Anasayfa / Sanat / Menderes Samancılar’la Yılmaz Güney Üzerine

Menderes Samancılar’la Yılmaz Güney Üzerine

 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında oyuncu Menderes Samancılar ile Yılmaz Güney sineması ile ilgili gerçekleştirilen söyleşinin tam metnini sunuyoruz.

Söyleşinin 2 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Resmi Web sitesindeki linki: http://www.yilmazguneyksf.org//makale-roportaj/menderes-samancilarla-yilmaz-guney-uzerine.html

 ………..

-Sinema yolculuğunuz nasıl başladı?

1974 yılında bir derginin açtığı fotoroman kralı yarışması ile başladım. Yarışmada “fotoroman kralı” seçildim. Fotoroman yolculuğu derken sinema hayatımız buralara geldi. 110’a yakın filmde çalışmışım. Böyle bir serüven…

-20 yaşına kadar Adana’da fabrikada işçiymişsiniz.

Çeşitli mesleklerde çalıştım. Bu yarışmayı kazandığım sırada fabrikada çalışıyordum. Tipik Anadolu çocuğuyduk, her meslekte çalıştık. Aklınıza ne gelirse; kalaycı çıraklığında, odun tamirciliğine, ayakkabı boyacılığından, sinemalarda gazoz satmaya kadar her şeyi yaptık.

-Yılmaz Güney’le tanışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Yılmaz Güney’le çalışmamız yine o yarışma çerçevesinde oldu. Ben birinci seçildikten sonra Hürriyet Gazetesi’nin lobisinde beklerken Yılmaz ağabey geldi. O da galiba iki hikâyesinin görüşmesi için Erol Simavi’nin yanına gelmişti. Kapıda karşılaştık, yanıma geldi, sohbet ettik, tebrik etti. Biz daha bir gün önce kazanmışız. Sonra çıkışta bekledim Cağaloğlu’na doğru yürüdük beraber. Sinem İş Hanı’nda Güney Film var, oraya gel görüşelim, dedi. Ertesi gün oraya gittim, orada görüştük. Bu arada onlar Endişe filminin hazırlığını yapıyorlardı. Sonra tekrar gittim, konuştuk. “Endişe filmini çekip döneyim, birlikte çalışırız.”dedi. Tamam, ağabey, dedim. Gitti bir daha da görüşemedik. Ondan sonra artık cezaevi serüvenleri başladı. İmralı’da yatarken de Onat Kutlar’ın, Atilla Dorsay’ın, Vecdi Sayar’ın da içinde olduğu 8-10 kişilik bir ziyaretçi izni alındı, iki sefer de hava muhalefeti sebebiyle yaklaşılamadı İmralı’ya. Sonra Bandırma’ya geçtik oradan otobüsle İstanbul’a döndük. Görüşemedik sonra da.

- Yılmaz Güney sineması, toplumun ezilen kesimlerinin öykülerini anlatan, onların yaşamlarına ışık tutan bir özelliğe sahip. Yılmaz Güney’e ve Yılmaz Güney sinemasına dair görüşlerinizi alabilir miyiz?

“İnsan emeğinin, insan onurunun olmadığı bir yerde ne sanattan ne özgürlükten söz edilebilir.”

Öncesinde Lütfi Akad’ların, Metin Erksan’ların da önemli filmleri var. Bunları inkâr edemeyiz ama bence Yılmaz Güney sinemamızda ilk başkaldırı filmini yapmıştır. Zaten bunların dönüm noktası da hepimizin bildiği gibi “Umut” filmidir. “Umut” filmi sinemada bir dönüm noktası oldu. Yılmaz ağabeyin kendi sinemasında da bir dönüm noktası oldu. Zaten onun hedeflerinin başında insan emeği vardır. İnsan emeğinin, insan onurunun olmadığı bir yerde ne sanattan ne özgürlükten söz edilebilir. Bakışlarımızda da izlediklerimizde de bunu gördük Yılmaz Güney sinemasında. Zaten Yılmaz Güney’i konuşurken Yılmaz Güney’i filmlerinden, hayatından ayrı düşünmek de olanaksız. Yani Umut filmi diyorsan artı Yılmaz Güney’dir. Yılmaz Güney artı Yol diyorsun, Sürü, Düşman, Baba diyorsun. Mesela “Baba” filmi benim hayatımın da dönüm noktasıdır. Defalarca izlediğim önemli filmlerden biriydi. Hep örnek olacak bir yapıttı, bir başyapıttı hatta. Baba filmine bakıyorsun, Yılmaz Güney’ e bakıyorsun. Hayat hep iç içe geçmiş. Ne düşündüğü, ne yaptığı, hayata ve insanlara bakışı Yılmaz ağabeyin filmlerinde hep vardır. Yılmaz Güney’i tanımak isteyen onun iki tane filmini izlese onun kim olduğunu anlar ve hayatın içindeki yerini de en iyi şekilde kavrar diyorum. Özetle bu şekilde.

- Yılmaz Güney filmlerinin toplumsal alanda bıraktığı izlerden, o günlerde yaşamış biri olarak, bize biraz bahsedebilir misiniz?

Yılmaz Güney’in filmleri en çok sansüre uğrayan filmlerden olmuştur her zaman. Demek ki toplumun meselelerine parmak basan işler yapmıştır. Yani iz bırakan derken Yılmaz Güney’in kendisi zaten derin bir izdir. Sanatımızda, ülkemizde, sinemamızda… Fazla söze gerek yok.

-DİSK’e bağlı Sine-Sen yöneticisi olduğunuz için, 12 Eylül sonrası 36 yıl hapis istemiyle yargılanmışsınız. O dönemlerde sinema oyunculuğu ve sendikacılık yapmak nasıldı?

Bugün baktığımızda yargılanmak, tutuklanmak o zaman da bize çok normal şeyler gibi gelirdi. Bugün ülkenin bütün gazetecileri cezaevine doldurulmuş durumda. O zaman da yargılanmak hem bir keyfiyet içerisindeydi hem de bu eleştirdiğimiz meseleler kanıksanmıştı. Yani tutuklanmayan insanı neredeyse adamdan saymayacak hale gelmişti ülke. Çünkü herkesin bir hapishane hayatı var, herkesin bir cezası var, herkesin uzun süre yargılanması vardı.

“İddianameye baktığında da koca bir kitap verdiler bize, inanamadım, ülkemizin sanat rehberi gibiydi.”

Tabi tek başımıza değildik yargılanırken. Onun hemen arkasında “Aydınlar Dilekçesi” davası vardı. “Aydınlar Dilekçesi” ile birleştirildi sonradan, hepsinden birden yargılandık. Zaten iddianameye baktığında da koca bir kitap verdiler bize, inanamadım, ülkemizin sanat rehberi gibiydi. Herkes ordaydı baktığında. İyi ki biz de yargılanıyoruz burada, dedim. İnsan dışarıda kalsa utanç duyar, öyle bir durumdu yani. Hala saklıyoruz o iddianameleri. Aynı kitapta Yılmaz ağabeyin de ismi vardı. Aynı listedeydik. Kimler yoktu ki? Yaşar Kemal mi desem, Yalçın Küçük mü desem, Necmettin Çobanoğlu mu desem, Aytaç mı desem, Tarık mı desem… Aklına kim geliyorsa herkes yargılanıyordu. Atıf Yılmaz’ından, Ömer Kavur’una kadar öyle bir serüvendi… Ülkemizin karanlık dönemiydi. Şimdi de aydınlıktan bahsetmiyoruz gerçi. Ama çok ciddi sanatın, toplumun yara aldığı bir kaos dönemiydi. Ölenler öldüğüyle kaldı. Yine katiller ellerini kollarını sallayarak gezdiler, aynı bugünkü dönem gibi. O zaman daha çok faili meçhul cinayetler vardı, bugün de olduğu gibi. Hepsi neticesiz kaldı. Ortaya çıkan sonuç şu ki, koskoca bir savaşın ortasındayız. Savaşıyoruz, emek mücadelesi de bir savaş çünkü… o gün de vardı bu savaş, 1960’lı yıllardan da başlıyor ta buralara geliyor. Hala o emek mücadelesi, onur mücadelesi, sanat mücadelesi sürüyor yani. Sadece her şey sanki biraz daha karanlık…

-Ülkede değişen pek bir şey yok dediniz. Yılmaz Güney filmlerinden özellikle Yol’da kaçakçıların serüveni, kaçakçıların yaşam öyküsü de yakından inceleniyor. Aşinadır Yılmaz Güney filmlerini izleyenler. Geçtiğimiz gün Uludere’de yaşanan olaya baktığımızda ve o olayın görüntülerini izlediğimizde traktör kasalarına doldurulmuş kaçakçıların cesetlerinin köy meydanına taşındığını görüyoruz. Bu sahne ile Yılmaz Güney’in Yol filmini bir kez daha yaşamış gibi olduk,aradan 30 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen. Yaşanan bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi Yol’da da bunu görürüsün, Hudutların Kanunu’nda da görürsün. İnsan bu konuda hiçbir şey konuşmak mı istemiyor, göğsümüzün üzerine koskoca bir kaya düşmüş gibi oldu sanki. Ama bunun ne olduğu hakkında insan çok fazla fikir beyan etmek de istemiyor. Aydınlanması lazım… Ya birinin acemiliği ya da başa bir şey var. Adını koyamadığımız, belki adını koymayı yakıştıramadığımız. Ama çok vahim bir durum… Umarım bu süreçte rol oynayan kahramanlar süreci iyi atlatabilirler. Burada tek üzülecek bir şey var ki, oradaki Kürt kardeşlerimizin durumunun ne kadar vahim ve hüzünlü olduğunu biliyoruz hepimiz. Söyleyecek pek fazla bir şey yok bu konuda. Ancak basından takip ediyoruz. Nereye varacağını da bilmiyoruz. Keşke bunlar olmasaydı. Keşke yaşanmasaydı. Bugün içine düşülen duruma bakıyoruz, geldiğimiz siyasi ortama bakıyoruz. Bugün insanlar “Sen Arap mısın, sen Kürt müsün?” diye sorular soruyorlar birbirlerine. Ne demektir ya? İnsanlar birbirlerine bu soruları sormaya başladığında derin bir çalak oluşmaya başlamıştır demektir. Zaten bunun temelinde de ırkçılık yatar. Bugün yaşadığımız her ortam her oluşum, geçmişin acıları. Geçmişte yaşanan sancılar. Koskoca bölgeyi 8-10 tane ağaya teslim etti bu devlet. Koskoca Kürt halkını ağalara teslim ettiler. Ağaları silahlandırdılar. Kim silahlandırdı? Geçmişte Hamidiye Alayları vardı, bugün korcular var. Devletin hala bugün ortalama 50 milyon TL parası gidiyor korucu maaşlarına. O para da ağalardan birine teslim ediliyor. İstediğine istediği kadar veriyor. Bu kadar büyük rant olan bir yerde terör durur mu? İnsanlar o kanı içerek yaşıyorlar. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor. Neticede bunlar. 35 kişi de ölecek, 100 kişi de ölecek asker de şehit oluyor, vatandaş da şehit oluyor. Dileriz ki bunlar bir an önce biter. İnsanların özgürce yaşaması için herkes elinden geleni yapmak zorunda. Yıllarca bu insanların konuştukları diller yasaktı. Kürtçe konuşmak her babayiğidin harcı değildi. Şimdi bunları konuşuyoruz. Ama özgürlük yok. İnsanların kendi ülkelerinde yaşadıkları bölgeye “sürgün bölgesi” adı veriliyorsa burada vahim bir durum var demektir. Neden doğu sürgün bölgesi olsun? Orda yaşayan bir sürü insan varsa, vergi alınıyorsa burada yaşayanlar, insan olarak bütün haklara sahip olmak zorundalar. Ama maalesef sürgün bölgesi dediğin zaman bunlar olmaz. Adam “Seni Kars’a sürerim.”diyor. Bu sürgün deyimi var olduğu sürece bu ülkede barıştan, kardeşlikten söz etmek her zaman güç olmuştur, güç olacaktır. Dileğimiz bunların bir neticeye, huzur içinde ulaşmasıdır.

- Bu dönemle 70-80’li yıllardaki sinemayı karşılaştırırsak nasıl bir tablo çizebilirsiniz?

70-80’li yıllar arasında belki de sinemamızın en önemli filmleri yapıldı. Bunlardan baş yapıtların içerisinde Yılmaz Güney sineması vardır. 1980 sonrası sinemamıza baktığımızda da dahi genç bir kuşak geldi. Hayata onlar da çağdaş bakıyorlar, daha çözümcü bakıyorlar. Sadece sektörde film çekmek rahatladı. O dönemde sansür vardı, sıkıntı vardı. Şimdi de sansürün adı, boyutu değişti. Filmlerinde dilediğin kadar özgür ol, yine önüne çıkan duvarlar var tabi ki. 70-80 arasının sinema şartları çok daha ağırdı. Negatif sorunundan, insan özgürlüğüne kadar her şey kısıtlıydı. Yine baskı ve terör vardı. Terör her yerden vardı. Hem devletin terörü vardı hem de insanların birbirlerine yaptığı terörler vardı. İki dönem çok ayrı birbirinden… 70-80 arasında bir de porno filmler vardır. Yani yerli filmlerin halka sunuluşu porno boyutunda oluyordu. Adam normal de çekse, içerisine o dönem araya parça koymak dediğimiz parçalar koyup porno filme çeviriyordu filmleri. Mesela o tür erotik, porno filmler gayet rahat oynardı sinemalarda. Herkes hayatından memnundu. Ama siyasal içerikli, insanları aydınlatacak bir film çektiğin zaman, film önce Yargıtay’a gider, film sansürden çıkmaz sonra Danıştay’a giderdi. Danıştay onay verirse Danıştay kararıyla çıkardı film. Çekildikten 1-2 sene sonra çıkan filmler olurdu ki firma batardı film çıkana kadar. Filmlerinin sansürlenen kısımlarına siyah bant koyanlar, filmini Taksim Meydanı’nda yakanlar oldu. İnsanlar tutuklanırdı. Yani ciddi bir kaos dönemiydi. Ben de 1974 yılında sinemaya başladım, böyle bir cenderenin içine düştüm. Hem film sayısı az hem sıkıntı var hem para yok. Biz sinemacı olmaya karar verdik. Seçtiğimiz döneme bakar mısınız? 60’lı yıllarda başlasaydık daha kolay olurmuş.

-Bugünün koşullarına baktığımız zaman film çekmek, dijital teknolojinin gelişmesi ile mütevazı olanaklarla sinema filmi çekmek mümkün olmasına rağmen hem bunu kamuya yayabilmek halkla, kitleyle paylaşabilmek anlamında çok ciddi engeller hala var. O dönemin katı ve gözle görünen sansürleri farklı yöntem ve modellerle devam etmiyor mu?

Ediyor. Ama internet diye bir olay var. Bugün dağıtımı kitlelere ulaştırması daha kolay… Şartlar daha kolay o günlere göre film çekmek. Yeter ki doğru filmi çekebileceksin. İlla ki parmağı göze sokmak gerekmiyor bu gün itibari ile. Ne anlatacağına doğru karar verirsen her şeyi anlatabilirsin. Önce nasıl anlatacağını bileceksin.

-Üretim noktasında nasıl bakıyorsunuz o dönem ki üretim ile şu anki üretimi kıyasladığınızda?

O dönem kendi koşullarına göre sancılara parmak basan filmler vardı. Ama bugün genel olarak her şeyi anlatıyor insanlar. Bugün işkenceyi anlatıyorlar, başka sıkıntıları anlatıyorlar. En son Yüksel Aksu’nun filmlerine baktığımızda çevreyi koruyucu direk bu meseleye parmak basan filmler de var tabi onların da altında rant var. Bugünün anlatım ve çekim koşulları geçmişe göre daha kolay. Geçmiş başka bir şeydi. Diyorum ya bugün de aydınlık değil, bugün de her şey karanlık ama o gün de karanlıktı. Her şey zordu. Bir film setinde insan vurulup ölebilirdi. Kovuşturmalar da vardı. Bir sürü yönetmen içeri girer çıkardı, sendikacılar tutuklanırdı. Ben hiç hapis yatmadım ama Selimiye’de 20 kere mahkemeye çıktım. Mahkemeye çıkmak iş değil. Hele o dönemin sıkıyönetim koşullarında… Bir de düşünüyorum ben İstanbul’a geldiğimden bu yana, 12 Eylül’e kadar hep sıkıyönetimle geçmiş hayatımız. Bulunduğum her yerde sıkıyönetim vardı. Ondan sonra da değişen bir şey olmadı aslında. Biz 1990 yılında Van’a gittik Siyabend-i Heji (isimi tam anlayamadım!!!) diye bir film çekiyorduk, kaldığımız otele polisler geldi. Bizim hüviyetlerimizi topladılar, film bitene kadar hüviyetlerimiz Van Emniyet Müdürlüğü’nde kaldı. Çekimlere dağa çıkıyorduk. Çıktığımız gibi fırça yiyorduk.

-Yol’un da çekimleri aynı şekilde durdurulmuş.

Tabi… Sinemacıların çilesi hiçbir zaman bitmemiş. Sinema devletin korktuğu en büyük sanat dallarından biridir. Normal rejimlerde, normal seyreden demokrasilerde değil. Yani insanların içinden geldiği zaman sanat, özellikle de sinema çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Yani bir toplumu iki tane sinema filmiyle sokağa dökebilirsin. İşte sansürün altında yatan gerçekler bu. Ama sinema bir halkın sanatının, halkının bayrağı gibi olmalıdır bence. Yani halkın acil olan bir ihtiyacı varsa bunu en iyi aydınlatmanın yollarından biri de sinemadır.

-Dağıtımda ya da kamuya ulaştırmada kolaylıklar var. Fakat iyi sinema filmi çekebilmek için para ya ihtiyaç yok mu? Sponsor veya destek bulamadığı için ya da “piyasanın” ihtiyaçlarına cevap vermediği için doğru söz söyleyen birçok projenin bu anlamda engellendiğini söyleyebilir miyiz?

Tabi, muhakkak… Ama küçük paralarla da iyi film çekmek mümkün. 1974-75’te film çekerken yurda kaçak olarak girerdi negatifler, Bulgaristan üzerinden. Filmi kaç kutu filmle çekeceksin? Örneğin, 70 kutu… Yapımcı verir yönetmene 60 kutu. 60 kutuyla çekeceksin der. Bir filmin uzunluğu bellidir. 40 kutu filmle bir sinema filmi bitmek zorunda. 38 kutuyla çekeni el üstünde tutarlardı, çünkü yoktu.

75’ yıllarındaydı… Eskişehir’e bir film çekmeye gittik. Haralardan birinde çalıştık. Otel falan olmadığı için boş bir ahır düzenlendi, somyalar geldi, kondu. Atların yattığı yer süpürüldü, temizlendi, ahırda yattık yirmi kişi. Sabah da sete gittik. Orda başka bir özveri vardı. Yokluk içerisindeki savaşın insanları başka bir hale getirdiğini gördük.

Urfa Ceylanpınar’da kaldık ‘75’te. Kaldığımız otelin girişinde bir tane soba vardı, 3 katlı bir oteldi. Bayanların banyo gününde biz erkekler çıkardık otelden. Bir tane banyo odası vardı, herkes banyo yapardı o gün. Ertesi gün erkeklerin banyo günüydü. İstediğin kadar çamurun içinde çalış gel, banyo gününü bekleyeceksin. Ama sete giderken bir asker gibi, bir nefer gibi giderdik. Zaten bizim bu kadar özverili çalışmamız da bir sürü insanı rahatsız ederdi. Bu adamlar niye geldiler, bu filmleri niye çekiyorlar diye herkes sorgulanırdı.

-Yılmaz Güney Festivali yapıyoruz. Dev sponsorlarla yapılan kimi festivallerden daha anlamlı bizce. 70’lerde-80’ lerde bahsettiğiniz gibi bir birlik ve özveri vardı. Bugün sistem, insanları o kadar ayrıştırmış ki bu birliği yakalayamıyoruz. Bu birlikteliği yakalamak için ne yapılabilir?

Bunun için, yine temelde baktığımızda “örgütlü mücadele” diyoruz. Örgütlü olup örgütlü hareket etmek zorundayız. Tabi şimdi bir araya gelmek de o kadar kolay değil. Bu işler kurumlar, dernekler aracılığı ile olmalı. Bu dönem insanlara ulaşmak hem kolay hem zor. Hangi insana ne amaçla ulaşacağına bağlı. Senin yaptığın işle çağırdığın kişinin de bir alakasının olması lazım, sorumluluk duyması lazım. İnsanlar kendini sorumlu hissetmezse komşuna bile güvenmezsin. Aynı apartmanda 30 yıl yaşarsın ama kimse kimseyi tanımaz. Merhaba dersin, selamını bile almaz. Sektör de böyle… Genişledikçe insanlar arasındaki bağlar koptu.

-Çoğunlukla piyasanın ihtiyacına göre üretim yapılıyor. Sinema emekçilerinin, oyuncuların hayatlarını sürdürmek için bu piyasanın bir parçası olması zorunlu. Yılmaz Güney de zamanında böyle idi. Piyasanın ihtiyacına uygun filmler çekiyordu ama piyasanın ihtiyacına bakmadan kendisi ihtiyaç olarak gördüğü filmleri de bağımsız olarak çekebildi. Bunu bugün de başarmak mümkün değil mi? Piyasa içerisinde kalmak fakat bağımsız projelerde bir araya gelmek, daha yakın ve kolektif üretimlerde bulunmak, bu kopukluğu aşmak sinema emekçileri, oyuncular açısından mümkün değil mi?

Hem yapımcılık yapmak, hem yönetmek hem de senaryo yazmak başka bir şey… Yılmaz Güney’in böyle bir avantajı vardı. Yılmaz Güney kendi biriktirdikleriyle geldi. Cezaevinden çıkar hemen bir film çekerdi. Çünkü Yılmaz Güney artık koskoca bir markaydı. Taşı çekip film yapıcam dese, sadece taş gösterse sokaklarda yine kitlelere hitap ederdi, yine seyircisi olurdu. Onun durumu çok başka. Yılmaz abiyi, hayatıyla, sinemasıyla bugünkü sinema ölçeğinde kimseyle yan yana getirmek mümkün değil. Sinemadan bahsederken Yılmaz abiyi ayrı bir yere alıp bahsetmeyi yeğlerim.

Şimdi onun adına da kitaplar yazılıyor. Objektif olacağız diye yanlış yazanlar da var. Doğru bildiğimizi yazacağız diye her şeyi ifşa etmek zorunda değiliz. Yılmaz Güney’in özel hayatında olanlar da kitaplar yazmışlar, dergilere yazmışlar ama arkadaşlığın da, ilişkinin de bir etiği olmalı. Bugün okuyup beğenmediğim bir sürü şey var. Yılmaz güney’in hayatını anlatıyoruz diye çıkmışlar anlatıyorlar ama tasvip etmek mümkün değil. Bugün biz Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney olarak ele almalıyız. Nazım Hikmet’in özel hayatı kimseyi ilgilendirmez, Yaşar Kemal’inki de ilgilendirmez, Yılmaz Güney’inki de ilgilendirmez. Biz Yılmaz Güney bize ne verdi diye bakacağız. Sinemamıza ne verdi, bu topluma ne verdi, hangi yolu, hangi kapıyı açtı, ondan sonra gitti. Tabi gitmek derken ölüm gitmek değil. Yılmaz Güney öleli yıllar olmuş ama hala dışarı da bizi bekleyen bir arkadaşımızdan bahseder gibi konuşuyoruz. Öyle olmak zorunda. Keşke Yılmaz abinin düşüncesine sahip olan başka arkadaşlarımız da gelseydi, sinema yapsaydı. Ama onun gibi olmaz. Bir memlekette 2 tane 3 tane Yılmaz Güney olmaz. Onun özelliği de tek olması. Yılmaz abi çok kendine özel bir adamdı, bütün eserleri de kendine özeldir. Onun özelliği ise halkın adamı olması…

- Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi olarak, Yılmaz Güney Vakfı’nın desteğiyle Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin ikincisini düzenleyeceğiz. Son olarak festivalimizle ilgili söyleyeceğiniz bir şeyler var mı?

Böyle bir kültür-sanat etkinliği yapmak bu mücadeleyi vermek, bunu yaygınlaştırmak, toplumları bunun içine çekmek, paylaşmak… Daha ne olsun. Yani sizler öncülük yapacaksınız, biz de yardımcı olacağız. Kolay gelsin diyorum.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Otopsi: Hitchcock’un Psycho’sunun Sahne Sahne İncelemesi (Görsel Materyallerle Birlikte)

  1960 yılında Paramount Pictures şirketinin gözetiminde, Universal’in stüdyolarında çekilen ve Alfred Hitchcock’un son siyah ...

2 Yorum

  1. Necla Bostancı

    Çok teşekkürler.

  2. Sonunda ilk defa Yilmaz Guney hakkinda yazilmis kitaplara dair cok iyi bir tespit okudum. Demek ki bu konuda yalniz degilmisim diye gurur duydum. Yilmaz Guney halk adamiydi, iyi sinemaciydi ama ozel hayatinda bunu yapmis, sunu demis, bakin gorun diye bas bas kitap cikarmak kendiyle tezat duruma dusmektir. Madem Guney bu kadar kotuydu, e be adam ne diye yillarca yanindaydin o zaman. Ki insanin elbette kusuru, zaafi vardir.

    Guney ismi, sinemasi ve halkin yanindaki durusundan ayirt edilemez. Guney ici bos bir efsane degildi. Lumpen hic degildi. At gozlukleriyle zamaninda ona karsi duyduklari kini bosaltip bir nevi intikam almaya kalkismak, ote yandan onu sevmeyi perdedeki durusunu taklit etmek, bir adim oteye gotureremek.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort
çankaya escort
escort izmir