Anasayfa / Sinema / İkonlar & Portreler / Sinemanın Zarafet Kraliçesi: Audrey Hepburn

Sinemanın Zarafet Kraliçesi: Audrey Hepburn

Acının saçlarını taramayan insan yoktur. Ya da kaybettiklerinin arkasından gözyaşı dökmeyen… Doğumla başlayan insan ömrü ölümle bitiyor. Sonsuz bir sessizliği yüreğinde duyumsamak ne tür bir acıdır ben bilirim. Sevdiğin insana bir daha sarılamamak, onunla sohbet edememek… Kaybettiğinde anlıyor insan güncel yaşamın angaryası içinde farkına varamadığı kıymetli anları/ anıları… Bir kavganın akabinde gelen barışmanın doyumsuz güzelliğini, bir dosta sitem etmenin haklılığını, alınganlığının karşısındaki insan için önemli olmasının ne tür bir mucize olduğunu.  Acının ağırlığı altında ezilip yok olduğunu sandığında insan,  her acının gerçekte gücü de içinde barındırdığını çok sonradan  algılıyor.

İnsanın gerçekte tek bir hayatı, tek bir kişiliği vardır. Kişiliğin hayatla kopmaz bağı da bundandır. Hayat deneyimlerimizden elde ettiğimiz tecrübelerin  özü de bu bilgeliktir. Geçmişinin bilincinde olmayan, geleceğini sahiplenmez. Bu yüzden düşüncesi ve bilinci temiz insanın dünü de, bugünü de, yarını da temizdir. Temizlik bir tür arınmadır kendini bilen insan için. En kutsal arınma da ruhta başlar. Ruhumuz yüreğimizin kaptanıdır. Bize kıyılarımızı gözden çıkarmadan okyanusları keşfetmemizi öğretendir. Oscar Wilde da bedenin ruhu gençleştirmek için ihtiyarladığını şu sözlerle ifade eder: “Ruh bedende ihtiyar olarak doğar:  beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar. Eflâtun, Sokrat’ın gençliğidir…”  Umut, inanç ve sevgi bir insanın tüketmemesi gereken besinidir.  İçimizde iz bırakan insanlardır davranışlarıyla  bizi eğiten, bizi geleceğe hazırlayan. Bir insana verilecek en kutsal emek onu yargılamadan anlamaktır. Yoksa başımızın üzerinden geçen bir uçaktan ne farkı vardır bize varlığıyla anlam katmayan insanın/insanların…

İnsanı yücelten değerler özü itibarıyla alçakgönüllüdür. İnsan her türlü bitkiden  çok daha zor yetişir. Bitkiler, ehlinin elinde çarçabuk  büyür; güzelliğiyle  gözlerimizi  kamaştırır. İnsanda durum değişir. Bilge bir insanla yaşamış, onun yaşadıklarına tanık olmuş insanın onun bilgeliğinden nasibini almadan ölmesi sizi şaşırtmasın.

Bu yüzden bitkiler benim kadim öğretmenlerimdir. Ağaçlar ormanlarda  biz de  apartmanlarda, aynı semtte  aynı mahallede yaşıyoruz. Farkı: birbirimizden bihaber yaşamamız.  Kendimizi ifade etme biçimimiz, giysilerimiz, evlerimiz, arabalarımız… değişiyor; ama  birbirimize bakışımız  değişmiyor. Tıpkı herkesin kendini haklı ve akıllı,  karşısındaki saf görmesi, kazık atanın kârlı, kazık yiyenin zararlı çıkması gibi değişmiyor gücün güncel hayattaki hâkimiyeti…

Tüm bu değişmezlik içinde insanın gelişimini ve değişimini doğru algılamasını beklemek bir tür iyi niyetliliktir. Yalnızlıktan yakınan insanları bir araya getirin. Yalnızlığından vazgeçmek isteyenlerin sayısı azdır. Yalnızlık bir tür kurtarıcıdır. Biz yalnızlığı da paylaşımı da doğru algılamıyoruz çünkü. Paylaşırken tüketiyoruz karşımızdaki insanı. En küçük bir fikir ayrılığında karşımızdakinin yüreğini söküp alıyoruz.  Yalnızlığına terk ettiğimiz kimi insanlar kendilerini yeniden var ediyor; birçoğu da hayatın karmaşası içinde kaybolup gidiyor.  Elimizi sürdüğümüz her şeye hükmediyoruz. Empati tüm kavramlar gibi ihtiyacımız olduğunda önem kazanıyor. Bundandır; yazdıklarımıza, konuştuklarımıza, savunduklarımıza, yabancılaşmamız… Aşk da insanlara benziyor özü itibarıyla.  Sevgililer birbirinin  aşkını karşılıklı kazandıklarında aşk da  anlamını yitiriyor. En küçük fikir ayrılıklarında  sevgililerin şiddete başvurması anlaşılabilir bir durum değildir özünde. Ama aşk bu… Hükmedecek! Haklı çıkacak! Bundandır birinin sunduğu aşkı diğerinin istememesi durumunda işlenen cinayetlerin sebebi.  Tahammülsüzlüğü o kadar çok sahiplendik ki hayatımızı yönetmesine izin verdik. Zaman zaman da onun kuklası olmaktan rahatsız olmadık.

İstediğini al istemediğini sat. En olmadık anda ilişkilerin bitmesi, dostlukların sadece tek taraflı yürümesi, birinin diğerinin iyi niyeti üzerinden kendi dünyasını kurması, diğerinin bu yük  altında yok olup gitmesi… Yazdıklarım size bir şeyler anımsatıyor mu? Ya da anımsamanıza yardımcı oluyor mu? Sizi bilmem ama ben  son zamanlarda bu konular üzerinde çok düşünüyorum. Düşüncelerimi yüksek sesle ifade ettiğim için  siz de bu sohbete katılabilirsiniz. Algılamakta güçlük çektiğim konularda beni aydınlatırsınız diye umut ediyorum açıkçası.

Eskiden cenaze törenlerine katıldığımda tansiyonum düşer acil serviste gözlerimi açardım. Şimdilerde,  canlı cenaze törenlerine katıldığımda tansiyonum düşüyor, gözlerimi acil serviste açıyorum. Yaşayan ölülerin sayısı çoğaldıkça gerçekten ölenlerin sayısı benim nazarımda  azalıyor; hastalıklara felaketlere ve trafik kazalarına rağmen.  

Güvenimize ihanet ederek bizi öldüren insanların yüzüne  gülebiliyoruz. Çağımızın katilleri çağdaş çünkü. Onlarla aynı masada karşılıklı sohbet ediyor, içki içiyoruz. Bize hissettirdiklerini onlara hissettirmediğimiz sürece onların  bizi yaşarken öldürdüğü gerçeğini yok sayabiliyoruz. Tüm mesele karşımızdaki insanın karşısında güçlü olmak; güçlü olmasak bile güçlü görünmek. Güç kavramı insan hayatını biçimlendiren tüm davranış biçimlerinde geçerlidir. Aşkta, dostlukta, arkadaşlıkta… Mesele karizmayı  çizdirmemek günümüzün parlak deyimiyle. Hiç düşündünüz mü bunca duyarsızlığa ve insan ilişkilerindeki çarpıklığa rağmen insanların birbirlerine dargın olmamalarının altında yatan nedeni. Çıkar! Bu anlamıyla çıkarın evrenimizi aydınlatan  güneşten daha önemli bir  işlevi  olduğunu düşünüyorum.  Çıkardır birbirinden ölesiye nefret eden insanları yıllarca aynı yastığa  baş koyduran. Bütün çirkinliklerin üzerini örten. İnsanı ayakta tutan ve zorluklar karşısında iradesini kullanmasına, sinirlerine hâkim olmasını öğreten.

Tüm bu gerçekler ışığı altında  iyilik kadar  kötülüklerin de bu dünya düzeni içindeki önemini ve rolünü kavradım.  İyi insanın hayatı zor kötü insanınki kolaydır. İyi insan hayatı kolay kılacak yeteneklerden yoksundur. Kötü insan ise aldığı her nefeste hayatını kolay kılacak yetenekleri çoğaltmak için çabalar. Onun incittiği insanların yaralarını sarmak iyi insanlara düşüyor. İyi insanın gerçekte yaptığı en iyi meslek bahçıvanlıktır. Yetiştirmek.  Yaşatmak. Emek vermek ve karşılık beklememek…  

Bu yüzden acının ve emeğin insan hayatındaki rolünden yola çıkarak bir ulus üzerindeki rolüne  değinmek istiyorum. İnsanın her koşulda kendi benliğini kazanması kolay değildir. İnsan içindeki taşkınlıkların, kötülüklerin üstesinden eğitimle, öğretimle, acı ve şefkatle gelir. Şefkatin gücünü anlayabilmemiz için kötülükten daha güçlü olduğunu anımsamamız  yeterli sanırım. İşte kişilik de şefkat gibi güçlüdür ve kişiye özgüdür. İhanetlerin, yalanın, dolanın, riyanın… kol gezdiği dünyamızda iyi ve yürekli olmak kadar iyi ve yürekli kalmak da inanılmazı başarmakla eşdeğerdir.

İnsanın yüreği  ile  beyni tüm bu iyi ve güzel şeylerin yaratıcısı olduğu gibi tüketicisidir de.   İnsanın kendi insanlığından yola çıkarak insan hayatına bakışı da değişir. İnsanlığın bir parçası olabilmesi için insanın, önce insan olmayı önemsemesi gerekir.  Tek tek insanların toplamında da bir ulusun  önce insan sonra ulus bilincine ulaşmasındaki en deneyimli rehber inanın bilgi ve bilgeliğin yanında acıdır, sevgidir, hoşgörüdür, empatidir, merhamettir, özgürlüktür, barıştır, çağdaşlıktır, eğitimdir, paylaşımdır… Tam da bundan dolayı   Walter Rathenau’nun şu sözlerini anımsatmak istiyorum: “Ama inanın bana: Bir ulus kendi benliğini, bir kimse de kendi ruhunu  ancak ıstıraba ve günahın deryasına dalarak anlayabilir”

Benim de   acılara, insani yaklaşımlara, her şeyin ötesinde değer vermem bundan. Beni böylesi derin bir sorgulamanın içine iten güç salt sanatçılığıyla değil zarafetiyle de insan belleğinde derin iz bırakan Audrey Hepburn oldu. Onun hayatını okurken farkında olmadan kendimi insan ve insan ilişkileri üzerinde düşünce üretirken buldum. En büyük arzumsa onunla karşılıklı hayatı ve sanatı üzerine doğaçlama bir sohbet yapmak oldu. Filmlerini büyük bir keyifle izlediğim yıldız Audrey Hepburn’un ruhuyla karşılıklı sohbet etme şansını yine film izlemek için gittiğim sinemada buldum. Yanımdaki boş koltuğa oturmuş mütemadiyen bana gülümsüyordu. Güzelliği ve zarafetiyle solonu doldurmuştu. Birbirimize konuşmadan sarıldık. Benimle filmi izledi. Çıkışta boş bulduğumuz iki koltuğa oturduk. Konuşmayı ben başlattım: “Sevgili dostum seninle hayatın ve oynadığın filmler üzerine sohbet etmek istiyorum dedim. Beni dinledi. Öncelikle çocukluğundan başlamak istiyorum nasıl bir çocukluğu oldu Audrey Hepburn’un.”

“Sevgili Bedriye, annem Barones Ella babam Joseph Victor Anthony Ruston’du. 4 Mayıs 1929, Ixelles, Belçika’da dünyaya geldim. Ailem beni Brüksel’deki İngiliz Viskonsüllüğü’ne doğumumu kaydettirdi. Babamdan dolayı İngiliz kabul ediliyordum. Tam adım Audrey Kathleen Ruston’dı ve hayatım boyunca İngiliz pasaportu taşıdım. Babam soyadını Hepburn-Ruston olarak değiştirdi. Çocukluğumun bir bölümü Brüksel’deki Van Heemstra-Ruston’un evinde geçti. Anneannem ile dedemin Arnhem’deki ve Velp’te bulunan evlerini sık sık ziyaret ederdim. Annem bana okumayı, resim çizmeyi çocuk klasikleri ile iyi müzikten zevk almayı öğretti. Babamın sevgisini çocukken kazanmak için yaptığım tüm girişimler sonuçsuz kalıyordu. Annemin ilgisine akıl hocalığına korumacılığına güvendiğim kadar bana şefkat göstermiyordu. Bu yüzden gençliğin neşe ve doğallığını erken yitirdiğim bir Viktoryan baronesi olarak ölçülü bir tavra bürünmüştüm. Daha sonraki yıllarımda annemin birinci evliliğinde aradığını bulamadığını ikinci evliliği de tam bir hayal kırıklığı olunca duygusal çöküntü içinde olduğunu algıladım. Annemin ilk evliliğinde iki ağabeyim vardı. Hizmetçilere daima aileden birisi gibi davranıyordum. Çocukluğumda sessiz sinema oynamaya bayılıyordum. Büyüdükçe anne ve babamın kavgalarına şahit oldum. İçin için ağlarken ağladığımı kimse görmüyordu çünkü çocukken bana dikkati kendi üzerine çekmenin terbiyesizlik olduğu öğretilmişti. Annem bana” Daima vaktinde gel, kendinden önce başkalarını düşün. Kendinden bahsetme. Sen ilginç değilsin, önemli olan başkaları derdi. Babam faşist ideolojiyi benimsiyordu. Annem ve babamın benim asla tasvip etmediğim önyargıları vardı. Annem ve babam Münih’te Hitler’le öğle yemeği yedi. Mutsuz ve yalnız bir çocuk olmuştum. İçimde inanılmaz bir şefkat açlığı vardı ve onu başkalarına verme ihtiyacıyla doluydum. Hayatımdaki en büyük hayalim kendi çocuklarımın olmasıydı. Sevgiyi salt almak değil vermek de istiyordum. Babam bir gün bizi terk etti ve bir daha dönmedi. Annem bana karşı içinde duyumsadığı derin sevgiyi göstermiyordu. Artık bana babalık yapmak da ona kalmıştı. Altı yaşımdaydım.  Taparcasına taptığım babam evi terk ederek hayat boyu sürecek bir güvensizliğe mahkûm etti beni. Âşık olup evlendikten sonra bile sürekli terk edilme korkusu yaşadım. Anneannem ve dedem bizi kendi evlerine götürdü. Baron dedem bir yıl Arnhem’de valilik yapmıştı. Ben İngiltere’de sadece kızların kabul edildiği küçük özel okuldaki eğitimimi yıllarca sürdürmeme karşı babamı sadece dört kez gördüm. Sınıfımı ve öğretmenlerimi seviyordum. Bu okul deneyimim bağımsızlığımı kazanmam için iyi bir deneyim oldu. Okulda en çok dans etmeyi seviyordum. Daha sonra annem benimle birlikte dedemin evine gittik o dönemde çıkan savaştan dolayı.

“Ondan sonraki hayatındaki ne gibi değişimlerle değişikler oldu?”

“Annemle beraber koca malikâneye yerleştik. Annem babamdan resmi olarak boşandı. O sırada babam herhangi bir yargılama olmaksızın Man Adası’na gözaltına gönderilen İngiliz faşistler arasındaydı. Dedemin evindeki sevgi dolu ortam bana babasızlığımı bir nebze olsun unutturdu. Hollanda savaş sonrası Nazilere teslim oldu. Nazi birliklerinin Arnhem’e girmesi uzun sürmedi. Sonraki aylarda Heemstra ailesinin banka hesapları ile mücevherlerine el kondu. Artık her şeyimiz elimizden alınmıştı. Annem benim adımı Edda van Heemstra adıyla devlet okuluna kaydettirdi. Yeni kimliğim savaş boyunca işime yaradı. Artık yeni dilim Felemenkçe olmuştu. Annem Hollandalı babam İngiliz’di. Ben Belçika’da dünyaya  gelmiştim. Bu dillerin dışında evimizde Fransız da duyuyordum. Çocukken birçok dil bilmem benim konuşma tarzımı etkiledi. Savaşın acı izlerini hayatım boyunca içimde taşıdım. O zaman Nazilerin yaptığı kıyıma tanık olurken on iki yaşımdaydım. Ağabeyim ortadan kayboldu. Bize ne olacağı belli değildi. On sekiz yaşındaki küçük ağabeyim Direniş Konseyi’nin üyesi oldu. Yaptığı eylemlerden dolayı Almanya’ya gönderildi. İki ağabeyimin de akıbetinden habersizdik. Akrabalarımızı duvar diplerine sıralayarak vurdu Naziler. Annem Hollanda’nın direnişinde çalışmaya başladı. Annem benim akşamları dans ve müzik dersleri almama karar verdi. O zamanlar balerin olmak istiyordum. Ben o yaşta savaşta gizlenen İngiliz paraşütçüsünü bulup ona vermem gereken bilgiyi verdim. Daha sonra şehirden ayrılmaya zorlananların içinde biz de vardık. Annemle dedemin Velp’teki evine gittik. Tam bir yoksulluğun içinde bulduk kendimizi. Az kalsın açlıktan ölüyorduk. Sonra ağabeyim Alex gelmesiyle birlikte annemi ilk kez ağlarken gördüm. Annemle birlikte yardım kliniğinde çalıştık. Annem beni bale dersine göndermek için aşçılık yaptı. Daha o yıllarda başlayan melankoliğim hayatım boyunca sürdü. Ağabeylerimin eve gelmesi bile bizi korku dolu yaşamaktan alı koymamıştı. On yedi yaşındaydım tamamen depresyondaydım kendimden memnun değildim. Depresyon sayesinde gelecekte duygusal sağlığımı yitirmekten ve soğuk bir kadın olmaktan kurtulmuştum. Şişmanlamıştım. Bale yapmak için vermem gereken kiloları verdim kırk dokuz kiloya düştüm hayatım boyunca bu kiloda kalmayı başardım. Beni kariyerime adayan annem kapıcılık yapıyordu. Kapıcı dairesinde bana ve anneme yatacak bir oda vardı.  Ben Rambert’in Cambridge Meydanı’ndaki soğuk bale odalarına 1948’in başlarında geldim. Genç yeteneklere karşı cömert olan Rambert, beni izledikten sonra ilkbaharda tekrar gelmemi söyledi. Artık depresyon değildim umut vaat eden bir genç kızdım. Babamın soyadını bıraktım büyükannemin soyadı olan Hepburn’u taşıyacaktım. Hollanda’ya birkaç günlük figüranlık işi için gittim. Filmde yerde çekilen iki sahnede göründüm. Sonra Londra’ya döndüm modellik tezgâhtarlık yapmama karşı para sıkıntısı çekiyordum. Madam Rambert’in dersleri başladığında akşamları sekreterlik ve modellik yapmaya devam ettim. Sabun reklamları için poz verdim. Annem de zengin turistlerin yanında dadı olarak çalışıyor gelirini benimle paylaşıyordu. Hocam benim baş balerin olamayacağımı turneye götüreceklerin içinde adım yer almadığında söylemişti. Annemin yanına yerleştim ve iş arayışlarım başladı. Amerikan müzikal komedisinde şarkı söylenip dans edenlerden biri de bendim haftalık sekiz sterlin kazanıyordum. Buradaki işim bittiğinde yeni müzikal revüsünde işe girdim. Benim oyunculuk yeteneğimi ilk keşfeden kişi Cecil Landeau’dur. Cecil Landeau yeni oyuncusu olarak seçtiği benim komedi yeteneğime güveniyordu. Çok geçmeden Marcel Le Bon’ âşık olmuştum. Fransız şarkıcı ve söz yazarıydı. Onunla sevgili olduk. Özel hayatımın mahremiyetine ölene kadar sadık kaldım. Muhafazakâr yetişmiştim. Seks ve cinsellik konusunda hayatımdaki uzun soluklu ilişkilerime karşı mesafeli imajımı daima korudum. İki evliliğimin akabinde bir erkekle on iki yıl birlikte yaşadım ve bunu saklamadım. Bu da benim evlilik dışı hayatı kutsadığımı kanıtlıyordu.  Marcel Le Bon’la ilişkim 1949 ve 1950’de devam etti. İlişkimiz sona erdiğinde üzülmeye vakti olmayan bir insandım ve giderek çok fazla sigara içmeye başladım. Modellik yapmam benim tanınmamı sağlamıştı bu da bir sinema sanatçısı olarak benim gelecekteki başarılarıma yansıyacaktı. Ders aldığım Aylmer genç yetenekleri keşfediyor onları profesyonel bağlantıları sayesinde sinema rolleri için seçmelere gönderiyordu. Benim beyaz perdeye adım atmama önayak olan Robert Lennard’dır. Sonunda Lennard’ın önerisiyle ABPC’yle üç filmlik bir anlaşma yaptım. İlk filmim için 500 sterlin üçüncü film için de 1,500 sterlin alacaktım. Bu filmde yirmi saniyeden az görüldüm. Holloway’i yirmi saniyede etkilemiştim.  Holloway beni başrolleri paylaştığı Robert Hare’e gösterdi: “İşte filmlerde oynatmak için gereken her şeye sahip bir kız” dedi. ABPC’yle üç filmlik bir anlaşma daha yaptım maaşım artmıştı. Avrupalı yıldızlarla tanışma fırsatım olan ilk önemli rolümü oynadım. O yıl Secret People’de büyük yeteneğim ilk kez fark edildi.  ABPC’nin sponsorluğunu yaptığı kokteyl partisinde James Hanson’la tanıştım bir milyarder olan Hanson’la sevgili olduk. Annem bu birlikteliği evliliğe götürmemizi istiyordu.”

“Şöhrete ne zaman kavuştun?”

“Yenilen kontratta akıcı Fransızcamdan dolayı rolünü tekrarlayan tek oyuncu ben oldum. Beni sahilde oynadığım oyundan beğenen Sidonie-Gamrielle Calette görmüş beğenmişti. Gigi rolünü bana teklif eden Gilbert Miller ve Anita Loos’la tanışmak için Savoy Oteli’ne gittik ve anlaştık. İlk başrolümü oynayacaktım. James Hanson’un evlenme teklifini kabul etmiştim. O sırada ünlü yönetmen William Wyler ‘le tanıştım. 15 Ekim’de Paramount’la yedi filmlik anlaşma imzaladım. Böylelikle ben tarihte hem Broadway’de hem de filmlerde başrol için anlaşılan ilk deneyimsiz oyuncu oldum. New York’a gittim. Gigi için bütün oyuncu kadrosu bir araya gelmişti. Gigi’nin gala gecesi yapıldı. Hayatım boyunca tüm rollerimi yeteneğimden çok sezgilerimle oynadım. Kendimi hep çırak olarak gördüm. Nişanlımla annemi özlüyordum. The NewYork Times’tan Brooks Atkinson şöyle yazdı oyunculuğum hakkında:” Amerika’da alıkonulması ve iyi bir oyunda oynatılması gereken, çekici, samimi ve yetenekli bir genç aktris. Gösterideki tek taze unsur o. Gerçek bir oyuncu. Gigi olarak, ilk perdedeki kalabalığından sonra son perdedeki heyecan doruk noktasına çıktığında sergilediği performansa dek tamamen doğal ve tam bir karakter yaratıyor. Ferahlatıcı, içten, ilgi çekici ve her sahnede aynı şekilde devam eden bir oyunculuk” Başka eleştirmenler de hakkımda övgü dolu sözler yazmıştı. Her sahneye çıktığımda berbat oynadığımı düşünüyordum. Kendime ve yeteneğime olan güvensizlik hayat boyu sürdü. Yirmi iki yaşımda resmen bir gecede Broadway yıldızı olmuştum. Nişanlım başarımı kutlamış bana pırlantalarla süslü bir zümrüt yüzük hediye etmişti. Sahnede teyzem rolünü oynayan Cathleen Nesbitt benim her zaman destekleyicim hocam ve dostum olmuştu.”

“Bir gün bir oyuncu olacağınızı düşünüyor muydunuz?”

“Kesinlikle hayır. Oyuncu olmak aklımın köşesinden geçmiyordu. Yeni yılın ilk günlerinde yüzüm Amerika’da birçok derginin kapağını süsledi. Edith Head benim kostümlerimi içeren dosyayla Manhattan’a geldi. Oldukça ciddi ve ağzı ketum olan bu kadınla iyi anlaştık. Modaya zarafet katmak benim kanımda vardı.  Edith’e göre ben modayı çoktan açmıştım. Edith’in çizimlerine önemli ayrıntılar ekledim. O dönemin modası olan vatka ve sutyen takviyesi kullanmadım. Yakaları sadeleştirdim, kemerleri kalınlaştırdım ve düz topuk ayakkabılar giydim. Özel hayatımda da giyimime özen gösteriyordum. Gregory Peck ile aramda özel bir yakınlığın olduğuna dair asılsız haber çıkıyordu. Oysa ben nişanlımla evlenme planları yapıyordum. Adım Gregory Peck’in yanında yazılmıştı. Roma Tatili’nde oynadım. Film yıllar sonrada cazibesinden bir şey kaybetmedi. Ben prenses rolünde Avrupa’da iyi niyet gezisi çerçevesinde Roma’ya geliyorum. Kraliyet formalitesinden sıkıldığım için kaçıyorum. Sıradan insanların hayatlarını merak ediyorum. Bir gün kaçmayı başarıyorum. Bana yapılan uyku iğnesi etkisini gösterdiğinde Gazeteci Joe Bradley (Peck)  beni sokakta uyurken buluyor ve evine götürüyor. Benim prenses olduğunu ertesi gün öğreniyor. Ben onunla bir dizi maceralara atılıyorum. Sonunda birbirimize âşık oluruz. Joe beni basın malzemesi yapmak istemiyor. Sonunda herkes hayatlarına geri dönerken bu aşk da kişiler ararsında bir sır olarak kalıyor. Henüz profesyonel bir oyuncu olamamıştım. İstendiğinde kolayca ağlayamıyordum daima göz damlası bulunduruyorlardı. Filmlerden dolayı sürekli turnelerde oluyordum. Kendimi henüz evliliğe hazır hissetmediğimden dolayı nişanlımdan ayrıldım. Annemin yazgısını yaşamak istemiyordum. Çocuklarımın babasız kalmasından korkuyordum Mesleğime kaldığım yerden devam ettim. Kendim olma konusunda kararlıydım. Ya kendim gibi olacaktım ya da piyasadan ayrılacaktım. Böylelikle kazanan ben oldum. Amerika’da yepyeni bir moda yarattım. Daha sonra Sabrina Flair’de bir şoförün kızını canlandırdım. Kazandığım başarı başımı döndürmemişti. Sonra tanıştığım Mel Ferrer ile kimyamız uyuştu. Mel üçüncü evliğini yapmıştı. Tüm başarılarıma rağmen halkın onayını almadan kendimi gerçek bir sanatçı gibi hissetmeyecektim. Herkes ne zaman Bayan Ferrer olacağımı soruyordu bana. Annem bana James Hanson’ın en azından bir karısı olmadığını hatırlattı. Evli Holden’le yasak aşk yaşadım. Benden yaşça büyüktü. Karısını boşayıp benimle evlenme fikrine evet dedim ama onun kendini kısırlaştırdığını öğrendiğimde ilişkimi bitirdi. Ben çocuk istiyordum.  Mel Ferrer boşanmıştı. Birlikte oynama teklifini kabul ettim. Daha sonara Bren ve José Ferrer 1953’ün en iyi iki oyuncusu seçilmiştik.” 25 Mart’ta RomaTatili’ndeki rolümle 1953 yılının En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını aldım. Akabinde İngiliz Sinema ve Televizyon Sanatkârı Akademisi’nin ödülünü aldım. Daha sonra Broadway sahnedeki performansımla Antoinette Perry (Tony) Ödülü’ne layık görüldüm. Bu ödüller karşısında “Sanki biri sana giymen için büyük bir beden kıyafet veriyor ve onu doldurman için büyümen gerek” diye düşündüm. Aldığım ödüllere yenileri eklenmesine ve şöhretimin zirvesinde olmama rağmen kendimi oyunculuk konusunda yetersiz görüyordum. Henüz yirmi beşimde bile değildim. Mel bana evlilik konusunda baskı yapıyordu. Evliliğe kendimi hazır hissetmiyordum. Günde üç paket sigara içiyordum, ciğerim patlarcasına öksürüyordum en önemlisi de ellerim titriyordu. Mel ile evlendim. Depresyonum nüksetmişti. Sürekli uyuyordum ve tırnaklarımı yiyordum. Depresyonun asıl nedeni çok çalışmaktan bir ödül töreninden diğerine gitmekten bir de Mel’in hayatıma kattıklarını taşımaktan zorlanmam neden olmuştu.  Sabrina rolümden dolayı “En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildim.” Ödülü Grace Kelly’yi aldı. O sırada bir de düşük yaptım. “Aklımı kaçırmaya en çok yaklaştığım andı o an. Ben şöhretten çok evdeki sakin huzurlu çocuklu bir hayatı özlüyordum. En çok da huzuru arıyordum. Ben sevgiyi eşim arıyordum eşim hem kendisi hem de benim için daha çok hırs doluydu. Kocam asla kendisiyle aynı tutkuları paylaşmadığımızı anlamamıştı. Kocam benim adıma karar veriyordu. War  and Peace beyaz perdeye büyük umutlarla aktarıldı. Ortaya üç buçuk saatlik saçma bir film çıktı. Eleştirmenler filmi “Tuhaf bir şekilde mekanik ve duygusal bakımdan boş” buldular. Benim oyumdaki rolümü Londralı saygın bir eleştirmen “Gülümseten masumiyetten acınası masumiyete geçmiş” diye yazdı. Yine de New York Film Eleştirmenleri Birliği beni yılın en iyi kadın oyuncu adayı seçti. Funny Face adındaki romantik komedide Fred Astaire gibi bir eşle dans edip şarkı söyleyecektim. Daha sonra Claude Anet’in romanından uyarlanan Love in the Afternoon filminde Gary Cooper ile  oynadım. Seyirci filmi çok beğendi. Eşimle beraber bir başka oyunda bir araya geldik. Doksan dakikalık bir dramaydı. Amerikalı eleştirmenler yapımı beğenmedikleri için yayından kaldırıldı. Görüntü mükemmeldi ama içerik yoktu yapımda. Eleştirmenler Maria ve Rudolf’un trajik aşklarını tutkusuz buldu. Eşimle ben bu oyunun hakkını verememiştik. Benim eşimle birlikte oynadığım son oyun oldu bu. Bir yıl sinema ve televizyona ara verdim. Röportaj teklifleri de geri çevirdim. Bu arada Funny Face gişe rekorları kırmıştı. Daha sonra Kathyn Hulme’un The Nun’s  Story kitabından uyarlanan filmde oynadım. Romanın baş kahramanıyla kendi geçmişimden pek çok ortak özellik olduğunu gördüm. Rahibe Luke nasıl yemininin öngördüğü geleneksel dini alışkanlıklara kafa tutmuşsa ben de asla Hollywood’un ihtişamına kapılmadım. İnançlı birisiyim. O yaz Robert Anderson’la uzun ve yoğun bir aşka yelken açtım. Nazik kültürlü ve yakışıklı birisiydi. Ciddi saygın bir senarist, oyun ve deneme yazarıydı. Daima içimde hüzün taşıyordum. Ondan bir çocuğum olmasını istiyordum ama onun doğuştan kısır olduğunu öğrendim. Ayrılığımızın akabinde onunla olan bağımı tamamen kopardım. Ayrılığımızın sonunda sadece bir kez görüştük.  Dört yılda neredeyse dört milyon dolar kazandım. Bir kez daha oyunculuğum başarılı bulundu. Rahibe Luke performansım sinema tarihinin en iyilerinden biri kabul edilebilir. “Sevgi vermek, almaktan daha önemlidir. Tıpkı rahibe Luke gibi. Bunu hatırlamak bana yardım etti. Rahibe rolüne büründüğümde bir şey oldu. Bunu yaptığınızda belli bir şey hissediyorsunuz.” Kendi gerçeğime daha yakın oldum bu film sayesinde.  Kurt Frings’e benim hakkımda şu saptamada bulundu: “Ondan daha disiplinli işine bağlı ve iyi niyetli birini görmedim. Egosu yoktu. Hiçbir ayrıcalık beklemedi. Birlikte çalıştığı insanları düşünüyordu Böylesine zor ve büyük bir rolde ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladı”.Acıya yatkın bir kişiliğim sayesinde kendimi sıradan bir kadından üstün görmüyordum. Öldüğü söylenen babamın izlerini bulması için eşimden yardım istedim.”

“Sahip olduklarınıza rağmen eksikliğini duyduğunuz ve boşluğunu hissettiğiniz duygu var mıydı?”

“Anne olmak. Mel yönetmen olmuştu. Onun yönetmen olduğu bir filmde oynamak dişlerimi fırçalamak kadar doğaldı. Mel’in yönettiği film başarılı olmadı. O sıra kullandığım arabayla başka bir arabaya arkadan çarptım. O günden sonra filmlerim dışında sürücü koltuğuna oturmadım. O arada hamile olduğumu öğrendim. Sonunda anne olmuştum ama çocuğum ölü doğdu. Bu kayıp beni depresyona soktu. Kırk kiloya düştüm. Henüz otuz yaşındaydım. Sonunda babamın izini buldum. Karısıyla birlikte yaşıyordu. Kimse mutluluk gözyaşı akıtmadı. Buluşma tuhaf ve mesafeliydi. Bana göre “duygusal bakımdan yaralıydı. Asla annemin istediği gibi bir baba olamazdı. Annem bunu kabullendi.” Babama para gönderdim. Yıllarca babama ve karısına mektuplar gönderdim. Ölümünden kısa bir süre önce kendisini ziyaret ettim. Yeniden hamile kaldım. Sonunda oğlum Sean’ı kucağıma aldım. Oğlum Sean Hepburn Ferrer olarak vaftiz edildi. Başta oğlumun benim olduğuna inanmadım. Çocukken en çok istediğim şey bir sürü bebekti. Hayatımın amacı buydu. Annemle babam ayrılmıştı bu yüzden evliliğime daha sıkı bağlandım. Çocuğumdan bir an bile ayrı kalamıyordum. Gerçek mutluluk buydu filmler ise sadece peri masallarından ibaretti. O sonbaharda Breakfast at Tiffany’deki Holly Golightly rolümle idolleştim. Aynı zamanda tüm zamanların en ünlü moda ikonlarından biri oldum. Zarafet ve moda denilince akıllara gelen ilk isim olmuştum. Oscar’a dördüncü kez aday gösterildim.1963 yılında evliliğimin yolunda gitmediğini farkındaydım ama boşanmaya yanaşmıyordum. Eşimin kariyeri tepetaklak olmuşken benimki zirvedeydi. Yeniden hamile kaldım. Tekrar düşük yaptım. On ikinci yılına girmişti evliliğimiz. Bu kez de Albert Finney’le dört ay boyunca bir kaçamak yaşadım. Finney boşanmıştı, benim evliliğim ise kâğıt üzerindeydi. Eşim bu ilişkimi bitirmediğim takdirde bana boşanma davası açarak beni zinadan dolayı suçlayacaktı. Oğlumu kaybetmekten korkuyordum. İlişkimi bitirdim. Wait Until Dark filmimdeki başarımdan dolayı beşinci kez Oscar’a aday gösterildim. 1968 Nisan’ında sahneye katkılarımdan dolayı özel Tony ödülünü almak için New York’a gittim. Zamanımı oğlumla birlikte geçirmek istiyordum. Oğlun Sean okul çağına geldiğinde işime sekiz yıl ara verdim. 1967 yazında Mel’den boşandım. Evliğimizin boşanmayla sonuçlanmasında eşimle ben sorumluyduk. Bu konuda şöyle düşünüyorum: “Bir kadın için başarı o kadar önemli değildir. Bebeğim doğduğunda, Bir eşin dileyebileceği her şeye sahip oldum. Ama bu bir erkeğe yetmiyor. Mel’e yetmedi. Sadece Audrey Hepburn’ün kocası olmakla yetinmedi”.O zaman otuz dokuz yaşındaydım ve tamamen tek başınaydım. Yıllarca eşim işlerimle ilgilenmişti. Oğlum sekiz yaşındaydı. Her zaman istediğim huzura kavuşmama rağmen yalnızlık bana iyi gelmemişti. Alıştığım sosyal hayatı özlüyordum. Bir süre kendimden yedi yaş küçük prens Alfonso de Bourbon’la flört ettim. Eşimle yıllarca konuşmadık sadece oğlumun mezuniyeti ile ilk düğününde bir iki cümle konuştuk. Daha sonra Andrea Dotti ile tanıştım. Saygın bir psikiyatrist ve Roma Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi. Benden on yaş küçüktü. Beni etkileyerek depresyondan kurtardı. Yeniden âşık olmuştum. 5 Ocak 1969’da evlendiğimde boşanma ilanını imzalayalı sadece altı hafta olmuştu. Yeniden hamile kaldım. Bu eşimde benim işlerime karışmaya benimle ilgili kararları tek başına almaya başladı.  Ben çalışma hayatına geri dönmek istemiyordum. İkinci oğlum dünyaya geldi adını Luca koyduk. UNICEF’in Avrupa temsilcilerinden bir bana ulaştı gönüllü olarak Noel’de televizyonda yayınlanacak olan A World of Love adlı programa katılmamı istedi. Bir grup çocukla şarkı söyleyecektim programın New York’taki sunucularıyla kısa bir sohbet edecektim. Öneriyi hemen kabul ettim. Bir kez daha hamileliğim düşükle sonuçlandı. Yeniden film çalışmalarında yer aldım. Eşimin genç kızlarla birlikteliği basında yer alıyordu. Tanrı bilir iki evliliğime de yeterince katlandım. Çocuklarım için boşanmak istemiyordum. Şunu kesinlikle söyleyebilirim: “Ferrer’dan sonra Dotti’yle evlenerek büyük bir ilerleme kaydettiğim söylenemez.” İki kocamı da yürekten sevmiştim. Evliliklerimde hakkımı savunamadım. Lafımın dinlemesine ihtiyacım olduğunda beni duymadılar. Eşim sadık olma konusunda son derece yanlış bir tercihti. 1982 yılında boşandık. Ben yokken eşim evi aşk yuvası olarak kullanıyordu. Hayatımda ilk kez intiharı düşündüm. Bloodline filminde oynadım.  O sırada Gazzara ile birlikte oldum. Filmi, eleştirmenler saçma buldu. Onunla da ayrıldık.  Yeniden çalışmaya başladım. Kendimi aşktan yana şanslı görmüyordum. Robert Wolders ile tanıştım. Annem Rob’dan hoşlanmıştı. Rob’la sakin bir hayatımız vardı. Babam da annem gibi beni ne kadar sevdiklerini benimle ne kadar gurur duyduklarını başkalarına söylediler. O yıl babamı kaybettim. Annem de on yıllık bakımdan sonra 1984 Ağustosu’nda öldü. Annem benim dayanağım ve vicdanımdı. O yıl kadim dostlarımı da kaybettim. Sonraları UNICEF’in etkinliklerinde yer aldım UNICEF’in iyi niyet elçiliğine başvurdum ve başvurum kabul oldu. Hayatımı UNICEF’in yardım etkinliklerine adadım. New York’taki Lincoln Center Sinema Cemiyeti 22 Nisan 1991’de benim için özel bir gece düzenledi. Çalıştığım yönetmenlerle oyuncular benim hakkımda konuştu. Ben onların arkasında kürsüye çıktım ve şöyle dedim:” Cılız bir kızın pazarlanabilir bir şeye dönüşmesi harika”. Kendimi asla güzel görmedim. Ben hiçbir ülkeye ait olmadım. Gerçek anlamda bir Avrupalıydım.  Gerçek acıyı UNICEF için çalıştığımda gezdiğim ülkelerde gördüm. Açlıktan çocuklar ölüyordu. Somali’ye Kenya’ya gittim. Örneğin bir mülteci kampında elli beş bin insan vardı ve bunların yarısı açlıktan can çekişen çocuklardı. Bir süredir kendimi iyi hissetmiyordum. Sonunda kolon kanseri olduğumu öğrendim. “Hayatım hep bir peri masalından fazlası oldu. Yaşamın zor anlarından nasibimi aldım ama tünelin sonunda daima ışık vardı.” Arkamda iki senaryo ve Oscar heykelciliği dışında kariyerimden hiçbir hatıra saklamadım ama kayda değer hayat hikâyemi anlatan dolu dolu resimler bıraktım arkamdan. Oğullarım her anını resimleyerek onlara çocukluklarına ait bir sürü albüm bıraktım.”

“Evet, arkanda hayatında birkaç hayat bırakarak ayrıldın aramızdan. İyiliğin, güzelliğin zarafetinle sinemaya yeni bir soluk getirdin. Hayatta başarıdan çok sevme ve sevilmeye ihtiyaç duydun. Çocuklarını/çocukları çok sevdin. Güzelliğinin yanında modaya da kendi zarafetini katarak yeni bir moda akımının yaratıcısı oldun. Başarılarına rağmen kendine güvenmekte ihtiyatlı davrandın. Devranın dönekliğini bildiğin için başarının ve şöhretin esiri olmadın. Sevgide almaktansa vermeyi tercih ettin. Yaşadığın her deneyimde kendini başka bir insan gibi hissettin. Sadece kendi kalbinin ve zihnine girmedin oynadığın her rollün kalbine ve zihnine girdin. Kendi derinliklerine inmek senin yaşama biçimimdi. Bu yüzden sık sık ruhsal gerginlikler yaşıyordun. Hayatın boyunca sadece ruhunu işledin. Beynini ve duygularını sürekli yaşanmışlıkla besledin. Hiçbir hayatı hor görmedin. Tanık olduklarından fazlaca etkilendin. Ömrünün son yıllarını hayır ve iyilik yapma işlerine adadın. Kişiliğinin en belirgin özelliği kendini yaptığın işe adamaktı. İyi bir anne olduğun kadar iyi bir dost, iyi bir evlat, iyi bir oyuncu, iyi bir sevgili ve iyi bir eş oldun. Afrika’da ve dünyada başardıklarınla boşuna yaşamadığını kanıtladın. Herkese çiçeklere davrandığın kadar iyi davrandın. Gönlünü refah tut yirmi birinci yüzyılda da adın insanlığa yaptığın katkılarla anılıyor. Sen ne kadar muhteşemsen hayatında aynen senin gibi muhteşem oldu. Sana iyilik yapan hiç kimseyi unutmadın. Mütevazılığın kadar kadirbilirliğin de seni güzelleştiren erdemlerinden biridir. Seni başardıklarınla kucaklıyorum. Seninle ben ölene dek dostluğumuz sürecek. Seni sevdiğimi ve seninle gurur duyduğumu yüzüne söylüyorum”.

“Sevgili Bedriye, seninle dost almak benim için de bir ayrıcalık oldu. Seni sevdiğimi ve seninle gurur duyduğumu yüzüne karşı söylüyorum. Bir sonraki görüşmemizde buluşmak üzere hoşça kal.”

Kaynak: Zarafet. Donald Spoto. Çeviri: Beril Tüccarbaşıoğlu Uğur. Artemis Yayınları. S. 360.

Bedriye Korkankorkmaz

[email protected]

Yazarın diğer yazıları.

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Otopsi: Hitchcock’un Psycho’sunun Sahne Sahne İncelemesi (Görsel Materyallerle Birlikte)

  1960 yılında Paramount Pictures şirketinin gözetiminde, Universal’in stüdyolarında çekilen ve Alfred Hitchcock’un son siyah ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort
çankaya escort
escort izmir