Bir Wim Wenders Harikası: Paris, Texas

Paris, Texas adı ne çağrıştırıyor? Mevzuumuza girelim hemen. Road-Movie’nin tarihini yeniden yazan, kısa süreli Amerika macerasından sonra soluğu kendi haritasında, Avrupa’da alan ve Amerika’daki hayal kırıklıklarının acısını 1982’de çektiği “Olayların Gidişi” (Film, Venedik’te “Altın Aslan”ı kazanmıştı.) ile çıkaran; modern dünyadaki yabancılaşma, kimlik bunalımı, ve iletişimsizlik gibi konulara eğilim gösteren Alman yönetmen.

Bu dar kalıplar bir yönetmen hakkında ipucu vermenin yanında o yönetmen için fazla sınırlayıcı da olabilir. Dolayısıyla kelamı fazla eğip bükmeden Paris, Texas’a (1984) uzanalım.

Paris, Texas’ın karakteri Travis’in () ruhsal düzlemini şu şekilde bir çerçeveye oturtmak mümkün: Kendini buluş, kimlik bunalımı, kendini unutuş, kendini buluş, kimlik bunalımı. Varoluş sorunlarının kıyısında gezinen Paris, Texas’ın ıssız bucaksız, insansız ve medeniyetsiz çöl sıcağını kendine bir olarak alması boşuna değil elbette. Çöl sıcağında buharlaşmaya meyilli Travis, tıpkı insansız ve medeniyetsiz “çöl” gibi “yitip gitmiştir”. Bu elbette bir hafıza yitimi, beyin tahribatı. Bu travma sonucu Travis, geçmişini, hatta kendini unutuyor, belleksiz ve transandantal/aşkınlık içre buharlaşabilir çölde; eğer onu fark eden biri olmasa ve Travis’in abisine haber vermese… Bu çöl metaforunun öteki boyutu ise filmin adını kuşatan ve içine alan daha büyük bir sorunu imliyor: medeniyetin “sıfırlanmış” bir göstergesi, “bütünlük arayışı”nın iflası.

Paris, Texas neden minimalizmin sularında yüzüyor? Neden sessizlikler, sıfır diyaloglar, boşluklar bizi kendi içine sürüklüyor? Çünkü medeniyeti, yani Paris, Texas’ı Travis’in gözlerinden izliyoruz. Travis bize “dünyanın hali”ni betimleyen bir anti-kahraman çünkü. “Yol izlekleri” elbette bir “düzen” veya “dizge” arayışının tipik göstergeleri. Fakat çatallanan bir “yol” bu, uzayıp giden, sonsuzda eriyen, nereye varacağı belli olmayan bir yol izleği. Çöl: ayak izlerimizin rüzgârla buharlaştığı, bir coğrafyaya özgü hiçbir şey barındırmayan, sessiz, insansız ve bomboş…

Paris, Texas

Nietzsche, nihilizmi şöyle tarif ediyordu: “Bireyin merkezden X’e doğru yuvarlanması.” Dünyanın ahvaline ışık tutan bu tanımlama salt nihilizmin tarifi değil elbette. Düşünce dünyasında “yol”unu kaybedenlerin, kabuğuna çekilenlerin, “fragmanter” bireylerin aynası olan bir ifade bu. Artık dinsel bir dayanağı da kalmayan insanoğlunun içine yuvarlandığı uçurumun distopyası. “”ın nihayete ermesi, “bir” olma düşlerinin iflası. Absürd hayat göstergeleri, anlamsızlık, “coşku”nun, heyecanın sonu…

Wenders’in bu sıkışmışlığa, bu boğuntuya alternatif olarak sunduğu şey: Travis’in “sahte” medeniyete, bir yanılsama olarak tanımlayabileceğimiz “mutluluğa” yeniden dönmek için aşkı yeniden aramaya çıkması, geçmişinin izini sürmesi, heyecanı yeniden diriltmek ümidiyle girişimlerde bulunması. Peki, sonsuz mu? Biten bir bir Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğabilir mi? Bu umutsuz çırpınışta yollarımız Travis’le birlikte bizi eski karısına (), onun çalıştığı yere ayak bastırıyor: mahremiyetin sınırlarının “gönüllü” olarak aşıldığı yere, röntgenciliğin başat bir unsur biçiminde algılandığı gösteri dünyasına. Ve ikisi camdan bölmelerle kuşatılmış karşılıklı iki odada bir araya geliyorlar.

Bir yerde olup ikisi calis
Ayineye girdi aks ü akis   ()

Birbirlerinin yüzünü görmeden telefonla konuşuyorlar, Travis kimliğini karısından gizliyor. Cam kafesler ikisinin bilinçaltını imliyor. Son bir “bütünlük” ümidiyle Wenders harika bir kurgu numarasına girişiyor:

Paris, Texas

Travis’in yüzü karısının gövdesine bindiriliyor. Tabii camdan yansıyor bu gösteri. Ayna-suret ilişkisi yeni bir boyut kazanıyor bu noktada, ikizlik motifi hafızalara kazınıyor, “bütünlük” ve “bir” olma hayali salt bir yanılsama aracına dönüştürülüyor.

Mutluluk ve “bütünlük” arayışının aracısı olan “çocuk” motifi de Paris, Texas’ın temayül gösterdiği elzem bir motif. “Eski” dünyanın yeniden inşa edilmesinde bir araç. Travis’in, oğluyla asfaltın iki yakasında birbirlerine kaçamak bakışlar atarak yürüyüşleri hafızalara kazınıyor, dahası aile kavramının “bütünlük” ümidinin bir halkası, tamamlayıcısı olduğu ifşa ediliyor. Travis’in, oğlunu kazanması pek kolay olmuyor elbette. Fakat sonunda başarıyor.

Paris, Texas

Paris, Texas’ın ilgi çekici yanlarından biri de, Travis’in köprüde karşılaştığı, durmaksızın slogan atan “deli adam”. Slogan çağına dolaylı bir gönderme olarak okunabilecek bu paradoksal motif, insanlığın mutlu geleceği için gösterilen her çabanın nihayetinde hüsranla sonuçlandığını ya da daha doğru bir ifadeyle bunun olanaksız olduğunu imliyor. Sonuçta her slogan, daha mutlu, daha insani bir dünya düşünün bir göstergesi. Fakat bu da bir yanılsama değil mi? Her fikir ya da felsefe ve bunların oluşturduğu sloganlar salt kendi fikirsel evrenlerini dışavurmuyor mu? “Tanrı öldü duymadınız mı?”

Bu kertede Paris, Texas, evrensel bir çizgiye daha da konumlanıyor, Travis ve onun bütün eylemleri, karşılaştığı ve mücadele ettiği sorunlar da bütün insanlığın bir yansıması olarak beliriyor. Son olarak “bütünlük” arayışının bir başka motifi olan, Travis’in dalgalı psikolojisinin bir dışavurumu olduğunu düşündüğüm obsesif bir noktayı imlemek ve konuyu bağlamak istiyorum:

Paris, Texas

Sahi Travis neden ayakkabıları sıra sıra ve düzenli bir biçimde yan yana diziyor?

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

PAYLAŞ

12 Yorum

  1. gerçekten çok sevdiğim bir film, imgelerle anlatılmış güzel bir yorum, ya o enfes filmin müziği.

  2. amerikan kültürü eleştirisiyle harmanlanmış bir filmdir. travis’in karısını görmek için uğradığı binanın duvarında “özgürlük heykeli” yer alır. bu sahne bile amerikalılığa, amerikalı olma hayaline getirilen bir eleştiridir. wenders eleştirisini diyaloglardan yardım alarak değil de görselliğe önem atfederek yapmıştır, iyi de yapmıştır. çünkü ancak bakarak, görerek nufüz edilebilecek bir film ortaya çıkartmıştır. teşekkürler hakancığım.

  3. Wim Wenders böyle bir filmin Amerika’da çekilmesinin çok zor olduğunu söylerken haklıdır. Sebebini de bağımsız sektöre bağlıyor. Film ise yabancılaşma üzerine kurulmuştur, sevgisizlik ve yalnızlık üzerine kurulmuştur. Kısaca insanın içini ezen filmlerdendir.

  4. “harika” şeklinde tanımlanması boşuna olmayan film…

  5. çöl ve şehir müthiş bi zıtlık yaratıyor ve hadiseye mührünü basıyor. çölün anlamsızlığı gibi kapitalist şehrin tabelaları da anlamsız geliyor. ilk fırsatta yeniden izlemeliyim. hatırlattığınız için sağolun.

  6. sıradan bir yol filmi olmadığı wenders’in kişisel dokunuşlarından belli oluyor. çok oldu izleyeli ama hala bazı sekansları gözümün önünde.

  7. Wenders’in 70’lerdeki işlerinden de yazılar bekliyoruz…

  8. Pingback: Michael W. Smith » Blog Archive » Robin Danar

  9. filmi çekerken wenders son sahneyi anlattığı zaman travis çekmek istemez..bu film böyle bitmemeli der..zar zor ikna eder wenders oyuncusunu..sahi travis dönemez miydi karısına?hayır dönemezdi çünkü kendisiyle olan yüzleşmesini henüz bitirememişti..hepimiz keşke travis gibi olabilsek..kendimizle yüzleşmemizi yapamadan insanların hayatına girip onları da kendimizle mutsuz etmesek..ama nafile, bu bencil sistemde ne kadar kendimiz olabiliriz ki başkalarını da düşünelim..travis dönmedi çünkü kendi çölünü henüz aşamamıştı,yürümesi,aşması gereken bir çöl vardı..bu çöle kendisini yalnızlıktan,azaptan kurtaracak diye birini daha sürüklemek bencilliğini gösteremezdi..

  10. sam shepard seni hemen tanıdım. oyunlarında işlediğin “baba-oğul” meselen bu filmde de kendini gösteriyor. “aç sınıfın laneti”nde babasının çıkardığı kıyafetleri giyen oğulu hiç unutmadım, sanırım unutmayacağım da… bu amerika’da ya da kapitalist sistemin yaşattığı bir miras mı yoksa her baba-oğul ilişkisinin yazgısı mı bilmiyorum ama bu filmde de travis bize babasının annesiyle tanışma hikayesini anlatıyor. baba eşe dosta eşiyle ilk kez amerika’da paris, texas’ta tanıştığı için şaka olsun diye hep önce paris der ve duraksarmış. herkesin eşiyle gerçekten paris’te tanıştığını sandığından emin olduktan sonra texas’ı eklermiş. önce herkes bu şakaya gülermiş. sonra zamanla baba bu şakaya inanır hale gelmiş… öyle ki artık anne bu durumdan rahatsız olmaya, utanmaya başlamış. ve filmin içinde öğreniyoruz ki, erkek çocuklarından biri yani travis’in kardeşi walt bir fransız kadınla evlenmiş… yani oğul yine babanın kefaretini ödüyor.

  11. 30′ uncu yılı münasebetiyle dün tekrar izledim. kesinlikle minimalist sinemanın anıtsal yapıtları arasında. insan olgunlaştıkça tekrar tekrar izlemeli bu filmi. benim için sinemanın meditasyon etkisi yaratan eserleri arasında ilk sıralarda geliyor. aslında bu kadar övgü ‘yetmez ama evet!’

    insan olarak doğmanın verdiği dayanılmaz ağırlığı unutmanın tek yolu olan ‘sevgi’yi bulmanın, kaybetmenin ve tekrar aramanın yolculuğu. ve şu garip insanoğlunun kısacık ömründe yaşadığı derin hayal kırıklığının filmi bu. içimizde yarattığımız dünyanın dış dünyanın gerçeklikleri tarafından her anlamda parçalanmasının filmi. Travis’i ve onun hem içindeki hem de dışındaki uçsuz bucaksız çölü düşününce dilimdeki tüm kelimeler etkisizleşiyor. dünyanın her yanındaki insanlara bir nevi vaad edilmiş cennet gibi sunulan o ışıltılı Los Angeles şehri bile onun için sadece bir çöl. nitekim köprüdeki meczup da bunu haykırıyor bize. tam da burada Nietzsche’nin Zerdüşt’e söylettiği şu söz geliyor aklıma:
    ”Çöller büyüyor, vay haline çöl gizleyenin!”

    benim en hayran kaldığım metafor ise filme ismini veren Paris, Texas mıntıkasının durumu. Öyle ki bu yer Travis için varlığının başlangıcının mahrem toprağı ve sanki doğmadan önceki o metafizik huzura kavuşabilmesinin adresi. Travis için derin bir anlam ifade eden bu miras, başkaları için sadece metruk bir toprak parçası. hatta öz kardeşi için bile. Tarkovsky’nin Stalker filmindeki Zone adlı yer, Stalker karakteri için nasıl önemliyse, Travis için de bu küçük arsa, hem geçmişinin hem de huzurunun saklı olduğu kişisel-kutsal bir mıntıka olarak o kadar önemli. Nitekim Travis de orayı satın almış. Fakat ne var ki, orası da bir çöl. İşte bu da asıl trajik metafor. Bu derin varoluşsal sembolizm -ki aynı zamanda somut bir obsesyon- düşündükçe ve hissettikçe insana nasıl narin ve kırılgan bir varlık olduğunu hatırlatıyor. Ait olduğu kişisel tarihin ve sahip olduğu kişisel mirasın göreceliğini şiirsel bir biçimde yüzümüze vuruyor. Filme adını veren bu yer etrafında daha birçok metaforlar dönedursun, beni en çok etkileyen diğer şey; son sahnede bir annenin çocuğuna yabancılaşmasının sonucu olan o ilk andaki mesafenin çocuğun sarılmasıyla bir anda kapanması. küçük Hunter’ın filmin sonunda annesine sımsıkı sarıldığı o sahne insan olmanın tuhaf burukluğunu ve çocuk olmanın saflığını müthiş bir şekilde resmediyor. Kısacası aileler dağılabilir, parçalanabilir ama doğal ve masum sevgi parçalanamaz.

  12. Dönüp bu münasebetle yazıya baktığımda aslında çok mütevazı buluyorum. Zenginleştirdiğiniz için teşekkürler. Katılıyorum: Kesinlikle dönem dönem izlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir sanat eseri.

Yorum bırakın