Gurbet Kuşları (1964, Halit Refiğ)

1950’li yıllar boyunca Demokrat Parti iktidarını yaşayan Türkiye’de, devletçi uygulamaların yerini serbest piyasaya ve dolayısıyla tüketime dayalı politikalara bırakmasıyla birlikte bulundukları yerlerde ‘’fırsatlara’’ ulaşmakta zorluk çektiğini düşünenler bir göç dalgasına sebep olmuşlardır. Endüstrileşmenin hızlanması, şehirlerin büyümesi, fabrikaların açılmasıyla birlikte gerek işgücü gerekse ‘’şehirdekiler’’ gibi rahat yaşama arzusu, iktidarın girişimciliği ve fırsatçılığı körükleyen politikalarından pay kapmak isteyen köylülerin hızla şehirlere göç etmeye başlamasına yol açmıştır. Şehre gelenlerin sayısının çokluğu şehirlerin yanı başında ‘’gecekondu’’ mahallelerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor, ‘’taşı toprağı altın İstanbul’un’’ sunduğu fırsatlardan yararlanmak isteyen ancak çoğunlukla vasıfsız işlerde çalıştırıldığı için sağlık ve sosyal güvenceleri olmayan ve suçla özdeşleştirilmeye başlanan gecekondu insanları şehirlilerin nefretinin odağında yer almaya başlıyordu.

Bu göç dalgası ve beraberinde getirdiği sorunlar gerek köylünün gerekse iktidarın istediği bir şey değil, kapitalizmin zorunlu aşamalarından birisidir aslında. Bir tartışma programında ‘’Ben elektrik getirdim, ben baraj yaptırdım, ben yol yaptırdım’’ diyen ismi lazım değil bir siyasetçiye şu an gazetecilik yapan bir üniversite öğrencisinin ‘’Bu yaptıklarınızı sömürge valileri bile yapıyor. Siz halkın eğitiminden, bilincinden ve yetişmesinden sorumluydunuz, onlar için ne yaptınız?’’ diye sorması gibi 1950’li yıllarda ortaya çıkan ‘’aşamayı’’ bir siyaset hamlesinden çok kapitalizmin yeni pazarlar arama hamlesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu yazı herhangi bir siyasi partinin yaptıklarını eleştirme veya savunma amacını değil, her şart ve ahvalde kendini vatanın sahibi olarak gören zihniyetin halka ve köylüye bakışını ele almaya çalışacaktır.

‘’Kapitalist gıda üretimi yalnızca bir modernleşme sorunu değildir. Köylülere gerek duymayabilir ama kendine kâr sağlamak için üretmeye ve ürettiklerini bütün dünyaya satmaya gerek duyar. Bu durumun yarattığı sonuçlar, bundan etkilenen her yoksul köylü toplumunu mahvetmektedir. Köylüler, işsizliğe ve kıtlığa karşı şimdiye kadar hiç olmadıkları ölçüde korumasız bırakılırlar. Kırsal kesimdeki insanlar, yiyeceklerini kentsel bölgelerden satın almaya zorlanıyorlar. Gecekondu bölgeleri beş yılda bir iki katına çıkıyor. Bu nokta üzerinde ısrarla durmak önemlidir. Kapitalist üretim tarzı kadar sürekli ve kapsayıcı bir biçimde geleneği parçalayan, geçmişi değersiz kılan ve yadsıyan başka hiçbir şey yoktur. Brecht’in dediği gibi ‘radikal olan, komünizm değil kapitalizmdir.’’ (John Berger, Köylü Deneyim ve Modern Dünya)

Kendileri de Amerikan kültürü ile tanışan ve bir fırsatını bulup Amerika’ya gitmek isteyen şehirlilerin gecekondulardan ve oralarda yaşayan insanlardan nefret etmesi filmde üniversitede okuyan kızın ailesi tarafından simgelenmiştir. Eski İstanbullu oldukları vurgulanan bu ailenin büyük oğlu Amerika’ya gitmiş, küçük kızları ise tıp fakültesinde okumaktadır. Köylü ailenin dört çocuğuna karşın şehirli ailenin iki çocuğu vardır. Burada da nüfus planlaması yapılması yönünde bir özendirme görülebilir. Şehirli kızın İstanbul’a gelen köylülerden nefret ettiğini söylemesi ancak gecekonduda yaşayan ailenin oğlu ile nişanlanması, nefret ve tiksinti duyduğunu dile getirmesine karşın onlarla sıcak ve samimi bir ilişki kurması hatta okulu bitirdikten sonra Amerika’ya gitme isteğinden vazgeçerek Anadolu’ya gideceğini söylemesi çelişkili ve iğreti durmaktadır. Halk nedir, halkçılık nedir, halka gitmek ne demektir Niyazi Berkes’ten okuyalım:

‘’Sabaha yakın saatlerde Halkevi’ndeki odamda alışık olmadığım inlemeye benzer, kulakları tırmalayan, gıcırtılı sesler çıkaran kağnı sesleri ile uyanırdım. Bunlar köylerden Hergele Meydanı denilen yere satılacak şeyler getiren köylülerin kağnılarıydı. Yerli ya da yabancı efendiler görmesin diye bunların herkesin uyuduğu bir zamanda kente girmelerine izin veriliyormuş. Atatürk’ün çevresini kuşatan kişilerin modernlik anlayışı böyleydi.

Halkevi’nin çalışma bölümlerinden birinin adı köycülük şubesiydi. Üyelerin köylere gitmesi şöyle dursun, tek köylünün oraya gelmesi akla bile gelecek bir şey değildi. O zaman ‘’halk’’ kavramının içine ‘’köylü’’ kavramı girmiş değildir. Gerçekte asıl ‘’halk’’ bir tür ‘’parya’’ idi. Halkçılık bölümü toplantılarında bir alay halkçılık yapılır, Behçet Kemal’in palavraları ve şiirleri dinlenilirdi.’’ (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)

27 Mayıs ve ardından gelen politika değişiklikleri Demokrat Parti iktidarının başlattığı bu göç hareketini tersine çevirme ve mümkünse durdurma amacını güdüyordu. ’in Gurbet Kuşları (1964) isimli filmini bu açıdan okumak faydalı olacaktır. Turgut Özakman’ın Ocak isimli oyunundan alındığı, senaryonun Halit Refiğ tarafından uyarlandığı ve diyalogların tarafından yazıldığı filmin başında belirtilmiş olsa da esinlenildiği belirtilen Ocak isimli oyunun tam aksi bir neticenin ortaya çıkmış olduğu görülecektir.

Turgut Özakman’ın Ocak isimli oyunu bir ailenin ekonomik güçlüklere ve geçim sıkıntısının getirdiği zorluklara karşın bir arada durma çabasını anlatmaktadır. Hiçbir güvencesi olmayan aileyi bir arada tutan en önemli etkenin sevgi ve dayanışma olduğu vurgulanır. Aileye ocak da denildiği ve soyun devam ettiği ‘’ocağın tütmesi’’ olarak bilindiği için oyuna isim olarak seçilmiştir. Eli kalem tutan her çocuğun ev deyince dumanı tüten bir baca çizmesi bu fikrin yerleşikliğini gösteren simgelerden yalnızca birisidir. Gerek filmde gerekse oyunda babanın çocuklarına da geçen ümidi yirmi akçe borç para bulabilse bir çift öküz alacak olan ve böylece önünde kimseciklerin duramayacağını düşünen Karabibik’in hikâyesini hatırlatır.

Savaşın sonlarına doğru yaşla değil kiloyla askere alınmaya başlarken, kırk beş kiloyu geçen her çocuk cepheden cepheye koşarken, erkeksizlikten ekilip dikilemeyen tarlalar, ödenmeyen borçlar neticesinde ağaların eline geçerken, zavallı Anadolu’nun erkekleri birer birer vatan için şehit olurken her şey iyidir. Devlet eliyle ‘’milli ’’ yaratılırken, köylünün bedel ödemesiyle sermaye biriktirilirken, savaş sonrasında açgözlü fırsatçılar türerken her şey güzeldir. Ulusal bağımsızlık savaşına karşı çıkan, vatana ihanet eden, fırsatını bulup yurt dışına kaçan, sözde tedaviye giden ve bir yolunu bulup cepheden kaçanların Mustafa Kemal Atatürk’ün ölmesini fırsat bilip ‘’ihtiyaç nedeniyle’’ devletin kadrolarına egemen olurken, ülkenin kalkındırılması ve halkın çağdaşlaştırılması hedefi ‘’kendi çıkarlarını vatanın menfaatinden yüksek tutan’’ bir avuç ‘’alçağın’’ elinde istekleri doğrultusunda şekillendirilmesi projesine dönüştürülmüşken her şey olması gerektiği gibidir. İsmet İnönü’nün ‘’Bir ülkede namusluların da namussuzlar kadar cesur olması’’ gerektiği sözü bu açıdan okunmalıdır.

Şimdi bu fırsatlardan pay isteyen ve beğenilmeyen yine aynı Anadolu’dur. Anadolu insanı bedel ödemeye devam ettikçe, sesi çıkmadıkça, hakkının peşine düşmedikçe iyidir ancak ‘’hakkını aramaya’’ başlayınca şampanya kadehini nasıl tutacağını bilmediği, yemek masasına dirseklerini dayadığı, kırmızı etle hangi şarabın içileceğini bilmediği, Fransız bir şairin, Alman bir filozofun, İtalyan bir yönetmenin eserini bilmediği için cahillikle suçlanmaktadır. Binlerce yıl taşıdığı ve içinde yaşadığı kültür yok ve aşağı sayılmakta, meziyetleri görmezden gelinmekte, bilgisi alay konusu edilerek aslında daha da cahil kalması, batıl inançlarının içinde sürüklenmesi, hakkını aramaması için bastırılmaktadır. Üç beş yılda bir önüne konulan ‘’sandığa’’ gitmesi hakkını araması için yeterli görülen köylüler bunun dışına çıkmak istedikçe yetiştirdikleri hayvanlarla özdeşleştirilerek kimliksiz oldukları vurgulanmaktadır. Böyle bir dernek kurulmuş mudur bilemiyorum ancak ’in aşağıdaki sözlerine çok şaşırdığımı söylemeliyim:

“Türkeş’in denetimindeki Başbakanlık Dairesi, adalet, dürüstlük ve demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan hazırlanmasını, Milli Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına görev verdiğini duyuruyorlardı. Bu plan gereğince bir dernek kurulacak… Devlet tarafından finanse edilecek bu dernek, Edirne’den Kars’a bütün ülkede şubeler açacak ve burada aydını, genci, yaşlısı, kadını, erkeğiyle bütün vatandaşları eğitecek. Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni parlamento kurulacakmış.” (İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri)

Demokrat Parti iktidarının kamulaştırma, yol yapma ve imar faaliyetleri için ihtiyaç duyulan işçiler Anadolu’dan gelen göçmenlerce karşılanmakta, bu da insanların köylerini bırakıp şehirlere akın etmesine sebep olmaktadır. Özellikle 1960′lara gelindiğinde, bu son on yılın kentteki nüfus artış oranı yüzde seksen dolaylarına ulaşır. İktidara yakın kişiler ise ihalelerden pay alma yarışına girmekte, ‘’her mahallede bir milyoner’’ ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu ‘’yeni milyonerler’’ eskilerinin rahatını kaçırmakta, yenilerin cahil, yalancı, birikimsiz, pis ve dolandırıcı olduğu söylenmektedir. Bileti olmadığı halde ‘’Kimin malından kimi kaldırıyorsun, benim dedem 93 Harbi’nde Moskof, babam Sakarya’da Yunan kurşununa kurban gitti’’ diyen ‘’haybeci’’ karakterine seyircinin hak vermeye başladığı sırada yalan söylediği anlaşılır. Kayserili ‘’haybeci’ karakteri Anadolu’dan gelen ‘’sonradan görmelerin’’ zengin olsa bile şehirli olamayacaklarını simgelemek için filme yerleştirilmiştir, diye düşünüyorum.

Yönetmen yerine rejisör ibaresinin kullanılmış olması Yeşilçam’daki Fransız etkisine bağlanabilir. Bu günümüzde de devam eden, kendi kültüründen ve dilinden utanan çapsız güruhun halkın anlayamayacağı yabancı kelimeler kullanarak ‘’eğitimini’’ vurgulama veya ilgi çekme arzusundan başka bir şey değildir. Bu konuda Niyazi Berkes anılarında şöyle demektedir:

‘’Bugünün kuşakları çok şaşacaklar belki, o zaman ‘’tramvay pencerelerinden dışarı sarkmayın’’ gibi yazılar hem Fransızca hem Türkçeydi. Yalnız Fransızca olanlar bile vardı. Karaköy’den Şişli’ye dek içinde hiç Türkçe konuşulmayan ya da bilinmeyen yerler vardı.’’ (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)

İstanbul korkusu filmin başından itibaren belirgin bir şekilde hissettirilmeye çalışılır. Haydarpaşa’da trenden inen köylülerin ilk kez gördükleri denizi, vapuru, arabaları, insan kalabalığını, büyük binaları ve İstanbul’u hem hayranlıkla hem de korkuyla seyretmeleri ilk kez hangi filmde kullanılmıştır, bilemiyorum ama Yeşilçam bunları, bir süre sonra içine köprüyü de dâhil ederek yıllarca kullanacaktır. Onlara göre İstanbul’un taşı toprağı altındır ancak İstanbulluya güvenilmeyeceğini de sezerler. Haybeci ‘’Burası İstanbul’’, der. ‘’Burada Allah’ın arka cebinden peygamberi çalarlar.’’ Baba ise ‘’İstanbulludan bir yumurta mı aldın, kır bak sarısı içinde mi’’ diyerek dolandırıcılığın sonu olmadığını söylese de dolandırılmaktan kurtulamaz. Böylece şüpheleri haklı çıkan köylülerin diğer köylülere verdikleri ‘’İstanbul’dan uzak durun’’ mesajı yeterince açıktır.

Turgut Özakman’ın oyununda yer almayan İstanbullunun dolandırıcılığı, şehir adamına güven duyulamayacağı, şehre göç edenlerin cahil, düzen bozan insanlar olduğu, şehirlilerin onlara küçümseyerek bakması hatta göçün yasaklanması gerektiği düşüncesinin dile getirilmesi ancak kendilerinin derin bir hayranlık besledikleri ve özendikleri Amerika’ya gitme arzuları ve ithal mallarına düşkünlükleri, büyük şehirlere göç edenlerin tutunamayarak köylerine geri dönmelerinin vurgulanması Orhan Kemal’in etkisine bağlanabilir. Halit Refiğ ise bu iki eseri almış, işine gelen yanlarını kullanarak ortaya kendisinin de dâhil olduğu burjuva tezlerini destekleyen bir film koymuştur. Halkın hiçbir ıstırabını anlatmadığı halde kısa bacaklı, kıllı, göbeğini kaşıyan insanların İstanbul’a göçünü engellemek için kendi insanına vize getirmeyi dile getirebilenler hâlâ vardır.

1964 yılında ilki gerçekleştirilen ve amacının ‘’Türk sektörünü maddi manevi desteklemek, Türk film yapımcısını nitelikli yapıtlar üretmeye teşvik etmek, Türk sinemasının uluslararası platforma açılmasına zemin hazırlamak” olarak belirlendiği Altın Portakal Film Festivali’nde Çoğunluk (2010, Seren Yüce) isimli hilkat garibesi olduğunu düşündüğüm filmin ödüllendirilmesinin ardından yazmaya karar vermiş olsam da fırsat bulamamıştım. İlk olarak Gurbet Kuşları ile başladığım ve bir tarihçisi olmadığım için o dönem hangi filmler iyidir, kötüdür tartışmasına ve teknik konulara girmeden ödüllü filmler üzerine yazmaya çalışacağım. Yeşilçam’ın ‘’egemen sınıfların’’ sözcülüğünü yapmakta Hollywood’dan bile ileri olduğunu düşündüğümü, insanın insanileşmesine katkıda bulunan nitelikli film sayısının birkaç düzineyi geçmeyeceğini söylemeliyim. Birçok samimi emekçisi bu yolda can vermiş Yılmaz Güney’in reddettiği hâkim zihniyetin neye hizmet ettiği çok açıktır.

‘’1966’da Türkiye 238 filmle dünya dördüncüsü durumundadır. Ama bu, sinema intiharı anlamına gelir. Yılda en çok elli film yapılabilecek kapasitedeki stüdyo, laboratuvar, teknik donanım, teknisyen ve sanatçı kadrosu, bunun dört beş misli bir tempoyla çalışınca nitelik her anlamda düşer. Bu ‘’yağma’’ sinemasında, bir oyuncu yılda yirmi filmde rol alabilirken bir senaryocu aynı senaryoyu birkaç yapımevine satabilir. Tabii buna yabancı filmlerden yapılan taklitleri, eski yerli filmlerin yeni versiyonlarını, klasiklerden, piyasa romanlarından uyarlamaları da eklemek gerekir. Yozluktan pek uzaklaşamayan bu dönemde arabesk melodramlar, sulu güldürüler en büyük ağırlığı oluşturur. Yaşanan film enflasyonu çok sayıda dar bütçeli, düzeyi düşük filmler anlamına gelir. Harcamalar az tutularak mümkünse aynı anda iki film çekilmektedir.’’ (Mukadder Çakır Aydın, 1960’lar Türkiye’sinde Sinemadaki Akımlar)

Kendilerine güvenen, ‘’sırt sırta verdikleri takdirde’’ taşı toprağı altın İstanbul’a ‘’şah olacaklarını’’ düşünen aile bir gazete kâğıdı üzerinde peynir, zeytin ve ekmekten oluşan ilk yemeklerini yerler. Hepsinin içi umutla doludur, peynir ekmeği de buldukları için şükrederler. Baba, anne, iki büyük oğlan geleceğe dair umutluyken, ailenin okuyan tek çocuğu olan en küçükleri ‘’ya işler kötü giderse’’ diyerek belki de hepsinin içinden geçen ancak düşünmek istemedikleri hatta kendilerine bile itiraf etmek istemedikleri bir durumu dile getirerek ilk andan bir tatsızlığa, ağızların acılaşmasına neden olur ve herkesin keyfini kaçırır.

Dolandırıldıkları halde umudunu yitirmeyen aile son bir gayretle ellerindeki her şeyi ortaya koyarak küçük de olsa başka bir dükkân açmayı başarırlar. Karşılarında kendileri gibi tamircilik yapan bir Rum vardır. Adama yemek getiren karısı Despina, görür görmez baştan çıkardığı ailenin büyük oğlunu, kocasının işte olduğu saatlerde eve almaya başlar. Ortanca oğlan da babasının yanında çalışmaktan sıkılarak taksiciliğe başlar ve az zamanda ‘’bitirim’’ bir taksici olur. Dükkân ihtiyarın üzerine kalır ve işler kötü gitmeye başlar. İşlerin bozulmasının ardından babanın ‘’bir kefere karı uğruna dükkânı sattın’’ demesi Anadolu ailesi terbiyesi ve kültürüyle bağdaşmaz. Her şey yolundayken oğlunun onaylamadığı ilişkisine ses çıkarmadığı ima edilen baba Hacı Tahir’in ve ‘’ben seninle sizin işler bozulsun da bizim dükkân para kazansın’’ diye birlikte oluyordum diyen Despina’nın bu denli ahlaksızlıkla itham edilmesi nasıl bir zihniyetin ürünüdür, anlamak güç.

‘’Yeşilçam sinemasının sinemaya bakışındaki sığlık ve ilkellik aşağıdaki örnekte kendini açığa vuruyor. Yıl 1966’dır. ‘’Hac Yolu’’ adlı film Anadolu’nun ücra köşelerinde gösterime girmiştir ama büyük bir yalanla birlikte. Güya, bu filmi yedi kez izleyen, hacca gitmiş sayılmaktadır. Kandırmayı pekiştirmek için halka filmden önce abdest alması ve sinemanın çevresinde yedi kez dönmesi salık verilir. Hatta film arasında zaman zaman gülsuyu dağıtılır. Yalanlar bununla da bitmez. Film, yerli olarak tanıtılmasına karşın Mısır filmidir ve yapımcısı da bir Hıristiyan’dır.’’ (Nijat Özön, Karagöz’den Sinemaya)

Küçük oğlan zengin bir kızla arkadaşlık eder. Kız, oğlanı ailesiyle tanıştırmaya götürür. Kızın oğlanın ailesiyle ilgili her şeyi bildiği halde, oğlanın kızı kendi ailesiyle tanıştırmaya götürmemesi ailesinin kararının önemli olmadığını ima etmektedir. Yoksul Maraşlı bir aile zengin, okumuş, abisi Amerika’da olan bir kızı reddedemeyeceğine göre böyle bir sahneye yer verilmemiştir. Nişanlanırlar ancak nişanı da kendi aralarında yaparlar. Böylece köylü aileyle İstanbullu aile bir araya getirilmeyerek o dönemde çok daha önemli olan nişan töreni yaptırılmaz. Bu durum bir evlilikten çok zengin ailenin kendilerine uygun buldukları damadı kabullenmeleri anlamına gelmektedir. Oğlanın ailesinin ve seyircinin tepkisini çekmemesi için de kız, kendisinden beklenilmeyecek hatta kendisiyle çelişecek kadar alçakgönüllü olarak resmedilir.

‘’Roma’da bir kimse babası hayatta olduğu sürece mali konularda ve sözleşme hukukunda bütünüyle bağımsız davranamıyordu. Yetiştin bir oğul ancak bir peculium yoluyla yani babasının verdiği güvence yoluyla mal sahibi olabiliyordu ama bu her an feshedilebilirdi. Bir oğul babası hayattayken kendi iradesiyle vasiyetname yazamıyor ya da mülk miras alamıyordu. Bir oğul magister hatta konsül olabilirdi ama babası hayatta olduğu sürece onun patria potestas’ı -babanın yasal gücü- altındaydı.’’ (Peter Watson, Fikirler Tarihi)

Romalılar kadar olmasa da ataerkil Türk aile yapısında ‘’kız verilir; gelin alınır.’’ Gündelik hayatta ‘’kız vermek, kız almak’’ olarak tabir edilir. Bu anlayış kızın doğumundan itibaren, başka bir aileye katılacağının ailesi tarafından kabullenildiği anlamına gelir. Kız gelin olacak, gidip başka bir aileye katılacak ve o ailenin bir ferdi olacaktır. Henüz gelin olmamış bir kızın ‘’namusundan’’ babası ve erkek kardeşleri sorumludur ve kız denetim altındadır. Babanın ‘’Bir kızımız öldü, Allah bize yeni bir kız verdi’’ demesi, ölen kızlarının ‘’namusunun’’ babası ve erkek kardeşleri tarafından korunması Maraşlı bu ailenin ataerkil olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki alıntıda da gösterileceği gibi ‘’babanın’’ sorumluluğu bireysel değil toplumsal olduğuna göre ‘’gelin alması’’ gereken bu ailenin ve babanın hiçbir şeye karışmamayı rahatlıkla içine sindirmesi nasıl açıklanabilir?

‘’Ataerkil ailenin en çarpıcı özelliği ‘’babanın aileyi yeniden üretimindeki sorumluluğudur. Ailenin yeniden üretimi kavramı ailenin hem fizyolojik olarak hem de kendini idame ettirebilmesinin maddi şartlarının sağlamasını ve yeni evlenecek oğlun veya kızın çeyizlenmesini içerir. Baba karısını, gelin gitmemiş kızlarını, oğullarını, gelinlerini, torunlarını barındırmakla, yedirip içirmekle ve giydirmekle sorumludur. Baba bu sorumluluğu bir zihniyet olarak taşır ve ona toplumsal bir değer olarak yüklenmiş bu zihniyetten kurtulması ‘’Ben bu sorumluluğu taşımaktan vazgeçiyorum’’ demesiyle olup bitecek bir iş değildir.’’ (Erkan Akın, Türk Ailesinde Babanın Rolü ve Yeri)

İşleri bozulan Maraşlı bir aile taşı toprağı altın İstanbul’un zenginliğine ortak olmak için göç ederler. Aile, Haydarpaşa’da trenden indiğinde, baba Tahir Efendi ‘’Allahın izniyle şah olacağız İstanbul’a, şah’’ dese de bu hayalin gerçekleşmesi kolay değildir. Çünkü ‘’iş bilenin, kılıç kuşananındır.’’ Maraşlı aile şehrin ekonomik düzenine, farklı yaşam biçimine, ahlak anlayışına ayak uyduramaz. Şah olmaya geldikleri İstanbul’a yenik düşerek memleketlerine dönerler. Babanın isminin Tahir olması Halit Refiğ’in Kemal Tahir’e bir göndermesi olarak görülebilir.

Kendinden sonra o kadar çok kopyası, ucuz taklidi yapılmıştır ki, Yeşilçam’ın esas aldığı konulardan biri İstanbul’un ne kadar kötü olduğunun Anadolu insanına anlatılması olmuştur, diyebiliriz. Kendisi İstanbul’da kalan küçük oğlan ‘’keşke gelmeseydik,’’ der ‘’her şeyi satıp geri dönmeli ve sırt sırta vererek memleketimizde çalışmalıyız.’’ Küçük oğlanın nişanlısının zengin babası geri dönecek ve orada bir dükkân açacak parayı temin edecektir. Haydarpaşa’dan trene binerler. Bu yenilgi değil yeni bir başlangıç diyerek kendi kendilerini kandırırlar ve dönüş hareketine gururlarını kırmayacak onurlu bir isim koyarlar. Böylece hem Anadolu’dan İstanbul’a ve büyük şehirlere göç etmeyin, başınıza gelmeyen kalmaz mesajı verilirken geri dönmek isteyip de dönemeyenlere bir yol gösterilir. Kendi kendilerini kandırmış olsalar da ‘’eski’’ komşularının alay edeceklerini bildikleri için farklı bir mahalleye taşınmayı planlamaktadırlar. Ancak aynı mahalleye dönemedikten, eski dost, akraba ve arkadaşlarla dayanışma içine giremedikten sonra memleketine dönmekle başka bir şehre gitmek arasında zaten ne fark vardır?

Erkeklerin kız, kızların erkek peşinde koşması ve ailenin felaketinin salt uçkur peşinde gezmek olarak gösterilmesi hatta bunun en büyük kötülük olduğunun ima edilmesi filmin sığlığını göstermesine karşın burjuvazinin sözcülüğünü yaptığı için eleştirilmek yerine ödüllendirilmiştir. Köylü köyünde kalsın mesajını veren filmin ödüllendirilmesi nasıl bir zihniyetin bu topraklara egemen olduğuna dair bir fikir verir. Halit Refiğ, Gurbet Kuşları için ‘’İstanbul’a gelip de kazanamamış, tutunamamış bir ailenin hikâyesi’’ demiştir ancak film boyunca ailenin kaybetmesi için her şey yapılmış ve başarılı olunmuştur.

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın diğer film analizlerini okumak için tıklayınız.

Enter Google AdSense Code Here

Yorumlar

Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!