Anasayfa / Manşet / Sinemanın Oyuncağı: Kadın

Sinemanın Oyuncağı: Kadın

Tuhaftır; sınıflandırıcı bir tanım olarak ya da türler içi bir “tür” olarak “erkek filmlerinden” söz edildiğini ben duymadım; ama “kadın filmleri” türler altı bir tür olarak kullanılan bir tanımdır. Brecht’in ekibinden Douglas Sirk’in Hollywood’da yaptığı, melodram türü içinde sayılan birkaç filmi, “womenfilm” alt başlığında ele alınır örneğin. (Burjuva) ailesinin ritüelleşmiş ilişkiler dünyasında kendine biçilen rolü oynamaktan başka çaresi bulunmayan kadının mutsuzluğu epey bir ön düzleme çıkar bu filmlerde. Feminist akımla birlikte kendinden söz ettiren, yönetmenliğini kadınların yaptığı filmler de “kadın sineması” olarak tanımlandılar.

Aslında sinemanın yüzyıllık tarihi, geniş anlamda bir “erkekler tarihidir” de; bu tarihin, sinemaya yansımalarını bir yandan geniş anlamda sinema estetiğinin içinde yakalarız. Ancak ekonomisinden, teknolojisine, işçiliğinden, pazarlamasına, her zaman bir erkekler devleti olan “devlet” ile ilişkilerinden ideolojisine, siyasetine kadar bir “erkek sinemasıdır” genelde var olan; dolayısıyla da erkekler tarihini yazmaya kalktığımızda karıştırılabilecek defterlerden belkide en önemlisidir sinemanın ve özellikle de “popüler sinemanın” tarihi.

Oraya baktığımızda, erkeğin sinemada kadına biçtiği rollerin çetelesini çıkartarak sadece psikanalitik bir defterin, erkeğin kadından/cinsellikten duyduğu korkunun ve bu korkuya yapışık hazzın kanıtlarını toplayıp dururuz. (Özellikle popüler sinema bu haz-korku sarmalında hazzın yitip gittiği, geriye endişe ve korkunun kaldığı “gerilim”, “korku”, gibi türlerini geliştirmiştir) Kadın karşısındaki bu duygu belirsizliği ya da kutupluluğu hali, hemen bütün türlerde alttan alta varlığını korurken, hem sosyal, ekonomik, kültürel alanlardaki dalgalanmalara, toplumsal ahlakın ve psikolojinin yarattığı iklimlere bağlı olarak hem de kadının rolünü kendi mitolojisi ya da daha doğrusu ideolojisi doğrultusunda kalın çizgilerle belirleyen türlere göre, sinemada kadın imgesinin dönüşüp durmasına yol açmıştır. Sinemanın tarihi, bu bağlamda, erkeğin kadın imgesine tahakkümünün de tarihidir; ona ne yapacağını çok iyi bilmesinin ve bilememesinin de tarihi.

Örneğin, “westernerin” görevi bitmeden kadın ile kuracağı her ilişki, onun yerleşikleşmeyi seçmesi anlamına geleceği için, orada kadın genellikle filmin sonunu bekler. Ailenin daha başta merkezi bir konumda karşımıza çıktığı “westernlerde” ise (örneğin: Shane) kahraman dıştan gelen kurtarıcıdır; ve görevi bitmediği için geldiği gibi döner kırlarına, özgürlüğe. Öyleyse “westernde” kadın özgürlük engelidir. Bilim-kurguda kadına yönelik arzu, teknolojiye kaymıştır. Geleceğin teknolojik dünyasında kadın, dünyalar arasındaki hesaplaşmalarda, erilleşmiş siyasi bir figürdür artık. Genelde popüler sinemanın değişmez yasası, toplumsal rolünü yerine getirmekle yükümlü erkeğin kadınca engellenip durmasını gerektirir.

Kadın, suç örgütü Mafya ailesi içinde kimin nereye koyacağını bilemediği, ortalıkta çocuklarıyla dolaşıp ayaklara dolanan bir şaşkındır (Godfather I); ama belki de en düşündürücü kadın imgesi, “korku”, “polisiye”, “gerilim” türlerinde ortaya çıkar: Tek başına yaşayan, bekârlığı, yalnızlığı (özgürlüğü!) tercih etmiş, aile kurumunun geleneksel yapısı dışında, kamusal alanda ayakları üzerinde durmaya çalışan kadın, film boyunca seri katillerin önünden ciyak ciyak bir köşeden ötekine kaçarak cezalandırılır bu sinemada. Duruma göre, erkek ya yetişir zamanında ya da özgür kadın aile kurumunun dışında, erkeğin koruyucu kanatlarından yoksun var olma gayretinin sonuçlarına katlanacaktır. Kamusal alanda kurumsal ilişkiye girmiş olması da, bağışlanmasına yetmez. Yalnız ve “özgür” kadın, poligam bir cinsel yaşama tarzının da temsili olduğu için, onun imgesi, monogam çekirdek ailede temellenen ekonomik-sosyal sisteme bir tehdittir oldum olası. Kracauer, “huzurlu burjuva ailesinin üzerine yağan lanet göktaşlarına” benzetir “femme fatal”i ve “vampı”. Vamp ya da şeytan kadının, ABD’de I. savaş döneminde esen kadının özgürleşme hareketlerinin rüzgârlarından, kimliğini arayan kadının mücadelesinden elbette ayrı düşünülmesi imkânsızdır. Toplumsal iklim, bir ara Mae West’in, erkek cinselliğinin bütün patolojilerini ironikleştirmesine tahammül edilebilecek bir ortam yaratmışsa da, otuzlu yılların ekonomik buhranı, kadını dize getirmiş, ona yuvasının yolunu göstermiş, hayatla cebelleşen erkeğe destek olmayı kutsal bir görev olarak kadının önüne koymuştur. Kadının cinselliğinden kalın bir çizgiyle ayrıldığı uğraklara örnektir bu yılların sinemasındaki imge.

II. savaş’ın göbeğinde, kadınını evinde, ülkesinde bırakan asker, kamusal ve iş alanını bir kez daha kadına emanet eden erkek, sinemada femme fatalin ya da vampın modern versiyonunu görünce rahat edecektir: Kara filmlerde kadın, güvenilmez, miras için kiralık katillerle iş birliği yapan şeytandır. Her özgürleşim rüzgarı ardından kadının popüler imgede lanetlenmesi nasıl kuralsa, sinema tarihi boyunca, melodramdan, erotik türe, cinselliğinden arındırılmış bir anne mitosunda kutsallaştırılması da öyle kuraldır. Kadın ile cinselliğin ne zaman nasıl buluşturulacağı, kadının cinselliğin nesnesi mi yoksa öznesi mi olacağı, çok faktörlü düzlemlerce belirlenir. (Ne var ki, kadının cinselliğini kendisi için ve kendi hazzı adına istemesi, erkek toplumunun en büyük korkusu olmalı ki, pornografik filmlerde bile, kadın hazzını öne çıkaran, hazzın, zevkin öznesi kılan film sayısı ötekilerin yanında devede kulak kalır. Kadın erkek zevkine hizmet eden nesne konumundan çok az çıkabilir bu filmlerde. (bkz.: Kaliteli Porno; 1970-1975 yılları arasında ABD pornografik filmleri; Cinselliğin Mitolojisi, derleyen V. Atayman, ES, 2024 Mart).

Popüler sinema, kadının cinselliğini özne olarak değerlendirmesi taleplerini cezalandırırcasına, onu “korku”, “polisiye”, “gerilim”, kısacası “suç” sinemasının içine yollayarak ona haddini bildirir. Kadın sinemada kendi imgesini seçemez, anlamında bir erkekler tarihi izdüşümüdür demek ki sinema: Çünkü kadının cinselliğin öznesi olması, erkekler tarihinin çökmesine giden önemli bir adımın da atılması olacaktır; ve elbette erkekler dünyasında “erkek sineması” kendi kuyusunu kazacak değildir. Öyleyse sinemanın tarihi aslında kadın erkek mücadelesinin eşitlikten yoksun araçlarla sürüp gittiği; savaş araçlarının büyük bir bölümünün erkeğin elinde olduğu adaletsiz bir ilişkiye işaret eder.

Sinemada gösterilecek cinselliğin miktar ve niteliğini belirlemeye yönelik her girişim, sansür, toplumsal hoşgörü, ahlaksal baskı vb ile oynanan, son tahlilde kuralları erkeklerce belirlenmiş bir oyuna işaret eder. Kadınların kendi özgürlüklerinden korkup bu erkekler dünyasında (kadını aşağılayıcı, berbat pornografilerin ötesinde) sansürden, ahlaksal baskıdan, yasaklardan yana tavır koymaları, düşündürücü olduğu kadar zihin ve duygu olarak “erkekleştiklerinin”, iktidar ve tahakkümün cinselliğin tarihindeki işlevinin bilincinde olmayışlarının da belirtisi sayılabilir. Toplumların ekonomik, politik kriz dönemlerinde ya da hemen ardından genellikle olduğu gibi, muhafazakârlaşan ahlakçı evrelerde cinselliğinin gösterilmesine konulan yasaklar, (toplumların bir kez daha her zamankinden daha fazla! birliğe ve dayanışmaya muhtaç olduğu! dönemlerin yasakları) ve bu dönemlerden çıkma programlarının toplumun hedefine dönüştürülmek istendiği yerde, genel toplumsal muhalefete de getirilen yasaklar ile örtüşür.

Veysel Atayman

veysel.atayman @gmail.com

Yazarımızın öteki yazılarını okumak için tıklayınız

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir