz tarih kitaplarındaki kof bilgi ve saçmalıklarla örtüşmesi tesadüf olmasa gerek.
Peki devletin, iktidarın, kurumsallaşmanın istediği şey nedir? Şüphesiz yasalarını harfiyen, tereddütsüz ve hiçbir şekilde karşı çıkmadan yerine getirecek insanlardır. Eğer bu şekilde davranırsanız iyi bir vatandaş olursunuz. Tam tersi davranışlarda bulunursanız kara koyun olmaya mahkûmsunuzdur. Şüphesiz bu kuralları, devleti, iktidarı, yasaları koruyacak insanlar da elzemdir! Platon, “Devlet” isimli eserinde şunu sorar; Quis Custodiet Custotudes? (Peki, bizi koruyuculardan kim koruyacak?)
“Halk devletten korkmamalı, devlet halktan korkmalı.” (V For Vendetta)
Sanırım bu konuda yapılmış en iyi filmlerden biri Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange (Otomatik Portakal, 1971) adlı eseridir. Filmdeki anti-kahramanımız Alex’i hatırlayalım. Kendisi işlediği suçlar yüzünden hapishaneye atılmış ve orada üzerinde uygulanacak deneylere gönüllü olarak, işlediği suçların cezasını çekmeyi kabul etmiştir. Tam da burada kurtulduğunu ve özgürleştiğini sanan kahramanımız, bir anda beyni yıkanmış, tüm insanlığı elinden alınmış, deyim yerindeyse mekanikleşmiş bir et parçasına dönüşmüş, sistemin vidası haline gelmiş olarak bulur kendini. Şüphesiz bir insana yapılabilecek en büyük mezalimlerden biridir bu. Filmde fiziksel şiddet uygulanmaz ancak uygulanan ruhsal şiddetin ölçüsü yoktur. Bu film ve Sonbahar filmi arasında bu türden bir bağ bulmak mümkündür.
“Mekanikleşiyorum; o halde varım.”
Şüphesiz bu konular hakkında sayfalar dolusu düşünceler aktarılabilir, tartışılabilir. Ancak bu sefer dikkatleri son dönemde yapılmış en iyi Türk filmlerinden biri olan “Sonbahar”a çekmek istiyorum. Bu son dönem Türk sineması konusunda karamsar düşüncelere sahip olsam da özellikle 2024 ve sonrasında kabuk değiştirdiğini düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz ve ismini anamadığım birçok değerli yönetmen, bu sinemanın lokomotifi olarak birbirinden değerli eserler vermektedir. “Yeni Akım Türk Sineması”ndan bahsetmenin de zamanı geldi sanırım. Açıkçası sinemayı bu şekilde etiketlemek hoşuma gitmese de, bir süre bu kavramı kullanmak durumundayım.
Özcan Alper, 1975 Artvin/Hopa doğumludur. Trabzon Lisesi’nden mezun olduktan sonra, önce 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde, 1996 yılında ise İstanbul Üniversitesi Tarih bölümü’nde okumuştur. Alper, sinema okumayan ancak sinemaya sevdalı yönetmenlerden. İstanbul’da sinema kurslarına katılmış ve birçok yönetmenin filminde asistanlık yapmıştır. Bu yönetmenlerin arasında Yeşim Ustaoğlu da yer almaktadır. Yönetmenin “Momi” adlı bir kısa filmi, “Tokai City’de Melankoli ve Rapsodi” ve “Bir Bilim Adamıyla Zaman Enleminde Yolculuk” adlı belgeselleri bulunmaktadır.
Sonbahar; yönetmeni Özcan Alper’in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, büyük bir olgunlukla adeta sabırla nakış gibi işlenmiştir. Yakın bir zamanda ismini sık sık duyacağımız yönetmen, günümüzde artık pek az kullanılan “storyboard” tekniğiyle çalışmıştır. Yönetmenin bu filmi üzerine ne kadar titrediğini gösterir.
Sinema tarihine baktığımızda, mevsim adlarının birçok filmde metafor olarak kullanıldığını görmekteyiz. Her ne kadar akıllara ilk gelen Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk’un “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve Yine İlkbahar” adlı filmi olsa da, ondan çok önce sinemada minimalist yaklaşımın öncüsü sayılan Yasujiro Ozu’nun son dönem filmlerinden Banshun (Geç Gelen Bahar, 1949), Bakushu (Yaz Başlangıcı, 1951), ve Akibiyori (Güz Sonu, 1960) filmlerini bu çerçeve içerisinde ele alabiliriz. Varoluşun başından beri doğa ve insan iç içe olmuştur. Bu nedenle insanoğlu her ne kadar doğa ile çatışsa da, aslında doğanın bir parçasıdır. Bunun sonucu olarak doğadaki birçok değişim insanın ruh halini etkilemektedir. Beyazperde bu doğa-insan etkileşimini sık sık dillendirmiştir.
Filmimiz, 22.12.2000 tarihinde devlet kamerasıyla çekilen sahneyle, mahkûmların açlık grevi sırasında kendilerine seslenen soğuk bir ses ile başlar. Bu sesin ilk cümlesi “insan hayatı en değerli varlıktır”, son cümlesi ise “hayat her şeye rağmen güzeldir”. Ancak yapılan uygulamayı düşündüğümüzde bunun ne kadar ironik ve insanlık dışı olduğunu görebiliriz.
“Hayat her şeye rağmen güzel değilmiş.”
Bu açlık grevi sonrasında hastaneye yatan Yusuf (Onur Saylak) ile tanıştırılırız. Yusuf, 90’lı yıllarda öğrenci hareketine katılmıştır ancak hapse atılış nedenini asla öğrenemeyiz. Yönetmen bu filmi çekmeden önce konuyla ilgili olarak birçok araştırma yapmış ve birçok mahkûmla görüşmüştür- ki bazıları en yakın arkadaşımdı diyor Alper. Bu arkadaşlarından bazılarının, sadece pankart açmak yüzünden 11 yıl yattığının altını çiziyor. Konumuz bu şekilde mecrasında akarken, bir doktorun yanına getirilen Yusuf, doktorun direktiflerine karşılık nefes alıp vermekte oldukça zorlanmaktadır. Aynı şekilde onun iç çatışmasını ve ölüme yaklaştığını, dışarıdaki karganın sesinden anlarız. Kuşlar her daim özgürlüğün timsali olsalar da bu sefer kullanılan kuşun karga olmasından mütevellit, anlarız ki Yusuf özgürlüğüne kavuşacaktır ama yine aynı şekilde ölüme de kavuşacaktır. Fazla ömrü kalmadığını öğrenen Yusuf, özgür bırakılır ve memleketi olan Artvin/Hopa’ya geri döner 10 yıl sonra.
Yine ezberci eğitim anlayışıyla aklımıza kazınan bir bilgi de, Doğu Karadeniz’in her daim bol yağış alması, dağlarının kıyıya paralel uzanmasıdır. Yusuf’un memleketi tam da bu bilgiyle örtüşmektedir zaten. Kendisi yağan yağmur gibi memleketine yağmış, sevgili yuvasına kavuşmuştur. Annesini pencereden bakarken görür. Her an oğlu çıkıp gelecekmiş bir beklenti içerisinde, hüzünlü bir bekleyiştir annesininki. Yusuf yıllar sonra annesine kavuşmuştur, ancak babası kendisi hapisteyken vefat etmiştir. Anne oğul tek başlarına yaşamlarına devam ederler. Annesi, sanki oğlu her daim yaşayacakmış gibi; onun mürüvvetini görmek, onun mutlu olmasını rahat etmesini sağlamak için çabalar. Bunca yıl aradan sonra, hele ki siyasi bir suçtan mahkûm olan insanlara en yakın akrabaları tarafından sırt çevrildiğini düşünürsek- ki 12 Eylül 1980 ve sonrası böyle durumlar yaşanmıştır- böylesine bir fedakârlık anne-oğul arasındaki büyük bir yakınlığı işaret etmektedir. Alexander Sokurov’un, 1998 yapımı Mat i syn (Ana ve Oğlu) filmi de aynı minvalde seyretmektedir (Özcan Alper de böyle bir etkilenme olabileceğini ifade etmektedir). Filmimiz Yusuf’un dış dünyaya adapte oluşunu/olamayışını, çevresi ile olan ilişkilerini ele almaktadır. Oldboy’un ana karakteri Oh Dae Su’nun, 15 yıl aradan sonra kavuştuğu dış dünya için söyledikleri aynı zamanda Yusuf içinde geçerlidir.
“Hayat daha büyük bir hapishaneymiş.” (Oldboy)
Yusuf’un dış yaşama alışması kolay değildir; zira geceleri kâbus gördüğünden evin içinde uyuyamamakta, sürekli bahçedeki divanda yatmaktadır. Yusuf çarşıya, eski arkadaşı Mikail’in (Serkan Keskin) yanına iner. Yolda karşılaştığı birkaç kişinin kendisini çağırması üzerine birlikte minibüs beklerler. Ancak kendi aralarında turizm konusunda sohbet ederken Yusuf’un gözü bir solucana takılır. On yıl geçmesine karşın hiçbir şey değişmemiştir ya da her şey çok yavaş ilerlemektedir. Yusuf minibüsü beklemek yerine yürümeye başlar. Sanki gördüğü kişiler on yıl boyunca aynı yerde aynı minibüs beklemektedirler.
Sonbahar görüntüleri ve ruhsal tahliller bir Dostoyevski romanını andırmaktadır. Hopa küçük bir Petersburg gibidir sanki. Yusuf bir Raskolnikov yalnızlığıyla çevrelenmiştir. Dostoyevski “Suç ve Ceza” romanında kahramanı Raskolnikov’a, insanların ikiye ayrıldığını ve birinci grubun sadece kendi türünün çoğalmasından başka bir işe yaramadığını, adeta bir asalak gibi yaşadığını; diğer grubun ise insanoğlunun gelişimine katkıda bulunduğunu, insanlığı yücelttiğini ve bu insanlar uğruna öldürmenin meşru kılınabileceğini söyletir. Filmde tam da bunu görürüz; tabii “öldürmenin veya cinayet işlemenin” meşru kılınması kitapta zaten fazlasıyla irdelenmektedir ve filmimiz ancak bu noktada kitaptan ayrılmaktadır. Yusuf, sosyalizme gönül vermiş ve bu konudaki inancını asla yitirmemiş bir kıvılcımdır. Sosyalizm aynı zamanda kendisinin temel var oluş sebebidir de. Tıpkı Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi. İlk gruba dahil olan insanlar işte o minibüs bekleyen insanlardır. En yakın arkadaşı Mikail’in aynı şekilde bunlardan hiçbir farkı yoktur. Yıllar önce canını vermekten çekinmeyeceği eşine karşı, artık hiçbir şekilde sevgi duymayan Mikail, yıllar içinde içindeki ateşi sönen, salt üremek ve neslinin devamını sağlamaktan öteye gitmeyen bir yaşam tarzı benimsemiştir. İşte Yusuf’un bu kısacık yaşamı diğer insanların yaşamından daha anlamlı ve daha derinlikli gelir bize. Diğer insanlar yukarıda değindiğimiz gibi “mekanikleşmiş”lerdir. Tam da sistemin olmasını istediği gibi…
Yusuf çarşıda bir kitapçıya gider ve orada, Gürcistan’dan kaçıp yaşamını hayat kadını olarak sürdüren Eka (Megi Kobaledze) ile göz göze gelir. Yusuf’un ruh hali, seyrettiği dingin Karadeniz suları gibidir sanki. Ancak bu ruh hali yakında içinde kopacak fırtınaların da habercisidir. Çünkü Eka kitapçıdan çıktıktan sonra kitapçının “Bunların orospuları bile kültürlü” sözüne anlamlı bir bakış fırlatmıştır. Bu şekilde seyirci karakterin değişen ruh halini Karadeniz dalgaların gibi izleyebilecektir.
Yusuf zamanını tavan arasında bulduğu tulumu tamir ederek geçirir. Bir akşam Mikail’in kendisini arayıp kafaları çekmek için çağırmasıyla şehre iner. Gittikleri meyhanede Eka’yla karşılaşır yeniden. Eka’nın kaderi de aslında Yusuf’unkinden farksızdır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kızını Gürcistan’da bırakıp Hopa’da hayat kadınlığı yapan Eka, aslında ülkesindeki baskıdan kaçmıştır. Temelde iki karakterin de en büyük ortak noktası “sosyalizm”dir. Ancak Yusuf, otelde kendisini zorlayan Eka’ya “benim istediğim bu değil” cevabını verir ve onunla yatmaz. Yusuf’un istediği şey, davasına duyduğu tutku gibi bir aşk, saflık, masumiyet ve en önemlisi umuttur. İki karakter zamanla birbirine yakınlaşır, âşık olurlar. Yusuf’un yaşama olan inancı ve var oluş nedeni, böylece yeniden şekillenir.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanına döndüğümüzde, orada da aynı formüllerle karşılaşmak mümkündür. Bana göre filmin bu romanla göbek bağı bununla sınırlı değildir, romanın adeta bir usta tarafından yeniden şekillendirilip can verilmesidir. Romanda Raskolnikov karakteri aynı şekilde bir hayat kadınına aşık olur. Ancak aşık olduğu hayat kadını diğer insanlardan farklıdır. Raskolnikov buna inanmaktadır, çünkü yaptığı iş basit bir iş değildir. Bir anlamda toplumun baskısını sırtında kırbaç gibi hisseden sevdiği hayat kadını, bu işi zevk için değil ailesini geçindirmek için yapmaktadır. Bu da onu yukarda bahsettiğimiz birinci grubun dışına itmektedir.
Filmin geçtiği mekânın kozmopolit yapısı ve konuşulan diller bir çeşitlilik sergiler; tıpkı Karadeniz doğasında bin bir türlü yeşilin bir arada kaynaşması gibi. Filmde Türkçe, Hemşince, Gürcüce gibi dillere ve bu dilleri konuşan insanlara rastlamak mümkün. Tesadüf müdür bilinmez filmin oyuncu ve teknik ekibi de aynı kozmopolit yapıya sahip; filmin yapımcısı Serkan Acar Artvin/Ardanuçlu ve Gürcü kökenli, yönetmen Özcan Alper Hemşinli, sanat yönetmeni Canan Çayır ve görüntü yönetmeni Feza Çaldıran Türk, yapım amiri Gökhan Evecen Hatay/Samandağlı ve Arap kökenli, filmin ses kurgusunu yapan ve İranlı yönetmen Mohsen Makhbalf ile çalışan baba oğul Muhammed ve Ebrahim Mokhtary Pers, filmin makyaj ekibi Gürcü, aynı şekilde Eka’yı oynayan Megi Kobaledze de Gürcü asıllı…
Annesini, babasının mezarını temizlerken izleyen Yusuf’a kargalar çatlak sesleriyle her daim ölümün yaklaştığını hatırlatır. Ancak yine de annesi kargaları kovar, oğlunun her daim yaşayacağını umut eder. Yusuf asla kurtulamaz bu ölüm duygusundan; kargalar kovulur ancak kargaların yerini bu sefer bir köylünün cenazesi alır. Dayanamaz Yusuf gitmez mezarlığa. Açıkçası filmin fonu bir ağıt gibi dursa da (Filmin ilk ismi Sonbahar Ağıtı idi), bana göre ölüme yazılmış en güzel methiyedir Yusuf’un yaşamı.
Mevsim değişmiştir. Sonbahar bitmiş artık kışa girilmiştir, Yusuf ömrünün son demlerini yaşarken içindeki ruhsal değişimin boyutunu, Karadeniz’in gittikçe hırçınlaşan dalgalarından anlarız. Buna ayrıca filmde etiketlenen saat sesi de eklenince, yolculuk başlamış gibidir. Birbirlerine aşık olan Yusuf ve Eka yatakta cenin pozisyonunda yatarken, onları en saf ve en masum halde izleriz. Eka için memleketi Gürcistan’a dönme vakti gelir. Yusuf’a “Sen en güzel yıllarını sosyalizm için mi verdin?” diye sorar, Yusuf sessiz kalır. Bu sessizlik Eka için de bazı şeyleri düşünme zamanıdır. Baskıdan kaçtığı Gürcistan’a dönmek için hayat kadınlığını bırakır. Böylesine bir insana aşık olarak, onun içinde gördüğü tutkunun kendi içinde de filizlenmesine neden olacaktır. Yusuf da pasaport çıkarıp Eka’yla birlikte Gürcistan’a giderek, aynı şekilde bu aşka karşılık vermek ister. İkisi de uzun bir yolculuğu hayal eder. Ancak ölüm düşüncesi bir zaman sonra onu bundan vazgeçirir.
Eka yalnız başına Gürcistan’ın yolunu tutarken, Yusuf yaşamın hırçın dalgalarına karşı yürür. Eka üstünde kızıl renk bir paltoyla giderken, Yusuf kızıl bayrağa sarılı tabutuyla gider ölüme. Eka’yı senfonik bir yalnızlık uğurlarken, Yusuf’u uğurlayan tavan arasında tamir etmeye çalıştığı ve sonunda artık bütün nefesiyle çalabildiği tulumdur.
Filmin birkaç ayrıntısından daha bahsetmek istiyorum. Yusuf’un yaşlılar ile birlikte minibüs beklediği ve vazgeçip yürümeye başladığı sahnede, gelen minibüsün rengi kırmızıdır. Aynı şekilde Mikail’in de arabasının rengi kırmızıdır. Yusuf bu arabalara binmiştir ve aslında Yusuf’un ruhsal ölümü çok önceden gerçekleşmiştir. Çünkü filmin sonunda son kez kızıl renkli bayrağa sarılmış bir araca biner: Tabuta. Aynı şekilde Eka da kırmızı elbisesi ile Gürcistan’a gider. Ancak onun bindiği minibüsün rengi beyazdır. Bu da yaptığı malum işi bıraktıktan sonraki saflığı ve geri kalan yaşamındaki masumiyeti ifade ediyor sanırım.
Filmin müziklerine değinmeden geçmemeli; naif doğal güzellikler ve yalnızlıkla örtüşen filmin müzikleri ayrıca “21. Premiers Plans d’Angers” En İyi Müzik ödülünü almıştır.
Son olarak bahsetmek istediğim, filmdeki dramatik gücü yükselten son plan/sekanstır. Bunu yapan pek fazla yönetmen olmasa gerek; şöyle bir gözden geçirdiğimde en layıkıyla yapan Yunan yönetmen Theodoros Angelopoulos geliyor aklıma. Özellikle plan-sekans içerisindeki farklı zamanları kesmelere gitmeden yapan Alper, bu sahnede şimdiki zamanda yaşayan Yusuf’u tulum çalarken hiçbir noktalama işaretine başvurmadan, hafif kaydırmayla pencere önüne gelen kameradan dış mekânı çeker. Dış mekânda ise Yusuf’u son yolculuğuna uğurlayan bir kalabalık vardır. Bir söyleşisinde Yunan yönetmenin sinemasının gücünden ve etkilerinden söz etmiştir. Bu yönetmenin yakın Yunan tarihini nasıl mitolojik denklemlerle süsleyip verdiğini anlatmaya gerek yok. Ancak şu bir gerçek ki, artık ülkemizin yakın tarihini Özcan Alper’in kadrajından yansıyan görüntülerde bulacağız.
“Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”
Not: Bu yazıya katkılarından dolayı filmin yapım amiri Gökhan Evecen’e teşekkürler. Kendisiyle en yakın zamanda bir söyleşi gerçekleştireceğimizi haber verir, film ile ilgili soruları olan okurlarımız ve yazarlarımız varsa, sorularını iletişim bölümünden sorabilecelerini hatırlatırım.
Yazan: Kusagami
Genovese Sendromu
Watchmen gösterime girdi.
Alan Moore’dan daha önce araklanan “V for Vendetta” gibi, bu uyarlama da çok tartışılacağa benziyor. “300 Spartalı” ile çoğu kişinin antipatisini kazanan yönetmen Zack Snyder bu defa eşeğini sağlam kazığa bağlamış ve kitaba bire bir sadık kalmış (diyorlar). Görünen o ki okuyucular, kült statüsüne erişmiş grafik romanların sinemaya uyarlanmasına iyi gözle bakmıyor. Hele ki Alan Moore gibi popüler kültürün her türlüsüne karşı çıkan bir put yıkıcının romanının, kendisiyle dalga geçercesine popüler sinema ürünü haline getirilmesi, nasıl bir zekânın ürünüdür ben karar veremedim. Bir Matrix vakası daha yaşıyoruz galiba; kendi kendini yalanlayan ve aktarmak istediği öğretiyi nötrleyen bu filmde aslında süper olmayan süper kahramanlar anlatılıyor, süper dijital efektlerin eşliğinde?!!!
Roman (bence öyle, çizgi roman için fazla ciddi bir ürün çünkü), “Who watches the Watchmen (Gözcüleri kim gözleyecek?)” sorusu üzerine kurgulanmış bir etik manifesto. Amerika’nın, kitleleri yönlendirmek için yarattığı kusursuz ve örnek karakterleri yeryüzüne indiriyor ve onları sıradanlaştırıyor. Bu “gözcüler” her şeye o kadar müdahiller ki, dünyanın polisliğini yapmayı bırakın, Amerika’nın başkanını bile seçme şerefine nail oluyorlar. V for Vendetta’da İngiltere’nin faşist rejim altında çürümesini eleştiren Moore, bu romanında elini Amerika’ya uzatıyor. “Rambo” filmlerinden alışkın olduğumuz tek kişilik ordu figürler hayatımız üzerinde söz sahibiler. Peki, bunları kim denetleyecek? Yanlış yapmaları nasıl önlenecek?
Öykü nostaljik bir havada seyrediyor. Yazıldığı dönem 1986–87 yılları ve o zaman 12 fasikül halinde yayınlanmış. Eski bir süper kahramanlar grubundan bahsediliyor. “Minutemen” adlı bu örgütte şu kişiler var:
Nite Owl (I) (Hollis Mason)
Silk Spectre (I) (Sally Juspeczyk, daha sonra kökenlerinden utandığı için soyadını Jupiter olarak değiştiriyor.
Captain Metropolis (Nelson Gardner)
Hooded Justice (bu maskeli kahramanın Rolf Muller olduğu tahmin ediliyor)
Mothman (Byron Lewis)
Dollar Bill
Silhouette (Ursula Zandt)
Bu karakterler görevlerini bitirip emekli olmuş şahıslar ve romanda arada bir isimleri zikrediliyor. Hollis Mason’un anılarını anlattığı “Under the Hood” adlı romanında (Bu tabii ki bir kurgu. Öykü içinde öykü konseptini en gerçekçi haliyle yansıtan Alan Moore ayrıntılı anlatımıyla böyle bir roman yaratmış.) bu karakterlerin en gizli sırları ifşa ediliyor.
Watchmen’in başkarakterlerini oluşturan yeni grubun adı ise “Crimebusters”. Minutemen’in geleneğini sürdürmeyi amaçlayan bu örgüt:
The Comedian (Edward Blake)
Rorschach (Walter Kovacs)
Ozymandias (Adrian Veidt)
Doctor Manhattan (Jon Osterman)
Silk Spectre II (Laurel Juspeczyk)
Nite Owl II (Dan Dreiberg)’den oluşuyor.
Bu kadar karakteri size yardımcı olması için verdim. Filmi izlerken elinizde bir rehber olsun. Roman, aslen bir polisiye şeklinde ilerliyor. Komedyen’in gizemli bir biçimde öldürülmesinin ardında karanlık bir komplo sezinleyen arıza adam Rorschach, hem adım adım bu gizemi açıklığa kavuşturuyor hem de diğer karakterleri bizlerle tanıştırıyor. Olay örgüsü içinde asıl kilit kişi Komedyen olsa da benim derdim bu şahıs: Rorschach.
Sorunlu çocukluğunun izlerini antisosyal kişiliğiyle yanında taşıyan Kovacs’ın yolu psikiyatri kliniğinden de geçiyor. Çünkü toplumun dejenerasyonundan rahatsızlık duyuyor ve insanların ilgisiz kaldığı vakalarda kendi kurallarını uyguluyor. Burada kendisine gösterilen mürekkep lekeleriyle (Rorschach testleri) serbest çağrışım yapması isteniyor. Adını işte buradan alıyor; yüzünde duygu durumuna göre değişen lekeler olan bir maske takıyor. Bu maskenin kumaşı Kitty Genovese’in elbisesinin bir parçasıdır aslında.
Zavallı Kitty Genovese… 1964′te suç kayıtlarına geçen gerçek bir olayın kurbanı olan 20′li yaşlardaki bu kız; New York’un göbeğinde, otomobilinden inerek apartmanına doğru yöneliyor. Tam o esnada bir sapık yaklaşıyor ve kızı sırtından 2 defa bıçaklıyor. Kız “İmdat! Beni bıçakladı!” diye bağırıyor fakat etraftaki komşulardan bir kişi bile müdahalede bulunmuyor. İzbe bir yer değil, etraf apartmanlarla dolu… Daha sonra verilen ifadelerden bir komşunun penceresini açıp “Kızı rahat bırak!” diye haykırması nedeniyle korkan sapığın kızdan uzaklaştığı aktarılıyor. Fakat kız yerde kanlar içinde ve yardımına kimse koşmuyor. Kitty, sürünerek apartmana giriyor. Sapık, kimsenin müdahale etmediğini görünce birkaç dakika sonra kızı tekrar yakalıyor. Apartman boşluğunda kızı daha da bıçaklayıp tecavüz ediyor! Görgü tanıklarının ifadesiyle bir komşusunun kapısını açtığı halde hiçbir şey yapmadan tekrar kapattığı öğreniliyor. Kız hala ölmüyor. Aklı geç çalışan biri polisi arıyor. Fakat zavallı Kitty Genovese, hastaneye yetişemeden ambulansta can veriyor!
Amerika halkı bu korkunç olayla derinden sarsılıyor. Polis kayıtlarında her kafadan başka ses çıktığı, zanlının herkes tarafından farklı tanımlandığı, fakat tüm olayların sürdüğü yarım küsur saat boyunca bir Allah’ın kulunun polisi aramadığı rapor ediliyor. Sosyologlar, psikologlar bu bigâneliği açıklayacak kelime bulamıyorlar. Onlarca görgü tanığı, suçunu işlemesinde sapığa seyirci kalıyor, ne denebilir ki? İşte bu vaka, halkbilimci literatürde “Genovese Sendromu” olarak tanımlanıyor. Bir tür “Sorumluluk karmaşası”…
Bir Amerikan suçu daha; 26 Ekim 1965’te Indianapolis polis servisi, bir kızın öldürüldüğüne dair bir telefon alıyor. Telefondaki henüz erkekleşmemiş bluğ çağındaki oğlan sesi, ölü bedeni bulduğu 3850 East New York sokağını tarif ediyor. Polisler, ihbarcının tarif ettiği kulübeye vardıklarında, bodrumda, 16 yaşındaki Sylvia Marie Likens’in çürümeye başlamış cesedini buluyorlar. Çürüklerle ve küçük kesiklerle dolu vücutta daha sonra yapılan araştırmalarda 100′ün üzerinde sigara yanığı tespit ediliyor. Ciltte yaygın olarak tamamen soyulma bölgeleri haricinde göğsünde “3” yazısı göze çarparken en dikkat çekici yazı zavallı kızın göbek bölgesinde: “Ben fahişeyim ve bununla övünüyorum!”
Araştırmaların sonucunda 11–12 yaşları arasında kız ve oğlanlardan oluşan bir grup ve bunlara liderlik yapan 37 yaşında bir kadın sorumlu bulunuyor. Kadının adı Gertrude Baniszewski olarak kayda geçiyor. Sylvia ve 15 yaşındaki kızkardeşi Jenny Fay Likens, Temmuzdan beri Bayan Baniszewski’nin yanında kalıyorlarmış. Jenny’nin, çocuk felci nedeniyle bacakları tutmuyormuş ve değneklerle yürüyormuş. Kızların anne babası karnavalda çalıştıkları süre boyunca çocuklarını, Bayan Wright olarak tanıdıkları Bayan Baniszewski’ye emanet etmişler.
Bu konuyu edinmiş aynı tarihli iki film var: “Jack Ketchum’s The Girl Next Door (Yön: Gregory M. Wilson, ABD 2024)” ve “An American Crime (Yön: Tommy O’Haver, ABD 2024, Oyn: Ellen Page, Catherine Keener, James Franco…)”. İlk filmin oyuncuları tanınmış değil. Olayların geçtiği tarihin ve karakterlerin gerçek olayla ilgisi yok; daha serbest bir uyarlama. İkinci film ise görüldüğü üzere star oyuncularıyla göz dolduruyor. Ve gerçek olaya daha sadık kalınmış. Fakat karakter çözümlemelerine girişilirken cani kadınla biraz fazla empati kurulmuş. Hani neredeyse haklı bulucaz kadını! Benim tercihim, her ne kadar gerçek olaydan uzaklaşsa da, ilk filmdir. Genç kıza yapılan işkenceler, etrafın ve komşuların buna seyirci kalması; hatta bilakis katkıda bulunması gerçekten asap bozucu bir şekilde anlatılmış. Film bittikten sonra kendinizden nefret ediyorsunuz.
Evlerinde kaldıkları, dul ve fakir kadın tarafından bodruma kapatılarak işkence gören, aç ve susuz bırakılan genç kızın dramını asıl katmerlendiren; bu bahsettiğim “çevrenin duyarsızlığı”. İşkence edilen kızın çığlıklarını duyan komşular en fazla “aa yeter artık, bu ne gürültü” diyorlar. Bir din adamı bile, bir şeylerden şüphelendiği halde arkasını araştırmıyor. İşkencelerde annelerine yardım eden evin küçük çocuklarını bir tarafa bırakın, mahalledeki kız ve erkek çocuklarının yaptıklarını açıklayacak bir söz bulamıyorum. Zaten kendileri bile mahkeme ifadelerinde “bunları neden yaptığımı bilmiyorum” diyorlar. Böyle bir “düşene bir tekme de sen at” toplu psikolojisi! Bodrum zemininde yatan yarı ölü, savunmasız bir kız neden tekmelenir, neden yumruklanır? Filmin adından da (Amerikan Suçu) aşikâr Amerika’nın şu izolasyon problemi kendilerini de rahatsız ediyor herhalde. Konforlarını bozmamak için üç maymunu oynayan, sürü psikolojisini uygularken kendilerini çabucak koyveren, daha sonra da birlik beraberlik masalları anlatan bir ulusun hangi zihniyetle bir arada bulunduğunu açıklamak çok kolay. İnsanlığını, ruhunu kaybettiği nokta bu olmalı. Güvensizlik ve bencillik hisleriyle kapandıkları yuvalarına gelen en küçük tehditte şuurlarını kaybediveriyorlar. Ya bizim toplumumuz? Kaçımız, komşusu karısını döverken polisi arıyor? Hangi görevli sokak ortasında kocası tarafından bıçaklanan kadın için müdahalede bulundu? Bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfasını dolduran, şehirli magandalarca, sabaha kadar, kızlı erkekli tecavüze uğrayan kiracıların çığlıklarına hangi komşu yanıt vermişti?
Rorschach… Bir sorgulama masasında, yüzünde bereler var. Geçmişte yaptığı illegal bir olay hatırlatılıyor kendisine. Küçük bir kız kaçırılmış fidye için fakat yanlışlıkla zengin bir adamın değil fakir birinin küçük yavrusu… Rorschach, söz konusu bir çocuk olduğu için, kişisel olarak soruşturmayı üstleniyor ve çocuk hırsızının peşine düşüyor (çocukluğunda ne yaşamıştır?). Batakhanelerde birkaç adamı hırpalıyor, biraz kötü hırpalıyor. Ve sonuncusu, suçlunun adını veriyor. Şehir dışında bir döküntü evde, sobanın içinde yanık kumaş parçaları keşfediyor Rorschach. Çiçekli, küçük bir kızın üzerinde taşımaktan hoşlanacağı türden bir kumaş. Arka kapının dışında bir şeyler yiyen ve açlıkları bastırıldığı için yarı neşeyle güreşen köpeklerin sesini duyuyor. Pencereden baktığında, maskesindeki lekeler şiddetle kasılıyor. Köpeklerin paylaşamadıkları kemikler küçük bir insana ait! Hızla eline geçirdiği baltayı, bir köpeğin kafasına indiriyor ve hayvanın beynini ortaya çıkaracak denli ikiye yarıyor. Sorgulanırken kendisine gösterilen mürekkep lekelerinde işte bu köpeğin parçalanmış kafasını görüyor. Fakat neyi çağrıştırdığı sorulduğunda yalan atıyor.
Gösterimdeki hayatımız bir Amerikan filmi. Anlatılan bir Amerikan suçu. Lütfen mürekkep lekelerinde ne gördüğünüz konusunda kendi kendinizi kandırmayın. Orada parçalanmış bir köpek kafası var…
Yazan: Wherearethevelvets