Arkadaş (1975, Yılmaz Güney)

Arkadaş, Yılmaz Güney’in burjuvaziye nefretini en açık bir biçimde gösteren filmidir. Filmde yozlaşmış burjuva eleştirisi oldukça çiğ bir şekilde verilir. 1974’te hapishaneden çıkan Güney, burjuvaziye öfkesini, diğer filmlerinin aksine, bir kent filmiyle, küçük burjuva alışkanlıklarının çirkinliğini alabildiğine gözler önüne sererek gösteriyor. Halk insanı olan Âzem (Yılmaz Güney) ile fabrikatör; kaybolmuş, kimliksiz, kimsesiz kalmış Cemil (Kerim Afşar) arasındaki çatışmalı arkadaşlık, dönem filmlerinin dışına çıkmış bir film olan Arkadaş’ın konusunu oluşturmaktadır.

Film, zaman içinde ideolojik anlamda değişen arkadaşına gerçekleri gösterme çabasındaki bir adamın çırpınışını anlatır, yozlaşmayı ve tükenişi resmeder. Filmin başlarında Cemil’in tatil yapmak için geldiği sahil kasabası ve sahil kasabasında tatil yapmayı hak etmiş (!), yazları çalışmak zorunda olmayan insanlar gösterilir. Cemil’in yaşadığı villada bir telefon sesi işitilir ve Âzem geleceğini bildirir. Şehir merkezinde buluşan Âzem ile Cemil eski günlerden söz ederken geçen yılların kendilerinde nasıl bir değişime yol açtığını görürüz. Cemil’in kilo alışını kast ederek yükünün arttığını söyleyen Âzem, aslında sahip olduklarının tahakkümü altına giren ve ezilen Cemil’e atıfta bulunur. İznini arkadaşının yanında geçirmeye karar veren Âzem, şehri Melike aracılığıyla tanımaya başlar ve olaylar gelişir. Bir yandan bütün ahlaki değerleri hiçe sayan ve oldukça lüks bir yaşamı olan burjuva hayatı sürdürülürken diğer yandan onların rahatı için güneşin kavurucu sıcağı demeden çalışan işçiler yaşam mücadelesi vermektedir. Hayatında hiçbir zorluk görmeden, emeğin gerçek karşılığının ne olduğundan bihaber yaşayan burjuva sınıfı hiç görmedikleri ve tahmin bile edemedikleri yoksulluk üzerine büyük laflar ederler; hiçbir köyde sıkıntı olmadığından, çarığın tarihe karıştığından bahsederken,  işçilerin sürekli para istediğinden ve onca parayla ne yapacaklarını anlayamadıklarından yakınırlar. Burjuvazinin temsilinde ahlaki imgelerin kullanılması, geçmişteki geleneksel ahlaki formların ne kadar önemli ve etkili olduğunu da gösterir. Bu yozlaşmış ahlak anlayışı 1974’te izleyici üzerinde çok etkili olmasına karşın günümüzde bu durum sıradan bir hal almıştır.

Burjuva hayatından birçok kesit sunan film, alt kültür-karşıt kültürün hayatından görüntülerle de beslenir. Artık bir alt kültür eğlencesi olarak görülen ve alt kültürün alçak zevkini temsil eden piknik alanına götüren Âzem, Cemil’in eski tanıdıkları ve çevresiyle ilk yüzleşme evresini gerçekleştirir. Piknikten sonra Cemil’i artık tanıyamadığını söyleyen Semra ile görüşen Âzem, o’na, Cemil’e bu hayatın çirkinliklerini göstereceğinden ve onu değiştireceğinden bahseder. Cemil için artık her şeyin geç olduğunu düşünen Semra ise Cemil’in içinde bulunduğu şartların Cemil’i -yani burjuvaziyi- yansıttığını, Cemil’in değişmesinin ancak yaşadığı şartlar değiştiği takdirde mümkün olabileceğini söyler. Cemil, sahip oldukları sayesinde var olabilen, onlar olmadığı müddetçe var olamayacak biridir.

Kapitalist sistemin göz ardı ettiği ve öngöremeyip kontrol altına alamadığı kesim olan alt kültür, sınıfsal kimliğinden dolayı yozlaşmış hayatı her gün sindirmeye çalışan uzun saçlı gencin, yaşananları kendisine ve kendi sınıfından olanlara yakıştıramayarak, bilinçsiz bir şekilde camları kırması ve tekerlekleri patlatması ile imgelenir. Üretim biçiminden kaynaklanan hayat şartlarının değişmesi ancak ve ancak üretim şeklinin değişmesi ile mümkündür (Marx), teorisinden yola çıkan Âzem, işe alt kültürü karşıt kültüre çevirmek ve bilinçli birer proleter yapmakla başlar. Sınıfsal olayları iyi niyet ve vaazla çözme anlayışı bir çıkar yol değildir. Ne kadar işçi varsa oturur ve sınıfın ne demek olduğundan tutun da emeğin kurtuluşuna varıncaya dek (Marx’ın yabancılaşma teorisi) anlatır. İnsanlar kendi sınıfsal kültürlerinin etkisinde olduğundan herkes bir anda değişmez, eğer bir düzelme olacaksa bir sınıfın iktidarı yenilerek ve sınıfsız bir iktidar kurularak yapılabilir. Sınıfsal ayrışma kesindir ve bunun sosyo-ekonomik, kültürel ve ahlaki ayrışmaları getirmesi kaçınılmazdır. Değişim isteniyorsa, değişimi de toplumsal bir tabana dayanmadan bireysel çabalarla gerçekleştiremeyiz.  Bütün bunlardan yola çıkarak Cemil’in değişmesini isteyen Âzem, Cemil’i bir kenara çekerek; “senin tutum ve davranışların, aile ilişkilerin hiç iyi değil. Biz arkadaşsak açık konuşmak zorundayız. Arkadaşların bu işe medeni olmak diyor, sense açık fikirli olmak diyorsun, bence dejenere olmaktır bu tavrın adı, yozlaşmaktır” der. Böylece, iyi niyetli olmak yerine, dost acı söyler diyerek sosyo-ekonomik analiz ile arkadaşın tanımını Cemil’e yeniden yapar. Âzem’in bu hal ve hareketleri Cemil’in eşinin ve arkadaşlarının hiç hoşuna gitmez; seçkinliklerine leke sürüldüğünü düşünürler.

Cemil’den umut kesmeyen Âzem,  duyulan davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini, bir de yakından dinlenmesi gerektiğini düşünür ve ikinci kere gerçeklerle yüzleşmesi için Cemil’i köyüne götürür.  Film, bu köyde yaşayanların çaresizliğine burjuvazinin bakış açısının ne kadar sığ olduğunu da bu karelerle anlatır; çarığın tarihe karıştığından bahsederlerken çarığı bile olmadan taşlı yollarda yürümek zorunda kalan çocuklar Cemil’i derin düşüncelere gark eder. 32 metreden suyun nasıl olup da çıktığına inanamayan Melike, her yerde çeşme olduğunu düşündüğünden orada bulunmadığına şaşırır. Kendisi ve ailesi için, en önemlisi istediği için gece gündüz demeden çalışan köydeki çiftçi, emeğine yabancılaşmadan çabalıyor ve üretiyor, her şeyden önemlisi umutları ve hayalleri var. Kendi hayalleri ve yaşam tarzını sorgulamaya başlayan Cemil’in benliği sarsılıyor. Dönüşte, çorak bir arazide kendini aramaya kalkan Cemil’e bir tavsiye daha yine Âzem’den geliyor; “sen kendini burada kaybetmedin ki burada bulasın.” Bundan sonra Cemil hırsla geri döner ve ilişkilerini, tüketim alışkanlıklarını, nasıl olup da, sahip olduklarına bu kadar yenildiğini ayrımsar. Hayatımızı değiştirmek istiyorsak,  acı gerçeklerle de yüzleşmek gerekir. Bunca zamanını, bütün hayatını, zengin olmak ve belli bir konuma gelebilmek için harcayan Cemil, Platon’un mağarasından dışarı çıkarak gerçeği gören insanlar gibi bir şok içine girer. Sahip oldukları kendisine ağır gelir ve intihar eder.

İrem Aydın

irem–aydin@hotmail.com 

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Türk Sinemasında Sanat Filmleri

     “A Ay” desem? 

     Peki, “Hababam Sınıfı” desem? 

     Filmin özgün müziğini yapan Melih Kibar’ı saymazsak; Güdük Necmi’yi, İnek Şaban’ı, Damat Ferit’i, Hayta İsmail’i, Kel Mahmut’u, Hafize Ana’yı ve Badi Ekrem’i kim hatırlamaz.

      Parçala Behçet, Beş Dakikada Beşiktaş, Tak Fişi Bitir İşi, Turist Ömer, Savulun Battal Gazi Geliyor, Kara Murat Fatih’in Fedaisi, Davaro, Kibar Feyzo, Sahte Kabadayı, Dünyayı Kurtaran Adam, Acıların Çocuğu, Recep İvedik… filmlerini duymayan ya da izlemeyen yok gibidir. Baştaki filmi neden çıkaramadık? Çünkü o, Türk sinema tarihinde yapılmış en sofistike sanat filmi, diğerleri ise dönemsel ve ticari eğilimlere göre “kotarılmış” popüler filmler. Hatta bazıları artizler kahvesinde kastı yapılıp bir hafta gibi rekor sürelerde, kimi zaman senaryosuz olarak çekilmiş B sınıfı çöp filmler.

     Nedir bir filmi sanat filmi yapan? Bunun herkesçe kabul edilen genel geçer bir kuralı var mıdır? Neden bazı filmler elli bin seyirciye ulaşamazken bazıları üç milyon seyirciye ulaşır? Sanat filmi kategorisindeki bir filmin gişede hâsılat rekoru kırması olası mıdır?

     Tüm bu soruların yanıtlarını aramaya başlamadan önce kendi seçkim olan ve sanat filmi kategorisine girebilecek bir listeyi paylaşmak istiyorum:

   Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963); Gurbet Kuşları (Halit Refiğ, 1964); Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965); Vesikalı Yârim (Lütfi Akad, 1968); Umut (Yılmaz Güney, 1970); Senede Bir Gün (Ertem Eğilmez, 1972); Gelin (Lütfi Akad, 1973); Canım Kardeşim (Ertem Eğilmez, 1973); Arkadaş (Yılmaz Güney, 1974); Diyet (Lütfi Akad, 1974); Tosun Paşa (Kartal Tibet, 1976); Mağlup Edilemeyenler (Atıf Yılmaz, 1976); Kapıcılar Kralı (Zeki Ökten, 1976); Selvi Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz, 1977); Sürü (Zeki Ökten, 1978); Maden (Yavuz Özkan, 1978); Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979); Yol (Şerif Gören, 1981); Ah Güzel İstanbul (Ömer Kavur, 1981); Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz, 1984); Züğürt Ağa (Nesli Çölgeçen, 1985); Adı Vasfiye (Atıf Yılmaz, 1985); Aaah Belinda! (Atıf Yılmaz, 1986); Asiye Nasıl Kurtulur (Atıf Yılmaz, 1986); Değirmen (Atıf Yılmaz, 1986); Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986); Muhsin Bey (Yavuz Turgul, 1986); Ses (Zeki Ökten, 1986); Kadının Adı Yok (Atıf Yılmaz, 1987); Düttürü Dünya (Zeki Ökten, 1988); Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989); A Ay (Reha Erdem, 1989); Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990); Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990); Madde 438 (Ümit Efekan, 1990); Gölge Oyunu (Yavuz Turgul, 1992); Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri (İrfan Tözüm, 1992); Dönersen Islık Çal (Orhan Oğuz, 1992); Sarı Tebessüm (Seçkin Yaşar, 1992); Kız Kulesi Âşıkları (İrfan Tözüm, 1993); Gece, Melek ve Bizim çocuklar (Atıf Yılmaz, 1993); Böcek (Ümit Elçi, 1994); İstanbul Kanatlarımın Altında (Mustafa Altıoklar, 1995); Eşkıya (Yavuz Turgul, 1996); Mum Kokulu Kadınlar (İrfan Tözüm, 1996); Hamam (Ferzan Özpetek, 1996); Tabutta Rövaşata (Derviş Zaim, 1996); Ağır Roman (Mustafa Altıoklar, 1997); Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997); Gemide (Serdar Akar, 1998); Mayıs Sıkıntısı (Nuri Bilge Ceylan, 1999); Üçüncü Sayfa (Zeki Demirkubuz, 1999); Güneşe Yolculuk (Yeşim Ustaoğlu, 2024); Filler ve Çimen (Derviş Zaim, 2024); Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2024); Metropol Kabusu (Ümit Cingüven, 2024); Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Uluçay, 2024);  Duvara Karşı (Fatih Akın, 2024); Takva (Özer Kızıltan, 2024); Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2024); Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2024); İklimler (Nuri Bilge Ceylan, 2024); Hokkabaz (Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı; 2024); Kader (Zeki Demirkubuz, 2024); Mavi Gözlü Dev (Biket İlhan, 2024); Pazar: Bir Ticaret Masalı (Ben Hopkins, 2024); Sis ve Gece (Turgut Yasalar, 2024); Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan, 2024); Issız Adam (Çağan Irmak, 2024); Devrim Arabaları (Tolga Örnek, 2024); Bal (Semih Kaplanoğlu, 2024); Çoğunluk (Önder Çakar, Seren Yüce; 2024); Kaybedenler Kulübü (Tolga Örnek, 2024).

    Şimdi de bu listeden bir top yirmi çıkaralım:

1.    A Ay (Reha Erdem, 1989)

2.    Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986)

3.    Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965)

4.    Muhsin Bey (Yavuz Turgul, 1986)

5.    Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963)

6.    Umut (Yılmaz Güney, 1970)

7.    Sürü (Zeki Ökten, 1978)

8.    Selvi Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz, 1977)

9.    Gelin (Lütfi Akad, 1973)

10.Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990)

11.Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989)

12.Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997)

13.Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2024)

14.Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979)

15.Gemide (Serdar Akar, 1998)

16.Kadının Adı Yok (Atıf Yılmaz, 1987)

17.Takva (Özer Kızıltan, 2024)

18.Senede Bir Gün (Ertem Eğilmez, 1972)

19.Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Uluçay, 2024)

20.Çoğunluk (Seren Yüce, 2024)   

    Görüldüğü gibi sanat filmleri, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra artış gösteriyor. Anlaşılan askeri cunta, mevcut iktidara darbe yapmakla kalmamış, sinemacıların korteksinde sanat filmi yapan bölgeye de darbe etkisi yapmış. İşin şakası bir yana, yılda 300–400 filmin çekildiği yıllarda Yeşilçam piyasasından sanat filmi beklemek mucize olurdu.

    Peki, Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’ni Türk sinemasının başyapıtı yapan nedir?  Ömer Kavur gibi bir ustanın elinden çıkan bu film, aynı zamanda bir roman uyarlamasıdır. Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Edebiyat ve sinemanın dostluğu diye özetlenebilecek bu gerçek, başka pek çok sanat filminde de karşımıza çıkar. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “Kırmızı Eşarp” romanından uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım filminde; Duygu Asena’nın aynı adlı romanından uyarlanan Kadının Adı Yok filminde; Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan Bereketli Topraklar Üzerinde filminde; İhsan Koza’nın aynı adlı öyküsünden uyarlanan Senede Bir Gün filminde olduğu gibi…

     İlk neden bu olsa gerek. İkinci ve belki de en önemli neden olarak filmin seyirciyi harekete geçiren bir etkiye sahip olması gösterilebilir. Filmin anti-kahramanı Zebercet; suçlarından arınmak için mahkemeyi beklemez. Kendi vicdanında kurar mahkemeyi ve ucunda intihar olan karanlık bir tünelde sürdürür yolculuğunu. 

     A Ay; şiirsel ve simgesel bir filmdir; anlatmak istediklerini, tıpkı Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un “Puslu Manzaralar” filminde olduğu gibi, simgeler üzerinden yapılan göndermelerle verir. Saklı mesajı bulup çıkarmak burada seyirciye düşmektedir. Elbette böylesine durağan sanat filmlerini hoşça vakit geçirmek, mesajı zahmetsizce almak ve hemen oracıkta tüketmek isteyen milyonların izlemesi beklenemez. 

     Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı filmlerinde kusursuz bir çevre betimlemesi vardır. Işık, çekilecek planlar ve kamera açıları milimetrik olarak hesaplanmıştır. Fakat günümüz sanat filmlerinin olmazsa olmazı; döngüsel kurgu ve flashback (hayal, çağrışım) sahneleri yoktur. Olaylar tarih sırasına göre verilmiştir. Zaten döngüsel kurgu için Quentin Tarantino’nun “Rezervuar Köpekleri” filmini beklemek gerekecektir.

     Sonraki dönemlerde çekilen sanat filmlerine damgasını vuran döngüsel kurgu, bizde ya hiç kullanılmaz ya da çok abartılı olarak kullanılır.

     Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmlerini diğerlerinden farklı kılan şey belki de verdiği güçlü toplumsal mesajlardır. Her iki filmde de “arayış” teması, üzerinde yeşerdiği değerler zemininden kopartılmadan işlenir. Yavuz Turgul, Senede Bir Gün filminde Ertem Eğilmez’in yaptığı gibi, kahramanları vasıtasıyla geçmişin değerlerine sahip çıkar. Aşk filmleri çeken Haşmet ve batık organizatör Muhsin Bey’in kaderi ortaktır: Vefa duygusunun kurbanı olmak…

     Umut filmi çekim tekniğinin mükemmelliği yanında güçlü bir senaryo ve kusursuz bir kurgunun ürünüdür. Filmde ideal toplum düzeninin sosyalizm olduğu mesajı, seyircinin suratına çarpılmak yerine onun bilinçaltına verilir.

     Sürü filmi sinemanın dahi çocuğu Yılmaz Güney’in kusursuz senaryosuyla fark yaratmayı başarmıştır. Filmde “sürü” temasının, reel sürüden seyirciye dek uzanan zincirde katmanlar halinde işlenmesiyle, toplumsal gerçeklikten sanata uzanmanın mümkün olduğu gösterilmiştir.

     Ömer Lütfi Akad’ın Gelin-Düğün-Diyet üçlemesinin ikincisi olan Gelin’de,  memleketinden kopup gelen insanların İstanbul cangılında var olma mücadeleleri belgesele yakın bir gerçeklikle verilir. Karşıtların birbirlerinin özünü içinde taşıdıkları gerçeği, zamanının ötesine geçen bir öngörüyle, seyirci faktörü dikkate alınmadan filmde işlenir. 

    Uçurtmayı Vurmasınlar filminde ise olay, Barış karakterini canlandıran çocuk oyuncu Ozan Bilen’in gözünden anlatılır. Bu yaklaşım başka pek çok sanat filminde yine karşımıza çıkar. Örneğin Umut filminde toplumsal dönüşüm, arabacı Cabbar’ın gözünden anlatılır.

    Pek çok sanat filminde olduğu gibi Masumiyet’te de bir aşk üçlemesiyle karşılaşırız: Hapisten çıkan Yusuf, Uğur ve onun dostu Bekir…  

    Uzak filminde Rus Yönetmen Andrey Tarkovski’nin Nuri Bilge Ceylan üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Filmdeki boş diyaloglar Quentin Tarantino’nun, ışık oyunları ise Theo Angelopoulos’un izlerini taşır. Zaten bir yönetmenin çağının sanatçılarından etkilenmemesi mümkün değildir. Nasıl ki, sanatın ait olduğu topluma ayna tutması bir gerçektir, sanatçı da içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmak durumundadır.

    Uzak filmini sanat filmi yapan şey, tıpkı Sürü filminde olduğu gibi iç içe geçmiş katmanlarıdır. Sıradan bir seyircinin filmi izlerken alacağı mesajla dikkatli bir seyircinin alacağı mesaj farklıdır. Aynı yöntem Yol filminde de görülür.

    Hem Gemide hem de Takva filminin en önemli özelliği güçlü oyunculuk ve diyaloglara sahip olmasıdır. Düşük bütçeyle, insanda klostrofobik etkiler yapan sabit mekânlarda çekilen her iki filmde de Erkan Can’ın güçlü oyunculuğu öne çıkıyor.   

    Düşük bütçeyle çekilen bir başka film Karpuz Kabuğunda Gemiler Yapmak… Film sanat üretiminde “insan” faktörünün ne kadar önemli olduğunun açık bir göstergesidir. Bu filmde yönetmen Ahmet Uluçay büyük kentlerin kenar mahallelerinde, varoşlarda ya da kasabalarda yaşayan küçük insanların, işlenmeyi bekleyen büyük öyküleri olduğunu adeta gözümüze sokar.     

    Kurulu düzeni reddetmenin çok da kolay olmadığı temasını sürrealist bir üslupla işleyen Çoğunluk filmi, bunu hiç zorlanmadan yapar.

    Rönesans filmleri olarak adlandırılan; İstanbul Kanatlarımın Altında, Eşkıya, Mum Kokulu Kadınlar, Hamam, Ağır Roman gibi bazı filmler; belki de iyi bir PR (itibar yönetimi) çalışması sayesinde, hak ettiği ilgiyi görmeyi başarmış ender sanat filmlerindendir.

    Sonuçta önemli olan, bir filmin, A Ay’dan Recep İvedik’e dek uzanan yelpazede nereye oturtulması gerektiğidir…

Osman Akyol

osmanakyol72@hotmail.com

6 Aralık 2024, İstanbul

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.