Günümüz modern toplumunda medya endüstrisini ve modern dinamiklerin mengenesinde sıkışan insanı; “Genel olarak bizi kuşatmış olan tüm medya kanallarının, yayınlar, reklamlar vs. vasıtasıyla bize bir sistemi dayattığını düşünüyor ve bunalıyorum. Kolektif deliliğe karşıyım. İnsanın kendisi olmak hakkını elinden alıyorlar. Bu koşullar altında nasıl otantik bir kişilik geliştirilebilir?” biçiminde değerlendiren ve müziğini felsefe ile, edebiyat ile, en önemlisi de özyaşam pratikleri ile donatan müzisyen Mircan Kaya ile SanatLog okuyucuları için söyleştik… İyi okumalar…
SanatLog: Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz öncelikle…
Mircan Kaya: İlginize ben teşekkür ederim.
SanatLog: SanatLog okuyucularına kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Mircan Kaya: Çocukken bir takma adım vardı: Çinka… Bu Lazca bir isimdir. Aslında orman perisi veya cin anlamına gelen bu ad bir insan için kullanıldığında…..veya söyle söyleyeyim: Benim için kullanıldığında şu anlama gelirdi. Çok sessiz, sakin duran, çok az konuşan ancak çok kararlı, inatçı, sessiz duruşu aslında kafasının sürekli meşgul olmasından kaynaklanan, ne yapacağı belli olmayan, damarına basıldığı zaman hiç konuşmayan o dilden zehir damlatan, cin kafalı vs. vs.
Ben olağanüstü bir doğa ile kuşatılmış bir şehirde dünyaya geldim. Bu şehrin bir dağ köyünde. Artvin şehrini bilenler nasıl bir coğrafyadan, doğadan bahsettiğimi anlayabilirler. Çimen, ağaç, toprak, çiçek, hayvan hatta yağmur kokuları, doğanın içinden gelen seslerle, sessizliğin sesiyle, derin karanlığın kulakları çınlatan sesiyle büyüdüm. Ermeni evlerinin arka bahçelerinde, hep yokuş yukarı veya yokuş aşağı dar sokaklarla örülmüş Çoruh nehrine tepeden bakan Artvin’in o gizemli ara sokaklarında gerilimli keşif yolculuklarım yürümeyi henüz becerebildiğim zamanlara kadar gider. Nisan yağmurlarında sokağa salınırdık biz, yağmur sularıyla ıslanalım diye. İstanbul’daki üniversite yıllarımın sonuna kadar yağmur altında sırılsıklam yürüme zevkimi kimse elimden alamadı. Islanmaya çıkardım şehrin göbeğinde.
SanatLog: İlgi alanlarınızı ve sizi tanımlayacak özelliklerinizi de merak ediyoruz…
Mircan Kaya: Hayatım, olağanüstü öyküler, yolculuklar, kitaplar, sanata düşkünlük nedeniyle ona giden her yolu keşfetme maceraları ile dopdolu ve rengarenk geçti.
Hayat çizgimi, onu algılayış biçimimi adaletsizce erkenden kıran şey çok sevdiğim insanların vakitsizce terk-i diyar etmeleriyle olmuştur. Bir daha beni asla benzeri biçimde sevecek hiç kimsenin bulunmayacağı gerçeğinin ağırlığını, acısını yalnızca müzik, edebiyat, resim, sinema, okumalar, çalışmalarla atlatabilirdim. Bilginin dayanılmaz, tatlı, içimi aydınlatan ışığına aşıktım. Büyük yazarlar, filozoflar, sanatçılar benim ruh yoldaşlarımdı. Gurularımdı. Hala da öyledir.
Yaratmayı ilk çocukluk yıllarımdan beri çok sevdim. Buna tutkunum. “Yapmak” yani. “Kendim yapmalıyım.” Çok erken yemek yapmaya başladım. Çok erken alışveriş yapmaya başladım. Kendimi bildim bileli şarkı söyledim. Yıllarca kullandığım, mühendislik hesapları yapmaya yarayan karmaşık yazılımı kendi kendime öğrendim. Kimsenin gitmeye cesaret edemeyeceği yollara, yolculuklara talip oldum. Hayata karşı dinmeyen bir hevesim var. Bu heveslilik benim iç enerjimin kaynağı veya içimdeki enerji bu hevesliliği doğuruyor.
Genel olarak ben hayatın kendisi ile ilgili olduğumu söyeleyebilirm. Hayat ölümü de kapsıyor tabi. Eskiden beri felsefe, edebiyat, psikoloji, psikanaliz ile çok ilgili oldum. Genç kızlık odam yetiştirdiğim çiçekler ve kitaplarla doluydu. Duvarlarda el yazılarım ve gitarım. Yerdeki postun üzerine kıvrılıp, okumaların, müzik çalışmalarının veya derslerin arasında tatlı uykulara dalmayı pek severdim. Yürümek en büyük ihtiyaçlarımdan biridir. Doğaya düşkünlüğüm, derinden bağlı oluşum nedeniyle yaşadığım ortamlarda mutlaka onunla bütünleşmemi sağlayan bir atmosfer yaratırım. Beş elementten toprak, tahta ve metal egemendir benim mekanlarıma. Tabi pencerelerimin gökyüzüne bakması ile havayı da katmış oluyorum. Ve çiçekler, bitkiler…..
Beni en çok besleyen şeylerden biri yolculuklar. İçinde yaşadığımız ortamlardan zaman zaman uzaklaşmalıyız. Yarattığımız yaşamların tutsakları haline geliyoruz bir süre sonra. Biraz uzaklaşmak, hem sevdiklerim hem de kendim için boşluk yaratmak beni çok besliyor. Özlemeli ve özlenmeli. Yepyeni düşüncelerle doluyorum o zaman.
SanatLog: Müzik yaşamınızda iki eğilimi birleştirme çabalarınız göze çarpıyor. Yerellik ve otantiklik Batı sound ve enstrümanları ile buluşuyor… Bu sanatsal vizyonu ilk ne zaman pratize etmeye başladınız?
Mircan Kaya: Aslında, başından beri bunun peşindeydim. Otantik bir müzik yaratmak. Benden, benim yaşadıklarımdan ortaya çıkan, kendine özgü, başkalarınınkine benzemeyen kendi müziğimi yaratmak. Çok uzun zamandan beri müzik yapmama rağmen, kafamdaki müziği istediğim biçimde yaratabileceğim zamanı beklemem gerekti. Daha önce, bu müziği yaratabilmem imkansızdı. Popüler müziğin malzemesi olur ve yaptıklarımla, kendimle hesaplaşır dururdum. Bu anlamda, çok zor bir insanım. Kendimle hesaplaşırım. Attığım bir adım, insan olarak beni huzursuz ediyorsa derhal vazgeçerim. Onu yok ederim. Bugün albümlere koyduğum bestelerin arasında pek çoğu, benim yirmili yaşlarımda kasetlere kaydettiğim parçalardandır.
On üç yaşından başlayarak, Sartre, Emile Zola okuyan, yirmili yaşlarında Shakespeare sonelerini İngilizce orijinallerinden şarkıya dönüştüren, Edgar A. Poe öyküleri üzerinden senfonik parçalar yapmaya çalışan biriydim. Bir de grubumuz vardı. Ancak grup elemanları ve ben yapmaya çalıştığımız müzik için yetersiz kalıyorduk.
Şimdi ben, her projeyi önce yazıyorum. Bir tiyatro eseri veya bir kitap yazar gibi önce müziği, neyi anlatmaya çalıştığını yazıyorum. Birlikte çalıştığım müzisyenlerle müziğimin öyküsünü paylaşıyorum. Duygusunu onlara aktarmaya azami özen gösteriyorum. Sonra, bu öykülerin ve duyguların onlardaki yansımaları müziğe dönüşüyor.
SanatLog: Az evvelki sorum aslında yıllar içinde gelişip dönüşen müziğinizi tanımlasa da ilk albümünüz “Bizim Ninniler”de ve “Kül” adını taşıyan ikinci albümünüzde henüz geleneksel ezgilerle haşır neşirdiniz…
Mircan Kaya: Bizim Ninniler ve Kül albümlerindeki geleneksel ezgiler de aslında, alışılmış geleneksel tarzın veya tavrın biraz dışında yorumlanmıştır.
SanatLog: Bu bağlamda üçüncü albümünüz “Sala” sözünü ettiğim Doğu-Batı sentezinin de başlangıcı denebilir sanırım?
Mircan Kaya: Doğru, Bizim Ninniler ve Kül’den sonra asıl yapmak istediğim şeyi yapabileceğim konusunda kendim ikna olmuştum. Elimde artık, birlikte çalışmak istediğim müzisyenlere sunabileceğim, gösterebileceğim kanıtlarım vardı. Referanslarım vardı. Sala’yı önce yine yazmaya başladım. Her müzisyene önce öyküleri gönderdim. Ve demo kayıtları. Örneğin Uğur Işık. O’nun çellosu gerekiyordu. Ölümü temsil edecek bir çello. Veya “Song” parçasında iki erkek tarafından sevilen kadının dramını anlatacak, biri kaybeden erkeği temsil edecek (çello), diğeri gelini alıp gidecek damadı, kazananı ve neşeyi temsil edecek (akordeon) şekilde parçayı icra edebilmek için müzisyenlerle hem kayıt öncesi hem de kayıt esnasında sürekli konuştuk. Bu benim hayatımdaki en büyük mesele olmuştur. Aynı anda birden fazla insan tarafından sevilmek ve bunun hayatımda yarattığı cehennem ateşi. Song, diğer parçalar gibi, içselleştirdiğim, benim başka bir meselemin şarkısıdır. Sonuçta ortaya çıkan enstrüman performansı FROOTS dergisi tarafından çok övüldü.
SanatLog: “NUMINOSUM” –ki bence muhteşem bir albüm– caz bağlaşıklıkları ile, yağmur sesleriyle harmanlanmış oldukça başarılı bir albüm ve titizlikle tasarlanmış bir meditasyon aracı gibi…
Mircan Kaya: Çok teşekkürler.
Olumlu eleştiriler alan her albüm bana bir sonraki albümümü daha cesurca ortaya çıkarmak için cesaret verdi. NUMINOSUM böyle ortaya çıktı. İçinde yine benim hayatım ve türlü yolculuklarım boyunca kesişen pek çok olay, hem ruhsal hem fiziksel yolculukların yansımaları var.
Sala için Roger Mills ile çalışmaya başlamıştım. Müzikle ilgili arayışlarım ve yolculuklarım, Roger Mills vasıtası ile beni Limbo grubuna ulaştırdı. Roger, doğaçlama caz yapan Limbo’da trompet çalıyordu. Sala’nın miksajı için Bristol’e gittiğimde Limbo’nun Cardiff’te sınırlı izleyici ile bir prova konseri vereceğini söyledi. Uçaktan iner inmez doğrudan Cardiff’e bu konseri izlemeye gittik. Hiç bu kadar güzel doğaçlama müzik yapan bir grup görmemiştim. O gün, Limbo ile müzik yapmayı kafama koydum. Roger Mills, yaptığım her çalışmayı büyük bir heyecan ve beğeniyle karşıladığı için, bu projeyi gerçekleştirmem için gerekli organizasyonları yaptı.
Albümün temelinde bu yolculukla başka bir yolculuğun kesişmesi yatıyor. Sarıkamış’ta donarak ölen askerler için yapılan bir Kültür Bakanlığı destekli müzik projesine Uğur Işık (çello) ile bir doğaçlama ağıt ve ninni kaydetmiştik. Anma törenlerine, bu vesileyle davetliydim. Davet edilenler arasında Muammer Ketencoğlu da vardı. Sarıkamış, karlar, o büyülü atmosfer, hep başucu gurum olan Gustav Jung’un Numinosum kavramı üzerin kafa yormalarım, albümün adeta içe doğuş gibi içime yerleşmesine vesile oldu. Karlar üzerinde sarhoş gibi dolaşırken, albümü kafamda tasarlıyordum. Projemden Muammer’e de bahsettim. Yine çalmasını istiyordum. “Her projene varım.” dedi. (Numinosum parçasında Muammer Ketencoğlu akordeon çalıyor).
Müzik, müzisyenleri birbirine yakınlaştırır. Yine müzik vesilesiyle yolumun kesiştiği başka bir müzisyen de Osman Kent. O da benim gibi mühendislik yapıp, aslında aklı fikri müzikte olan, Roxy Müzik’ten satın aldığı stüdyoyla Songhonic Records’ı kuran Türk asıllı İngiliz müzisyen. Numinosum albümünde “wordless” adlı parçada Mevlana şiirini O’na okuttum. Albümün mastering çalışmasını da o yaptı. Böylece, Numinosum yine olağanüstü pek çok yolculuğun, duygunun, düşüncenin harmanlandığı uluslararası bir proje olarak ortaya çıktı. Numinosum’da aşkı irdeledim kendimce. Aşkı nasıl algıladığımı. Aşk deyince Mevlana’sız olur mu? Mevlana’nın sözlerini de kullandım. Tasavvufu bambaşka bir şekilde seslendirmiş olacaktım. Kendimce. Albümün orta yerine, hem numinosum kavramına, dolayısıyla da geçmişime ve doğduğum köye, o köyün sessizliğinde duyulan seslere hem de John Cage’in sessizlik kavramına bir gönderme yapmak üzere “Silence in Cxala” adlı parçayı koydum.
SanatLog: Son albümünüz “OUTIM” (Once Upon a Time in Mingrelia) ile sanırım şimdiye dek en kompleks ve deneysel yapıtınızı yaratmış oldunuz…
Mircan Kaya: Doğru. OUTIM, bu albümü yapmaya kalkmak, onu yapmak, onun etrafında dönen olaylar, yolculuklar, üstlendiğim zorluklar, yaratma süreci, aslında tam bir çılgınlık. Her müzik projesi, bitene kadar kurtulamadığım bir hastalık gibi geliyor. Bittikten sonra uyanıyorum. Ve diyorum ki; “Bir daha yap deseler, benzerini bile yapamam.” Eğer her canlı varlığın bir anlamı ve misyonu varsa, belki benim misyonum da bu albümü yapmaktı. Bu albümde anlatılan öykülerin kahramanlarının, bu öykülerin geçtiği topraklarda yaşananların heba olmadığını atalarımın ruhlarına bu kadar uçuk kaçık bir üslupla bildirmek misyonu. Onları selamladım. Onların uzantısı olarak yeryüzünde bulunduğumu ve asla unutmadığımı ve hep gurur duyduğumu ve duyacağımı bildirdim, beyan ettim. En azından benim atalarım, babam, bir dağ köyünün her karış toprağını bereketli bir cennete çeviren, köyün kurucusu dedem, onun deli gibi aşık olduğu Megrel babaannem, ağabeyim ve tüm yakınlarımın ruhları şimdi her gece OUTIM albümü süresince inşa ettiğim o evde biraraya gelip “yamo” diyorlar.
SanatLog: Ayrıca albümde Bristol’lu caz grubu Limbo ile Portishead’in baş gitaristi Jim Barr isimlerini de görüyoruz… Nasıl biraraya geldiniz veya bu kimin fikri idi?
Mircan Kaya: Limbo ile ilişkimi Numinosum ve Roger Mills bağlantılı anlatmıştım. Numinosum’dan sonra OUTIM projemden de bahsetmiştim. Hazırlıklarımı tamamlar tamamlamaz tekrar Bristol’e uçtum. Hem Roger hem de Limbo’nun tüm elemanları Jim Barr ile çalışıyorlardı ve arkadaşlardı. Tanışıklığımız böyle başladı. Olaylar doğallıkla birbirlerine bağlandı. Bir olay bir sonrakini hazırladı.
SanatLog: Albümle birlikte bir de küçük bir kitap karşımıza çıkıyor ki birçoğunu Karadeniz yolculuklarınızda kaleme aldınız değil mi?
Evet, beni ben yapan yerlere ait öyküler.
SanatLog: Bu arada film müzikleri de yapmayı ihmal etmediniz…
Mircan Kaya: Aslında, yaptığım müzik sinematografik olduğu için film yönetmenlerinin dikkatini çekiyor. Sanıyorum, onlara ilham veriyor. En azından, bana söylenenler bunlar. Müzikte hep ambiyansı düşündüğüm için ister istemez böyle bir sonuç çıkıyor. Bu da benim çok sevdiğim bir şey. Sinemayı hep çok sevdim. Bir öyküye, görüntüye müzik uydurmak çok zevkli. Bazen, benim hiçbir şey yapmam bile gerekmiyor. Bir yönetmen örneğin, filmini tamamen Numinosum albümünden “Tonight I Long For Rest” parçası üzerine kurduğunu, çekimler boyunca oyunculara sürekli bu parçayı dinlettiğini söyledi. Filmi çekmiş bitirmişti. Bana yalnızca izlemek, önerilerimi söylemek, müziğin girip çıkacağı yerleri belirlemek kalmıştı. Ancak, çekimleri yeni biten, Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünden uyarlanan “Kar Beyaz” adlı filmin müziğini yaparken en baştan benim ele almam gerekiyor.
SanatLog: Türk ve dünya müziğinde çokseslilik olgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mircan Kaya: Kişisel düşüncem o ki, bazen tek bir enstrümanla icra edilmiş yalın bir eser çok güzel olabileceği gibi, çok sesli bir eser de benzer biçimde güzel olabilir. Nerede yapılırsa yapılsın, nasıl yapılırsa yapılsın, benim için müzikte en önemli şey duygudur. Dünyanın en iyi virtüözü, en ileri teknikle enstrüman çalsın veya şarkı söylesin, duygusu eksikse benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Buna tahammül edemiyorum. Kendi müziğimde her ikisini de kullanıyorum. Yani tek seslilik ve çok seslilik. Hatta, bunu bilerek yapıyorum. Çünkü buna ihtiyaç duyuyorum. Boşluk yaratmak için. Boşluklar hayatın her alanında çok önemlidir. Sürekli bir doluluk gayri insanidir. İnsana iyi gelmez. Müzikte boşluk, nefis ve duyguların olduğu gibi aktarılabilmesi çok önemli. Görkemli, fazla iddialı şeyleri de sevemiyorum. Batılı müzisyenlerin, klasik bestecilerin ölüme dair tüm eserleri bana göre fazlaca görkemlidir. Oysa ölüm o kadar görkemli olamaz. Acı verir kalanlara olsa olsa. Bütün requemler, adeta cehennemi tasvir etmeye çalışırlar. Oysa ölüm sonsuz istirahat ve huzurdur bence. İktidar kokan müzik eserlerini sevemedim. Hayatın her alanında olduğu gibi müzikte de hüznü seviyorum galiba. Hüzün duygusu yoksa bir eserde, bir insanda, eksik geliyor. Görüyorsunuz, ben hep duygudan söz ediyorum. Son bir yıl, on altıncı yüzyıldan günümüze batı müziği üzerine çalıştım. İngiltere’den aldığım müzik eğitimimin bir parçasıydı bu. Kurallar ve belirli bir sistem üzerine kurulmuş bu müzik türü bence pek çok bestecide duygusuz bir ses kazanmış. On yedi yaşımdan itibaren klasik müzikten çok beslendim ancak sevdiğim, benimsediğim şey, yerel olandan yola çıkıp evrensel ve otantik bir sound yaratmaktır. Kök müzik dinlemeyi daha çok seviyorum. En çok da sessizliği seviyorum. Bir albüm üzerinde çalışırken kulaklarımı başka müziklere kapatıyorum. Dinlemiyorum. Bir de müzikteki en ileri noktanın doğaçlama müzik veya emprovize müzik yapmak olduğunu düşünüyorum. Bu, müzisyenler arasında başka bir birliktelik gerektiriyor. Yalnızca müziği değil, hayatın içinde de pek çok şeyi paylaşabilen müzisyen grupları bunu, yani doğaçlama müziği çok iyi yapıyorlar.
SanatLog: Müziğin herkes tarafından beğenilmesi doğru mudur?
Mircan Kaya: Beğeni, kişiden kişiye değişen, tamamen göreceli bir kavram. Bir müziğin herkes tarafından beğenilmesi çok zor ama kalitesinden ödün vermeden hemen herkes tarafından sevilebilecek bir eser ortaya koyabilmek de büyük başarı.
Nasıl her insan derin kitaplar okumaz veya okusa bile anlayamazsa, bir resmi, bir filmi ve bir müziği herkes aynı biçimde algılayamaz. Ben örneğin edebiyat ve felsefeden çok etkilendiğim için elbette müzikte felsefe arıyorum. Resmi çok sevdiğim için kartonet tasarımının nasıl olduğuna bakıyorum. Kitapları çok sevdiğim için kartonetin içinde ne yazdığına bakıyorum. Ve bütün bunları çok çok sevdiğim için asla internetten parça indirmiyor, mutlaka orijinal CD’ye sahip olmak istiyor ve korsan CD almıyorum.
SanatLog: Bu bağlamda günümüz müzik anlayışları hakkında neler söylemek istersiniz?
Mircan Kaya: Genel olarak bizi kuşatmış olan tüm medya kanallarının, yayınlar, reklamlar vs. vasıtasıyla bize bir sistemi dayattığını düşünüyor ve bunalıyorum. Kolektif deliliğe karşıyım. İnsanın kendisi olmak hakkını elinden alıyorlar. Bu koşullar altında nasıl otantik bir kişilik geliştirilebilir? Hemen hiç televizyon izlemiyorum. İyi filmler ve dünya haberleri için BBC World dışında. Kanımca dünyanın ihtiyaç duyduğu çok seslilik artık internet üzerinden sağlanabiliyor. Bu bizim için büyük özgürlük. Olumsuz, zararlı özellikleri olabilir ancak bunlar tamamen kişinin neyle ilgili olduğuna bağlı olarak değişir. Olağanüstü bir iletişim, bilgiye erişim ve bilgi paylaşım aracı. Artık burada bir parça kaydedip, Avustralya’da başka bir müzisyene internet üzerinden kayıt gönderip koloborasyon yapabiliyoruz. Yaz sonuna doğru internet ortamında senkronize olup dünyanın farklı bölgelerinden müzisyenlerle doğaçlama bir kayıt yapacağız. Bu Roger Mills’in bir projesi.
Kendi çocuklarıma kendi özgün kişiliklerini yaratabilmeleri için ihtiyaç duydukları ortamı sağladığımı ve alternatif tüm kanalları açtığım için onlar da orijinal bireyler olarak geliştiler. Sistemin dayattığı hiçbir şeyi çocuklarıma uygulamadım. Örneğin onlar OKS sınavlarına girmediler.
Arada bir orda burda gözüme çarpan vidyo klipler, müzik kanallarından yayınlanan parçalara kulak ve göz misafiri olduğumda (gittiğiniz kuaförde bile karşınızda bitiveriyorlar) artık egemen olan en önemli kriterin cinsellik, seks olduğunu görüyorum. Nasıl şarkı söyleyeceğiniz, nelerden bahsedeceğiniz, nasıl klip çekeceğiniz, bu klibin ne kadar seksi olması gerektiği vs. vs. hepsi karşınızda bir dayatma olarak duruyor. Eziliyorsunuz. Tuhaf hissediyorsunuz. Yeni nesil şimdi bunlarla uyuşturuluyor. Hemen ve derhal sevişmelisiniz. Erkek arkadaşın yok mu hala? Aaaa, çok ayıp.
Dünyanın hangi şehrine gidersem gideyim, değişik bir şey duyamıyorum. Adeta, dünyanın her tarafından görülebilecek dev bir ekran konmuş ve insanlara global bir yayın yapılıyor. Hep aynı insanlar, aynı şarkılar, aynı sesler.
Ama, elbette, iyi şeyler de var. Ve bizler onların peşindeyiz.
SanatLog: Şimdi meşgul olduğunuz projeleriniz var mı?
Mircan Kaya: Çok sevdiğim ozanımız Gülten Akın’ın şiirleri üzerine kurulu yeni albümümün kayıtlarını henüz bitirdim. Parçalardan biri yine yirmili yaşlarımdan beri çalıp söylediğim bir bestem. Diğerlerini 2024-2009 arasında İtalya’da Padova Üniversitesi ve Barselona’da Katalunya Teknik Üniversitesi’nde rotasyonlu olarak yürüttüğüm tarihi eserler üzerine bir ileri master çalışması sırasında, biraz İtalya’da, biraz İstanbul’da içime düşen şarkılarla oluşturdum, kaydettim. Türkiye’nin çok değerli virtüözleri var albümde. Kanun-Göksel Baktagir, ud-Yurdal Tokcan, keman-Baki Kemancı, perküsyon- İzzet Kızıl,İsmet Kızıl gibi kıdemli ustaların yanı sıra genç yetenekler de var (Gitarlarda Cenk Erdoğan ve Aydın Can Kutluay, piyanoda Ceyda Pirali ve daha pek çok genç müzisyen). Albüm kayıtları Roger Mills’e gidecek. Roger trompet çalmanın yanı sıra miksaj ve nihai edisyon işlerini yapacak. Daha sonra da yine yurt dışında mastering yapılacak. Yaz başında umarım tüm çalışmalar bitmiş ve albüm çıkmış olur. En azından, 2024 yılında albümün yayınlanacağını söyleyebilirim. Albümde bir parçada da Metin Eloğlu’nun bir şiirini kullandım. Yine yorucu ve meşakkatli bir süreç oldu. Hayatla ve hayata dair pek çok şeyle boğuşurken ortaya çıkan tamamı Türkçe, rengi atmış, kararmış ahşap doğramalarda rüzgarla sallanan dantel perdeleri, konsollarda çifte karpuzlu lambaları, yolu gözlenen sevgilileri kanayan İstanbul’u, acı çeken İstanbul’u, kaldırım taşlarında inleyen gençleri, yüzleri, yüzümüzün yokuşunu, hiç tadılmamış tırança balıklarını anlatan bir albüm. Bizden seslerle ancak dışarıdan bir bakışla.
SanatLog: Bu keyifli sohbet için ve de muhteşem şarkılarınız için çok teşekkürler…
Mircan Kaya: Çalışmalarıma göstermiş olduğunuz ilgi için çok teşekkür ederim. İki gün önce Açık Radyo dinleyici destek programında bir hanım “Sala” albümümü almış ve hakkımda bilgi verip “Song” adlı parçayı çalıyordu. “Bu güzel insanlar, yüreklerine ulaşabildiğim, dokunabildiğim bu güzel insanlar bana yeter.” dedim. Siz de onlardan biri olmalısınız…
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Hakan Bilge
EK BÖLÜM: Videolar:
1.
2.
3.
Oldukça doyurucu bir söyleşi olmuş.
“Aslında, başından beri bunun peşindeydim. Otantik bir müzik yaratmak. Benden, benim yaşadıklarımdan ortaya çıkan, kendine özgü, başkalarınınkine benzemeyen kendi müziğimi yaratmak. Çok uzun zamandan beri müzik yapmama rağmen, kafamdaki müziği istediğim biçimde yaratabileceğim zamanı beklemem gerekti. Daha önce, bu müziği yaratabilmem imkansızdı. Popüler müziğin malzemesi olur ve yaptıklarımla, kendimle hesaplaşır dururdum. Bu anlamda, çok zor bir insanım. Kendimle hesaplaşırım. Attığım bir adım, insan olarak beni huzursuz ediyorsa derhal vazgeçerim.”
Gerçekten kararlı ve samimi ifadeler. Popüler olmayan, popüler olsa bile estetik altyapısı olan eserler geleceğe kalabiliyor. Bu nedenle tespitler çok anlamlı.
Çok teşekkürler…
Dostum çok harika bir röportaj yine. Mircan Kaya’nın buğulu sesi de ayrı bir harika… Dilinize sağlık…
Teşekkürler Mircan Kaya ve teşekkürler Hakan Bilge. Keyifle okudum…
Çok teşekkürler, yararlı bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. World müzik’le ilgilenenlerin mutlaka okumaları gerekiyor. Ve tabi bir sanatçının özel dünyasına girmek isteyenler de…
Teşekkürler Sanatlog!
Mircan Kaya’nın korsan cdler hakkındaki mesajı da birilerinin kulağını çeker umarım… Bu soruna çözüm bulmak şimdilik imkansız ama çözebilecek tek yetkili kurumun devlet olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Söyleşi için çok teşekkürler…
Özgün bir sanatçı ve özel bir kişilik olarak gördüğüm Mircan Kaya ile yapılan bu söyleşi için teşekkürler. Birinci ağızdan Mircan Kaya’ya ilişkin keşifler yapmış olduk, onu biraz daha yakından tanıma fırsatımız oldu.