Anasayfa / Sinema / The Lobster (2015, Giorgos Lanthimos)

The Lobster (2015, Giorgos Lanthimos)

kynodontas (2009, köpek dişi) filminden tanıdığım yunan yönetmenin kafkaesk tarzda yazıp çektiği distopik bir film. konusu kynodontas gibi orijinal.

filmin evreninde yalnızlara yer yok mottosu bulunmakta. yorgos lanthimos filmi denilince akla plato’nun mağara metaforu gelmeli. ama yorgos’un yorumuyla. evrenini hakikatin olmadığı şekilde kurguluyor çünkü. ıstakoz’da özellikle david (colin farrell) şehre (mağaranın dışına) gittiğinde, otele kayıt olduğunda her şey o kadar gerçeğe uygun ki kimse paniklemiyor, karakterler sırıtmıyor. yorgos’un mağarası, elleri kolları bağlı şekilde arkadan yakılan ateşten gördükleri yansımalarla yaşayan insanların dünyasından ibaret. filmin başlangıcındaki elin kemere bağlama sahnesiyle bunun ima edildiği çıkarılabilir.

gelgelelim yorgos’un empati anlayışına. filmlerinde sıklıkla kullanıyor bu yöntemi, öyle iğrenç fikirler ortaya atıyor ki sahneyi görmeseniz bile tüyleriniz diken diken oluyor. bu filmde de pek çok yerde kullanılmış bu tip sahneler, özellikle kızıl öpücük sahnesinde.

genel olarak film izleyiciye umutsuzluk vaat ediyor, kafka romanları gibi. çıkış kapısı kapalı. her an diyorsunuz “hadi kaçın şehre”, ama şehirde ne bekliyor kahramanları? mutluluk mu? pek zannetmiyorum. dava romanındaki bekçi’yi kısaca hatırlarsak:

“yasanın önünde bir kapı bekçisi durur. taşralı bir adam, bu bekçiye gelir ve ondan kendisini içeri bırakmasını rica eder. ancak bekçi, onun yasanın içine girmesine şimdi izin veremeyeceğini söyler. adam düşünür ve daha sonra girip giremeyeceğini sorar. ‘olabilir,’ der bekçi, ‘ama şimdi giremezsin.’ yasaya açılan kapı her zamanki gibi açık durduğundan ve bekçi yana çekildiğinden, adam kapıdan içerisini görebilmek için eğilir. kapı bekçisi bunu fark edince güler ve şöyle der: ‘sana bu kadar çekici geliyorsa eğer, yasağıma karşın içeri girmeyi dene. ancak şunu bil ki, ben çok güçlüyüm. ve ben sadece en alt derecedeki kapı bekçisiyim. oysa içeride, salonları bekleyen kapı bekçilerinin her biri ötekinden daha güçlüdür. üçüncü bekçinin görünüşüne ben bile dayanamam.’

taşradan gelen adam böyle güçlüklerle karşılaşmayı beklememiştir, yasa herkese ve her zaman açık olmalıdır, diye düşünmektedir, ancak uzun ve sivri burnuyla, ince kıllı, uzun ve siyah tatar sakalıyla, kürk paltolu bekçiye daha bir dikkatli bakınca, içeri girme iznini alana kadar beklemeye karar verir. bekçi ona bir tabure verip kapının yan tarafına oturtur. adam orada günlerce ve yıllarca oturur. içeri girmek için pek çok girişimde bulunur ve ricalarıyla bekçiyi yorar. bekçi onu sık sık küçük sorgulamalardan geçirir, ona vatanına ve daha bir sürü şeye ilişkin sorular sorar, ancak bunlar, efendilerin sordukları türden ilgisiz sorulardır ve sonunda adama hep kendisini daha içeri bırakamayacağını söyler. yolculuğu için iyi hazırlanıp yanına epey bir şeyler almış olan adam, bekçiyi rüşvet yoluyla elde edebilmek için değerine bakmadan her şeyini kullanır. adam gerçi hepsini alır, ancak alırken de şöyle der: ‘bunu sadece bir fırsat kaçırdığına inanmayasın diye alıyorum.’

yıllar boyunca adam, gözlerini bekçiden neredeyse hiç ayırmaz. bu arada öteki kapı bekçilerini unutur ve bu ilk bekçi, ona yasaya girmesinin tek engeli gibi gözükür. bu talihsiz rastlantıya lanet eder, ilk yıllarda bunu yüksek sesle dile getirir, yaşlandığında ise sadece kendi kendine homurdanmaya başlar. bir çocuk gibi olur ve yıllar boyunca bekçiyi incelerken onun kürkünün yakasındaki pireleri de gördüğünden, pirelerden de ona yardımcı olmalarını ve bekçinin fikrini değiştirmelerini rica eder. sonunda gözleri zayıflar ve gerçekte çevresinin mi karardığını, yoksa gözlerinin mi kendisini aldattığını bilemez olur. ama karanlıkta yasanın kapısından dışarıya gölgelenmesi olanaksız bir biçimde vuran parıltıyı çok iyi seçer. artık yaşamının da sonuna gelmiştir. ölmezden önce bütün o zaman boyunca edinmiş olduğu deneyimler kafasının içinde, o güne kadar kapı bekçisine henüz hiç yöneltmediği bir soruda birleşir. katılaşmış olan bedenini doğrultamadığından, eliyle bekçiyi yanına çağırır. bekçi ona doğru iyice eğilmek zorundadır, çünkü bedenlerinin orantıları adamın aleyhine olmak üzere çok değişmiştir. ‘hâlâ neyi bilmek istiyorsun?’ diye sorar bekçi. ‘bir türlü doymak bilmiyorsun.’ adam, ‘herkes yasaya göre ölüyor,’ der, ‘ama nasıl oldu da, bunca yıl boyunca benden başka kimse giriş izni istemedi?’ kapı bekçisi, adamın sonunun geldiğini anlar ve tükenmek üzere olan işitme duyusuna kendini duyurabilmek için bağırır: ‘burada başka kimse girme izni alamazdı, çünkü bu kapı yalnızca senin için öngörülmüştü. şimdi o kapıyı kapatmaya gidiyorum.’”

burada kafka’dan farkı yorgos’ yasasını birey için belirlemiyor, tüm hikayesini bütün toplum için belirliyor. ve o kadar gerçekçi bir kurguda ilerliyor ki hikaye… 1984’teki 2+2=5 gerçekliğinden şüphe duyulmadığı gibi filmde de yalnızlığın sonucunda hayvana dönüştürüleceğinize şüphe duymuyorsunuz. ancak, buradaki en önemli nüans ve yönetmen açıklamazsa kimsenin bilemeyeceği, aslında analiz için çok da önemli olmayan kısım şudur: filmin kurgusunun baştan aşağı alegori mi; yoksa yaratılmış gerçeklik mi olduğu konusudur.

the-lobster-film-analizi-sanatlog

filmin ilginç noktalarına gelelim. çift olmak için ortak noktanızın olması gerekiyor, david de bunun için filmin sonunda kendini kör etmeyi göze alıyor. (…) ayrıca çiftlerin arasında kavga olduğunda onlara çocuk atanması da ayrı bir kinaye. filmdeki bazı sahneler öyle yapay ki, kötü oyunculuk mu; yoksa köpek dişi filmindeki gibi yönetmenin tercihi mi anlamak biraz güç. şahsen yönetmenin tercihi olduğunu düşünüyorum. çünkü karakterlerin içerisinde ruh yok. muhtemelen yorgos yaşadığımız toplumun içinde de ruhun öldüğünü düşünüyordur. kartezyen aklın bizi getirdiği yerdir belki de bu toplum dizaynı. aşk üzerinde bu kadar kafa yorması ve cinsellik ile aşkın arasındaki diyalektiğin ruhu oluşturduğunu izlediğim iki filmde de yorgos’un ima etmesi bana bunları düşündürdü. tinsel olan ile cinsel olan arasındaki diyalektiğin tezahürü olarak mı insan ve toplum olabiliyoruz sayın yorgos? kendi adıma buna evet diyorum. freud’u burada onaylayıcı olarak kullanabiliriz, çünkü uygarlığın huzursuzluğu’nda benzer bir durumdan bahsediyor. uygar olmamızın koşulu bastırılmış cinsel güdülerdir, diyor. filme dönersek uygar toplum, olabildiğine kapitalist toplum; örnek olarak david’in sevgilisi şehre gittiğinde ilk iş olarak bornoz alacağını söylüyor; cinsellik ile tinsellik arasındaki bağı nakde çevirerek ruhu öldürmüştür.

yukarıdaki argümantasyonu ilerletecek olursam, toplumun ruhunu evvela baskılayan, daha sonrasında öldüren “şey” cinselliğin aşktan koparılmasıdır. buna ek bir perspektif eklersek cinselliğin ve doğrudan yaşamın sanallaştırılması diyebiliriz. çünkü, günümüzde reel olan ne varsa karşılığı boşalıyor. her şey alınır satılabilir bir meta haline geliyor ve marx’ın deyimiyle katı olan her şey buharlaşıyor.

sözgelimi sevgiliniz var, daha iyisini 75 kuruş farkla almak istemez misiniz deniliyor size her yerde: dizilerde, filmlerde, reklamlarda, kıyafet aldığınız mağazalarda… yaratılmış algıların bilinçdışımızı şekillendirdiğinin farkında olmadan gündelik yaşamda yaşıyoruz. bunun sonucu olarak ortaya çıkan durumun son moda filmlerde ve dizilerde olduğu gibi distopik olması ise kaçınılmaz.

cinsellik-tinsellik arasındaki bağlama geri dönelim. normalde, yani doğallığında, cinsellik ile tinsellik arasında görsel bir bağ yoktur. islami kültürde ve muhafazakâr tüm toplumlarda cinsel ilişki eşlerin birbirini görmeden, “edep”li şekilde yapılır. burada bu tarzı savunma niyetinde değilim, sadece bir noktanın altını çizmek istiyorum. cinselliğin doğasında görsel harekete geçiren uyaranlar bulunmaz, zaten olayın kendi mekaniğinde buna ihtiyaç olmaz. ama toplum determinist anlamda ilerledikçe, her şeyin satılabilir bir meta haline dönüşmesi gerektiğinden belki de, cinselliğin özü bağlamından koparılmıştır. baudrillard’cı anlamda simülasyonlar simularkları alt ederek hiper gerçeklik olmuştur.

baudrillard’ın örneğiyle: bir kişi sudan iç savaşı ile tuvalet kağıdı reklamı arasında bir kumanda tuşu kadar uzaktır ve bu eylemlerin ikisi de televizyon izleyicisinde hemen aynı duyguları uyandırır. daha net örneklendirelim: izlenen pornografik bir film, bakılan bir fotoğraf reel cinsel ilişkiden bireye daha fazla zevk verir hale geldiğinde işte bu filmde kendinizi bulmuşsunuz demektir. bu bağlamda ruhtan koparılmanın kendisinin bir tedavisinin olduğunu söylemek güç. toplum treninde bir sonraki istasyonda hiçbir zaman inemezsiniz. filmin evreninde olduğu gibi, şehre gittiğinizde de kurtuluş olmayacaktır. çünkü kurtuluş sistemin kendisi tarafından kendi lehine dönüştürülebilen bir araç olmuştur. matrix’in sonunda buna ufak bir romantizm eklenir; ama nice neo’lar sistemin devranını döndürmüştür.

sonuç olarak güzel film, onlarca analize gebe.

ekşi sözlük yazarı gunner23 tarafından kaleme alınmıştır.

Colin Farrell distopik filmler Giorgos Lanthimos gunner23 Lea Seydoux Rachel Weisz The Lobster (2015)

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.
@hakan_bilge

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Otopsi: Hitchcock’un Psycho’sunun Sahne Sahne İncelemesi (Görsel Materyallerle Birlikte)

  1960 yılında Paramount Pictures şirketinin gözetiminde, Universal’in stüdyolarında çekilen ve Alfred Hitchcock’un son siyah ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort
bursa escort
ümraniye escort
çankaya escort
escort izmir