“Bu yazı, komşum Nagehan Hanım’ın çizgi film delisi kızı Sijan’a (Sijan, Çerkezce “prenses” anlamına geliyor ki bu şirin minik gerçekten de bir prenses) adanmıştır… Şimdi değilse bile, yıllar sonra bu yazıyı okuması dileğiyle…”
Giriş
MGM’in çizgi dizilerinden Tom ve Jerry, dünya çapında popülerliğini uzun süre koruyabilmiş çizgi filmlerdendir. Rüya-fabrikatörleri William Hanna ve Joseph Barbera yönetiminde yüzlerce bölümü bulunan çizgi dizi, çok basit olarak kaçma-kovalamaca serüveni üzerine inşa edilmiştir. Komplike bir örgüsü bulunmayan, çizgi-figürlerin şiddetinin rengine paralel orkestra müziği ile devindikleri hareketli bir çizgi film… Bütün bölümlerde minik seyirci için özdeşleşim-figürü ise Jerry’dir. Bu sevimli fare kurnaz, akıllı, entrikacıdır. Tom ile birlikte aynı çatı altında yaşayan / yaşamaya çalışan Jerry, bazen uyurken, bazen hiç hazırlıksız; bazen de hırsızlık yaparken Tom’un tacizleri ile karşılaşır. Her tehlikeli durumda eni sonu Tom’u alt etmeyi başaran Jerry, savaş ve düellolardan alnının akıyla çıkar. Tom ise “yenilen pehlivan güreşe doymaz” sözünün canlı bir örneği olarak saldırgan, sadist, tahrik edici, şakacı bir kedidir. Ezeli kedi-fare oyununda, şiddetin bahçesinde sonsuz kere karşı karşıya gelir Tom ve Jerry. Şimdi bu çizgi dizinin bileşenlerine ve genel karakterine bakalım…
Şiddetin Stil Araçları ya da Sado-mazohist Bir Gösteri
Sinema filmlerinde ve elbette çizgi filmlerde, kaçma-kovalamaca tek başına kalıcılığı ve sürekliliği sağlayamayacağı için öyküler örgenleştirilirken birçok işlevsel-araçtan yararlanılagelmiştir. Alfred Hitchcock, aksiyon filmlerinin atası North by Northwest (1959, Gizli Teşkilat) filminde başroldeki Roger’ın (Cary Grant) kaçış öyküsüne birçok işlevsel boyut eklemiş, öyküyü zenginleştirmiştir. En başta seyircinin özdeşleşebileceği bir karakter vardır sahnede -ki bu karakter, suçsuz, her şeyden habersiz bir reklamcıdır. “Seyirci suçsuz insanlarla daha çabuk özdeşleşir” sinemasal kuralı Hitchcock için temel prensiplerden biridir ve birçok filminde bu unsurdan yararlanmıştır (The 39 Steps, The Wrong Man, Frenzy, To Catch a Thief, I Confess, Saboteur, Dial M for Murder…). Diğer unsurlar ise belirsizlik ve gizemdir. Üstüne soğuk İngiliz mizahı eklenir. Mcguffin de destekleyici bir elementtir. Görülebileceği gibi Hitch Amca, bir polisiye-casusluk-serüven öyküsüne aksiyon motifleri ve daha birçok öge ekleyerek ilginç ve sürükleyici bir bireşim elde etmiştir. Bu parlak formül halen birçok filmde pratize edilmeye çalışılmaktadır.
Road Runner (Yol Koşucusu), 60’lı ve 70’li yıllarda sahnedeki varlığını sağlamlaştırırken, Türk televizyonlarında ancak 80’lerden itibaren görülmeye başlar. “Bip Bip!” sesiyle tozu dumana katan, yollar boyu devamlı maraton halindeki şu sinir bozucu yaratık ve peşindeki daimi pervanesi zeka küpü “Tazı” çöl coğrafyasını turlarken; klasik kaçma-kovalamacanın ruhuna entrika ve tuzak kurmanın teorisini dahil ederler. Absürd şiddetin diz boyu sınandığı bu çizgi dizi popüler kültürle bağlantı kuran ve özünde bir korku parodisi niteliğindeki The Shining’de de (1980, Bu filmi popüler kültür dağarcığı “Cinnet” şeklinde çevirmiştir. Uygun çeviri “Parıltı” olmalıdır.) işitilir, hatırlanacağı üzere. Stanley Kubrick’in bu filminde, psişik güçlerle (ki bu güç “shining”in –sözümona parlama yeteneğinin– özünü oluşturur) donatılmış “Küçük Danny” (Danny Lloyd), televizyonda bu çizgi diziyi izliyordu. Jack Torrance (Jack Nicholson) ise baltasını banyo kapısına saplarken aslında The Wizard of Oz’dan (1939, Oz Büyücüsü / Victor Fleming) bir sahneyi yeniden-canlandırıyordu.
Uzatmayalım; Road Runner’daki kaçma-kovalamacanın iki figürü, biri planları, tasarıları ve edimselliği açısından modern bir mühendis gibi hareket ederken (bu “Tazı”dır); bir diğeri de (kısaca “Bip Bip” diyelim ona) bütün tuzakları yarıp geçen, hiçbir gücün durduramadığı bir çizgi-figür olarak sahneye çıkıyordu. Mühendis Tazı, roketleri, bombaları, dinamitleri ve envai çeşit savaş stratejilerine karşın tek yeteneği koşmak olan bir kuşun hakkından gelemiyordu. The Shining’de Jack Torrance’ın, minik Danny’nin hakkından gelememesi gibi! (Sonu labirentte biten kaçma-kovalamaca sahnelerini anımsayalım yeter.) Konumuz bahsinde Tom’un da tüm yeteneklerini harcadığını görüyoruz; fakat nihai “altın kural” (Siz “klişe” olarak okuyun!) gereği kazanan hep Jerry’dir. Jerry’e karşı Tom’un, Şirinlere karşı da Gargamel’in yanında olur muydun ey okuyucu?
Tom ve Jerry’nin heyecanlı arenasında aksiyon binbir çeşit şiddet gösterisine sahne olurken; kılıçlar, silahlar, çatal ve kaşıklar, olmadı tencere ve tavalar havada uçuşur. Sopalar, sineklikler ve daha birçok nesne… Örneğin Tom’un en basit silahı mutfaktan bi koşu alıp geldiği tavalardır. Jerry ise odadan odaya, bahçeden sokağa, caddeden çatıya var gücüyle fink atar. Tom kovalar, Jerry kaçar; Jerry koşar, peşindeki Tom’dur. En basit mantık budur. İkilinin rekabetine orkestra müziği paralel düzeyde eşlik eder. Yaylı çalgılar, piyano müziği, vesair. Neredeyse şiddete methiye düzülürcesine aşırı ve ölçüsüz, adeta sado-mazohist bir şiddet gösterisine tanık ediliriz. Ama kimsecikler ölmez bu fantezi dünyasında. Düellolar, uzaktan uzağa bakışmalar, gizli baskınlar, faka bastırmalar ve daha niceleri sonsuz kere sonsuz sürer gider… Bu sonsuz çoğaltma, salt kendi aralarındaki rekabetin figürleri olarak hayvanlar dünyasını dış dünyaya, insanların dünyasına (ve elbette janr sinemasına) bağlar ister istemez. Şövalyeler gibi, kovboylar gibi düelloya girişirler örneğin…
80’ler: Şiddet Kabuk Değiştiriyor
80’lerde çocuk, şimdilerde anne-baba olan / olmaya başlayan nesil, Voltron: Defender of the Universe (1984, Yön: Franklin Cofod) ile birlikte çizgi dünyaların fantastik evreninin giderek şiddet ve kanla daha çok boyanmaya başladığını anımsayacaklardır. Bu dönemde Nils no fushigi na tabi (1980, Nils ve Uçan Kaz; Unutulmaz bir Japon animesiydi, hatırlarsınız…), Clémentine (1985, Fransız yönetmen Jean Cubaud’nun bu çizgi dizisinde özellikle “Malmoth” şeytanın cisimleşmiş haliydi… Tek unutamadığım çizgi film de budur zaten. Hiçbir bölümünü kaçırmadım…), He-Man and the Masters of the Universe (1983, “Gölgelerin gücü adına! Güç ben de artık…” nidalarını kim unutabilir? Bir de İskeletor’u…) gibi dünya çapında büyük başarı kazanan çizgi filmler TRT’nin tek kanallı dönemlerinde birer birer arz-ı endam ediyordu. Ne zaman ki Voltron uzayda belirdi, işte o vakit bir şeyler değişmeye başladı. Ama elbette çizgi filmler var olduğundan beri şiddet de vardı. Tıpkı sinema filmlerinde olduğu gibi.
Yine de şiddete bakışta birçok eleştirmen ölçüyü kaçırmıştır. A Clockwork Orange (1971, Otomatik Portakal) gösterime girdiğinde İngiliz basını ve eleştirmenleri Stanley Kubrick’in bu filminin gençleri şiddete teşvik ettiğini yazıyorlardı. Bu filmden sonra şiddetin İngiltere toplumunda daha da arttığını belirtiyorlardı. Kuşkusuz bugün artık dünya yüzeyindeki şiddet, filmlerdekini çoktan geçti. Daha doğrusu gerçek hayattaki şiddet filmlerin hep önündeydi. Bknz: 1. ve 2. Dünya savaşları. Filmlerin insanları daha da saldırgan yaptıklarını söylemek komik görünüyor işte bu yüzden. Elbette sanat öyle veya güçlüdür. Belirli bir gerçekliğe kendi üst-gerçekliğinden hareketle yeni bir görünüm verir sanat. Gerçekliği kendi imajları açısından dönüştürür. Eğer filmlerin insanları insanlıktan çıkardığını savunuyorsak, çizgi filmlerdeki şiddete de bakmamız gerekecek…
Çizgi filmlerin hedef kitlesi her zaman minikler oldu; fakat yetişkinleri de hedefleyen veya salt yetişkinlere hitap eden birçok çizgi film de var ve olacak da. Özellikle son yıllarda büyük sükse yapan Japon animeleri… Şimdi, şiddetin dinamikleri açısından hem sinema filmlerinde ve hem de çizgi filmlerde olup-bitenin, birbirlerine oldukça yakın bir mantığın ürünü olduklarını mimleyebiliriz. Tom’un çatal-bıçakla Jerry’e tüm hışmıyla saldırması ile The Shining’de Jack Torrance’ın OverlookHotel’de balta ile koşuşturması yan yana getirilebilir mi? Öncelikle bu bir sorun yaratabilir. Şu: Tom ve Jerry özünde fantastik bir düzlemden hareket eder. The Shining ise aile içi şiddeti betimlemek ister gibi görünürken aslında o da fantastik bir tabana dayalıdır. Öncelikle klostrofobik bir otelde gönüllü izole bir aile var burada. Fakat neresinden bakarsak bakalım, The Shining aslında sürreal bir filmdir ve şiddetin kökeni ise çok daha gerilere, OverlookHotel’in kanlıgeçmişine dayandırılmaktadır. Bu film bir korku parodisidir, demiştik yukarıda. Mamafih aile içi şiddetin göstergeleri üzerine de ilginç tezler sunan bir filmdir de. Ki bu açıdan çift uçlu bir “okuma” yapılarak, iki farklı düzlemden hareket ederek bakabiliriz The Shining’e. İlk “okuma”, reenkarnasyona dönük fantastik bir okuma olurdu ki hayaletler, sanrılar vb. ilk elden sınamamızı gerektiren veriler olurdu. İkinci “okuma” ise alkol sorunları olan ve başarısız bir dönem geçiren bir yazarın aile içi estirdiği terör… Evet, bu iki farklı düzlemin sarmaştığı bir “okuma” da yapılabilir. Bu iki noktanın kaynaştığı The Shining analizini merak edenler, Bireylikler Dergisi’nin 21. sayısındaki (Temmuz-Ağustos, 2024) “Jack Torrance’ın Bir Ortayaşlı Yazar Olarak Portresi” adlı yazımı okuyabilirler…
Öyleyse sormalı: Çizgi filmlerdeki şiddet aslında sinema filmlerindeki şiddetin gerisinde midir? Bu sorunun yanıtı tam ve kesindir kanımca: Hayır, hiç de gerisinde değildir. Çizgi filmlerdeki şiddet çoğu kez fantastik de olsa, geçmişte olduğu gibi bugün de en üst düzeydedir. O zaman şöyle sormamız gerekecek: A Clockwork Orange gibi filmlerin şiddeti körüklediğini savunan muhafazakar eleştirmenler (“Liberal sistemin köpekleri” diyeceğim ben onlara; kabalığımı lütfen mazur gör okuyucu…), çizgi filmleri neden baz almıyorlar? İşte, tam bu noktada The Shining’in popüler şiddet endüstrisini parodileştiren bir film olduğunu bir kez daha anımsatabiliriz. Zaten yukarıda Road Runner’ın The Shining’de vurgulandığını ifade etmiştik… Benzer bir yaklaşım, Michael Haneke’nin Funny Games (1997) ve yeniden çevrimi Funny Games U.S. (2007) adlı nitelikli filmleri için de geçerlidir. (“Pastiş” denemeleridir keza bu filmler.) Burada da şiddetin popüler göstergeleri Amerikan sinemasından (sevişen gençlerin biçildiği slasher’lardan küçük bütçeli abukluklara ve istismar sinemasına değin geniş bir yelpaze…) hareketle sorunsallaştırılmaktadır.
Birkaç soru daha beliriyor: Filmler yetişkinleri, çizgi filmler de çocukları yoldan çıkarır mı? Şiddete sürükler mi? Hadi canım, buna ahmaklar bile güler! (Bu parantezde, ebeveynlerin çocuklarının izlediği çizgi filmlere karışıp karışmadıklarını, yaptırım uygulayıp uygulamadıklarını merak ettiğimi de haşiye olarak düşeyim…)
Peki, neden A Clockwork Orange gibi filmler tehlikeli bulunuyor da Terminatör gibi metrekareye üç cesedin düştüğü filmler tehlikeli bulunmuyor? Hıh… Cevabı net değil mi? İktidarlar, hükümetler, ideolojiler veya sosyal sistemler kendilerine dönük tehlike arz eden filmleri eleştirirler, sansürlerler, olmadı yasaklarlar. Ama Terminatör gibi etliye sütlüye dokunmayan filmleri de uluslararası bir fenomen haline getirirler. Olup-biten aşağı yukarı budur. “A Clockwork Orange 2: Alex’in Yükselişi” veya “A Clockwork Orange 3: İngiltere Cadı Kazanı” gibi devam filmleri neden çekilmiyor zannediyorsunuz!…
Özdeşleşim Politikaları
Tom ve Jerry’de şiddetin kökeni Tom’a dayan(dırıl)dığı için özdeşleşim-figürü de doğal olarak Jerry’dir. “Ebedi loser” Tom, “kazanan” ise Jerry’dir çoğu kez… Klasik kazanan-kaybeden öyküleri zaten Hollywood’da A filmlerinden alternatif filmlere uzanan çizgide hemen bütün sinema dünyasına egemendir. Bu açıdan Tom ve Jerry’nin öyküsünde de hep bir kazanan, bir de kaybeden vardır. Yine He-Man’de loser İskeletor’dur, Clémentine’de ise Malmoth. Sahi, kazanan veya kaybedenin olmadığı bir film veya çizgi film var mıdır?
Bir kazanan ve bir de kaybeden olduğuna göre devreye otomatik olarak seyircinin özdeşleşim kuracağı bir karakter / çizgi-figür girecektir. Tom ve Jerry için oldukça belirgin bir durumdur bu. Burada dikkat edilirse, olay örgüsünü sistematikleştiren çizgi-figür Tom’dur. Genel olarak ilk harekete geçen, ilk eylemde bulunan O’dur. Fakat eni sonu eyleme geçerken eylemin nedenselliği de çoğu kez Jerry ile ilintilidir. Jerry ya buzdolabından bir dilim peynir aşırmıştır ya da ortalıkta fazla gürültü ettiği için Tom’un huzuru kaçmıştır. Tom, şömine önünde ya da odanın kuytu bir köşesinde tembel tembel miskinlik yapmak ister. Rahat rahat uyumak ister. Fakat bu sükunet Jerry’nin coşkulu eylemselliği yüzünden bozulur. Doğal akışı bozulan Tom, müdahaleci bir hayvandır. (Bu minvalde, evde pijaması ve beyaz atleti ile oturan ve üst kattan sesler geldiğinde komşusunun önüne kabadayı gibi dikilen apartman sakinlerini anımsatır.) Zaten içten içe nefret ettiği Jerry’i bir şekilde bozguna uğratma peşindedir. Jerry de bu fırsatı birçok kereler O’na verir. Önünde fırsatlar belirse de Tom’cağızın, Jerry kaotik savaşların hepsini kazanır. Kurulan tuzakları bir bir faş eder. Çılgınca şiddet senfonilerilerinin sonunda küçük deliğine gidip temiz bir uyku çeker…
Görülebileceği üzere, şiddetin kökenleri / dayanakları basit nedenlerden ileri gelmektedir. Her ne şekilde meydana gelirse gelsin, şiddet, tam bir curcuna, bir karnaval havasında cereyan eder. Bu karnavala klasik müzik yapıtlarının eşlik etmesi ise gerçekten düşündürücüdür.
Bu konu alabildiğine geniş bir skalaya oturuyor. Bu doğrultuda “mutlu son” izleğinin parametreleri okunabilir. Sinema filmleri “tek atımlık” olduğundan, bir filmi analiz ederken baştan sona derecelendirme kriterleri ya da “okuma” stratejileri daha sağlam belirlenebilir. Fakat çizgi filmlerde total kriter, çok belirli göstergeler dışında biraz olanaksız kalıyor doğal olarak. Bu açıdan örnek bir okuma yapmamız icap ediyor. Aşağıda inceleyeceğimiz The Missing Mouse, “mutlu son” mantığını altüst ettiği için “okumak” için olası en mantıklı seçim olarak göründü bana.
Örnek Bir Okuma: The Missing Mouse (1953)
1953 yapımı The Missing Mouse (Kaçak Fare),Tom ve Jerry üzerine katekteristik olarak ilginç doneler sağlamaktadır. Bu karakteristik şiddetin parametrelerini gözden geçirmemiz için elzem ipuçları barındırıyor.
İzlemeyenler için -mecburen- sinopsis geçiyorum:
Henüz ilk sahne şiddetin kökenlerini sunar: Jerry, buzdolabından bir parça peynir ve bir şişe sütü aşırmaya kalkar ama nafile; evin yegane bekçisi Tom, bozdolabının üzerinde Jerry’i keyifle rontlamaktadır. Duruma hemen müdahale eden sadık bekçi, ilk iş olarak Jerry’inin kafasını dolaba sıkıştırır. Var gücüyle toz olan Jerry’i bu kez sağlı sollu pasta tabakları beklemektedir. Tom’un yüz ifadesi alaycıdır, yaptıklarından büyük bir haz duymaktadır… Kaçmaya devam eden Jerry’i fare tuzağı ile taciz eden Tom kuyruğunu sıkıştırmaya çalışır. Başı dönen Jerry deliğine doğru kaçmaya çalışırken kafasını duvara çarpar ve duvarda çatlaklar oluşur. Tom, iyice keyiflenir ve farenin hakkından nasıl da geldiğini anlatırcasına kahkahayı basar. Bu da yetmezmiş gibi Jerry’nin üzerine beyaz ayakkabı boyası dökülür…
Birinci sahne böylece tamamlanır ve ikinci sahneye geçilir…
Koltuğunda keyifle, ayaklarını sallayarak “Wow” (Penthouse veya Playboy tarzı bir dergidir ki Tomcağız genelde bu dergilerle vakit geçirir. Acımasız olacak belki ama söylemek durumundayım: Evlerimizde, sözüm ona sanal-mağaralarımızda çoğumuz böyle vakit öldürmüyor muyuz?) adında bir dişi-kedi dergisi okuyan Tom, radyodaki sese kulak verir. Ses, heyecanlı bir tonla bir dizi malumat geçer:
Burada beyaz bir fare, bomba ile yüklüdür ve herhangi bir darbe aldığında da infilak edecek şekilde tasarlanmıştır. Radyodaki haber, “Beyaz Fare”nin çok tehlikeli olduğuna dair beyanatlar verir kısaca.
Radyodaki sese kulak misafiri olan Jerry, her zamanki kurnazlığı ile aklına bir hinlik gelir ve hazır üzerine beyaz ayakkabı boyası dökülmüşken, adı geçen “Beyaz Fare”yi oynamaya / onun yerine geçmeye karar verir.
“Ve Tom, bir de bakar ki “Beyaz Fare” evinin sınırları içerisinde bitivermiş… (Aslında Jerry’nin ta kendisi…)
“Beyaz Fare”nin alacağı en ufak darbe patlaması anlamına geldiğinden ve bunu adı gibi bildiğinden korkuya kapılan, öyle ki, tir tir titreyen Tom, bu davetsiz bücürün tacizleri ile karşı karşıya kalır. “Beyaz Fare”, deyim yerindeyse Tom’u şamar oğlanı gibi kullanır ve adeta bütün farelerin ezeli intikamını alır… Tom’un kafasına çekiçle vurur filan…
Bu arada ansızın su dolu lavaboya düşen “Beyaz Fare”nin bütün boyası da çıkar ve farenin Jerry olduğunu anlar Tom. Kuyruğundan tuttuğu gibi pencere kenarına götürür, kıçına tekmeyi bastığı gibi uzaklara şutlar…
Bu esnada gerçek “Beyaz Fare” de kapı önünde dikilmektedir. Tom fareyi görmesine rağmen inanmaz ve oncağızı kapar, akvaryumda yıkamaya çalışır; fakat fare radyonun bahsettiği fare değil midir?
Sonra yine aynı radyo, tehlikenin geçtiği yönünde malumat geçer. Spiker abinin dediklerine bakılırsa, “Beyaz Fare” tehlikeli değildir artık. Dolayısıyla heyecana kapılınmaması gerektiği yönünde mesaj verir. Doğrusu bu “Beyaz Fare”nin içine bombayı kim yerleştirmiştir, fare aslında bir robot mudur, hiç anlaşılmaz. 6 dakikalık çizgi-gösteri boyunca da gizemini korur… Hitchcock’un Notorious’unda (1946, Aşktan da Üstün), Nazilerin malikanesindeki şarap mahzeninde şişelerin içinde saklanan uranyumlar nasıl ki genel öykü boyunca herhangi bir işlev taşımıyorlarsa, buradaki bombanın da varlığı giderek önemsizleşir. Zaten çizgi film bittiğinde bile bombanın kim tarafından hazırlandığı yönünde herhangi bir bilgi verilmez. Dolayısıyla bomba fikrinin aslında öykünün kurgulanması yönünde bir “mcguffin” olduğu anlaşılır.
Radyo, daha önce verdiği haberi tekzip edip “Beyaz Fare”nin tehlikeli olmadığına dair malumat verse de, aslında fare bomba yüklüdür. Nihayet Tom ve Jerry’nin paylaşmayı bir türlü beceremediği ev ile birlikte havaya uçar… Tom da kendi kazdığı kuyuya düşecektir. Ev infılak ettiğine göre de artık Tom ve Jerry aynı çatıyı paylaşamaz hale gelirler…
Bir çatıyı paylaşamama, bir mekanı ortaklaşa kullanamama ucu felakete varan bir evreye düğümlenmiştir. Tom ve Jerry arasındaki ezeli rekabet, bilindiği gibi aynı evi paylaşamamanın da bir uzantısı görünümündedir. Jerry’nin varlığından sürekli rahatsız olan Tom, Jerry’i bir şekilde yok etmeye çalışır; onunla aynı çatıyı paylaşmak istemez. Rekabet, özel mülkiyetin önemini vurgular. Özel mülkiyet ise kapitalizme içkin bir olgudur. The Missing Mouse sonunda kendi elindekileri de yitiren bir kedi hakkındadır aslında. Söylemeye bile gerek yok ki, çizgi-figürler Walt Disney’den beri insanların basit ve fazla karmaşık olmayan karikatürüdürler. Disney’in prodüktörlüğünde ve David Hand’in yönetiminde kotarılan Snow White and the Seven Dwarfs (1937, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler) bu açıdan en iyi örneklerden biridir.
Son Söz
“Beyaz Fare” sahneden uzağa fırlatılır, yitip gider; fakat Tom ve Jerry’nin ebedi kavgası / çatışması başka öykülerde devam eder… Farklı öykülerde yine aynı çatı altında biraraya gelirler, yine sonsuz kere savaşırlar, yine şiddetin en çılgınca valsinde buluşurlar…
Çok basit ve kör parmağım gözüne bir şekilde, çizgi dünyaların fantastik ve sürreal boyutlarını düpedüz ve sosyolojik bir refleksle anında aktüel dünyaya uyarlamak elbette ki anlamsızdır. Yine de bir kez daha ve ısrarla sormak gerekiyor: Çizgi film izleyerek eğlenen zihniyet (izleyiciden sansür kuruluşlarına değin), şiddeti stilize eden filmleri neden hor görüyor veya yasaklıyor? Bu yazıyla bunun yanıtını verdiğimi düşünüyorum.
Ve…
Tom ve Jerry, Micky Mouse ve Donald Duck gibi uluslararası fenomenlerden biridir. Ve uzun bir süre de öyle kalacağa benziyor…
Tek kelimeyle mükemmel bir inceleme. Masum olarak gördüğümüz (daha doğrusu öyle sandığımız) çizgi filmlerin arka planı harika çözümlenmiş. Örnekler ve tespitler çok anlamlı. Yüreğinize sağlık!
oldukça ayrıntılı ve çizgi filmlerin (cartoons) foyalarını ortaya çıkaran derin bir analiz olmuş.
çok ilginçtir, çocuklar için özdeşim karakteri jerry ya da bip bip iken insanlar büyüdükten sonra bu karakterleri tutmak yerine nefret etmeye başlarlar. bu sefer geliştirilen tepki tam tersi yönde hareket eder. hatta son resimdeki tom’un jerry’i kesme sahnesi bir anlamda ‘oh be sonunda yakaladı, kesti’ olarak okunur. geçmişte de bu tür kaçanın sonunda yakalanması teması videoları sanal ortamlarda geziyordu. o zaman değişen neydi?
muhakkak iyi-kötü ayrımı disneyvari gibi amerikan prodüksiyonlarında (disney’in kendisi zaten muhafazakardır) oldukça belirgindir. altmetinler de bunları okumaya elverişlidir. animelerde ise durum biraz daha farklıdır. yetişkinler için yapılan animeler daha çok japon kültürüyle ilintilidir bana göre. bir japon toplumu portresine bakmak için animelere bakmak yeterlidir. (hayao miyazaki’nin ya da isaho takata’nın animeleri bunun dışındadır)
evvela hakkını fazlasıyla veren bir yazı olmuş hocam, eline sağlık.
harikulade…
tevafuk mu desek, tesadüf mü; geçenlerde funny games hakkında yazarken benzer noktaya temas etmiştim.
copypaste:
Georg, Anna ve çocukları Georgie, göl kenarındaki evlerinde güzel bir tatil geçirmeyi umut ederek geldiklerinin az sonrasında beyaz eldivenleriyle ve beyazlar içinde iki temiz görünümlü genç, yumurta alma bahanesiyle - yan komşularına misafir geldiklerini söylemişlerdir - ailenin güvenli evlerine (hayatlarına) dahil olurlar. Fakat bir türlü gitmeye niyetleri olmayan gençleri evlerinden dışarı atmada başarısız olan Anna’ nın sinirleri gerilmeye başlamışken kocası Georg eve girer. Davetsiz misafirleri evlerinden atmaya yeltendiğinde Paul ve Peter aileyi kendi evlerinde alıkoyar. Şiddetin ve gerilimin dozu saniye saniye artar. Kırılan yumurtalar ertesi sabah en son hatırlanacak zaiyat olacaktır…
97 yılında Cannes’da ilk gösterimi yapıldığı sırada aralarında eleştirmenlerinde olduğu bazı izleyiciler salonu terk etmişlerdi. Perdede alışılmışın biraz dışında bir film vardı nihayetinde. (Ne de olsa Clockwork Orange (71) ve The Last House on the Left (72) in üzerinden uzun zaman geçmişti) Biz fast food tadında ölümlerin gırla gittiği filmlere alışmıştık hem. Tarantino bize ölmenin ve öldürmenin havalı bir şey olduğunu göstermiyor muydu? Oliver Stone, Natural Born Killers’ da birini öldürmenin keyifli bir tonda izlenebileceğini ispat etmişti ya, hatırlasanız ya? Holywood filmlerinde bombalar patlar, silahlar susmazken ölen insanlarla değil de filmin kahramanı ile özdeşleşiyor, bir sonraki kurbanı nasıl öldüreceğini merakla beklemiyor muyduk? Şiddetin ve kafatasımızın içi boşaltılmışken tanrı gibi izleyici konumunda olmaktan ötürü hiç de rahatsız değildik. Önemli olan koltuklarımızın rahat olmasıydı. Konforlu koltuklarda, tanrı gibi çevrimdışı bağlanmış olanları izlemekten keyif alıyorduk…
Ezberbozan Haneke, bu kez katillerin değil kurbanların tarafında olmamızı istiyor. Bir kez olsun uygulayıcılarla değil, mağdurlarla empati kurmamızı istiyor. Çünkü kaçınılmaz olarak şiddet her yerdedir. Paul ve Peter zaman zaman birbirlerine Tom ve Jerry diye hitap etmeleri şiddetin çizgi filmlere kadar sinmiş olduğunu göstermektedir.
Film boyunca ev sahibleri Tom ve Jerry’ e “Bunu neden bize yapıyorsunuz?” diye sorarlar. Cevap eğlence içindir. Kulağa garip ve anlamsız gelmemeli bu? Sırf eğlence olsun diye insanların bir hiçmiş gibi öldürüldüğü filmleri keyifle izleyenler biz değil miyiz? Şimdi sıra onlardadır… Tanrı Eyüp Peygamberi sınamak için şeytanla işbirliği yapmamış mıydı? Eyüp’ ün elinden malını ve çocukları alıp ne yapacağını görmek için bir yukardan izlememiş miydi?
Funny Games, klasik tragedyanın özüne uygun olarak şiddet sahneserini izleyicisine göstermez. Hiçbir şeyin insanın hayal gücü kadar korkutucu olmadığını bilip bunu benimseyen yönetmenlerin çok da iyi yaptığı gibi. Filmin kanımca en güzel sahnesi tüm olaylar bittikten sonra Paul ve Peter’ ın kurgu hakkında yaptıkları kısa sohbettir. Kurgu gerçektir. Bir olayı ekrandan izlemek ile camdan izlemek arasında, olayın hayatımıza olan etkisi bakımından hiç bir fark yoktur.
Nihayetinde her şeye seyirci kalmıyor muyuz?
Çizgi film izlediğini bilmiyordum 🙂
Şaka bir yana müthiş bir inceleme, çerçevesi geniş tutulmuş ilginç bir yazı. Şiddet ekseninde Hitchcock, Haneke ve Kubrick gibi ustalarla kurulan bağlar hayranlık uyandırıcı. Çok çok teşekkürler.
Popüler kültürle savaşmanın en iyi yolu onu entelektüel düzeyde incelemektir bence.
Bu yazı çok güzel birşey yav!!! Tam bana göre!
Bence Disney (kısa) çizgi filmleriyle Looney Tunes (kısa) çizgi filmlerini ayrı tutmak gerekli. Her ne kadar yazı Tom ve Jerry’i baz aldıysa da tarz bakımından Looney Tunes’a benziyor. Disney filmlerinde kahramanlar ölümsüzdür, başlarına evler yıkılır, hortumla havaya uçarlar ama ölmezler. Önemli fark, karakterlerin birbirlerine “şiddet” uygulamamasıdır. Sadece alt metinlerden şiddeti hissedebiliriz o kadar. Ama, Disney’e rakip olarak çıkarılan Looney Tunes çizgi filmleri (Bugs Bunny, Daffy Duck, Porky Pig, Elmer Fudd, Sylvester, Tweety, Wile E. Coyote and Road Runner…) aynı tarzı yansıtsa da (jazz orkestrası ezgileri üzerine oturtulmuş slapstick tarzı komedi) burada çok belirgin bir şiddet vardır. Karakterler yine ölümsüzdür ama maruz kaldıkları şiddet olayları Disney karakterlerinden çok çok farklıdır. Burada bir karakterin karnında koca bir kurşun deliği açılır, kafasına can yakıcı aletlerle vurulur, bazen bizzat liğme liğme doğranır! Günümüzde bu tarzın geldiği nokta “Happy Tree Friends”dir; ki burada basbayağı gore sahneler söz konusudur ve bu sahnelerin komik olduğu düşünülür.
İzleyicide her zaman şöyle bir düşünce vardır; eğer şiddet bizim başımıza gelmiyorsa ve kötü kişiler şiddetten nasipleniyorsa, bu bizim rahatımızı bozmaz. Grafik şiddet barındıran (Hostel ve Saw serileri gibi) filmler bizde şiddete karşı bir bağışıklık oluşturur, bir tür desensitizasyon diyebiliriz. Ne zaman ki “Otomatik Portakal” veya “Funny Games” gibi aslında pek de grafik şiddet içermeyen ama şiddetin anatomisini çarpıcı bir şekilde yansıtan filmler görürüz, işte bu filmler (ajanlar) bizim bağışıklık sistemimizi aşar.
Görsel materyallerdeki şiddet toplumdaki şiddeti artırır mı? Kesinlikle hayır! Toplumda zaten var olan şiddet ekrana yansır. Eğer bir toplumda şiddet görsel malzemelere sıçramışsa artık yapılacak bir şey yoktur. Önemli olan çocuklarımızı ve gençlerimizi, bu tür şiddete meyletmeyecek şekilde, sevgi vererek yetiştirmektir. Bu sevgiyi ona zaten televizyon veya sinema veremez, günah keçisi olmamalıdırlar. Çocuğumuz, kafası yarılan ve beyni akan bir çizgi film kahramanına gülüyorsa, sorun bizdedir. Çocukları bu immünizasyondan korumalıyız ki değer yargıları ve dış etkenlerden aldıkları algılar temiz kalsın. Bir örnek vereyim. Kendisiyle ilgilendiğim bir kız çocuğuna, okusun diye resimli güzel bir kitap almıştım. Bir kağıt üzerine çizilmiş bir kuş resmi vardı ve bu kuş uçmak istiyordu. Gerçek kuşların tüm yardımlarına rağmen (haliyle) uçamıyordu ki bir çocuk geldi ve ondan bir uçurtma yaptı. Nihayet artık uçabiliyordu. Ne şirin bir öykü değil mi? Çünkü sizin de benim gibi bazı algılarınız törpülenmiş. Bu kitabı okuduktan sonra küçücük kız ağlamaya başladı ve kitaptan nefret ettiğini söyledi. Neden diye sorunca “Ama o hiçbir zaman gerçek bir kuş olmadı ki? Onu kandırdılar.” dedi…!!!
Her neyse, Hakan’ımın yazısı bir içim su olmuş. Bence bu yazı sitede çokça okunmalı ve yorumlarla zenginleştirilmeli. Göründüğünden çok çok önemli çünkü…
80’lerde çocukken sadık bir çizgi film izleyicisiydim. O dönemde çekilmiş veya TRT’ye yansıdığı kadarıyla, -özellikle hafta sonları çizgi dizi kuşağı vardı- sabah erkenden kalkıp kardeşlerimle ne var ne yok izliyorduk. Fakat yukarıdaki yazının nostaljik bir bakış açısıyla, çizgi filmlere aşkla bağlı bir yazarın çocukluk anılarına dönük kurgulanmadığını görüyorsunuz. Alttan alta kendini hissettiren öfke bunun ürünü denilebilir. Bu konuda Orhan’a (Kusagami) katılıyorum. Bugünün minikleri de benzer süreçleri kat ederek büyüyecekler. Umarım Nagehan Hanım’ın kızı Sijan da iyi bir sinema izleyicisi olur; filmleri özetlemek yerine “okuma” ve analiz etme taraftarı olarak yetişir.
Yazıyı tasarlarken sadece çizgi filmlere odaklanmak istemiştim; ama konu(lar) çatallandı ve farklı yazılar ortaya çıktı. Tom ve Jerry metni dışında Şirinler üzerine de uzun bir yazı kaleme aldım. Bu yazıda kapitalizm ve komünizm üzerine de eğildim. Evet, neyse, okuduğunuz üzere konu bir hayli çatallandı ve sinema filmlerindeki şiddete bakmadan düşündüklerimin noksan kalacağını hissettim. “Halkı sağlığa yararlı şoklara uğrattığını” belirten yüceler yücesi auteur Hitchcock Baba da bu açıdan yazıya sinmiş oldu.
Bir de Kubrick sevgisi ilk izlenim olarak görülebilirse de aslında A Clockwork Orange ile The Shining anımsatmaları bu sevgiyle alakalı değil. Bu iki filmi referans göstermemin nedeni şiddetin görünümleri ile doğrudan ilgili. The Shining’i yıllardır bir korku filmi olarak “okudum” ve izledim. Aradan geçen süreçte, farklı zamanlarda filmi yeniden ve yeniden izlediğimde, bir korku filmi biçiminde değil, bilakis korku filmleri ve çizgi filmlerin, hatta klasik masal metafiziğinin aynadaki aksi olarak değerlendirmeye başladım. Elbette konu icabı bu filme detaylı bir şekilde girmedim; çünkü bu başka bir yazının konusu. Amacım, yerleşik düşüncelerin dayanaksız bir temel üzerine kurulduğunu göstermekti. Neydi onlar? Bir kere The Shining nasıl bir korku filmi değilse (ne demek istediğimi anlıyorsunuz), çizgi filmler de göründükleri kadar saf ve temiz değillerdi. Yanı sıra, şiddetin estetizasyonuna kuşkuyla bakan otoritelerin (medya ve iktidar organları) çizgi filmleri bahis konusu bile etmemelerini uygarlığın o temel ve geleneksel ikiyüzlülüğü ile ilişkilendirmek gerekiyordu ki A Clockwork Orange örneği tam da bu düşünceye oturan bir başyapıttı.
Buna ek olarak; Funny Games de parodik söylemi icabı konunun içine dahil oldu. (torkunc’la da benzer düşünüyoruz bu açıdan.) Bu filmin nerede durduğu da hep yanlış anlaşıldı. Hatta Roger Ebert de dahil olmak üzere tutucu eleştirmenlerin hışmına uğradı. (Roger Ebert’in David Lynch’in Lost Highway’ine de saldırdığını o dönemden hatırlarsınız.) Fakat Funny Games gibi filmler önemli filmlerdir. Bu filmleri korku filmi zannetmek ve bu alışkanlık doğrultusunda yazıp çizmek ise sinemasal teori açısından büyük bir kayıp diye değerlendiriyorum. Korku filmi ve korku parodileri -alt tür olarak anlamak, değerlendirmek icap etse de- arasında ayrıma gitmek gerekiyor. Bazen listeler yapılır. “En İyi 10 Korku Filmi” gibi. Listenin başına nedense hep The Shining yazılır. İşin açığı bu filmin korku janrı açısından kritiğini nasıl yapıyorlar, merak ediyorum. Liste yapmak ayrı şey, filmleri “okumak” ayrı şey. Bu konuda ciddi vakit kaybettiğimizi düşünüyorum. Filmin jeneriğine helikopterin gölgesinin sızdığını büyük bir ustalıkla (!) anlatan kalemler (!) bir de filmi “okuma”yı deneseler hiç de fena olmazdı. Funny Games’de izleyiciye dönüp konuşan karakterler, nasıl ki izlediğimizin bir film olduğunu, bir kurmaca içinde olduğumuzu anımsatıyorlarsa, The Shining’de gölgesi kadrajın içine sızan helikopter de aynı sinemasal vizyonun bir parçasıdır. Bunu Kubrick’in egosantrik ve titiz yönetmen ahlakıyla yan yana getirmek gibi bir hataya düşmemek gerekir.
Bu konuyu uzattım, farkındayım; fakat yazı içinde doğrudan değinemediğim için burada detaylandırmak ihtiyacı hissettim.
Şu konu insanı düşündürüyor: Minikler ve ebeveynleri ile olan ilişkileri. The Shining’de küçük Danny’e anne-babası, Bugs Bunny’den ödünç aldıkları “Doc” biçiminde sesleniyorlardı. Bu coğrafyada neler olup bitiyor doğrusu merak ediyorum. Bir anne-babanın çocuğuna neyi izletip izletmemesi konusunda belirleyici olup olmaması konusu halen güncelliğini koruyor. Sinema varoldukça bu konu da tabiatı gereği varlığını duyurmayı sürdürecek. Murat’ın (Wherearethevelvets) söyledikleri bu açıdan çok mantıklı ve yerinde bence. Çocuklarımızın eğitiminden okuldan evvel asıl bizler sorumluyuz. Filmler de başlı başına bir okuldur evet ama film filmdir; yaşam yaşamdır… Dünya dönüyor hala…
Unutmamamız gereken bir şey daha var: “Eğlence”, Disney’in, Hanna ve Barbera’nın, Japon animatörlerin sinemasal evrenlerinde başat unsurdur, evet; fakat şiddetin hemen hepsinde fütursuzca, adeta panayır yerindeki bir palyaço seremonisi gibi utanmazca tasvir edildiğini söylemeye lüzum var mı? Şiddetin orijini Tom ve Jerry’de olduğu gibi basit nedenlere dayandırıldıkça, kopan kafa ve bacakları izlemeye devam ettikçe insan soyu adına ne gibi bir kazanım elde edeceğiz merak ediyorum. Öyleyse, anne-babaların bu konuda daha ayrıntılı düşünmeleri -herhalde- gerekiyor; fakat korumacı tutum içerisine girmemeleri koşuluyla… Çocukların özgüvenlerini yıkıcı davranışta bulunmak, aşırı sahiplenici yetiştirmek, potansiyel Norman Bates’ler yaratmak demek. Daha fazla Norman Bates ise daha fazla sorun demektir.
Filmlerden korkan, iktidar yetkelerinin sarsılmasından ürken liboşların, oylarımızı alarak vatandaşların daha iyi bir sosyal yaşama kavuşması yönünde hükümetler kuran adamların, Aileden Sorumlu bilmemkimlerin bunu özellikle düşünmeleri lazım geliyor!
Türk sinema geleneğinde ise çoğu kez abuk sabuk filmler çekildi ve ne istikrarlı seri çizgi filmler üretilebildi (“Allah’a çok şükür”, diyen bi Şirin Baba ikame ettik, temel başarımız budur bizim.) ne doğru düzgün bir korku filmi çekilebildi. Maalesef biz de SanatLog yazarları olarak sürekli yabancı kültürleri işlediğimiz için bazen eleştiriye maruz kalıyoruz ki, bunun açıklamasını Murat’ın geçenlerde kaleme aldığı Istampitta adlı müzik yazısı özelinde daha önce yapmıştık. Çok eski bir uygarlık olduğu öngörülen Türk uygarlığını fazla öne çıkaramadığımız için bizi affedin!… Belki bir gün Şahan Götatar, Kubrickvari bir film çeker, biz de uzun soluklu yazaaar çizeriiiz…
SanatLog’daki uzun yazıları üşenmeden okuyanları çok seviyoruz biz. (SanatLog yazarları zaten kitap da okudukları için fazla zorlanmıyorlar bu konuda…) Okuyuculara teşekkür ederim.
Daha az şiddet içeren bir dünya, tüm çocuklar için…
Tom ve Jerry’de şiddetin ortaya çıkışının anlamsızlığı Albert Camus romanı Yabancı’daki Meursault’un cinayet işlemesinin anlamsızlığı gibi. Şiddet bir şekilde ortaya çıkıyor ama sebebi meçhul. Geriye gösteri kalıyor. Varoluşçuluğun ‘absürd’ diye adlandırdıkları durum sanki…
Yazı ise çok etkileyici gerçekten de. Bilgilendirici ve aydınlatıcı. Eline sağlık…
Enfes olmuş…
Çizgi filmler göründüğü gibi pek öyle toz pembe değil. Eğlence amaçlı yaratılmış da olsalar, eğlencenin içinde vahşet var, kan var… Şiddeti konu alan filmlerden ayrı tutulamayacak nisbette şiddet barındırıyorlar. Sinemada şiddeti ele alırken çizgi filmleri de yabana atmamamız lazım bu noktada. İşbu nedenle yazdığın yazı gayet isabetli olmuş. Teşekkürler dostum.
Gerçekten çok başarılı bir inceleme. Çocukluğumuzda üzerine çok da fazla durmadan tükettiğimiz yapımların asıl anlamlarını, detaylı incelemelerini okumak ve bilgi sahibi olmak belki de çocukluk hayallerimizi ve o zamanlar içimizde olan masum hisleri söndürse de mutlu bir şekilde yalanı yaşamak yerine acı bir gerçekle yüzleşmek her zaman daha iyidir. Yani tükettiğimiz şeylerin bilincine varmak önemli. Şirinler hakkında olan yazı ve bu yazı bizlerin bilinçlenmemizi sağlıyor.
Teşekkürler. Ellerinize sağlık!
Not: Yazıların uzunluğu hakkında kesinlikle bir problem olmadığını belirtmek isterim. Uzun ve boş içerikli yazılar değil sizin yazdıklarınız. Her ne kadar konu dağılıyor gibi gözükse de çok güzel bağlantılar ile aslında daha detaylandırıyorsunuz. Ben kendi adıma en azından memnunum. Bir okuyucunun bu konu hakkındaki naçizane görüşünü bilin istedim.
çok teşekkürler. o dönemki yazılarda zaman zaman öfkeli bir üslup kullanıyordum. buna rağmen bu yazıların (şirinler yazısı da dahil) halen okunuyor olması beni mutlu etti. lütfen takipte kalın. sevgilerle.