Recount (2008, Jay Roach)
Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en düşük katılımlı ve en karmaşık seçimlerinden biri olan 2024 yılı seçimlerini anlatan film, Florida eyaletinde kullanılan bir oy pusulasının ekrana getirilmesiyle başlıyor ve boynundaki belirgin Davud Yıldızı kolyesiyle oyunu Al Gore’a veren bir kadının görüntüsüyle devam ediyor. Seçimler esnasında adaylardan Al Gore’un seçim ofisindeki kampanya sözcüsünün şöyle dediği duyulur: “Demokrasinin kuruluşu, vatandaşların oy verme haklarına dayanmaktadır. Amerikalı olarak her birimizin görevi bu sorumluluğu yerine getirmektir çünkü her oyun önemi olduğunu asla unutmamalıyız.” Demokrasi denilen sistemin savunucularının çekinmeden altına imza atacağı bu sözlere karşın arkadaşının verdiği yanıt hayli şaşırtıcıdır: “Bu martavalı okuduğunda samimi konuştuğuna inandığım tek kişisin.”
Recount (2008, Oyun) filminin yapımcılarının amacı neydi? Demokrasiyi bir martaval olarak mı görüyorlardı yoksa martaval olarak görenleri açığa çıkarmak mı istiyorlardı? Seçimlere hile karıştırıldığını mı düşünüyorlardı veya her ne olursa olsun sistemin işleyişinden duydukları memnuniyeti mi dile getirmek istiyorlardı, bilemiyorum. Demokrasinin bürokrasinin dişlileri arasında ezildiği, adaletin kılıcının caydırıcılığını ve gücünü yitirdiği, terazisinin artık adaleti eşit olarak dağıtmadığı, “vicdanlarıyla cüzdanları arasına sıkışanların” adil ve hakka uygun karar vermek yerine kendilerini o makamlara atayanların istekleri doğrultusunda davranacak olmalarının doğal karşılandığı bir yerde olduğumuz çok açık.
Seçmenin anlayacağı netlikte yazılmayan seçim kılavuzları, seçmen niyetinin ve iradesinin açıkça ortaya konmasını engellemesine karşın değiştirilmeyen eski oy pusulaları, eskiyen ve hatalı sonuçlar veren oy sayım makineleri, muğlâk ve istenilen her yöne çekilebilecek kanun maddeleri, fakir mahallelerdeki eski sistemler, tam eşleşmeyen isimler yüzünden sandık başından geri çevrilen ve oy veremeyen on binlerce kişi, seçim kartlarından silinen adaylar, yanlış dizilen oy pusulaları, geçersiz sayılan oylar, kaybolan veya erkenden kapatılan seçim sandıkları ve yeniden sayımların her seferinde farklı sonuç vermesi gibi adına demokrasi denilen kavramla asla bağdaşmayacak pek çok şey 2024 yılı Amerikan Başkanlık seçimlerinde yaşanmıştır. Recount filmi demokrasinin en temel ve vazgeçilmez niteliklerinden olan seçme/seçilme hakkının yasalar içerisinde kalınarak engellenmesinin, yavaşlatılmasının, durdurulmasının hatta ortadan kaldırılmasının mümkün olduğunu gözler önüne sermektedir.
“Bush galip ilan edilirse Demokratlar yolsuzluk iddialarıyla mahkemeye başvuracaklarını söylüyorlar. Cumhuriyetçiler de Gore’un kazanması durumunda Demokratların Iowa’da 5 bin 253, Wisconsin’de ise 5 bin 921 oy farkla seçimi kazandığı yerlerde yeniden seçim yapılmasını isteyecek.”Seçime itiraz eden veya edecek olan parti yetkilileri tüm oyların değil kendi çıkarlarına uygun ve kazanma olasılığı olan yerlerdeki oyların sayılmasının peşindeler. Partililerin işlerine geldiği gibi davranmaları demokrasinin bir amaç olarak değil de bir araç olarak görüldüğünün en açık göstergesi sayılabilir çünkü hedef “seçmenin iradesini hangi adaydan yana koyduğunun” öğrenilmesi değil her türlü yolu kullanarak kendi adayının kazanması sağlamak oluyor. “Doğru olanı yap, varsın cennet yıkılsın” sözlerinin kitaplarda kalmaya mahkûm olduğu günümüz demokrasisinde seçimi kazanan taraf için iddia ettikleri “yolsuzluğun” önemi kalmıyor.
Amerikan düşüncesi, dünyayı kendi suretinde yaratacak “ilahi” bir seçilmişliğe dayanır. 1765’te John Adams, “Amerika’nın kuruluşu bence Tanrı’nın hâlâ tutsaklık durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir hep.” derken, 1916’da Başkan Wilson, “Allah’ın takdiri ile bu kıta başkaları tarafından kullanılmamış olarak bırakıldı; özgürlüğü ve insan haklarını her şeyden çok seven barışçı bir ulus gelsin, yerleşsin ve bencil olmayan bir birlik kursunlar diye bekletildi.” diyebilmiştir. Başkan Kennedy 1961’de yaptığı konuşmada, “…unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla biz görevliyiz. Çok kimse yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmanın çok güç olduğunu düşünür. Ama şükürler olsun, Amerikan demokrasisi, bütün öteki siyasal sistemlerden daha çok bu çabayı üstüne almak üzere kendini yetiştirmiş ve hazırlamıştır.” demişken Amerikan Katoliklerinin lideri ve New York Başpiskoposu Kardinal Francis Spellman 1966’da yaptığı konuşmada Vietnam Savaşı’nı Hıristiyan uygarlığını koruma için yapılan bir haçlı seferine benzetmiştir. Alexis de Tocqueville, Amerika’yı anlattığı kitabında, ‘’ABD’de egemen olan dindir, bundan ötürü de, hepimizde ortak olan tek nokta ikiyüzlülüktür.’’ sözlerinden hareketle tüm bu “ilahi seçilmişlik” kurgularının Amerikan silahlı gücünün ve zorbalığının üzerini örtmek için olduğu düşüncesinde olduğumu söylemeliyim.
Amerikan dış politikasına şekil veren en önemli aktörlerden Henry Kissinger şöyle diyor: “Amerikan liderleri, kendi değerlerini o kadar doğal bir şeymiş gibi kabul etmişlerdir ki, bu değerlerin başkalarına ne kadar devrimci ve her şeyi yerinden oynatacak nitelikte göründüğünü kavrayamamışlardır. Dünyada hiçbir ulus, Amerika kadar kendini ahlaki değerlerle bağlamış değildir. Dünyada başka hiçbir ülke, tanımı gereği mutlak olan değer yargıları ile bunların uygulanması gereken somut durumlar arasındaki boşluğu doldurmak için kendine bu kadar eziyet etmemiştir. Amerika’nın başlıca ideali olarak, demokrasinin gelişmesi devam edecektir.”
Bir Siyu kabile reisinin, “Bizim için doğa, vahşi değildi. Bizim için doğa ancak doğudan beyaz adamlar gelip de gaddarca bir coşkuyla bize ve sevdiğimiz insanlara onca haksızlığı yaptığında vahşi oldu. Ormandaki bütün hayvanlar onun yayılmasından kaçmaya başladığında, işte o zaman ancak o bizim için “Vahşi Batı” başladı.” sözlerini unutmadan yukarıda verdiğim örneklerin yeterli olduğunu ve “Amerikan seçilmişliğinin” kısa zamanda neler “başardığına’’ bakalım.
“Fransa’nın 12 milyon, İspanya ve İtalya’nın 9 milyon, İngiltere’nin 4 milyon nüfusa sahip olduğu bir dönemde; 1500 yılında Meksika’nın 25 milyon olan yerlilerinin sayısını 1650’de 1 milyona, kıtanın tamamının 80 milyonluk nüfusunu yine aynı sürede 10 milyona indiren bir “uygarlık” söz konusuydu. Batı uygarlığı, dini misyon desteğinde, Amerika’nın yerli halklarının kişiliğinde 150 yılda insanlığın beşte birini yok etme başarısını gösterdi.” (Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı)
Amerikan halkı, doğrudan Başkan seçmek için değil tek işi başkan seçmek olan bir meclisin “electoral college” (seçici kurul) delegelerini belirlemek üzere oy vermektedirler. 538 üyeden oluşan bu kurulda hangi adayın kaç oy kazandığına bakılarak Başkan belirlenmektedir. 538 üyenin 435’i nüfus yoğunluğuna göre her eyaletten seçilen temsilci, 100 tanesi Senato’ya giden Senatör ve kalan 3 tanesi ise aslında eyalet olmamasına karşın, idarî başkentin bulunduğu Washington D.C.’den gelenlerdir. Eyaletin seçici delege oyları bir bütün olarak, “kazanan hepsini alır” ilkesiyle, o eyalette en çok halk oyunu kazanan aday tarafından kazanılmış oluyor.
Seçici Kurul’un salt çoğunluğunu elde eden yani 270 seçici delege oyunu kazanan aday başkan seçilmiş kabul ediliyor. Eğer üçüncü bir adayın da delege oylarını paylaşması suretiyle, adaylardan hiçbiri 270 delege oyunu kazanamazsa, Başkanı seçici kurul değil, Temsilciler Meclisi seçiyor. Bu sistemden dolayı seçici delege oyu sayısı fazla eyaletlerde kazanan adaylar daha şanslı hale geliyorlar. Örneğin California (55), Texas (34), Pennsylvania (21), Ohio (20), North Carolina (15), New York (31), New Jersey (15), Michigan (17), Illinois (21), Georgia (15) ve Florida (27) gibi 11 eyaleti kazanan aday, diğer 39 eyalette kaybetse bile Amerikan başkanı olabilmektedir.
2000 yılı seçimlerinde özellikle Florida’da yaşanan karışıklık, Amerikan seçim tarihi açısından hafızalardan silinmeyecek izler bırakarak, insanların demokrasiye olan inançlarına “onarılamaz zarar” vermiştir. Demokrat Al Gore, ülke çapında Cumhuriyetçi George W. Bush’tan daha fazla oy almasına karşın “seçici kurul” düzeyinde rakibinden daha az temsilci çıkardığı için “kazandığı seçimi kazanamamış” ve Başkanlık koltuğuna mahkeme kararlarıyla galip gelen Bush oturmuştur.
“Amerika’daki başkanlık seçimleri, bir üçüncü dünya ülkesini aratmayacak karmaşaya dönüştü. Demokrat Parti’nin itirazıyla Florida’daki oyların yeniden sayılması bu sabaha karşı tamamlanmasına rağmen Başkan belirlenemeyecek. Eğer bu iş Nijerya’da ya da Afrika’nın herhangi bir yerinde olsaydı tüm dünya gülerek izlerdi.” (Hürriyet Gazetesi)
“İnsanlar bu seçim hakkında atıp tutacaklar. 154 oy fark olduğunu, Bush’un kardeşinin vali olduğunu, Yargıtay’ın bize hediye ettiğini söyleyecekler. Ama şunu hatırlayın ki her tekrar sayımı kazandık. Gore’a karşı hiç geri düşmedik. Listeler kapanmadan haber ağlarının Florida’yı Gore’a vermesiyle kim bilir kaç oy kaybettik. Ama hepsinden önemlisi sistem işledi. Sokaklarda tanklar gezmiyor.”Ne güzel değil mi? Sistemlerinin işlediğinden bahseden ancak dünyanın geri kalanının kendi sistemlerini işletmesine fırsat vermeyen ve kendi çıkarlarına uygun bir yönetimi başa getirmek için sokaklarında tanklar yürütmekten keyif alan bir zihniyetle nasıl baş edilebilir, bilemiyorum. “Dünyanın gözü bizde, teorik olarak son kalan demokrasiyiz” diyen Amerikan zihniyeti demokrasiyi yaymak, demokrasi götürmek fikrini her taşın altına yerleştirmiş olsa da dünyanın pek çok yerinde, ilkel, zorba ve baskıcı diktatörlükleri desteklemekten, onlarla işbirliği içine girmekten asla çekinmemiştir.
“İyi geceler, sevgili Amerikalılar! Bu gece sizlerle konuşma şansını bulduğuma şükrediyorum. Bu gece, benim adıma çalışan tüm gönüllülere ve kampanya üyelerine teşekkür ediyorum. Cumhuriyetçiler de Demokratlar da bu ülke için en iyi olanı istiyor. Benim görevim tek bir partiye değil, tüm ulusa hizmet etmek. Birleşik Devletler Başkanı, her bir Amerikalının başkanıdır. Bana oy vermiş olun ya da olmayın, sizlerin iyiliği ve saygısı için çalışacağım.”diyen Bush’un başkanlık konuşmasının ne kadar tanıdık geldiğini göreceksiniz.
Anlamını soylu, mertçe ve insan onuruna yakışır biçimde davranma görevi olarak bildiğim bir deyim vardı. Bu deyim aklıma geldikçe Çernobil reaktörünü kapatmak için ölüme giden insanları düşünür ve “işte” derdim, “soylu bir davranış.” Ancak “noblesse oblige” deyiminin soylu davranış olarak değil de salt kendi çıkarlarının selameti açısından gören aristokratların –günümüzde finans-kapital temsilcilerinin- halktan gelebilecek bir bilinçlenme ve devrime karşı kendi birlik ve beraberliklerini koruma adına birlikte hareket etmek demek olan “soyluların yükümlülükleri” anlamına geldiğini öğrendiğim andan itibaren yaşadığım şaşkınlığı anlatmaya kelimeler yetmez. Bir yandan demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi denilirken diğer yandan bu “yöneticiler” arasına halktan kimsenin katılmaması için kendi aralarında dayanışma içine giren soysuzların, alçakların ve halk düşmanlarının varlığını bilmek uykularımın kaçmasına neden oluyor. Demek oluyor ki “Demokrasi halkların afyonudur.”
House of Cards dizisi ile siyasetin arka kapısından içeri girmemizi sağlayan Kevin Spacey’nin ve kendini “dünyanın önderini seçmek üzere adanmış bir İncil kahramanı” olarak gören bir karakteri oynayan Laura Dern’in göz kamaştırıcı oyunculuğunun kesinlikle görülmesi gerektiği düşüncesindeyim. Başkan Clinton’ın yardımcılığını yapmış ve sistemin içinden biri olan Al Gore “Kazansam bile kazanamam” demekle ne kastetmiş olabilir, bilemiyorum ancak dünyayı bir ışıldak gibi aydınlatması gerektiği ve Tanrı’nın işlerini yapmakla yükümlü olduğu düşünülen Amerikan demokrasisi hâlâ “güvenli mi” sorusunu soran film kesinlikle izlenmeyi hak ediyor.
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarımızın diğer sinema yazılarını okumak için tıklayınız.