Özcan Alper’in “Sonbahar” Filmi Üzerine
18 Mayıs 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Okullarda, kolejlerde, üniversitelerde okutulan tarih kitaplarına baktığımızda, bu kitapların konularının İkinci Dünya Savaşı ile bittiğini görürüz. Bütün kitaplar sanki söz birliği etmişçesine her zaman aynı şeyi ‘tekerrür’ eder ne hikmetse. Ezberci eğitim anlayışıyla öğrenciler, Hatay sorunu ve İkinci Dünya Savaşı gibi konular hakkında her daim aynı bilgileri ezberleme gafletine düşürülürler. Bu konuları kim bilmez ki? Peki ya ondan sonrası? Neden? Niçin? Peki, tarih her zaman “Geçmişini bilmeden ilerleyemezsin” düsturuyla başlamaz mı? Tarih o zaman mı bitiyor? Kesinlikle hayır! Sonrasıyla ilgilenmeyen araştırmayan insanlar, tepkisiz, duyarsız ve apolitize edilmiş; sürü psikolojisiyle hareket eden bir robota dönüşmektedir adeta.
Acaba sinema olmasaydı bu konular hakkında ne kadarımız bilgi sahibi olabilirdik? İkinci Dünya Savaşı hakkında şu an en az bilenimizin bile yorum yapabilecek kapasitede olduğuna inanıyorum. Kaç defa Normandiya çıkarmasını izledik filmlerde? Kaç defa devletler arası çatışmaları, soykırımı, muharebeleri izledik? Taraflı ya da tarafsız fark etmez; bunun kararını şüphesiz yine seyircinin kendisi verecektir. Acı gerçek şu ki ne olursa olsun, en basit film bile tarih kitaplarımızdan çok daha fazlasını bizlere verecektir. Bunu sinemaya borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Sinemanın, eğlenme ve vakit geçirmekten çok bu konular üzerinde değinen bir bilgi hazinesi, görsel bir kaynak vazifesi gördüğünü; bizi mağaralarımızdan çıkaracak bir araç olduğunu da unutmamalıyız.
Şüphesiz bu topraklar üzerinde İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra çok şey yaşandı ve yaşanmaya devam etmektedir. Bu sefer gözlerimizi çok yakın bir tarihe çeviriyoruz: 90′lı yıllarda yaşanan öğrenci hareketleri, F tipi cezaevlerine karşı çıkanların açlık grevleri ve sonrasında ülke tarihine kara bir sayfa olarak geçen “19 Aralık 2024” tarihi (Filmimiz de bu tarihe istinaden 19 Aralık 2024 tarihinde gösterime girmiştir). Bu tarihte yapılan ‘’hayata dönüş operasyonu’’ demokratik mücadeleye yapılmış en büyük saldırılardan biri olup bu uğurda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Bilindiği üzere F tipi cezaevleri tek bir odadan oluşmaktadır ve mahkûmların kendi aralarında bir araya gelip “düşünmelerini” ve örgütlenmelerini engellemek, onları tecrit etmek ve düşünmeyen bir mekanizmaya dönüştürmek maksadıyla kurulmuşlardır. F tipi cezaevlerine yerleştirilen insanlar aksine “düşünebilen” sanatçılar, üniversite öğrencileri veyahut aydınlardır vesselam! Düşünceyi bir hücreye kapatmak, onu karanlık bir odaya hapsetmek fikrinin; başta değindiğimiz tarih kitaplarındaki kof bilgi ve saçmalıklarla örtüşmesi tesadüf olmasa gerek.
Peki devletin, iktidarın, kurumsallaşmanın istediği şey nedir? Şüphesiz yasalarını harfiyen, tereddütsüz ve hiçbir şekilde karşı çıkmadan yerine getirecek insanlardır. Eğer bu şekilde davranırsanız iyi bir vatandaş olursunuz. Tam tersi davranışlarda bulunursanız kara koyun olmaya mahkûmsunuzdur. Şüphesiz bu kuralları, devleti, iktidarı, yasaları koruyacak insanlar da elzemdir! Platon, “Devlet” isimli eserinde şunu sorar; Quis Custodiet Custotudes? (Peki, bizi koruyuculardan kim koruyacak?)
“Halk devletten korkmamalı, devlet halktan korkmalı.” (V For Vendetta)
Sanırım bu konuda yapılmış en iyi filmlerden biri Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange (Otomatik Portakal, 1971) adlı eseridir. Filmdeki anti-kahramanımız Alex’i hatırlayalım. Kendisi işlediği suçlar yüzünden hapishaneye atılmış ve orada üzerinde uygulanacak deneylere gönüllü olarak, işlediği suçların cezasını çekmeyi kabul etmiştir. Tam da burada kurtulduğunu ve özgürleştiğini sanan kahramanımız, bir anda beyni yıkanmış, tüm insanlığı elinden alınmış, deyim yerindeyse mekanikleşmiş bir et parçasına dönüşmüş, sistemin vidası haline gelmiş olarak bulur kendini. Şüphesiz bir insana yapılabilecek en büyük mezalimlerden biridir bu. Filmde fiziksel şiddet uygulanmaz ancak uygulanan ruhsal şiddetin ölçüsü yoktur. Bu film ve Sonbahar filmi arasında bu türden bir bağ bulmak mümkündür.
“Mekanikleşiyorum; o halde varım.”
Şüphesiz bu konular hakkında sayfalar dolusu düşünceler aktarılabilir, tartışılabilir. Ancak bu sefer dikkatleri son dönemde yapılmış en iyi Türk filmlerinden biri olan “Sonbahar”a çekmek istiyorum. Bu son dönem Türk sineması konusunda karamsar düşüncelere sahip olsam da özellikle 2024 ve sonrasında kabuk değiştirdiğini düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz ve ismini anamadığım birçok değerli yönetmen, bu sinemanın lokomotifi olarak birbirinden değerli eserler vermektedir. “Yeni Akım Türk Sineması”ndan bahsetmenin de zamanı geldi sanırım. Açıkçası sinemayı bu şekilde etiketlemek hoşuma gitmese de, bir süre bu kavramı kullanmak durumundayım.
Özcan Alper, 1975 Artvin/Hopa doğumludur. Trabzon Lisesi’nden mezun olduktan sonra, önce 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde, 1996 yılında ise İstanbul Üniversitesi Tarih bölümü’nde okumuştur. Alper, sinema okumayan ancak sinemaya sevdalı yönetmenlerden. İstanbul’da sinema kurslarına katılmış ve birçok yönetmenin filminde asistanlık yapmıştır. Bu yönetmenlerin arasında Yeşim Ustaoğlu da yer almaktadır. Yönetmenin “Momi” adlı bir kısa filmi, “Tokai City’de Melankoli ve Rapsodi” ve “Bir Bilim Adamıyla Zaman Enleminde Yolculuk” adlı belgeselleri bulunmaktadır.
Sonbahar; yönetmeni Özcan Alper’in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, büyük bir olgunlukla adeta sabırla nakış gibi işlenmiştir. Yakın bir zamanda ismini sık sık duyacağımız yönetmen, günümüzde artık pek az kullanılan “storyboard” tekniğiyle çalışmıştır. Yönetmenin bu filmi üzerine ne kadar titrediğini gösterir.
Sinema tarihine baktığımızda, mevsim adlarının birçok filmde metafor olarak kullanıldığını görmekteyiz. Her ne kadar akıllara ilk gelen Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk’un “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve Yine İlkbahar” adlı filmi olsa da, ondan çok önce sinemada minimalist yaklaşımın öncüsü sayılan Yasujiro Ozu’nun son dönem filmlerinden Banshun (Geç Gelen Bahar, 1949), Bakushu (Yaz Başlangıcı, 1951), ve Akibiyori (Güz Sonu, 1960) filmlerini bu çerçeve içerisinde ele alabiliriz. Varoluşun başından beri doğa ve insan iç içe olmuştur. Bu nedenle insanoğlu her ne kadar doğa ile çatışsa da, aslında doğanın bir parçasıdır. Bunun sonucu olarak doğadaki birçok değişim insanın ruh halini etkilemektedir. Beyazperde bu doğa-insan etkileşimini sık sık dillendirmiştir.
Filmimiz, 22.12.2000 tarihinde devlet kamerasıyla çekilen sahneyle, mahkûmların açlık grevi sırasında kendilerine seslenen soğuk bir ses ile başlar. Bu sesin ilk cümlesi “insan hayatı en değerli varlıktır”, son cümlesi ise “hayat her şeye rağmen güzeldir”. Ancak yapılan uygulamayı düşündüğümüzde bunun ne kadar ironik ve insanlık dışı olduğunu görebiliriz.
“Hayat her şeye rağmen güzel değilmiş.”
Bu açlık grevi sonrasında hastaneye yatan Yusuf (Onur Saylak) ile tanıştırılırız. Yusuf, 90’lı yıllarda öğrenci hareketine katılmıştır ancak hapse atılış nedenini asla öğrenemeyiz. Yönetmen bu filmi çekmeden önce konuyla ilgili olarak birçok araştırma yapmış ve birçok mahkûmla görüşmüştür- ki bazıları en yakın arkadaşımdı diyor Alper. Bu arkadaşlarından bazılarının, sadece pankart açmak yüzünden 11 yıl yattığının altını çiziyor. Konumuz bu şekilde mecrasında akarken, bir doktorun yanına getirilen Yusuf, doktorun direktiflerine karşılık nefes alıp vermekte oldukça zorlanmaktadır. Aynı şekilde onun iç çatışmasını ve ölüme yaklaştığını, dışarıdaki karganın sesinden anlarız. Kuşlar her daim özgürlüğün timsali olsalar da bu sefer kullanılan kuşun karga olmasından mütevellit, anlarız ki Yusuf özgürlüğüne kavuşacaktır ama yine aynı şekilde ölüme de kavuşacaktır. Fazla ömrü kalmadığını öğrenen Yusuf, özgür bırakılır ve memleketi olan Artvin/Hopa’ya geri döner 10 yıl sonra.
Yine ezberci eğitim anlayışıyla aklımıza kazınan bir bilgi de, Doğu Karadeniz’in her daim bol yağış alması, dağlarının kıyıya paralel uzanmasıdır. Yusuf’un memleketi tam da bu bilgiyle örtüşmektedir zaten. Kendisi yağan yağmur gibi memleketine yağmış, sevgili yuvasına kavuşmuştur. Annesini pencereden bakarken görür. Her an oğlu çıkıp gelecekmiş bir beklenti içerisinde, hüzünlü bir bekleyiştir annesininki. Yusuf yıllar sonra annesine kavuşmuştur, ancak babası kendisi hapisteyken vefat etmiştir. Anne oğul tek başlarına yaşamlarına devam ederler. Annesi, sanki oğlu her daim yaşayacakmış gibi; onun mürüvvetini görmek, onun mutlu olmasını rahat etmesini sağlamak için çabalar. Bunca yıl aradan sonra, hele ki siyasi bir suçtan mahkûm olan insanlara en yakın akrabaları tarafından sırt çevrildiğini düşünürsek- ki 12 Eylül 1980 ve sonrası böyle durumlar yaşanmıştır- böylesine bir fedakârlık anne-oğul arasındaki büyük bir yakınlığı işaret etmektedir. Alexander Sokurov’un, 1998 yapımı Mat i syn (Ana ve Oğlu) filmi de aynı minvalde seyretmektedir (Özcan Alper de böyle bir etkilenme olabileceğini ifade etmektedir). Filmimiz Yusuf’un dış dünyaya adapte oluşunu/olamayışını, çevresi ile olan ilişkilerini ele almaktadır. Oldboy’un ana karakteri Oh Dae Su’nun, 15 yıl aradan sonra kavuştuğu dış dünya için söyledikleri aynı zamanda Yusuf içinde geçerlidir.
“Hayat daha büyük bir hapishaneymiş.” (Oldboy)
Yusuf’un dış yaşama alışması kolay değildir; zira geceleri kâbus gördüğünden evin içinde uyuyamamakta, sürekli bahçedeki divanda yatmaktadır. Yusuf çarşıya, eski arkadaşı Mikail’in (Serkan Keskin) yanına iner. Yolda karşılaştığı birkaç kişinin kendisini çağırması üzerine birlikte minibüs beklerler. Ancak kendi aralarında turizm konusunda sohbet ederken Yusuf’un gözü bir solucana takılır. On yıl geçmesine karşın hiçbir şey değişmemiştir ya da her şey çok yavaş ilerlemektedir. Yusuf minibüsü beklemek yerine yürümeye başlar. Sanki gördüğü kişiler on yıl boyunca aynı yerde aynı minibüs beklemektedirler.
Sonbahar görüntüleri ve ruhsal tahliller bir Dostoyevski romanını andırmaktadır. Hopa küçük bir Petersburg gibidir sanki. Yusuf bir Raskolnikov yalnızlığıyla çevrelenmiştir. Dostoyevski “Suç ve Ceza” romanında kahramanı Raskolnikov’a, insanların ikiye ayrıldığını ve birinci grubun sadece kendi türünün çoğalmasından başka bir işe yaramadığını, adeta bir asalak gibi yaşadığını; diğer grubun ise insanoğlunun gelişimine katkıda bulunduğunu, insanlığı yücelttiğini ve bu insanlar uğruna öldürmenin meşru kılınabileceğini söyletir. Filmde tam da bunu görürüz; tabii “öldürmenin veya cinayet işlemenin” meşru kılınması kitapta zaten fazlasıyla irdelenmektedir ve filmimiz ancak bu noktada kitaptan ayrılmaktadır. Yusuf, sosyalizme gönül vermiş ve bu konudaki inancını asla yitirmemiş bir kıvılcımdır. Sosyalizm aynı zamanda kendisinin temel var oluş sebebidir de. Tıpkı Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi. İlk gruba dahil olan insanlar işte o minibüs bekleyen insanlardır. En yakın arkadaşı Mikail’in aynı şekilde bunlardan hiçbir farkı yoktur. Yıllar önce canını vermekten çekinmeyeceği eşine karşı, artık hiçbir şekilde sevgi duymayan Mikail, yıllar içinde içindeki ateşi sönen, salt üremek ve neslinin devamını sağlamaktan öteye gitmeyen bir yaşam tarzı benimsemiştir. İşte Yusuf’un bu kısacık yaşamı diğer insanların yaşamından daha anlamlı ve daha derinlikli gelir bize. Diğer insanlar yukarıda değindiğimiz gibi “mekanikleşmiş”lerdir. Tam da sistemin olmasını istediği gibi…
Yusuf çarşıda bir kitapçıya gider ve orada, Gürcistan’dan kaçıp yaşamını hayat kadını olarak sürdüren Eka (Megi Kobaledze) ile göz göze gelir. Yusuf’un ruh hali, seyrettiği dingin Karadeniz suları gibidir sanki. Ancak bu ruh hali yakında içinde kopacak fırtınaların da habercisidir. Çünkü Eka kitapçıdan çıktıktan sonra kitapçının “Bunların orospuları bile kültürlü” sözüne anlamlı bir bakış fırlatmıştır. Bu şekilde seyirci karakterin değişen ruh halini Karadeniz dalgaların gibi izleyebilecektir.
Yusuf zamanını tavan arasında bulduğu tulumu tamir ederek geçirir. Bir akşam Mikail’in kendisini arayıp kafaları çekmek için çağırmasıyla şehre iner. Gittikleri meyhanede Eka’yla karşılaşır yeniden. Eka’nın kaderi de aslında Yusuf’unkinden farksızdır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kızını Gürcistan’da bırakıp Hopa’da hayat kadınlığı yapan Eka, aslında ülkesindeki baskıdan kaçmıştır. Temelde iki karakterin de en büyük ortak noktası “sosyalizm”dir. Ancak Yusuf, otelde kendisini zorlayan Eka’ya “benim istediğim bu değil” cevabını verir ve onunla yatmaz. Yusuf’un istediği şey, davasına duyduğu tutku gibi bir aşk, saflık, masumiyet ve en önemlisi umuttur. İki karakter zamanla birbirine yakınlaşır, âşık olurlar. Yusuf’un yaşama olan inancı ve var oluş nedeni, böylece yeniden şekillenir.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanına döndüğümüzde, orada da aynı formüllerle karşılaşmak mümkündür. Bana göre filmin bu romanla göbek bağı bununla sınırlı değildir, romanın adeta bir usta tarafından yeniden şekillendirilip can verilmesidir. Romanda Raskolnikov karakteri aynı şekilde bir hayat kadınına aşık olur. Ancak aşık olduğu hayat kadını diğer insanlardan farklıdır. Raskolnikov buna inanmaktadır, çünkü yaptığı iş basit bir iş değildir. Bir anlamda toplumun baskısını sırtında kırbaç gibi hisseden sevdiği hayat kadını, bu işi zevk için değil ailesini geçindirmek için yapmaktadır. Bu da onu yukarda bahsettiğimiz birinci grubun dışına itmektedir.
Filmin geçtiği mekânın kozmopolit yapısı ve konuşulan diller bir çeşitlilik sergiler; tıpkı Karadeniz doğasında bin bir türlü yeşilin bir arada kaynaşması gibi. Filmde Türkçe, Hemşince, Gürcüce gibi dillere ve bu dilleri konuşan insanlara rastlamak mümkün. Tesadüf müdür bilinmez filmin oyuncu ve teknik ekibi de aynı kozmopolit yapıya sahip; filmin yapımcısı Serkan Acar Artvin/Ardanuçlu ve Gürcü kökenli, yönetmen Özcan Alper Hemşinli, sanat yönetmeni Canan Çayır ve görüntü yönetmeni Feza Çaldıran Türk, yapım amiri Gökhan Evecen Hatay/Samandağlı ve Arap kökenli, filmin ses kurgusunu yapan ve İranlı yönetmen Mohsen Makhbalf ile çalışan baba oğul Muhammed ve Ebrahim Mokhtary Pers, filmin makyaj ekibi Gürcü, aynı şekilde Eka’yı oynayan Megi Kobaledze de Gürcü asıllı…
Annesini, babasının mezarını temizlerken izleyen Yusuf’a kargalar çatlak sesleriyle her daim ölümün yaklaştığını hatırlatır. Ancak yine de annesi kargaları kovar, oğlunun her daim yaşayacağını umut eder. Yusuf asla kurtulamaz bu ölüm duygusundan; kargalar kovulur ancak kargaların yerini bu sefer bir köylünün cenazesi alır. Dayanamaz Yusuf gitmez mezarlığa. Açıkçası filmin fonu bir ağıt gibi dursa da (Filmin ilk ismi Sonbahar Ağıtı idi), bana göre ölüme yazılmış en güzel methiyedir Yusuf’un yaşamı.
Mevsim değişmiştir. Sonbahar bitmiş artık kışa girilmiştir, Yusuf ömrünün son demlerini yaşarken içindeki ruhsal değişimin boyutunu, Karadeniz’in gittikçe hırçınlaşan dalgalarından anlarız. Buna ayrıca filmde etiketlenen saat sesi de eklenince, yolculuk başlamış gibidir. Birbirlerine aşık olan Yusuf ve Eka yatakta cenin pozisyonunda yatarken, onları en saf ve en masum halde izleriz. Eka için memleketi Gürcistan’a dönme vakti gelir. Yusuf’a “Sen en güzel yıllarını sosyalizm için mi verdin?” diye sorar, Yusuf sessiz kalır. Bu sessizlik Eka için de bazı şeyleri düşünme zamanıdır. Baskıdan kaçtığı Gürcistan’a dönmek için hayat kadınlığını bırakır. Böylesine bir insana aşık olarak, onun içinde gördüğü tutkunun kendi içinde de filizlenmesine neden olacaktır. Yusuf da pasaport çıkarıp Eka’yla birlikte Gürcistan’a giderek, aynı şekilde bu aşka karşılık vermek ister. İkisi de uzun bir yolculuğu hayal eder. Ancak ölüm düşüncesi bir zaman sonra onu bundan vazgeçirir.
Eka yalnız başına Gürcistan’ın yolunu tutarken, Yusuf yaşamın hırçın dalgalarına karşı yürür. Eka üstünde kızıl renk bir paltoyla giderken, Yusuf kızıl bayrağa sarılı tabutuyla gider ölüme. Eka’yı senfonik bir yalnızlık uğurlarken, Yusuf’u uğurlayan tavan arasında tamir etmeye çalıştığı ve sonunda artık bütün nefesiyle çalabildiği tulumdur.
Filmin birkaç ayrıntısından daha bahsetmek istiyorum. Yusuf’un yaşlılar ile birlikte minibüs beklediği ve vazgeçip yürümeye başladığı sahnede, gelen minibüsün rengi kırmızıdır. Aynı şekilde Mikail’in de arabasının rengi kırmızıdır. Yusuf bu arabalara binmiştir ve aslında Yusuf’un ruhsal ölümü çok önceden gerçekleşmiştir. Çünkü filmin sonunda son kez kızıl renkli bayrağa sarılmış bir araca biner: Tabuta. Aynı şekilde Eka da kırmızı elbisesi ile Gürcistan’a gider. Ancak onun bindiği minibüsün rengi beyazdır. Bu da yaptığı malum işi bıraktıktan sonraki saflığı ve geri kalan yaşamındaki masumiyeti ifade ediyor sanırım.
Filmin müziklerine değinmeden geçmemeli; naif doğal güzellikler ve yalnızlıkla örtüşen filmin müzikleri ayrıca “21. Premiers Plans d’Angers” En İyi Müzik ödülünü almıştır.
Son olarak bahsetmek istediğim, filmdeki dramatik gücü yükselten son plan/sekanstır. Bunu yapan pek fazla yönetmen olmasa gerek; şöyle bir gözden geçirdiğimde en layıkıyla yapan Yunan yönetmen Theodoros Angelopoulos geliyor aklıma. Özellikle plan-sekans içerisindeki farklı zamanları kesmelere gitmeden yapan Alper, bu sahnede şimdiki zamanda yaşayan Yusuf’u tulum çalarken hiçbir noktalama işaretine başvurmadan, hafif kaydırmayla pencere önüne gelen kameradan dış mekânı çeker. Dış mekânda ise Yusuf’u son yolculuğuna uğurlayan bir kalabalık vardır. Bir söyleşisinde Yunan yönetmenin sinemasının gücünden ve etkilerinden söz etmiştir. Bu yönetmenin yakın Yunan tarihini nasıl mitolojik denklemlerle süsleyip verdiğini anlatmaya gerek yok. Ancak şu bir gerçek ki, artık ülkemizin yakın tarihini Özcan Alper’in kadrajından yansıyan görüntülerde bulacağız.
“Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”
Not: Bu yazıya katkılarından dolayı filmin yapım amiri Gökhan Evecen’e teşekkürler. Kendisiyle en yakın zamanda bir söyleşi gerçekleştireceğimizi haber verir, film ile ilgili soruları olan okurlarımız ve yazarlarımız varsa, sorularını iletişim bölümünden sorabilecelerini hatırlatırım.
Yazan: Kusagami
Kader (2006; Zeki Demirkubuz)
25 Ocak 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Bir Vazgeçememe Öyküsü
Bir aşk filminden önce, hayatın filmi diyebilirim “Kader” için. Belki herkesin yaşadığı hayata benzer bir hayat değil ama birçok insanın yaşadıklarına çok yakın bir film. Belki de filmin bu kadar sevilmesinin en önemli nedenlerinden biri bu.
……….
Tasavvuf inancına göre:
Kaderin etrafında dönen olaylar kulun niyetince verilir.
“Neden olmadı” denemeyeceği gibi “nasıl oldu” da denemez.
Olaylar niyetin olgunluğunu, kulun hamlığını bildirir.
Konuşan da O, konuşturan da; bize ne düşer.
Ayağına takılan, takılacak olan her taş, hak yolunun halidir.
Hayır bekleyen hayırla, şer bekleyen şerle karşılaşır; ne var ki, şer denen de kulun yorumudur.
“Gördüğüm cezaya layık mıyım” demeyin. Olayları ceza diye görmeyin.
Olaylara değil, dolaylara kati konuş. Olay hakkındır; sana verdiği olay, yazılan dolay, sana verilen olaylar, kulun yönüne göre görülür.
Gereken gerektiği günde olur.
Deniz dalgaya meyyal ise yelkeni denersin, sakin oldukta küreğe dönersin; demek ki olaylar sana değil, sen olaylarda kendine yön vereceksin.
……….
Film kurgusunda her ne kadar “kader” olgusuyla ilgili fazla bir şey hissetmiyorsak da, Bekir’in final konuşmasında “kader” olgusunu, filmin tam orta yerine oturtabiliyoruz.
Filmin konusuna gelince:
Bekir orta halli bir ailenin tek oğlu, sessiz ve sakin bir çocuktur. Anne ve babası Bekir’e karşı anlayışlıdır, fakat çok ilgili değillerdir. Babası, Bekir’e bir mobilya mağazası açmıştır, fakat hayatta pek amacı olmayan Bekir, günlerini mobilya dükkânında miskinlik yaparak geçirmektedir. Uyuşmuş bir dünyaya hapsolmuş gibidir Bekir. Uyuşukluğu akşamları iki arkadaşıyla beraber çıktığı kahvehane muhabbetiyle azalır gibi olmaktadır; bu da aslında olayların sıradan olağanlığında, Bekir’in uyuşuk hayatındaki, R.E.M. uykusunun bir diğer hali gibidir.
Uğur, Bekir ile aynı mahallede yaşamaktadır. Nedense Bekir’in tüm arkadaşlarının tanıdığı, Bekir’in o uyuşuk dünyasında belki de bakmayı aklına bile getirmediği haylaz, şımarık, dobra, alaycı, kız çocuğudur. Mobilya mağazasına geldiğinde tanışır, Uğur ve Bekir; ancak fotoğraflarını unutur mağazada. Zaten Bekir’in aklına girmesi fotoğraflarına bakarken olur. O uyuşuk hayatındaki uyanma nedenidir Uğur. Çünkü başka bir hayata ait gibidir, bir başkaldırıdır, bir isyandır Uğur. Bekir’den çok farklı, mahallenin en azılı adamıyla aşk yaşayan bir asidir; belki de Bekir’in olmak istediği şeydir.
Uğur’un uğruna hayattan kaçıp her şeyini onun için vereceği Zagor, gözünü kırpmadan adam öldürebilen mahallenin korkulan adamıdır. Uğur’un ömrü Zagor’un hapishaneden çıkmasını beklemekle geçmektedir. Hapisten çıktığı ilk gece bir adam daha öldürerek Uğur’la birlikte kaçan Zagor, beraberinde, bilmeden, Uğur’dan dolayı Bekir’i de sürükleyecektir.
Cevat, Uğur’un annesinin âşığı; hem Uğur’un yatalak babasına bakan, hem kardeşi Kudret’i kollayan, hem de içten içe Uğur’a yakın olma çabaları besleyen mahallenin bıçkın delikanlısıdır.
Uğur’un annesi, felçli kocasını terk etmeyecek kadar asil; aynı zamanda, çocukları ve kocası sevişme seslerini duydukları halde Cevat’la yatmaktan çekinmeyecek kadar Cevat’a âşık bir kadın.
Kudret, Uğur’un erkek kardeşi ve uğrunda cinayet işlenmesine neden olacak kahvehanede çaycılık yapan, sübyancıların av niyetiyle baktığı bir çocuk.
Emine, Bekir’in sabreden, seven ve beklemekte başka çaresi olmadığını düşünen, “belki kocam gitmekten vazgeçer, bir çocuk daha yapayım” diye ikinci çocuğunu da yapacak kadar umutsuz karısı. Bir yandan bu kadar sabrederken, diğer yandan “yemek hazır” ve “bugün hava soğudu” cümlelerinden başka cümleler kurmayan, iletişim sorunu olan kocasını gerçek anlamda kendine bağlamak için yaptığı çabanın yeterli olacağını düşünen; ama diğer yandan kocası kurduğu sofraya gelmedi diye sinirlenip kocasını iyice evden uzaklaştıracak bir kaybeden aslında.
……….
Zaman, arabalardan anlaşıldığı üzere ’80 ve ‘90 arası görünüyor ama bir yandan da cep telefonu kullanılıyor. Bir sahnesinde bu filmin devam filmi olan Masumiyet izleniyor. Bunun için zaman geçişleri tamamen izleyicinin filmi izleme zamanı diye de adlandırılabilir. Televizyon dizisi “Kadın İsterse” sesleri geliyor arkadan. Yönetmen filmde birçok yerde TV sesini kullanmış, en çok Haluk Bilginer’in “orospu orospu” diye bağıran sesi aklımda.
Yer, İstanbul’un kenar mahallelerinden biri ve yurdun birçok ili.
Filmi izlerken kurgusal açıdan kopukluk varmış gibi hissedilse de film bittikten sonra bu duygudan eser kalmıyor ve izleyicinin filmden kopmasına izin verilmiyor.
Her şey Bekir’in dükkânına Uğur’un gelmesiyle başlıyor. Bekir’in o üzerindeki o uyku halinin yok olması Uğur’un dükkâna gelip, fotoğraflarını yanlışlıkla bırakmasıyla başlıyor. Uğur’un fotoğraflarıyla bir gece geçiren Bekir, kafasında Uğur’a hangi anlamları yüklüyor bilinmez ama sonrasında Uğura âşık olarak uyanıyor. O uyanış sonrasıysa ömrü Uğur’un peşinden oradan oraya sürüklenmekle geçiyor.
Filmin ilk 40 dakikasından sonra Bekir’deki inanılmaz değişimi görüyoruz ve yönetmenin filmi çekim sırasında dört mevsimi ve akan yılları seyirciye sunuşundaki usta sahneleri… Bekir’in mazbut biriyken, birden pavyonlarda racon kesen delikanlıya dönüşmesinin bir tünelden geçişiyle beraber anlatmasını izliyoruz. Bekir o kadar büyürken, ne hikmetse Uğur, sanki hep aynı yaşta kalıyor, ne saç rengi değişiyor ne saç kesimi ve hatta ne de tavırları. Bu arada Bekir evleniyor, iki çocuk sahibi oluyor; ama hiçbir zaman kendini ne bir baba, ne de bir koca olarak görüyor. İlk kez, daha 4 aylık evliyken hamile karısını terk ederek Uğur’un peşinden İzmir’e gidiyor ve geri dönüşü, vurulması sonrası yaklaşık 8–9 ay sonra oluyor ve sonra ömrü il il Uğur’un peşinden koşmakla geçiyor.
Uğur her ne kadar Zagor’a âşık ve onu hayatının merkezine oturtmuş olsa da, bir pervane gibi ateşe doğru koşturmakla geçse de ömrü, Bekir’in hayatından gitmesini istemiyor. Bunu, Zagor’la olan fotoğrafıyla beraber, Bekir’le olan fotoğrafını başucuna veya duvarının başköşesine yerleştirmesinden anlıyoruz. Filmde Zagor iki sahnede görülüyor ve sonrası muamma. İşin garibi öncesi de muamma. Uğur’la Zagor nasıl tanışmış, aşkları bu kadar depreşecek neler geçirmiş bilemiyoruz. Seyirci bu konuda kısır kalıyor. Yönetmenin özellikle bir tek sahnede bile Uğur’un Zagor’u ziyaret ettiği sahneleri koymamasının özel bir nedeni var mıdır bilinmez ama ben Uğur-Zagor aşkını yaşayamadım filmde. Bir tek aşk vardı o da Bekir’in Uğur’a duyduğu ve asla vazgeçemeyeceğini söylediği aşkı ve hatta final cümlesi olan “Bu âlemde herkesin inandığı bir şey varsa, benimki de sensin.” repliğiyle de biz seyircinin beynine yerleştiriyor bunu.
Film bittiğinde içinizde oluşan garip hüzün dalgasına engel olamıyorsunuz. Sonrasında da sürekli Bekir’i düşünür buluyorsunuz kendinizi. Filmde Bekir rolünü oynayan Ufuk Bayraktar’ın film boyunca değişen mevsimlerle birlikte –ki bu konuda kesinlikle yönetmeni kutluyorum– oyunculuk açısından gelişmesine tanık oluyorsunuz. Hele İzmir’deki bank sahnesinde Uğur’la konuşurken, “oynamıyor, yaşıyor” diyorsunuz. Bunun dışında yine aynı bank sahnesinde Vildan Atasever’i başarılı buldum; özellikle çekip gitme sahnesinde, ama onun dışında genel çerçevede oyunculuğunun vasatın üstüne çıkmadığı da bir gerçek.
Ufak olmasına rağmen rolleri, Settar Tanrıöğen, Müge Ulusoy ve Erkan Can tam anlamıyla göz dolduruyor. “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmindeki Ozan’ı bu filmde Zagor olarak izledik, daha fazla sahnede görmeyi umardım.
Yazan: reyan yüksel
______________________________________________________
FİLMİN KÜNYESİ
Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Senaryo: Zeki Demirkubuz
Filmin Türü: Drama
Yapım Yılı: 2024
Filmin Süresi: 103 dakika
Resmi Sitesi: www.demirkubuz.com
Oyuncular: Ufuk Bayraktar, Vildan Atasever, Engin Akyürek, Müge Ulusoy, Ozan Bilen, Settar Tanrıöğen, Erkan Can, Mustafa Uzunyılmaz, Güzin Alkan, Hikmet Demir, Gönül Çalgan
Kurgu ve Görüntü Yönetmeni: Zeki Demirkubuz
Müzik: Edward Artemiev
Ses: İsmail Karadaş
Ödülleri:
Kader; 2024 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film ve Jüri Özel Ödülü’nü (Ufuk Bayraktar); 2024 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde En İyi Aktör (Ufuk Bayraktar) Ödülü’nü (Takva’daki rolüyle Erkan Can ile birlikte) ve En İyi Yönetmen Ödülü’nü; 2024 yılında Ankara Film Festivali’nde, En İyi Kadın Oyuncu (Vildan Atasever), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Müge Ulusoy) ve En İyi Yönetmen Ödülü’nü; yine 2024 yılında Nuremberg Film Festivali’nde, En İyi Film Ödülü’nü ve Seyirci En İyi Film Ödülü’nü kazanmıştır.