Anasayfa / Sinema / İkonlar & Portreler / Gerilim ve Korkunun Mimarı: Alfred Hitchcock

Gerilim ve Korkunun Mimarı: Alfred Hitchcock

“Gerilim yaratmanın her zaman kullanılan biçiminde izleyicinin olan bitenin son derece mükemmel biçimde farkında olması gereklidir. Aksi takdirde gerilim oluşmaz. Benim düşünceme göre esrarengiz şeyler pek gerilim yaratmazlar. Örneğin ‘kim yaptı’ (whodunit) adı verilen filmlerde gerilim unsuru değil, entelektüel bir bilmece vardır. Bunlar, duygusallıktan uzak bir tür merak öğesi içerirler. Hâlbuki duygular gerilimin temel dayanağıdırlar.” (Hitchcock)

Sessiz filmlere ara yazılar yazıp sanat dekoratörlüğü, yönetmen yardımcılığı ve senaryo yazarlığı yaparak kariyerine başlayan, thriller janrının, bir başka deyişle, gerilim sinemasının en büyük ismi olarak kabul edilen İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock’un (1899–1980) sinemasının anahtar kavramları gizem ve şüphe, belirsiz ve soğuk bir mizah anlayışı, merak duygusu ve şaşırtmacadır. Thriller türüne kazandırdığı olanaklar; sonradan “Hitchcockian”, “Hitchcockvari”, “Hitchcock Tarzı” biçiminde ifade edilen, oldukça sık referans gösterilen bir biçemin oluşmasına önayak olmuştur. Dünya çapında Yeni Kıta’dan Eski Kıta’daki Nouvelle Vague’ın (Yeni Dalga) genç yönetmenlerine değin birçok sinemacıyı derinden etkileyen maestro; günümüzde sinema mantalitesi ve üslup atraksiyonları halen örnek alınmaya devam edilen bir sinema duayeni olmasının yanında, filmlerinin remake’i en çok çekilen auteur’lerin de önde gelenidir.

Hitchcock’un Mcguffin (Macguffin) olarak tanımladığı kilit kavram sinemasının ayırt edici niteliklerinden biridir: Mcguffin, seyircinin önüne sunulan muhtelif done ve ipuçlarıdır; fakat bunlar genellikle sonuçsuz kalır. Mcguffin, kimi kez seyirci için hiçbir önem arz etmese de film figürleri için yaşamsal öneme haiz olabilirler. Klasik Hitchcock fetişleri Cary Grant ve Ingrid Bergman’ın başrolde oynadıkları 1946 yapımı Notorious’da (Aşktan da Üstün) Nazi’lerin malikânesinde bulunan şarap mahzenindeki şişelerde saklanan “uranyum”, Mcguffin’e örnek olarak verileilir. Yanı sıra; Citizen Kane’de (1941, Yurttaş Kane) varlığı ve önemi araştırılan, öykünün çatallı duraklarında seyircinin de yakınen gözlemleyip yanıt aradığı meşhur “Rosebud”, John Huston’ın klasik film noir’ı The Maltese Falcon’daki (1941, Malta Şahini) “malta şahini” yahut Quentin Tarantino’nun Pulp Fiction’ındaki (1994, Ucuz Roman) “çanta”, sinema literatüründeki en bilindik Mcguffin örneklerinden bazılarıdır.

1940 yılında Hollywood’a davet edilen ve 1976’ya değin bu sistemde çalışan yönetmen, stüdyo şartlarında ve sıkı kontrollerin ablukasında sinema yapmasına rağmen özgün ve şaşırtıcı stilini korumayı başarabilmiştir. Bu nedenle o da birçok sinema yazarı tarafından yaratıcı yönetmenler (auteur) grubu arasında anılır.

Eleştiri geleneğinde Hitchcock’un anılagelen sinemasal niteliklerinden bir bölüğü de sarışın oyuncu kullanmasından ileri geliyor. Gerçekten de yönetmenin sarışın oyuncuları özen ve dikkatle seçip birden fazla filmde çalıştığı; kimi filmlerinde bu sarışınları anaç ve sevgi dolu (Notorious, The Wrong Man, The Man Who Knew Too Much) olarak çizerken, kimi filmlerinde ise frijit (Marnie) ve soğuk (Vertigo) bir biçimde çizdiğine tanık oluyoruz. Vertigo’da maskeli sarışın Kim Novak’tır. The Birds’de (1963, Kuşlar) bu kişi Tippi Hedren’den başkası değildir. Marnie’de de (1964, Hırsız Kız) Tippi Hedren ile çalıştığını görüyoruz.

Hitchcock’un erkek figürleri ise tıpkı Howard Hawks karakterleri gibi profesyonellerden oluşur. Genellikle yanlış yere tutuklanan (The Wrong Man’de Henry Fonda), polisten kaçan (Saboteur’de Robert Cummings), suçlu olduğu kanısına kapınılan (İngiltere’de çektiği Frenzy’de Jon Finch) bu karakterler, seyirciyi avucunun içine alma yönündeki film teknik araçları ve stilizasyonunun sıkı bir parçasıdır. Hitchcock’un öne çıkan iki oyuncusu çalışmaktan büyük haz duyduğu İngiliz centilmen Cary Grant (evlilik korkusu üzerine bir öykü niteliğindeki Suspicion’dan aksiyon ögelerinin Hollywood film yapım standartlarının dışında kullanıldığı North by Northwest’e değin) ve Capracorn filmlerinin Amerikan idolü James Stewart’dır (Robin Wood’un deyişiyle, “ölüm saçan gey’ler”in öyküsü Rope’dan katmanlı psikanalist anlatı Vertigo’ya dek). Söz konusu iki uluslararası aktörü en önemli filmlerinin bir kısmında oynatmıştır.

Yönetmenin biçemsel arayışlarının yeni bir halkasını oluşturan korku filmleri Psycho (1960, Sapık) ve The Birds, felsefi alt metinleri, Freudyen açılımları, toplumsal göndermeleri ve psikolojik incelikleri ile ayrıca sözü edilemeye değer iki büyük klasiktir. Psycho’da Norman Bates’in (eşcinsel aktör Anthony Perkins) id ve süperego arasında gidip gelen dalgalı kişiliği ve işlediği cinayetler siyah beyazın olağanüstü görselliği ile buluşmuş; The Birds’de Melanie Daniels’ın (güzeller güzeli Tippi Hedren) çatı katında uğradığı kuş saldırısı seyirciyi şok etmiştir.   

Bugün birçoğu ünlü yönetmenlerin favori filmleri arasına giren Rear Window (1954, Arka Pencere), Vertigo (1958, Ölüm Korkusu), Psycho ve The Birds gibi görsel gramer üzerine teknik deneylere girişen; izleyicinin merak duygusunu kamçılayan usta yönetmenin, kimi önemli yönetmenlerin adlarının önünde ismi yer almıştır: Fransız Hitchcock Henri-Georges Clouzot, İtalyan Hitchcock Dario Argento, Amerikalı Hitchcock Brian de Palma. Bunun yanında Fransız Nouvelle Vague akımının mimarlarından Claude Chabrol ve François Truffaut da Hitchcock’tan etkilenen yönetmenler arasındadır. François Truffaut, ustasıyla gerçekleştirdiği söyleşileri Le Cinema Selon Hitchcock (1966) antedi altında biraraya getirmiş ve onun için şöyle demiştir:

“Hitchcock, izleyici üstünde fiziksel etki oluşturan bir sinema gerçekleştirmiştir. Bu tür bir başarı tüm yaratıcı kişilerin ulaşmak istediği noktadır.”

Buna karşın döneminde eleştirmenlerin büyük çoğunluğu tarafından küçümsenmiş, sineması fazla ciddiye alınmamıştır. Yine de sinemasının önemi Cahiers du cinema dergisi yazarları (Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Claude Chabrol) tarafından etraflıca vurgulanmıştır. Kuşkusuz ki o da önemi sonradan anlaşılan büyük yönetmenler kervanındandır; Orson Welles gibi. Bütün eleştirel olumsuzluklara karşın filmlerinin önemli bir bölümü iyi gişe yapmış, çeşitli uluslararası festivallerde gösterilmiş ve yarışmıştır. Örneğin Psycho tüm dünyada en çok iş yapan ve kapalı gişe oynayan filmlerinden biridir.

Fransız Yeni Dalga sinemacıları Eric Rohmer ve Claude Chabrol Hitchcock üzerine yazdıkları kitapta yönetmenin yapıtlarını Katolik çizgide okumayı denemişlerdir. Söz konusu film okuma vizyonu uzun süre sinema eleştirisine hâkim olmuştur. Gerçekten de Hitchcock İngiltere’de katı bir Katolik eğitimi almış, mevcut dinsel eğitimin kendisine yalnızca korkuyu öğrettiğini öne sürmüştür.

Sessiz filmi The Lodger’dan (1927, Kiracı) başlayarak kendi filmlerinde görünmeyi alışkanlık haline getirmiş, 50 yılı aşkın kariyerinde toplam 35 filmde karşımıza çıkmıştır. Sık sık perdede görünme nedenini de şuna dayandırmıştır:

“Perdede görünmem tamamen yaratıcılık zihniyetiyle yapılmıştı, perdeyi doldurmak zorundaydık. Sonradan bir batıl itikada, hatta bir ‘gag’a dönüştü. Ama artık oldukça sıkıntılı bir ‘gag’a dönüştü, ben de ilk beş dakikada görünmeye dikkat eder oldum, izleyici filmin gerisini rahat rahat izleyebilsin diye.”

Beyaz perdede göründüğü filmlerden bazıları da şunlardır: Casusluk öyküleri The 39 Steps (1935, 39 Basamak) ile The Lady Vanishes (1938, Bir Kadın Kayboldu), gotik melodram Rebecca (1940), Suspicion (1941, Şüphe), psikanalitik öykü Spellbound (1945, Öldüren Hatıralar), Truffaut’nun siyah beyaz çekilmiş olanlar içinde en sevdiği Hitchcock filmi Notorious, eşcinsel yazar Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan Strangers on a Train (1951, Trendeki Yabancılar), sinema sanatının voyöristik doğasını araştıran Rear Window, suçsuz adam tema’sı üzerine kurulu To Catch a Thief (1955, Kelepçeli Âşık) ile North by Northwest (1959, Gizli Teşkilat), Psycho, The Birds, Hitchcock kolajı Family Plot (1976, Aile Oyunu). 

Uzun yıllar televizyon yayıncılığı ve yapımcılık da yapan Hitchcock, çektirdiği binlerce ilginç fotoğrafla da bir fenomene dönüşmüştür. Büyük bir bölümünü film setlerinde çektirdiği tuhaf ve komik fotoğraflarında tonton sevimliliğini korumayı başarmıştır. Hakkında çıkan birçok söylentiye (kadın düşmanlığı, sarışın kadınlara olan belirsiz ilgisi ve zaafları, set arkasında oyuncularına yaptığı tuhaf eşek şakaları, aldığı Katolik eğitim sonucu tutucu davranışlar sergilemesi ve bu yönelimlerin filmlerine dolaylı yollardan sızması vd.) ve feminist eleştirmenlerin filmlerini ısrarla eleştirmesine rağmen O hâlâ sinema sanatının birkaç büyük ustasından biridir.

Amerika’da çektiği ilk film Rebecca ile En İyi Film Oscarını kazanan; fakat yönetmen Oscarını Charlie Chaplin, Orson Welles ve Stanley Kubrick gibi hiç kazanamayan Hitchcock, 1979’da Amerikan Sinema Enstitüsü tarafından “Yaşamsal Başarı Ödülü” ile onurlandırılmış, 1980’de de “Sir” unvanını almıştır.

Hakan Bilge

[email protected]

Bu kısa tanıtım yazısı İzdiham Dergisi’nin 6. sayısında (Ağustos-Eylül 2024) yayımlanmıştır.

Yazarın öteki yazıları için tıklayınız.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Yorum

  1. Pingback: Alfred Hitchcock | CubeReel

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort