Anasayfa / Sinema / Klasik Filmler / Tanrı, Yaşam ve Ölüm Sarmalında: Yedinci Mühür

Tanrı, Yaşam ve Ölüm Sarmalında: Yedinci Mühür

“İşte burada bu gerçeğe ulaştım nihayet…
Belki de en güzel yıllarım geride kaldı.
Bir mutluluk olasılığının varolduğu yıllardı.
Ama artık geri gelmelerini istemem.” Samuel Beckett

det sjunde insegletDet sjunde inseglet (1957, Yedinci Mühür), metafizik dayanaklarını yitiren 20. yüzyıl insanının manevi karmaşasını irdeleyen bir filmdir. Her ne kadar zaman olarak Ortaçağ seçilmiş olsa da -ki postmodern toplum için uygun görülen tanımlamalardan biri de “Ortaçağ”dır- durum böyledir. Şövalye Antonius Block’un (Max von Sydow) Tanrı’yı sorgulaması, akla Alman düşünür Friedrich Nietzsche’yi ve onun Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı başyapıtındaki fikirleri getiriyor tabiatıyla.

Bilgi ve inanç sorunsalı üzerinden, “bireysel kurtuluş” ve “toplumsal arınma” temaları Yedinci Mühür’ün üzerinde yürüdüğü patikalardan. Hassaten “Aydınlanma” düşünürlerinin bilimin rehberliğinde insanlığın refaha ereceği tezi Yedinci Mühür’de bertaraf edilmektedir. Bu yaklaşım yine Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki tezleriyle örtüşmektedir. Birey ve genel olarak tüm insanlık, “çığırından çıkmış bir dünya”da, merkezinden koparak, önce Tanrısını, daha sonra da diğer manevi dayanaklarını, sözgelimi umudu yitirmiştir. Varoluşun onulmaz gayyasında türlü çeşitli soru(n)larla boğuşan insanlık, kurtuluş umutlarını askıya almıştır. “Istırap çekiyorum, o halde varım.” (Samuel Beckett)

Özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı buhranın izleri Yedinci Mühür’de aksisedasını bulmuştur. Savaşlarla birlikte iyi bir dünya adına tüm hayal ve ideallerini yitirenler, sadece sıradan insanlar olmamıştır. Avrupa entelijansiyası, yüzyıl başında Fransa’da dönemine damgasını vuran Egzistansiyalist düşünürler (Jean-Paul Sartre, Albert Camus), ardından Almanya menşeli Frankfurt Okulu (Theodor Adorno, Max Horkheimer, Erich Fromm, Walter Benjamin), onun ardından bu kez Fransa’da beliren Yapısalcı ve Postyapısalcı (Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Baudrillard) düşünürler topluluğu, 20. yüzyıl insanının içine yuvarlandığı boşluğu, değişen şartları, tarihin arşivlerine kilitlenen hümanizmi, cemaatlere doğru evrilen yeni-dünyayı durmaksızın konu edinmişlerdir. Sözgelimi Michel Foucault, “halkın aydınlara ihtiyacı kalmadığını, halkın, acı ve yoksulluğa bir entelektüelden daha yakın olduğunu” vurgularken; Theodor Adorno ise “Auswitchz’den sonra şiir yazılamaz.” diyerek, şartların eskisine göre fazlasıyla değiştiğini, dünyadaki dengelerin farklılaştığını, gerçekliğe nüfuz etmenin göreliliğini ve sanatın nesnesinin belirsizleştiğini ısrarla ifade etmiştir.

det sjunde inseglet 2

Yedinci Mühür’ün 1957’de çekildiğini göz önüne alırsak, 1945 ve sonrasının dünyadaki en yaygın felsefi ekolünün Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) olduğunu görürüz. Felsefeyi, şiiri, roman ve öyküyü derinlemesine etkileyen Egzistansiyalizmin sinema sanatını da etkilemesi kaçınılmazdı. Ingmar Bergman’ın Antonius Block üzerinden -ki Block fazlasıyla bir prototiptir, daha da şahsi söyleyecek olursak, Bergman’ın fikirlerini dile getiriyor da olsa Block, bireyin çıkışsızlığına bir örnek oluşturur.- dinsel dogma ve kilise, mucize ve saf inanç, İsa ve Meryem, Ölüm ve Şeytan, Tanrı düşüncesi, aile yaşamı, mutluluk ve kimlik arayışı, insanın özüne yabancılaşması gibi son derece elzem konuları derinlemesine gözlemlediğini vurgulamak yanlış olmaz.

“Hiçliğin olduğu yerde Tanrı vardır.” William Butler Yeats

“Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum: ‘İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.’” Ingmar Bergman

Yedinci Mühür’de, Tanrı’nın gölgesi kilisenin, canhıraş içre günahkarları, ruhu şeytan tarafından ele geçirilen günahkarları yakması, vebanın nedenselliğini ademoğlunun Tanrı’ya sırtını dönmesine, günahlar denizinde yüzmesine yorması, bu veba, bu hiçlik, bu sıkıntı ve de bu ölüm diyarında Tanrı’ya, onun gölgesine (kiliseye) sığınmaktan, tövbe etmekten başka çıkar yol görmemesi, bütün inananların tek çatı altında, Tanrı’nın evinde biraraya gelmesini öğütlemesi; (Yedinci Mühür’ün 1957’de çekildiğini bir kez daha anımsayalım.) Ortaçağ’daki skolastik mantalitenin, 20. yüzyılda, insanları tek ideoloji, tek fikir altında toplamak isteyen diktatörleri ve onların birer dogma halindeki karşı konulmaz yasalarını çağrıştırıyor. 20. yüzyılın kanla yazılan tarih kitaplarına isimleri acımasızlıkları ile, vahşilikleri ile mühürlenen Hitler, Mussolini, Stalin, Franco ve daha birçok diktatörün kanlı rejimlerinin üzerinden henüz fazla bir zaman geçmedi. Goethe: “Kendi iblislerimiziz, kendimizi cennetimizden atıyoruz.”

det sjunde inseglet 3

“Tanrım, bize merhamet et, merhamet et!” Antonius Block

Tanrısal olanla ilgisini kesen veyahut bundan kuşkuya kapılan Antonius Block’un özüne yabancılaşma serüvenidir bir anlamda da Yedinci Mühür. Haçlı Seferleri’nin (ki 10 yıl boyunca vahşet ve sömürüden, ölüm ve talandan maada bir şeyle karşılaşmamıştır) üzerindeki tahakkümü şiddetle yüzeye çıkmış, karşılığını Tanrı ve inanç sorgulamasında bulmuştur. Aslında Block, en zor durumlarında, buhran anlarında sığındığı Tanrı’sını reddetme raddesine geldiği için değil sadece; içinde bulunduğu şartları ve psikolojik gerçeğini aklın süzgecinden geçirdiği için de çıkmazın göbeğindedir. Tanrı da yoksa, dünyada huzur ve mutluluk da yoksa, asıl gerçek olan nedir? Eğer Tanrı yoksa, dünyadaki ontolojik gerçeğimiz, bu gerçeğin nesnesi neyle açıklanabilir? Eğer Tanrı varsa, bu dünyaya gelişimizin de bir mantığı olmalıdır. Peki, ama mutluluk ve huzuru, anlam ve mantığı Tanrısal dizgeye bağlamak neden? Tanrı düşüncesi olmadan da bunlar kavranamaz mı? Tanrı, “iyilik”, “mutluluk” ve “sevgi”nin ta kendisi olamaz mı? İyilik, mutluluk ve sevgi… Eğer bunlar da yoksa, tek gerçek ÖLÜM ise Tanrı da yok demektir. Mutlak son ÖLÜM ise, Tanrı da “sevgi” demektir. Gerçi bu soruların çoğu cevapsız kalır Yedinci Mühür’de. “Yüz yüze geldiklerimiz dışında / Bildiğimiz ne şu yeryüzünde?” (William Butler Yeats)

Antonius Block’un Ölüm’ü (Bengt Ekerot) satranç oynamaya davet etmesi, “bilgi”yi, “mutlak gerçek”i araması için bir oyalanma sürecidir. İyi bir satranç oyuncusu, manevra alanı geniş ve zengin olan, üç veya beş hamle sonrasını kestirebilen biridir de. Bu süreçte Block’un, yardımcısı ile birlikte Veba’nın merkezine gitmeleri, ruhuna şeytan girdiği iddia edilen genç kıza rastlamaları, gezici kumpanyanın sevimli ve mutlu sanatçılarıyla yollarının kesişmesi… ve daha birçok örnek, Block’un sorularına aradığı cevabın şekillenmesinde belirli bir rol oynar.

det sjunde inseglet 4

“Kederim gerçekten sınırsızdı
Uzaklaşmak zorunda kaldım.” Hölderlin

Mesela kumpanyanın sevimli aktörleri -bir karı koca: Jof (Nils Poppe) ve Mia (Bibi Andersson)- zamanın ve hayat suyunun coşkun akışında kendilerini bu akışın hızına bırakarak mutlu olabilmeyi, dert ve sıkıntıların üstesinden gelebilmeyi başarmış kişilerdir. Hayata tutunmayı başarmışlardır. Terslik ve engellere göğüs germeyi, onlarla mücadele etmeyi öğrenmişlerdir. William Shakespeare: “En tatlı bir yüz takınarak zamanla alay edelim.” (Macbeth)

Belki de mutluluk, en basit şeylerden haz almakta gizli, aile yaşamının gösterişsiz çekiciliğinde saklıdır. Belki de Tanrı; en saf haliyle, sade ve süssüz bir hayatın ardında bizi bekleyen “sevgi”dir. Bunu iddia etmek, çok yeni bir fikir olmasa da, ardımızda bıraktığımız ve halen de sürgit devam eden, yıkım ve savaşların, eziyet ve sömürünün yaşlı dünyasında, “sevgi”, sığınabileceğimiz en vefakar kavram, en makul sığınak olsa gerek. Günbegün yeni sömürü savaşlarının, teknolojik yıpranmanın, yabancılaşmanın virüs gibi dalga dalga yayıldığı bugünün dünyasında; “aydınlanmacıların” o çok övdükleri “ilerleme” düşüncesinin iflas ettiği de saptandıktan sonra, geriye kalan, ademoğlunun, özünü koruması, en yakınındakini sevmesi, hoşgörülü olması…dır herhalde.

det sjunde inseglet 5

…….

Meraklısı için notlar:

Yedinci Mühür 30 küsur günde, çok dar bir bütçeyle çekilmiştir.

Ingmar Bergman, meşhur satranç sahnesini eski bir kilisenin duvarında bulunan bir freskten ilham alarak filme dahil etmiştir.

Filmde Nils Poppe’nin canlandırdığı kumpanya oyuncusu Jof’un finalde söylediği sözler, İncil’den alınmıştır.

Yedinci Mühür’de Şövalye Antonius Block’u canlandıran usta aktör Max von Sydow ve Ingmar Bergman 1957-71 arasında 13 filmde birlikte çalışmıştır. Yedinci Mühür ise, ikilinin birlikte çalıştığı ilk filmdir.

Eric Rohmer, Yedinci Mühür için “gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri” diyerek sitayişte bulunmuştur.

Ve son olarak Ingmar Bergman, Yedinci Mühür ile ilgili olarak şöyle diyor:

 

“Küçük bir oğlan çocuğu için ayin büyüklere özgü bir işti. Peder kürsüde vaaz verir, cemaat dua eder, ilahi söylerdi. Bense kendimi kilisenin tavan ve duvarlarındaki ortaçağ resimlerine verirdim. Orada insanın hayal gücünün arzulayabileceği her şey vardı: melekler, azizler, ejderhalar, peygamberler, şeytanlar, insanlar…

Ortaçağ ressamları bütün bunları büyük bir duyarlılık, yetenek ve neşe ile resimlemişlerdi. Bu beni çok etkiledi. Bu duvarlardaki dünya benim için baba, anne, erkek ve kız kardeşler ile yaşanan günlük yaşam kadar gerçek hale geldi. Niyetim ortaçağı, kilise ressamları ile aynı şekilde, aynı nesnel ilgi, aynı duyarlılık ve neşe ile yansıtmaktı. Benim insanlarım güler, ağlar, inler, korkar, konuşur, cevap verir, oynar, acı çeker ve soru sorarlar. Onların korkusu veba, Kıyamet Günü ve adı Pelim olan yıldızdır. Bizim korkularımız başka ancak sözcüklerimiz aynı.”

Hakan Bilge

[email protected]

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

17 Yorum

  1. Belki de Bergman’ın en fazla haz alarak seyrettiğim filmi.(sadece filmin ritüellerle alakalı kısımlarının biraz abartılı olduğunu düşünüyorum -zaten Bergman da bu filmi çekerken tarihsel bir doğruluğu çok dikkate almamıştır-)

    Bol bol atıfla güzel bir yazı olmuş. Ellerine sağlık.

  2. Müthiş bir film…
    Ama sarsıcılığı en çok da anlatımındaki yalınlığından kaynaklanıyor. Evet filmin temel dertleri, var olmak, ölmek, zaman algısı, Tanrı’nın varlığı, günah, yoksunluk, acı, korku, zulüm ve nefret…
    Ama bu genel kapsamlı meseleleri sıradan bir yaşamın parçası olarak, siyah-beyaz kontrastında sakin bir şekilde ele alıyor olması bu filmi en özel kılan şey.

  3. Bergman’ın en sevdiğim ve en çok etkilendiğim filmlerinden… “Ölüm”, daha ilk sahnelerden itibaren kanımı dondurmuştu. Fantastik unsurlarına rağmen inanç ve din konulu başka böyle etkileyici bir film var mıdır, emin değilim. Hani izleyip de bir daha asla unutamazsın ya, işte öyle bir film.

  4. Bergman’ın en sevdiğim filmi. Bütün filmlerinde gördüğüm o varoluşsal denklemleri ve formülleri bir pota içerisinde eritmeyi başarmış, cevaplardan çok sorular soran bir film. Sanırım satranç karşılaşmasının uzama nedeni de bu. Eline sağlık hocam, çok güzel ve yerinde tespitler yapmışsın.

  5. Bence de ustanın en derin ve en başarılı filmi. İnsan psikolojisinin karmaşık doğası en saf ve doğal haliyle bu filmde anlatılmıştır. Bu filme benzeyen ikinci bir film olduğunu sanmıyorum. deha ötesi bişey… Eline sağlık…

  6. Gerçekten de çok etkileyici bir film. Çok teşekkürler sinefil78.

  7. Teşekkürler sevgili arkadaşlar…

  8. Belki aradan bir yıl geçmiştir ama son sahne unutulmazlarım arasındadır. Gözlerimi kapasam anında önüme gelir. Şimdi bir daha izlesem daha farklı şeyler keşfedebileceğim filmdir. Teşekkür ederim, öyle dolaşırken denk geldi, güzel inceleme olmuş.

  9. Ben teşekkür ediyorum…

  10. üstad size bir sorum var bu filmle ilgili olarak.
    antonius block ölümü bizzat karşısında fiilen gördüğü halde neden hala tanrıya inanmakta tereddüt ediyor? çünkü genelde bir şeye inanmak için böyle bir mucize yeterli olmaz mıydı? çünkü biz açıklayamadığımız her olayı doğaüstü olarak adlandırıp böyle bi şeye tanık olduğumuz anda secdeye kapanan bi kültür içinde büyüdük. o yüzden bu filmdeki “azrail’le satranç oynadığı halde tanrının varlığını sorgulayan şövalye” imgesi bize biraz yabancı galiba.

  11. Çok mantıklı bir soru. Sanırım bu Batı empirizmiyle yakından ilgili bir mesele. Batılı gördüğüne inanmak istiyor. Duyularıyla hareket etmiyor. Rasyonel olmak derdinde. Doğulu ise daha çok duygularıyla hareket eder. Tanrıya, meleklere, kutsal varlıklara kalben inanır. Rasyonel, ampirik sorgulamalarda bulunmaz. İnandığı din ya da içinde bulunduğu kültürel kodlar ona aklın öneminin fazla olmadığını ima eder. Bu bağlamda bir Doğulu, ölüm meleği Azrail ile asla satranç oynayamazdı, tamamen katılıyorum.

    Öte yandan, eğer şövalye ölüm meleğini görür görmez Tanrıya iman etseydi -inanışa göre, Kızıldeniz ikiye bölündüğünde Firavun da öyle yapmıştı- varoluşsal bir sorgulama yapmaya gerek kalmayacaktı. Bergman’ın amacının da zaten çok çeşitli olduğunu düşünüyorum: Tanrıya inanmaktan ziyade, inanıp inanmamak arasında kalan bir şövalyenin ruhsal dilemmasını betimlemek. Aradaki gerilimi görselleştirebilmek.

    Ölümü yenme düşüncesi daha da ilginç kılıyor filmi: Sanıyorum ki bu yapılabilecek en büyük ironi olurdu.

    Yorumunuz için teşekkür ederim.

  12. Öncelikle çok teşekkür ederim Hakan bey,
    bu filmi çok sevmeme rağmen aklıma takılan bir soruydu bu.
    çok hızlı bir şekilde yanıtlamanız gerçekten beni inanılmaz memnun etti. ülkemizde de maalesef böyle soruları sorup sonunda nitelikli cevaplar alabileceğimiz sinema entellektüeli oldukça az. neyse ki böyle güzel siteler var da, bir avuç meraklı sanatsevere yol gösterici oluyor.

    yorumunuza birebir katılıyorum. benim de aklıma şöyle bir şey geldi daha sonra.
    belki de burada ölümü kişileştirmek sadece bir mucizeyi göstermek için yapılmış değil. ve hatta dikkat ettim de azrail ifadesi hiç kullanılmıyor filmde. sadece ölüm bir özne olarak gösteriliyor.
    çünkü aslında ölüm hepimizin bildiği, gördüğü bir şey.
    nitekim ateistlerin de tamamı öleceğini biliyor. bu tüm insanların ortak noktası. fakat burada antonious block ölüme meydan okuyarak onu zekasıyla alt etmek ister gibi yapıyor. oysaki tek istediği biraz daha zaman kazanmak. kafasındaki sorulara biraz daha net yanıtlar bulabilmek. hatta ölüm ona son satranç oyununda ‘bu kazandığın zaman işine yaradı mı bari?’ gibi bir soru soruyordu yanlış hatırlamıyorsam. ve bundan sonra artık şövalye ve arkadaşları için zamanın dolduğu, vaktin geldiğini söylüyordu. şövalye ise ısrarla diğer dünyanın sırrını artık söyleyip söylemeyeceğini sorduğunda cevap çok daha vurucu oldu: ‘ben bilmeyenim’

    son tahlilde en önemli noktayı vurgulamışsınız: Bergman’ın yapmaya çalıştığı ”inanıp inanmamak arasında kalan bir şövalyenin ruhsal dilemmasını betimlemek. Aradaki gerilimi görselleştirebilmek.”

    aslında hayatta iken yaptığımız belki de tek şey ölüme karşı biraz daha zaman kazanmak. ve tüm bilimimiz tıpkı o yarı inançlı şövalye gibi sadece ölümle satranç oynamaya yarıyor. kimin kazanacağı zaten belli.
    biz hayat dansını daha görkemli kılmaya çalışan nacizane ruhlarız.

  13. Söylediklerinizin tümüne katılıyorum.

    Ölüm düşüncesiyle ilgili olarak şöyle bir ekleme yapmak istiyorum: Şövalye Block’un ölümü yenme düşüncesi aynı zamanda sanatçının (Bergman’ın) ölümü yenme düşüyle yakından bağlantılı. Çünkü sanatçı ölümsüz olmak ister. Bir yönetmen olarak Bergman aslında bunu başka filmlerinde de sorguladı. Sanatçının sorunlarına birçok filmde eğildi. Yaban Çilekleri, Kurtların Saati şimdi aklıma gelen örnekler.

    Sonuç olarak: Şövalye Block ölümü yenemese de Bergman yenmiştir, diyebiliriz. Sanatçıya ölümsüzlüğünü kazandıran sanat eseridir. Benjamin’in deyişiyle, “Sanat eseri biriciktir.”

    Değerli katkılarınız için ayrıca teşekkür ederim.

  14. Yazınız için çok teşekkürler.. Açıkçası sitemde Yedinci Mühür ile ilgili bir yazı hazırlıyordum ve sizin yazınıza rastladım. Düşüncelerimin genişletilmiş ve geliştirilmiş halini yazınızda buldum. Bundan sonrası için takipteyim..

  15. Teşekkür ediyorum sevgili yazar dostum,
    Sevgilerle

  16. Yazı için teşekkür ederim. Gerçekten filmi bir tık anlamama yardımcı oldu.

  17. Filmin birçok noktasını içermeyen kısa bir yazı, ama yine de beğenmenize sevindim. Ben teşekkür ederim.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir