“Bir şeyi en iyi yaşayanlar bilir” şeklinde bir algı vardır toplumumuzda, haksız da değiller hani. Gerçekliğe sızmanın en iyi yolu bir bütünlük olarak onu içselleştirmektir, ne uzaktan mantık yürütmeler, ne de bir gerçekliğe karşı takınılmış önyargılı duygular bütünlüğü pek bir şey veremez bize. Gerçeklik ancak ona bir bütün halinde eğildiğinizde size göz kırpar. Bu anlamda dünyanın en iyi kapitalizm eleştirisini içerisinde barındıran filmlerden birisi de kapitalizmin ana üssü Güney Kore sinemasından geliyor. Kuru kapitalizm eleştirisi de değil hani, Nietzsche’nin dediği gibi: İnsanca, Pek İnsanca…
Kim (Jae-yeong Jeong) adlı karakterimiz, intihar konusundaki tereddüdünü gidermek için bankayı arar ve bu konuda gayet yardımsever olan banka yetkilisi Kim’in 75.000 dolarlık borcunun 210.380 dolar olduğunu belirterek intihar konusundaki tereddütlerini giderir ve Kim’in kendisini Han Nehri’nin sularına bırakmasıyla film başlar. Ancak bir süre sonra beklenmeyen bir şey olur; Han Nehri’nin ortasında ve kente yakın olmasına rağmen kimsenin fark etmediği küçücük bir adaya sürüklenir Kim. Telefonundaki son şarjıyla acil durum hattını arar ancak yetkililer böyle bir adanın olmadığını ve bu kadar oyun oynamanın yeterli olduğunu belirterek Kim’in yüzüne telefonu kapatırlar. Kim adada bir başına mı kalır? Hayır, o kadar kolay değil kapitalizmin elinden kurtulmak, telefonundaki son şarjını da GK Telekom’dan gelen, “onun gibi özel müşterilerine” sunulan teklifi dinlemekle bitirir.
Kapitalizmin asıl başarılarından birisi de insanları onsuz yapamayacaklarına inandırmış olmasıdır. Kim de bu adada yaşayamayacağını düşünerek, şehre kadar yüzmek için nehre yollanır ancak hidrofobik olduğunu anlaması için pek zaman geçmez. Küçüklüğünde gittiği yüzme kurslarında babasının onu sürekli diğer çocuklarla kıyaslayıp aşağılaması yüzmeyi öğrenememesine neden olmuştur. Yönetmen tam bu sırada suyu bir metafor olarak kullanır ve çocukken kendisini diğer çocuklarla yarıştıran babası, diğer iş isteyenlerle kendisini kıyaslayan şirket sahipleri, bir hiç olmaktansa kötü olmayı tercih eden sevgilisi ve bilumum reklamlar bir bütünün ayrı parçalarını temsil ederek, Kim’in her çırpınışında kendisini gösterir. Bu konuda da başarılı olamayan Kim, intihar etmek için hazırlanır. Dedik ya kapitalizm insanları o olmadan yaşayamayacaklarına inandırmıştır.
Filmin özgün yönü ya da onu naif kılan ise bana göre bir kahramanın olmayışıdır. Ne bir kahraman ne de anti-kahraman vardır ortada, sadece insanca bir insan. Bu insanca olan insan, örneğin intihar gibi çok ulvi bir işlemi gerçekleştirirken ne haksızlığa uğradığını dile getirir ne de varoluşçu karakterler gibi dünyaya rest çeker. Onun çok daha insani problemleri vardır, cırcır olmak gibi… Adanın korumasız ve hoyrat coğrafyası onun kentli bedenine iyi gelmemiştir. Ancak Kim’in insaniliği burada bitmez, o aynı zamanda bu işlemini gerçekleştirirken çocukluğunda emdiği adaçayı çiçeklerinin saplarını emip, ağlayacak derecede de duygusaldır. Yani burada rutin anlamda algıladığımız biçimde iyilik, kötülük, çirkinlik, güzellik algısı yoktur, hepsi bir arada yürür ve bu nedenle insancadır.
Modernizmin kategorileştirdiği ve bir değerler niceliğinin yarışına dönüştürdüğü hayat, ikiyüzlü birey tipinin ve Nietzsche’nin deyimiyle ikiyüzlü Hıristiyan ahlakının doğmasına sebep olmuştur. Bu ahlak biçimi “sanki değilmiş gibi” bir insan doğası doğurur. Bireyler sanki kin beslemiyor, düşmanlık duymuyor, sevişmiyor, sıçmıyormuş gibi yaşarlar. Bu eylemler aleni yapılınca da büyük hayret nidaları içerisinde çılgına dönerler. Bu “sanki değilmiş gibi” olan birey belli bir süre sonra nerdeyse kendisini bile buna inandırır, elbette fizyolojik anlamda değil ama psikolojik yönden buna inanan birey hiçbir zaman kendisiyle yüzleşme fırsatı bulamadığı için ne kötülüğü ne de iyiliği anlamadan “iyiliğin ve kötülüğün gerisinde” bir muamma içinde sistem ve toplum onu nasıl biçimlendiriyorsa o yönde akar gider. Ve ölümüne doğru da gerçekten bir hayat yaşadığını zanneder. Neyse bu kadar serzeniş yeter…
Kim adaçayı çiçeklerinin tadının ardından ağaca bağladığı ilmeğe bakarak “Sonra da ölsem olur sanki” der. Kimsenin müdahale etmediği, deneyimleyecek birçok şeyin bulunduğu bu adada ölmenin de bir acelesi yoktur. Ölüm bile bu andan sonra sistemin bir dayatması bir zorunluluk değil, tercih edilebilir bir şey haline dönüşmeye başlar. Yani işin özü Kim varoluşunu kendi eline almaya başlamıştır artık. Kül olup yeniden kendi küllerinden alevlenen Kim için her şey yeniden başlıyordur.
Filmin bu kısmında ilkel insanın doğasına giriverir Kim. Yaşayabilmesi için doğayı anlaması ve ondan faydalanması gerekir. Karşısında görünen şehre (medeniyet) bir siktir çekerek, doğanın içine dalar. Burada anlarız ki medeniyet tümel olarak insanlığa doğayla mücadele etmeyi öğretmiştir ama tekil bir insanın bu konuda hiçbir becerisi yoktur. Bu kolay bir süreç değildir ama zevklidir. Birey bu mücadelesinde gerçekten hayati şeyler için uğraşır ve emeğinin karşılığını da bir şekilde elde eder. Bunun karşıtı olarak da filmde bir diğer karakter vardır, yüzü yaralı genç kız. Bu kız yüzündeki yaradan dolayı odasından hiç dışarı çıkmaz. Kendisine sanal âlem üzerinde bir hayat kurmuştur sadece yaşamak için yer içer ve spor yapar. Gerçekliğin kalbinde yaşayan Kim ile sanallık ve yapaylığa boğulmuş bu genç kızın yolları, genç kızın etrafı dürbünle seyrederken adayı fark etmesi sonucu kesişir. Bundan sonra aralarında şişenin içerisinde yollanan mektuplar aracılığıyla bir iletişim oluşmaya başlar.
Bu arada Kim’in başına çok enteresan bir olay gelmiştir: Börülce Soslu Hazır Erişte ambalajı. Günlerdir nehirden yakaladığı balıklar ve adadaki mantarlarla beslenen Kim için bu ambalaj çok kışkırtıcı ve elde edilmesi gereken bir imaj haline dönüşür. Bundan önceki yaşamında sürekli dışladığı börülce soslu erişteler için kendisine hakaretler saydırır ve günlerce ambalajın içeriğini okur. Onu elde etmek için kolları sıvar ve ambalajdan çıkan sosun dışında erişte yapabilirse her şeyi halledeceğini düşünür.
Bu süreçte Kim aklını banka hesapları, çalışma saatleri vs. üzerine değil, evrimsel açıdan asıl kullanılması gereken yön, en temel ihtiyacı yani beslenme için kullanır. Günlük hayat içerisinde hiç emek harcamadan önüne sürülen erişteler gibi değildir bu. Çalışabilmesi, sistem adına üretebilmesi için değil gerçekten onu arzuladığı için elde etmek ister erişteyi. Bu da bana Güney Afrikalı yazar Coetzee’nin Michael K. karakterini hatırlatıyor. O da bütün günlerini süre giden bir savaş içerisinde kendi ektiği kabakları düşünmekle geçiriyordu.
Kendi doğasının zevklerine kulak vermeyen ya da onu aşağılayıp dıştalayan insanı tatmin edecek hiçbir şey yoktur dünyada. Gerçekliğe sızmak da böylesi bir şeydir. Televizyon karşısında besin tüketip, her şeyi yapılması gerektiği için yapan birisinin anlayabileceği bir şey değildir bu. İnsanın tüm içgüdüleri doğasına uygun bir biçimde tatmin edildiğinde hiç de öylesi göksel mutluluklara muhtaç değildir insan. Mutluluk burada, bu doğanın içerisindedir. Ve ona emek harcayarak, ona bir bütünlük içerisinde yönelene açar kendisini.
Bunu anlamayan Kim’in mektup arkadaşı, onu izlediği için, adaya çeşit çeşit “Börülce Soslu Erişte” gönderir. Ancak Kim’in tutumu nettir: “Erişte benim için umut demek.” Binbir zahmetle ve aylarca emek vererek yaptığı erişteyi yemeye başlayınca “çok güzel” nidaları eşliğinde ağlamaya başlar Kim. Bu dayanılmaz bir güzelliktir ve Kim kendi doğasıyla uyumlu bir biçimde kendini var etmiştir. Ancak Kim’in adada olduğundan haberdar olan polisler bir gün adayı basar ve onu zorla oradan çıkararak şehrin ortasına salıverir. Kendi başınıza mutlu olmanıza izni yoktur sistemin, onun kodamanlarını mutlu etmek için varsınızdır yoksa olmasanız da olur…
Ömer Mızrak
mr.mzrk@gmail.com
Yazarın diğer yazıları.