Menderes Samancılar’la Yılmaz Güney Üzerine

 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında oyuncu Menderes Samancılar ile Yılmaz Güney sineması ile ilgili gerçekleştirilen söyleşinin tam metnini sunuyoruz.

Söyleşinin 2 Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali Resmi Web sitesindeki linki: http://www.yilmazguneyksf.org//makale-roportaj/menderes-samancilarla-yilmaz-guney-uzerine.html

 ………..

-Sinema yolculuğunuz nasıl başladı?

1974 yılında bir derginin açtığı fotoroman kralı yarışması ile başladım. Yarışmada “fotoroman kralı” seçildim. Fotoroman yolculuğu derken sinema hayatımız buralara geldi. 110’a yakın filmde çalışmışım. Böyle bir serüven…

-20 yaşına kadar Adana’da fabrikada işçiymişsiniz.

Çeşitli mesleklerde çalıştım. Bu yarışmayı kazandığım sırada fabrikada çalışıyordum. Tipik Anadolu çocuğuyduk, her meslekte çalıştık. Aklınıza ne gelirse; kalaycı çıraklığında, odun tamirciliğine, ayakkabı boyacılığından, sinemalarda gazoz satmaya kadar her şeyi yaptık.

-Yılmaz Güney’le tanışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Yılmaz Güney’le çalışmamız yine o yarışma çerçevesinde oldu. Ben birinci seçildikten sonra Hürriyet Gazetesi’nin lobisinde beklerken Yılmaz ağabey geldi. O da galiba iki hikâyesinin görüşmesi için Erol Simavi’nin yanına gelmişti. Kapıda karşılaştık, yanıma geldi, sohbet ettik, tebrik etti. Biz daha bir gün önce kazanmışız. Sonra çıkışta bekledim Cağaloğlu’na doğru yürüdük beraber. Sinem İş Hanı’nda Güney Film var, oraya gel görüşelim, dedi. Ertesi gün oraya gittim, orada görüştük. Bu arada onlar Endişe filminin hazırlığını yapıyorlardı. Sonra tekrar gittim, konuştuk. “Endişe filmini çekip döneyim, birlikte çalışırız.”dedi. Tamam, ağabey, dedim. Gitti bir daha da görüşemedik. Ondan sonra artık cezaevi serüvenleri başladı. İmralı’da yatarken de Onat Kutlar’ın, Atilla Dorsay’ın, Vecdi Sayar’ın da içinde olduğu 8-10 kişilik bir ziyaretçi izni alındı, iki sefer de hava muhalefeti sebebiyle yaklaşılamadı İmralı’ya. Sonra Bandırma’ya geçtik oradan otobüsle İstanbul’a döndük. Görüşemedik sonra da.

- Yılmaz Güney sineması, toplumun ezilen kesimlerinin öykülerini anlatan, onların yaşamlarına ışık tutan bir özelliğe sahip. Yılmaz Güney’e ve Yılmaz Güney sinemasına dair görüşlerinizi alabilir miyiz?

“İnsan emeğinin, insan onurunun olmadığı bir yerde ne sanattan ne özgürlükten söz edilebilir.”

Öncesinde Lütfi Akad’ların, Metin Erksan’ların da önemli filmleri var. Bunları inkâr edemeyiz ama bence Yılmaz Güney sinemamızda ilk başkaldırı filmini yapmıştır. Zaten bunların dönüm noktası da hepimizin bildiği gibi “Umut” filmidir. “Umut” filmi sinemada bir dönüm noktası oldu. Yılmaz ağabeyin kendi sinemasında da bir dönüm noktası oldu. Zaten onun hedeflerinin başında insan emeği vardır. İnsan emeğinin, insan onurunun olmadığı bir yerde ne sanattan ne özgürlükten söz edilebilir. Bakışlarımızda da izlediklerimizde de bunu gördük Yılmaz Güney sinemasında. Zaten Yılmaz Güney’i konuşurken Yılmaz Güney’i filmlerinden, hayatından ayrı düşünmek de olanaksız. Yani Umut filmi diyorsan artı Yılmaz Güney’dir. Yılmaz Güney artı Yol diyorsun, Sürü, Düşman, Baba diyorsun. Mesela “Baba” filmi benim hayatımın da dönüm noktasıdır. Defalarca izlediğim önemli filmlerden biriydi. Hep örnek olacak bir yapıttı, bir başyapıttı hatta. Baba filmine bakıyorsun, Yılmaz Güney’ e bakıyorsun. Hayat hep iç içe geçmiş. Ne düşündüğü, ne yaptığı, hayata ve insanlara bakışı Yılmaz ağabeyin filmlerinde hep vardır. Yılmaz Güney’i tanımak isteyen onun iki tane filmini izlese onun kim olduğunu anlar ve hayatın içindeki yerini de en iyi şekilde kavrar diyorum. Özetle bu şekilde.

- Yılmaz Güney filmlerinin toplumsal alanda bıraktığı izlerden, o günlerde yaşamış biri olarak, bize biraz bahsedebilir misiniz?

Yılmaz Güney’in filmleri en çok sansüre uğrayan filmlerden olmuştur her zaman. Demek ki toplumun meselelerine parmak basan işler yapmıştır. Yani iz bırakan derken Yılmaz Güney’in kendisi zaten derin bir izdir. Sanatımızda, ülkemizde, sinemamızda… Fazla söze gerek yok.

-DİSK’e bağlı Sine-Sen yöneticisi olduğunuz için, 12 Eylül sonrası 36 yıl hapis istemiyle yargılanmışsınız. O dönemlerde sinema oyunculuğu ve sendikacılık yapmak nasıldı?

Bugün baktığımızda yargılanmak, tutuklanmak o zaman da bize çok normal şeyler gibi gelirdi. Bugün ülkenin bütün gazetecileri cezaevine doldurulmuş durumda. O zaman da yargılanmak hem bir keyfiyet içerisindeydi hem de bu eleştirdiğimiz meseleler kanıksanmıştı. Yani tutuklanmayan insanı neredeyse adamdan saymayacak hale gelmişti ülke. Çünkü herkesin bir hapishane hayatı var, herkesin bir cezası var, herkesin uzun süre yargılanması vardı.

“İddianameye baktığında da koca bir kitap verdiler bize, inanamadım, ülkemizin sanat rehberi gibiydi.”

Tabi tek başımıza değildik yargılanırken. Onun hemen arkasında “Aydınlar Dilekçesi” davası vardı. “Aydınlar Dilekçesi” ile birleştirildi sonradan, hepsinden birden yargılandık. Zaten iddianameye baktığında da koca bir kitap verdiler bize, inanamadım, ülkemizin sanat rehberi gibiydi. Herkes ordaydı baktığında. İyi ki biz de yargılanıyoruz burada, dedim. İnsan dışarıda kalsa utanç duyar, öyle bir durumdu yani. Hala saklıyoruz o iddianameleri. Aynı kitapta Yılmaz ağabeyin de ismi vardı. Aynı listedeydik. Kimler yoktu ki? Yaşar Kemal mi desem, Yalçın Küçük mü desem, Necmettin Çobanoğlu mu desem, Aytaç mı desem, Tarık mı desem… Aklına kim geliyorsa herkes yargılanıyordu. Atıf Yılmaz’ından, Ömer Kavur’una kadar öyle bir serüvendi… Ülkemizin karanlık dönemiydi. Şimdi de aydınlıktan bahsetmiyoruz gerçi. Ama çok ciddi sanatın, toplumun yara aldığı bir kaos dönemiydi. Ölenler öldüğüyle kaldı. Yine katiller ellerini kollarını sallayarak gezdiler, aynı bugünkü dönem gibi. O zaman daha çok faili meçhul cinayetler vardı, bugün de olduğu gibi. Hepsi neticesiz kaldı. Ortaya çıkan sonuç şu ki, koskoca bir savaşın ortasındayız. Savaşıyoruz, emek mücadelesi de bir savaş çünkü… o gün de vardı bu savaş, 1960’lı yıllardan da başlıyor ta buralara geliyor. Hala o emek mücadelesi, onur mücadelesi, sanat mücadelesi sürüyor yani. Sadece her şey sanki biraz daha karanlık…

-Ülkede değişen pek bir şey yok dediniz. Yılmaz Güney filmlerinden özellikle Yol’da kaçakçıların serüveni, kaçakçıların yaşam öyküsü de yakından inceleniyor. Aşinadır Yılmaz Güney filmlerini izleyenler. Geçtiğimiz gün Uludere’de yaşanan olaya baktığımızda ve o olayın görüntülerini izlediğimizde traktör kasalarına doldurulmuş kaçakçıların cesetlerinin köy meydanına taşındığını görüyoruz. Bu sahne ile Yılmaz Güney’in Yol filmini bir kez daha yaşamış gibi olduk,aradan 30 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen. Yaşanan bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tabi Yol’da da bunu görürüsün, Hudutların Kanunu’nda da görürsün. İnsan bu konuda hiçbir şey konuşmak mı istemiyor, göğsümüzün üzerine koskoca bir kaya düşmüş gibi oldu sanki. Ama bunun ne olduğu hakkında insan çok fazla fikir beyan etmek de istemiyor. Aydınlanması lazım… Ya birinin acemiliği ya da başa bir şey var. Adını koyamadığımız, belki adını koymayı yakıştıramadığımız. Ama çok vahim bir durum… Umarım bu süreçte rol oynayan kahramanlar süreci iyi atlatabilirler. Burada tek üzülecek bir şey var ki, oradaki Kürt kardeşlerimizin durumunun ne kadar vahim ve hüzünlü olduğunu biliyoruz hepimiz. Söyleyecek pek fazla bir şey yok bu konuda. Ancak basından takip ediyoruz. Nereye varacağını da bilmiyoruz. Keşke bunlar olmasaydı. Keşke yaşanmasaydı. Bugün içine düşülen duruma bakıyoruz, geldiğimiz siyasi ortama bakıyoruz. Bugün insanlar “Sen Arap mısın, sen Kürt müsün?” diye sorular soruyorlar birbirlerine. Ne demektir ya? İnsanlar birbirlerine bu soruları sormaya başladığında derin bir çalak oluşmaya başlamıştır demektir. Zaten bunun temelinde de ırkçılık yatar. Bugün yaşadığımız her ortam her oluşum, geçmişin acıları. Geçmişte yaşanan sancılar. Koskoca bölgeyi 8-10 tane ağaya teslim etti bu devlet. Koskoca Kürt halkını ağalara teslim ettiler. Ağaları silahlandırdılar. Kim silahlandırdı? Geçmişte Hamidiye Alayları vardı, bugün korcular var. Devletin hala bugün ortalama 50 milyon TL parası gidiyor korucu maaşlarına. O para da ağalardan birine teslim ediliyor. İstediğine istediği kadar veriyor. Bu kadar büyük rant olan bir yerde terör durur mu? İnsanlar o kanı içerek yaşıyorlar. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor. Neticede bunlar. 35 kişi de ölecek, 100 kişi de ölecek asker de şehit oluyor, vatandaş da şehit oluyor. Dileriz ki bunlar bir an önce biter. İnsanların özgürce yaşaması için herkes elinden geleni yapmak zorunda. Yıllarca bu insanların konuştukları diller yasaktı. Kürtçe konuşmak her babayiğidin harcı değildi. Şimdi bunları konuşuyoruz. Ama özgürlük yok. İnsanların kendi ülkelerinde yaşadıkları bölgeye “sürgün bölgesi” adı veriliyorsa burada vahim bir durum var demektir. Neden doğu sürgün bölgesi olsun? Orda yaşayan bir sürü insan varsa, vergi alınıyorsa burada yaşayanlar, insan olarak bütün haklara sahip olmak zorundalar. Ama maalesef sürgün bölgesi dediğin zaman bunlar olmaz. Adam “Seni Kars’a sürerim.”diyor. Bu sürgün deyimi var olduğu sürece bu ülkede barıştan, kardeşlikten söz etmek her zaman güç olmuştur, güç olacaktır. Dileğimiz bunların bir neticeye, huzur içinde ulaşmasıdır.

- Bu dönemle 70-80’li yıllardaki sinemayı karşılaştırırsak nasıl bir tablo çizebilirsiniz?

70-80’li yıllar arasında belki de sinemamızın en önemli filmleri yapıldı. Bunlardan baş yapıtların içerisinde Yılmaz Güney sineması vardır. 1980 sonrası sinemamıza baktığımızda da dahi genç bir kuşak geldi. Hayata onlar da çağdaş bakıyorlar, daha çözümcü bakıyorlar. Sadece sektörde film çekmek rahatladı. O dönemde sansür vardı, sıkıntı vardı. Şimdi de sansürün adı, boyutu değişti. Filmlerinde dilediğin kadar özgür ol, yine önüne çıkan duvarlar var tabi ki. 70-80 arasının sinema şartları çok daha ağırdı. Negatif sorunundan, insan özgürlüğüne kadar her şey kısıtlıydı. Yine baskı ve terör vardı. Terör her yerden vardı. Hem devletin terörü vardı hem de insanların birbirlerine yaptığı terörler vardı. İki dönem çok ayrı birbirinden… 70-80 arasında bir de porno filmler vardır. Yani yerli filmlerin halka sunuluşu porno boyutunda oluyordu. Adam normal de çekse, içerisine o dönem araya parça koymak dediğimiz parçalar koyup porno filme çeviriyordu filmleri. Mesela o tür erotik, porno filmler gayet rahat oynardı sinemalarda. Herkes hayatından memnundu. Ama siyasal içerikli, insanları aydınlatacak bir film çektiğin zaman, film önce Yargıtay’a gider, film sansürden çıkmaz sonra Danıştay’a giderdi. Danıştay onay verirse Danıştay kararıyla çıkardı film. Çekildikten 1-2 sene sonra çıkan filmler olurdu ki firma batardı film çıkana kadar. Filmlerinin sansürlenen kısımlarına siyah bant koyanlar, filmini Taksim Meydanı’nda yakanlar oldu. İnsanlar tutuklanırdı. Yani ciddi bir kaos dönemiydi. Ben de 1974 yılında sinemaya başladım, böyle bir cenderenin içine düştüm. Hem film sayısı az hem sıkıntı var hem para yok. Biz sinemacı olmaya karar verdik. Seçtiğimiz döneme bakar mısınız? 60’lı yıllarda başlasaydık daha kolay olurmuş.

-Bugünün koşullarına baktığımız zaman film çekmek, dijital teknolojinin gelişmesi ile mütevazı olanaklarla sinema filmi çekmek mümkün olmasına rağmen hem bunu kamuya yayabilmek halkla, kitleyle paylaşabilmek anlamında çok ciddi engeller hala var. O dönemin katı ve gözle görünen sansürleri farklı yöntem ve modellerle devam etmiyor mu?

Ediyor. Ama internet diye bir olay var. Bugün dağıtımı kitlelere ulaştırması daha kolay… Şartlar daha kolay o günlere göre film çekmek. Yeter ki doğru filmi çekebileceksin. İlla ki parmağı göze sokmak gerekmiyor bu gün itibari ile. Ne anlatacağına doğru karar verirsen her şeyi anlatabilirsin. Önce nasıl anlatacağını bileceksin.

-Üretim noktasında nasıl bakıyorsunuz o dönem ki üretim ile şu anki üretimi kıyasladığınızda?

O dönem kendi koşullarına göre sancılara parmak basan filmler vardı. Ama bugün genel olarak her şeyi anlatıyor insanlar. Bugün işkenceyi anlatıyorlar, başka sıkıntıları anlatıyorlar. En son Yüksel Aksu’nun filmlerine baktığımızda çevreyi koruyucu direk bu meseleye parmak basan filmler de var tabi onların da altında rant var. Bugünün anlatım ve çekim koşulları geçmişe göre daha kolay. Geçmiş başka bir şeydi. Diyorum ya bugün de aydınlık değil, bugün de her şey karanlık ama o gün de karanlıktı. Her şey zordu. Bir film setinde insan vurulup ölebilirdi. Kovuşturmalar da vardı. Bir sürü yönetmen içeri girer çıkardı, sendikacılar tutuklanırdı. Ben hiç hapis yatmadım ama Selimiye’de 20 kere mahkemeye çıktım. Mahkemeye çıkmak iş değil. Hele o dönemin sıkıyönetim koşullarında… Bir de düşünüyorum ben İstanbul’a geldiğimden bu yana, 12 Eylül’e kadar hep sıkıyönetimle geçmiş hayatımız. Bulunduğum her yerde sıkıyönetim vardı. Ondan sonra da değişen bir şey olmadı aslında. Biz 1990 yılında Van’a gittik Siyabend-i Heji (isimi tam anlayamadım!!!) diye bir film çekiyorduk, kaldığımız otele polisler geldi. Bizim hüviyetlerimizi topladılar, film bitene kadar hüviyetlerimiz Van Emniyet Müdürlüğü’nde kaldı. Çekimlere dağa çıkıyorduk. Çıktığımız gibi fırça yiyorduk.

-Yol’un da çekimleri aynı şekilde durdurulmuş.

Tabi… Sinemacıların çilesi hiçbir zaman bitmemiş. Sinema devletin korktuğu en büyük sanat dallarından biridir. Normal rejimlerde, normal seyreden demokrasilerde değil. Yani insanların içinden geldiği zaman sanat, özellikle de sinema çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Yani bir toplumu iki tane sinema filmiyle sokağa dökebilirsin. İşte sansürün altında yatan gerçekler bu. Ama sinema bir halkın sanatının, halkının bayrağı gibi olmalıdır bence. Yani halkın acil olan bir ihtiyacı varsa bunu en iyi aydınlatmanın yollarından biri de sinemadır.

-Dağıtımda ya da kamuya ulaştırmada kolaylıklar var. Fakat iyi sinema filmi çekebilmek için para ya ihtiyaç yok mu? Sponsor veya destek bulamadığı için ya da “piyasanın” ihtiyaçlarına cevap vermediği için doğru söz söyleyen birçok projenin bu anlamda engellendiğini söyleyebilir miyiz?

Tabi, muhakkak… Ama küçük paralarla da iyi film çekmek mümkün. 1974-75’te film çekerken yurda kaçak olarak girerdi negatifler, Bulgaristan üzerinden. Filmi kaç kutu filmle çekeceksin? Örneğin, 70 kutu… Yapımcı verir yönetmene 60 kutu. 60 kutuyla çekeceksin der. Bir filmin uzunluğu bellidir. 40 kutu filmle bir sinema filmi bitmek zorunda. 38 kutuyla çekeni el üstünde tutarlardı, çünkü yoktu.

75’ yıllarındaydı… Eskişehir’e bir film çekmeye gittik. Haralardan birinde çalıştık. Otel falan olmadığı için boş bir ahır düzenlendi, somyalar geldi, kondu. Atların yattığı yer süpürüldü, temizlendi, ahırda yattık yirmi kişi. Sabah da sete gittik. Orda başka bir özveri vardı. Yokluk içerisindeki savaşın insanları başka bir hale getirdiğini gördük.

Urfa Ceylanpınar’da kaldık ‘75’te. Kaldığımız otelin girişinde bir tane soba vardı, 3 katlı bir oteldi. Bayanların banyo gününde biz erkekler çıkardık otelden. Bir tane banyo odası vardı, herkes banyo yapardı o gün. Ertesi gün erkeklerin banyo günüydü. İstediğin kadar çamurun içinde çalış gel, banyo gününü bekleyeceksin. Ama sete giderken bir asker gibi, bir nefer gibi giderdik. Zaten bizim bu kadar özverili çalışmamız da bir sürü insanı rahatsız ederdi. Bu adamlar niye geldiler, bu filmleri niye çekiyorlar diye herkes sorgulanırdı.

-Yılmaz Güney Festivali yapıyoruz. Dev sponsorlarla yapılan kimi festivallerden daha anlamlı bizce. 70’lerde-80’ lerde bahsettiğiniz gibi bir birlik ve özveri vardı. Bugün sistem, insanları o kadar ayrıştırmış ki bu birliği yakalayamıyoruz. Bu birlikteliği yakalamak için ne yapılabilir?

Bunun için, yine temelde baktığımızda “örgütlü mücadele” diyoruz. Örgütlü olup örgütlü hareket etmek zorundayız. Tabi şimdi bir araya gelmek de o kadar kolay değil. Bu işler kurumlar, dernekler aracılığı ile olmalı. Bu dönem insanlara ulaşmak hem kolay hem zor. Hangi insana ne amaçla ulaşacağına bağlı. Senin yaptığın işle çağırdığın kişinin de bir alakasının olması lazım, sorumluluk duyması lazım. İnsanlar kendini sorumlu hissetmezse komşuna bile güvenmezsin. Aynı apartmanda 30 yıl yaşarsın ama kimse kimseyi tanımaz. Merhaba dersin, selamını bile almaz. Sektör de böyle… Genişledikçe insanlar arasındaki bağlar koptu.

-Çoğunlukla piyasanın ihtiyacına göre üretim yapılıyor. Sinema emekçilerinin, oyuncuların hayatlarını sürdürmek için bu piyasanın bir parçası olması zorunlu. Yılmaz Güney de zamanında böyle idi. Piyasanın ihtiyacına uygun filmler çekiyordu ama piyasanın ihtiyacına bakmadan kendisi ihtiyaç olarak gördüğü filmleri de bağımsız olarak çekebildi. Bunu bugün de başarmak mümkün değil mi? Piyasa içerisinde kalmak fakat bağımsız projelerde bir araya gelmek, daha yakın ve kolektif üretimlerde bulunmak, bu kopukluğu aşmak sinema emekçileri, oyuncular açısından mümkün değil mi?

Hem yapımcılık yapmak, hem yönetmek hem de senaryo yazmak başka bir şey… Yılmaz Güney’in böyle bir avantajı vardı. Yılmaz Güney kendi biriktirdikleriyle geldi. Cezaevinden çıkar hemen bir film çekerdi. Çünkü Yılmaz Güney artık koskoca bir markaydı. Taşı çekip film yapıcam dese, sadece taş gösterse sokaklarda yine kitlelere hitap ederdi, yine seyircisi olurdu. Onun durumu çok başka. Yılmaz abiyi, hayatıyla, sinemasıyla bugünkü sinema ölçeğinde kimseyle yan yana getirmek mümkün değil. Sinemadan bahsederken Yılmaz abiyi ayrı bir yere alıp bahsetmeyi yeğlerim.

Şimdi onun adına da kitaplar yazılıyor. Objektif olacağız diye yanlış yazanlar da var. Doğru bildiğimizi yazacağız diye her şeyi ifşa etmek zorunda değiliz. Yılmaz Güney’in özel hayatında olanlar da kitaplar yazmışlar, dergilere yazmışlar ama arkadaşlığın da, ilişkinin de bir etiği olmalı. Bugün okuyup beğenmediğim bir sürü şey var. Yılmaz güney’in hayatını anlatıyoruz diye çıkmışlar anlatıyorlar ama tasvip etmek mümkün değil. Bugün biz Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney olarak ele almalıyız. Nazım Hikmet’in özel hayatı kimseyi ilgilendirmez, Yaşar Kemal’inki de ilgilendirmez, Yılmaz Güney’inki de ilgilendirmez. Biz Yılmaz Güney bize ne verdi diye bakacağız. Sinemamıza ne verdi, bu topluma ne verdi, hangi yolu, hangi kapıyı açtı, ondan sonra gitti. Tabi gitmek derken ölüm gitmek değil. Yılmaz Güney öleli yıllar olmuş ama hala dışarı da bizi bekleyen bir arkadaşımızdan bahseder gibi konuşuyoruz. Öyle olmak zorunda. Keşke Yılmaz abinin düşüncesine sahip olan başka arkadaşlarımız da gelseydi, sinema yapsaydı. Ama onun gibi olmaz. Bir memlekette 2 tane 3 tane Yılmaz Güney olmaz. Onun özelliği de tek olması. Yılmaz abi çok kendine özel bir adamdı, bütün eserleri de kendine özeldir. Onun özelliği ise halkın adamı olması…

- Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi olarak, Yılmaz Güney Vakfı’nın desteğiyle Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin ikincisini düzenleyeceğiz. Son olarak festivalimizle ilgili söyleyeceğiniz bir şeyler var mı?

Böyle bir kültür-sanat etkinliği yapmak bu mücadeleyi vermek, bunu yaygınlaştırmak, toplumları bunun içine çekmek, paylaşmak… Daha ne olsun. Yani sizler öncülük yapacaksınız, biz de yardımcı olacağız. Kolay gelsin diyorum.

Necmettin Çobanoğlu ile Yılmaz Güney’li Yıllar

2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin, Yılmaz Güney’in filmlerinden tanıdığımız, son olarak da İz/Rêç filminde izlediğimiz oyuncu Necmettin Çobanoğlu ile festival ve Yılmaz Güney sineması ile ilgili gerçekleştirdiği söyleşinin tam metnini sunuyoruz…

 Söyleşinin 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali resmi web sitesindeki linkine http://www.yilmazguneyksf.org//makale-roportaj/necmettin-cobanolu-ile-ylmaz-gueneyli-yllar.html adresinden ulaşılabilir.

-Sinemaya set işçiliği ile başlamışsınız. Nasıl gelişti sinema yolculuğunuz?

O zaman yapımcı Alaattin Perveroğlu vardı. Vural film şirketi diye bir şirkette çalışıyordu. Sete gittim, benim tam aradığım alandı. Set işçiliği bana uygun güzel bir iş. İş ağırdı ama sevmiştim ve işe başladım. Uzun süre set işçisi olarak çalıştım. Ondan kısa bir süre sonra Uğur Film’e geçtim. Bu süreç uzun bir dönemdi. Hakikaten benim için bir okul oldu orası. Çünkü çok kaliteli bir ekip vardı, çok seçkin filmler çekiliyordu. İyi projeler geliyordu.  Rahmetli Lütfi Akad -şimdi hepsine rahmetli demeden geçeyim isimleri- Lütfi Hoca, Memduh Ün, Metin Erksan, Halit Refiğ ve Duygu Sağıroğlu vardı o dönemde. Duygu Sağıroğlu’ndan çok şey öğrendim. Bizim sanat yönetmenliğimizi yapıyordu. Zaman zaman film çekiyordu. Sinemanın en ince ayrıntısını Duygu Sağıroğlu’ndan öğrendim.

O dönemde zor koşullar altında film çekiliyordu. Özellikle teknik anlamda…  Sanat zor bir iş… Hatta dünyanın en zor ikinci mesleği… Bu anlamda istatistikler böyle gösteriyor. En çok teknik malzeme anlamında zordu. Türkiye’de sanayi olmadığı, film kamerası, objektif, negatifi vs. gibi araçlar hep dışarıdan ithal edildiği için genelde ilkel malzemeler kullanıyorduk. Zaten 1950 sonrası Türkiye yeni yeni sinemayı öğrenmeye başlamıştır. Çok da eski tarihe dayanan bir geçmişi yok Türkiye açısından. Benim için bir tanıma ve öğrenme dönemiydi. O ara dublörlük de yaptım, ek olarak. Atlama, zıplama, at binme gibi tehlikeli sahneleri oynayabiliyordum.

 

-Yılmaz Güney’le nasıl tanıştınız?

Yılmaz Güney’in insan ilişkileri çok iyiydi. Hiç sırtını dönüp gitmezdi, sevecendi…

Yılmaz ağabey ile Uğur Film’de çalışırken aynı binadaydık. Yılmaz ağabeyin bürosu 1. kattaydı. Orda bir de Uğur Film vardı. O dönem Yılmaz ağabey de filmlerini, kendi adına yeni yeni üretmeye başlıyordu. Arkadaş filmi vardı konuşulan. Tabi Dev-Genç buluşması falan vardı o dönemde. Denizlerle, Mahirlerle iyi bir arkadaşlıkları vardı. Gidip geliyorlardı, görüyordum. Henüz daha ayrışma yoktu o dönemde. Zannediyorum bir İbrahim Kaypakkaya’lar ayrılmıştı o dönemde. Topluca bir tanışma oldu aslında. Ben o anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile de tanışmıştım. Yılmaz Ağabey’le sık sık karşılaşıyorduk o dönemlerde. Ama hiç çalışmamıştık. Sıcak bir ilişkimiz vardı. Çünkü Yılmaz Güney’in insan ilişkileri çok iyiydi. Hiç sırtını dönüp gitmezdi, sevecendi… Çocukla çocuk, büyükle büyük, deliyle deli, akıllıyla akıllı idi. Hani derler ya “komple” bir adamdı…  Ben Uğur Film’de devamlı çalıştığım için arada boşluk olan zamanlarda bazı filmlerde Yılmaz Güney’le beraber çalıştık. Arkadaş’ta biraz çalıştım. Sonra ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü Fatma Girik’in dublörlüğünü yapacaktım. Sonra “ Yedi Belalılar” diye bir filmin tümünde çalıştım. Yılmaz Güney’le bir sene beraber olman zaten mümkün değildi. Çünkü içeri girip çıkıyordu sürekli. Rutin hale dönmüştü. Dışarıdaki yaşamı içerdekinden çok daha azdı.  Yaşamı boyunca engellerle karşılaştığı için. Adam iki satır bir şey yazıyor, diyorlar “ Gel bakalım, sen bunu niye yazdın?”

İçerde yattığı dönemdeki projelerin aşağı yukarı hepsinde çalıştım. Sürü, Yol… ki bu filmler Türkiye’nin en iyi filmlerindendir. İyi ki çalışmışım. Yol ile Altın Palmiye’yi aldık. Oyunculuk serüvenim de Yol ile başladı. Şerif Gören, sağ olsun, zorla oynattı. Kötü bir kaza da geçirdim bu filmin çekimlerinde. Kafamda hala ceviz büyüklüğünde bir delik vardır.

-Bize biraz Yılmaz Güney’in çalışma tarzından bahsedebilir misiniz? Biz onu hep setin önünden gördük, setin arkasında nasıldı Yılmaz Güney?

Setin arkasında çok keyifli biridir Yılmaz Ağabey. Bir de daha çok Turanlı ile filmlerini çekmiştir. Eski ekipler hakikaten bir tank mermisi gibiydi. Asla sarsılmazlardı. Yılmaz Ağabey’in ekibi de öyleydi. Köse Ahmet vardı onun kutularını taşırdı. Atış talimi yapılırdı uygun yerde. Şen, şakrak, biraz evvel söylediğim gibi “ komple” bir adamdı. Anlatmakla bitiremezsin. Yaşamak lazım adamı…

Sinema üretimi içerisindeki bütün prensiplerini Memduh Ün’den almıştır.

Yılmaz Güney sinemada en önemli dört beş insandan bir tanesidir. Onun için Yılmaz Güney hala yaşıyor. İnsanlar yaşatmaya çalışıyor. Zoraki kendini yaşattırıyor. Çünkü “Ben yaşıyorum!” diyor. Duvara öyle bir çivi çakmış ki kimse çıkaramıyor. Bu ülkenin en güçlü odak merkezi dahi çekip alamıyor. Yılmaz Güney’in üç tane önemli şeyi vardı sinema sektöründe. Pek söylenmez… Sinema üretimi içerisindeki bütün prensiplerini Memduh Ün’den almıştır. Onu çok takdir ederdi. İşleyişi, nasıl yapımcı olunacağı, insanlarla nasıl ilişki kurulacağı gibi prensiplerini olduğu gibi örnek almıştır. Sinema, fotoğraf, hayat, resim bağıntılarını ise Lütfi Hoca’dan almıştır. Bunu her zaman söyler. Bunu söyleyince herkes mütevazı olduğunu söylüyor. Hayır. Birisinden esinlenmişsen ve bunu saklıyorsan bu aşağılıkça bir durumdur. Ben de söylerim benim danıştığım insanlardan birisi de Onat Kutlar’dı. Kafam sıkıştığı zaman arardım. Hiç sıkıntı yapmaz, “Tamam, gel yeğenim.” der, sekreterine haber verirdi hemen. Sıkıntıları söyler, ne yapmam gerektiğini sorardım. Oturur konuşurduk. Böyle engin insanlardan yararlanmak gerekir. Ancak biz, bilgili insanlardan korkarız ve kaçarız. Bilgili insanların yanımızda olmasını istemeyiz. Çünkü yerimizden kaymak istemeyiz. Hâlbuki bu mesleğin bütün bölümlerinde herkesin bilgili olması gerekiyor. Yılmaz Güney tüm bu anlamda çok önemli, saydığımız şeyleri taşıyan biriydi. Onun için Yılmaz Güney, Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Memduh Ün, Atıf Yılmaz, Şerif Gören, Zeki Ökten gibi birkaç ismi sayıyoruz ama başka sayamıyoruz. Tabi değerli birkaç insan daha var ancak yerine gelen bir şeyler yok, boşlukları dolmuyor.

- Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi olarak, Yılmaz Güney Vakfı’nın desteğiyle Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin ikincisini düzenliyoruz. Yılmaz Güney sineması, toplumun ezilen kesimlerinin öykülerini anlatan, onların yaşamlarına ışık tutan bir özelliğe sahip. Yılmaz Güney’e ve Yılmaz Güney sinemasına dair görüşlerinizi alabilir miyiz?

Herkesin hataları vardır dünyada. Yılmaz Güney’in de hataları vardır. Çünkü insansan hata da yapabilirsin. Bizim köyde sosyal hak diye bir kavram yoktu biliyor musunuz? Yıllar sonra okulu terk ettik geldik. Bugün de geriye dönüp baktığımda öyle bir kavram gelişmemiş. Ben 15-16 yaşında kısa pantolonla bu işe başladım. Ne yazık ki çalıştığım sektörde de böyle bir kavram yoktu. Çalıştığım sürelerde öğrendim ki bizim, bu dünyada doğan insanların bir sosyal hakkı varmış. Biz bu meseleyi anladıktan sonra, bu konuyla uğraşmaya başladık. Örgütlenme vs. gibi süreçlerde baktık ki o kadar zor ki işimiz. Mümkün değil sigorta konusunu konuşmak dahi.  Böyle bir ahlak oluşmamış yani. Düşünebiliyor musun bu ülkede halen böyle bir şey yaşanıyor. Bin senedir bu ülkeyi çoban Sülo yönetti, hala onlar yönetiyor. Bu dehşet verici! İş kolu, mevzuat gibi pek çok şey öğrendik, mücadelesini verdik bunların. Kavganın içine giriyorsun ister istemez.

 

Sendikalaşma gündeme geldiği zaman “ işkolu” diye bir şey çıkıyor karşına. Şimdi bizim iş kolunda, 31 No’lu güzel sanatlar iş kolunda; resim, heykel, müzik, sinema hepsi vardı. Fakat hayat kadınları da bizim işkolundaydı. Rahmetli Orhan Apaydın baro başkanıydı o dönemde, avukatımızdı. Böyle bir süreçte bir müsteşar bir toplantıda bu iş kolunun değişmesiyle ilgili şunu söyledi: “Hayat kadınları da estetik yapıyor. İnsanlara vücut sergiliyor. Bu da sizin işkoluna dâhil… Ne var ki?” Yasa koyuculardan bir adam bu adam. T.C.’nin kültür alanına bakışını ben orda fark ettim. Hala da devam ediyor, hiç değişmedi…

O söylendiğinde en genç bendim. Dedim ki “O zaman sizin eşiniz de bizim işkoluna giriyor.” Ortalık karıştı. Adam bana küfür ediyordu, ben de ona küfür etmiş oldum… Ben alınmıyordum, tepki gösteriyorum tabi ki. Düşünsene biz o zaman film çekmeye gidiyoruz erkekler, pezevenk;  kadınlar, orospu… Türkiye’nin, bizim insanlarımızın bakışı bu. Onlarla “ Hayır! Biz dünyanın en namuslu, en güzel işlerinden birini yapıyoruz. Biz pezevenk değiliz, onlar da orospu değil! ”diye tartışırken, kavga ederken bu meselenin bu halde olmasının nerden kaynaklandığını da toplantıdan görüyorsun aslında. Aradan zaman geçti, neyse olay düzeldi. Hayat kadınları, bizim iş kolundan yani 31 numaralı iş kolundan, genel hizmetler işkoluna geçti, doğru yerine gitti. Çünkü onlar belediye işçisi. Maalesef estetik olarak vücudunu sergiledikleri için, yasa koyucu o akıllı adam kültür sanat alanına koymuş. Kendi sektöründeki aymazlığı buradan görüyorsun. İnsanların, Yılmaz Güney’lerin, Ayhan Işık’ların bir tanesinin emeği olmaz mı bu sektörde. Hala yasa yok! Sinema kanunu yok! 5846 sayılı yasanın, polis nizamnamesi ile yürüyen bir kanunla bu sektör bin senedir sektör olamamış ve sen geliyorsun burada kavga ediyorsun. Yani bir tanesi demez mi “ Gelin toplanın, şu ülkede bir kanunun, bir kurumun olsun!”  Düşün böyle bir kurumun yok. Uluslararası düzeyde seni temsil eden bir kurum yok. Kültür Bakanlığı’ndan bir sorumlu gidiyor, Türkiye sinemasını dışarıda temsil ediyor. Yani burada senin Metin Erksan’ın var, Halit Refiğ’in var. Hepsi 4-5 tane dil bilen insanlar. Entelektüel bakımdan dünyayı iyi izleyen insanlar. Sen bunları ataşen olarak göndermiyorsun, bir tane orda 657’ye tabi devlet memuruna diyorsun ki “ Git sen orda sinemayı temsil et.” Adamlardan bir tanesi kıpırdamıyor. Ve bu arada filmler çekiliyor. Toplumsal duyarlılığı olan bir adam çıkıyor diyor “ Tamam bu dünyada bir şeyler böyle gidiyor. Filmler yapılıyor. Buna burada bir dur demek lazım. Bir şeyleri tartışma zeminine getirmek lazım.”

O duyarlılık ile biraz evvel sizin söylediğiniz gibi fakirlik edebiyatı içerisinde değil de rasyonel bir şekilde ele alıp bu ülkede tartışılan o saçma şeylerin tartışılması için ve bunların olmaması için proje üretmeye başlar Yılmaz Güney. Onun içindir ki Yılmaz Güney bu ülkeye çok büyük şeyler bırakmıştır. Yılmaz Güney’i İzmit Cezaevi’nde ziyarete gittim. Sine-Sen’i falan anlattım. Sine- Sen’in karşısında bir sendika daha kurdular diye bahsettim.

 “Yasa koyucunun söylediğiyle, işkenceci polisin söylediği şey arasında fark yok.”

Hem siyasal anlamda hem de sosyal anlamda dengesiz bir ortamda çalışıyoruz. Komiktir ki bizim yaptığımız her işten her vergiyi de alıyorlar. Bu da komik yani… Sigorta yok, sosyal hak yok… Yasa koyucunun söylediği şeyin aynısını 12 Eylül’de polis söyledi bize. Elektrik verirken penisimize Fatma Girik’i, Türkan Şoray’ı artık biz düdükleyeceğiz, sizi hadım edeceğiz diyorlardı. Daha evvel anlattığım yasa koyucunun bakışıyla, geldiğin 80’le cumhuriyet kurulalı kaç yıl olmuş hala bir yasan yok, acı içindesin ve senin rejiminin, sisteminin, devletinin sanata bakışının hiç değişmediğini 12 Eylül’e gelince görüyorsun. Maalesef bizim bu alanda daha çok Yılmaz Güney’lere ihtiyacımız vardı. Ama maalesef ki çok zor, yetiştiremiyoruz. Çok acı…

“Sanatta birbirini kötülemek ya da kıskançlığını belli etmek için üretim silahın var.”

Yalnızca üzüntü duyduğum konu bahsettiğim gibi belki yasal mevzuat konusunda biraz duyarsız kalmıştır. Onla da başka birisi uğraşsın diyedir, ilgi alanı meselesi olarak. O zaman da zaten tekrarlıyorum içerde olduğu için belki tepkisiz kalmış olabilir ama o günkü kuş tüyü yataklarda yatan insanlar var ya hani. Ayhan Işıklar, Cüneyt Arkın’lar gibi pembe tablo içerisinde olan insanlardan bir tanesi duyarlılık gösterseydi… Bir tanesi deseydi ki; “ Hey millet bu kadar para kazanılıyor, bu toplum bizi seviyor, bizim yaptığımız işleri izliyor. Bu toplum için bir de kendimiz için bu alanla ilgili kalıcı bir şey bırakalım.” Yok, maalesef yok! Biraz tembeliz bu konuda, birbirimizi sevmiyoruz, kıskançlığı da bilmiyoruz. Birini kötülemek bizim en şerefli davranışlarımızdan bir tanesi. Oysaki sanatta birbirini kötülemek ya da kıskançlığını belli etmek için üretim silahın var. Mesela bunları en güzel yapanlardan bir örnek Atıf Yılmaz ile Osman Seden. Osman Seden Atıf Yılmaz’ın adına film çekmiş bilmem ne Atıf Bey diye; Atıf ağabey de “Allah Cezanı Versin Osman” diye film çekmiş, eleştirmiş. Bunu Osman ağabeyin Taksim’deki cenazesine katılan Atıf ağabey, Osman ağabeyin tabutunun başında söyledi. Etik, ahlak, sinema, sanat diyorlar ya işte en büyük, en soylu, en etik davranış bu. Bunlar hakikaten bizler için iyi dersler olmalı.

Yılmaz ağabey de öyleydi, dedikoduyu hiç sevmezdi. Çok erdemliydi o konuda, kimsenin arkasından konuşmazdı. Biri eğer bir şey yapıyorsa, yaptığını eleştirir. Bunu görmemek imkânsızdır. Hatta “İmzam Kanla Yazılır” gibi kendisinin çekmediği başka yönetmenlerin çektiği filmlerde bile yaptığı küçücük şeylerle müthiş bir hizmet bırakmıştır insanlara. Örnek alanlar yurtdışındaki insanlar.  Ama bizdeki insanlar adını telaffuz etmekten bile çekinirler, korkarlar. Cannes’da ilk defa ödül aldık biz diye Kültür Bakanlığı ve T.C. devleti bağırarak söyledi. Ve bunu ekleyerek sevgili Türkiye’nin dünyada en meşhur yönetmenlerinden biri, korkudan o bile ismini söylemek istemedi- çıktı kürsüde “adını söylemek istemiyorum, herkes biliyor zaten” dedi. Ayıptır ya! Yol gibi devasa, dünyanın en çok izlenen filmlerinden bir tanesi, tokatla kendini kabul ettirmiştir. Ben o filmde çalıştığım için söylemiyorum. İnsan kendi ülkesinin insanının hakikaten ancak bu kadar aşağılık durumlara düşürmez. İnsan şereflenir, bir yerde kendi insanından küçücük bir sözcük söylerken bile. İnsan gururlanır, onurlanır yani. Söylenilince millet alkışlar. Ama maalesef biz, biraz evvel söylediğim gibi akıllı insanı sevmeyiz.

- Umuda Yolculuk filmi için de bu geçerli değil mi?

Tabi canım! En iyi yabancı film Oscar’ını aldığında da aynı şey oldu. Buradaki çekimler için Türkiye’de ortak aradılar. Necmettin Çobanoğlu oynadığı için kimse ortak olmadı. Oscar ödülü aldığımız zaman Onat ağabey dedi ki; “Bu eşek yapımcılardan bir tanesi ortak olmadı ama bak bütün dünyada en çok izlenen filmler arasına girdi.” Hakikaten önemli projelerden bir tanesiydi. Yaşanmış bir hikayedir. Çekimler zaten zor, onu yaşamak da zor. Aileyle tanıştım ben o karı-koca hala tedavi oluyorlardı. Maraş’ın Arkaçayır köyünde. Ayak parmakları çatlamış. Karda, soğukta, Alp Dağları’nda… 3500 metre yukarda çalıştık bir düşün ki biz film ekibiyiz. Karavan var, vs. var. Düşün biz o koşullarda çalışıyoruz. Ama o insanlar gecenin bir vaktinde insan simsarları tarafından atılıyor ve gidecekleri yön yok. Çok mutluyum ama böyle ciddi ve iddialı projelerde olduğum için. Şu anda da bir tane var, bu filmde Kürtçe oynadım. “Rêç” orijinal adı. İlk defa ciddi olarak Kürtçe çekilen bir film bu… Çekilenler var ancak bu biraz daha akademik düzeyde, yuvarlak değil dili doğru kullanarak çekildi. Onun için mutluyum. Çok acı bir hikâyesi var. Çünkü bin senedir insanların içinde acı olarak sakladığı bir hikâyeyi anlatıyor. Genç bir arkadaşımız, Yavuz Ekinci’nin öyküsünden filme çekiliyor. Zannediyorum büyük bir tartışma zemini yaratacaktır bu film.

-Ülkemizde adeta Yılmaz Güney’in adını dahi söylemenin yasak olduğu bir dönemde “Yol” Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almış, izleyen kesimlerce sahiplenilmişti. Nasıl bir süreçti Yol’un yolculuğu?

Yol filminin iki aşaması var. Birincisi biz 12 Eylül’de dışarı çıktıktan sonra Güney Film’den çağırdılar beni. Sevindim, gittim. Fehmi Yaşar falan vardı o zaman. Gittik çekimlerine başlanacaktı. Yönetmeni Erden Kıral’dı. Prodüksiyonda çalıştım ben. İkinci dönemde de prodüksiyonda çalıştım. Oyunculuk sonradan Şerif Gören’in bastırmasıyla oldu. Biz 5000 metreye yakın film çektik. Yani hapishane içlerini çektik, dışı İmralı’da çekecektik maalesef izin vermediler bize. Yılmaz ağabey Isparta’ya gitti oradan. Yılmaz ağabey orda olsaydı çalışacaktık İmralı’da. Tayini Isparta’ya gidince hapishane yönetimi vermedi. Orası biraz Cunda Adası’na benziyor. Mahkumların zeytinlikte vs. üretim içerisinde olması gibi bir yanı vardı. Tam onu çekerken iş durdu. Fatoş Güney geldi. Biz o zaman ayvalık Berk Otel’de kalıyorduk. Mektup getirdi bize ve çekim durdu. Birinci aşaması öyle. Kısaca böyle anlatmış olayım. Sonra ara verildi ve yönetmen arandı. O ara Şerif Gören’i tekrar içeri almışlardı. Beraber çıkmıştık. 1-2 ay yine kaldı içerde. Sonra tekrar bir özel durum oldu, dışarı çıktı.

“11 mahkumu çekmem, 5 mahkumu çekerim.” 

4-5 tane yönetmene teklif gitti. Zeki Ökten ben yapamam dedi. İdris ağır gelir dedi. Hakikaten çok zor bir proje. Sonra Şerif Gören çıkınca ona gittik. Şerif ağabey dedi ki; “Ben bu 11 mahkumu çekmem, 5 mahkumu çekerim.”  Biz olmaz falan dedik, sonunda Yılmaz ağabey kabul etti. 5 mahkumun çekimlerine başlandı. Kadro yeniden oluşturuldu. Eski kadrodan direkt olarak sadece Tarık Akan vardı. Diğer bütün ekip olduğu gibi değişti. Prodüksiyonda ben varım, çoğu olduğu gibi değişti. Güya yönetmen bıraktı diye… fakat şimdi iki tane şey var. Etik mi değil mi diye. Şimdi bu adam içeride, burada bir proje var, çok devasa bir proje. Bu projenin hayata geçmesi lazım, bizim gibi deli insanlar yapabilir ancak. Bu işe kafa yoran, kavga insanlarının projesi biraz da. Ben devam ettim. Oldukça da eleştiri aldım sattın bizi gibisine… devam ettik. Karlar erimesin diye Bingöl’den yani sondan başladık filmi çekmeye. Giderken Konya’yı çektik. Yolumuzun üstünde diye. Sonra Bingöl, Bingöl’den Diyarbakır oradan Urfa, Adana, İstanbul Yani Türkiye’yi U şeklinde bir dolaştık. Diyarbakır sahneleri çekilirken hakikaten çok keyifliydi. Binalar, çatılar falan uçtu. Şerif Gören’den rol teklifi aldım o dönemde. Dedim, kusura bakma oynayamam çünkü işim çok. Dedi ki; “Ben sana destek olacağım.” İkna etti beni. Neyse sonra Ömer rolü bana kaldı.

“Polis timi otelin bir katını kapatmış. Yol filmini çekemezsiniz, dediler.”

Urfa’ya gittik otelde konaklıyor ekip. İptal oldu diye haber geldi bize. Polis timi otelin bir katını kapatmış. Yol filmini çekemezsiniz, dediler. 3 gün kaldık, sonra gittik komutana. Komutanın omzu yıldızlardan görünmüyor. 12 Eylül’ün en cırcırlı zamanı, en kötü dönem yani. Senaryoyu verdik, adam okudu. Hakikaten okumuş adam senaryoyu. Eskiden sansür senaryoları vardı. Biz tek bir harf bile çıkarmadan Yılmaz ağabeyin yazdığı senaryoyu olduğu gibi verdik. “Biz niye durdurduk bu çekimi” dedi. Şerif ağabey, “Siz yasakladınız, siz durdurdunuz çekimi yoksa biz 2-3 gündür çekim yapıyor olacaktık.”dedi. Komutan, “Bunda bir şey yok ki siz rahatça çalışabilirsiniz.”dedi. Biz çayımızı, kahvemizi içerken, “O arama yeri, ölülerin gelişi nasıl oluyor?” diye sorduk komutana. “Böyle oluyor, getiriyoruz köye çatışmadan sonra ancak insanlar sahip çıkmıyor. Sahip çıkmamalarının nedenini de biliyoruz yani. Adam sahip çıkarsa götürecekler sorguya. Dolayısıyla insanlar ölülerine sahip çıkmıyorlar. Götürüyoruz sonra kimsesizler mezarlığına gömüyoruz.” Diye samimi olarak anlattı. Adam her şeye yardımcı olacağını söyledi. Sevindik tabi. O ara “Yılmaz Güney’i severim, sanata karşı da duyarlıyım, hele sinemayı da çok severim. Yalnız bana aktörlük falan teklif etmeyin. Ben size bütün desteği vereceğim.”dedi. Hakikaten hepsine de yardım etti. Cipini falan verdi, o lojistik desteği sağladı. Yoksa çekim yapmamız falan mümkün değildi. Asker kullanıyoruz filmde, giysiyi sağlayamazdık. Çekerdik ama o soğuktan morarmış askerin yüzünü bulamazdık. Antep’e geldik, gerçek hayat kadınları sahnelerini, gerçek hayat kadınları ile çalıştık. Ben onları alkışlıyorum… Hayat kadınları asla fotoğraf çektirmezler. Onların gizli bir hayat hikâyeleri vardır, çok acıdır. Birisi evden kaçmıştır, diğeri resmi olarak çalışıyordur, evlidir, dışarıya yansıtılmaz bilinmesin diye, çoluk çocuk sahibidir. Kısacası acı bir hikâyedir. Ama helal olsun biz gittik konuştuk Şerif ağabey ile. Hepsinin kaldıkları odalarda Deniz Gezmiş’in, Yılmaz Güney’in, Nazım Hikmet’in resimleri vardı. İnsan duygulanıyor tabi bu tip şeyler gördüğünde. Tabi 5-6 tane kadın oynadı filmde.

“Kafamda ceviz büyüklüğünde delik vardır hala, Yol filminin hatırası.”

Orada benim sahnelerim çekilirken final sahnesinde çok acı bir şey yaşandı. 2 tane çocuğu ezmemek için, atla 80 km hızla gidiyordum, atı duvara çarptım. Aşağı atladım hayvan panik içinde. Atın ayağı kafama denk geldi. Kafamda ceviz büyüklüğünde delik vardır hala, Yol filminin hatırası. Bitirdik gönderdik. Sonra da TRT’de çalışıyordum, film Cannes’da ödül aldığı zaman Fransa’dan öğrenci gençlik gelmişti. Kartalları Yüksek Uçar’ı çekiyorduk. Rahmetli Sadri alışık ile beraber sigara falan almaya gittik dükkâna. Bunu anlatamam müthiş bir şeydi. Gençlik geliyordu. Ben bir anda ayakları havada kaldım öylece. Çığlıkları görünce, Sadri ağabey öylece kaldı. Eski oyuncularda garip bir şey vardır, kıskançlık vardır. Hani bu nerden tanınıyor, gibi şeyler derler. Şair Adnan Özer, yapımcı İbrahim Başar vardı yanımızda. Onlar biliyor benim ödül aldığımı. Yani Fransız öğrencilerin beni neden havaya kaldırdığını biliyorlardı. Sabri ağabeye, “birine falan benzetmişlerdir.”diye söylediler. Beni alıp götürdü, kaçırdılar. İşte o zaman kafamın deliğini unuttum. Gerçi biliyorum film ödül aldı, o keyif başka bir şey. Yani böyle güzel şeyler yaşıyorsun ama sonuçta gerçekten iyi ki vazgeçmemişim, 2. Dönemde de, o büyük ustanın o yarattığı beyninden çıkan şeyi kaleme döktüğü güzel Yol hikayesinde çalıştığım için ellerinden öpüyorum. İyi ki var yani… Yol hikayesi de böyle. Aslında çok uzun bir serüven de kısa ve öz olarak böyle.

-Yol, Sürü toplumsal anlamda derin izler bırakmış filmler aynı zamanda…

“ Sürü filmi bir devir değişikliğiyle ilgili.”

Sürü bambaşka bir şey… Orada da teknisyen olarak çalışıyordum. Sürü’de küçük bir rol oynadım. Küçük bir devrimci gençlik önderi kompozisyonu vardı. Orda öyle küçük bir rolüm var. Hani “ Yaşasın halkların kardeşliği!” diye yumruğunu kaldıran karakter… Bir ozanı götürürler, trende devrimci gençler tepki gösterir. Güzeldi. Her filminde başka mesajları var. Sürü filmi bir devir değişikliğiyle ilgili. İlkel süreçten yeni sürece geçiş, yeni teknolojiyle tanışma biraz. Bunlar hoş şeyler. Sinema tarihinde olmayan şeylerle karşılaşıyorsun. İznimiz yok, Sıhhiye’de, Kızılay’da koyunları indiriyoruz.  15-16 tane güvenlik için görevli var. Güvenlik görevlisi de sivil, Yılmaz ağabeyin kabadayı arkadaşlarından, hepsi sağlam çok şükür! Sıhhiye’den Kızılay’ doğru, arada otobüs durağı var. Orada bir tarama sahnesi çekmemiz lazım. Tarık Akan Melike’yi almış gidiyor, Tuncel ağabey “hohoho!, here here!” diye bağırıyor.  O arada Sülo kayboluyor. Orada 2 tane kamera var gizli, bir tanesi elektrik direğinin önünde-rahmetli İzzet Akay- bir tanesi de karşıda Kızılay’a doğru giden yöne doğru çalışıyor. Zeki ağabey de düşünüyor tarama sahnesini nasıl çekeceğimizi. Aşağıdan bir tane ’63 Chevrolet geldi. İçinde gençler kafalarını çıkartmışlardı. Egzozu patlamış “ tatatata!” diye geldi. Durakta da bir hamile kadın elinde de çocuk insanlar bekliyor. Onlar yuvarlandılar. Taranmış gibi. İzzet ağabey de o anı çekmiş. Zeki ağabey hala “Ne yapacağız”, diyordu. O dedi “Ben çektim ağabey, tamamdır.” Sahne budur. Gerçek görüntü yani… Akıllı ekip kurmak gerekir. Orda İzzet ağabey olmasaydı, o sürüyü geri alacaksın, çekeceksin, zaten yasak, iznin yok… Hayvan pazarında çalışıyoruz izin yok. Millet deli dana gibi bakıyor bu koyunlar nerden çıktı diye. Düşün Ankara’nın göbeğinde, merkezde… Sürü filminde 3 gün dağdan indik, ekip aç Malatya’ya geldik yemek yedik. Önümüzü kestiler, komünist diye taşladılar, asker geldi, zordu yani, neler yaşıyorsun…  Anlattığım o kahraman ekip olmasaydı, kavgacı, gözü pek, korkmayan bunları yaşatamazdık, mümkün değildi.

- Bu dönemle 70-80’li yıllardaki sinemayı karşılaştırırsak nasıl bir tablo çizebiliriz.

“Bu aradaki zümreyi atlatması lazım…”

80 öncesindeki duyarlılıkla, bu dönemdeki duyarlılık çok farklı. Çünkü yine aynı şeyi tekrarlayacağım; biz giderek akıllı insanları çok sevmeyen bir toplum olmaya başladık. Hâlbuki bilgi çağına geldik. Diyoruz ya her şeyi çok çabuk elde edebiliyoruz. Ama maalesef insanı unuttuk. Bu benim sözümdür. Bizim sektörde, ürünü insan olan bir iş yapıyorsan, eğer orda insanla ilgili bir davranış yoksa orda bir tehlike vardır. Yani düşün ki hayatı insanla anlatıyorsun. Sinema ile insan dışında başka bir şey anlatamıyorsun. Senin tek figürün insan… Ama maalesef bizde o zamanki ahlak, etik değerler, saygınlık, o hiyerarşi yani insanların bulundukları yere saygı duymalarından bahsediyorum. Bizde çıraklık, kalfalık, ustalık dönemi bitti. Herkes ordinaryüs oldu. Ustalık, çıraklık falan yok. İnsanlar okuldan gelince dünyayı kurtaran aslanlar gibi oluyorlar. Alaydan da gelse birden bire her şey olmak istiyor insanlar. Bu beni çok üzüyor, inciniyorum yani. Ama iyiye gitmiyor yani. Herkes iyiye gidiyor diyor ama… Tabi ki umudum insanlık yaşadıkça bu meslek çok daha iyi olacak, buna inanıyorum. Ama ara rejim diyelim bu sürece. Bu aradaki zümreyi atlatması lazım… İstisnalar hariç tabi ki. Bu işi saygın bir şekilde algılayıp çok düzgün yapan insanlar da var. Ama acı söylemek gerekirse, çok da elverişli değil. Çünkü herkes ben yarattım diyor. Bu yüzden yasa olmuyor, o meclisten bir tane yasa geçiremiyoruz. Bu sektörde ciddi bir çöküş var.  Bu ara süreci atlatacak bu sektör. Nasıl bir dönem erotik filmler vs. çekilirdi, bir dönem villa filmleri vardı, şimdi bireysel sinema başladı, herkes kahraman, ben yaratırsam olur diyorlar. Ama maalesef bu ülkede toplu üretilen bir şey üretim biçimine dönüştürülürse zannediyorum daha güzel şeyler yapılacak. Şimdi adam çekiyor götürüyor, evinde montaj yapıyor, evinde kurguluyor, sonra yurtdışında bastırıyor- rahatladı ya şimdi dijital yapıyorlar- ondan sonra geliyor diyor ki; “Ben yarattım!” neyi yarattın? Neyle? Adam kendisi yazıyor, çekiyor, oynuyor, yönetiyor… Demek ki burada sektörle ilgili herhangi bir şeyin kullanılması o kadar absürt bir durum olmuş. Yani onun için bu arayı çok kısa zamanda atlatmamı gerekiyor. Çünkü yazık olur. Bu ülkede o kadar çok acılar, sancılar yaşanıyor ki yeni dinamik, kafası çalışan insanların bu işe bira kafa yorması gerekiyor. Çünkü elinde müthiş bir plato var, iyi bir malzeme var, her şey var yani Amerikalılar hikâye arıyorlar bulamıyorlar, senin elinde her şey var, ama bunları yapacak insanın önce alt yapıyı halletmesi gerekiyor. Yasa vs. gibi. Yasal mevzuat sağlam olacak ki o zeminin üzerine bir şeyler inşa edeceksin ve bir tanesi gelip de “ Bunu yapamazsın, kaldır!” diyemeyecek. Çünkü o özneden yoksunuz. Çünkü hem evrensel diyorsun hem de evrensellikle hiçbir bağı olmayan davranışlar içerisine giriyorsun. Şimdi benim Kürtçe oynadığım film için diyorlar ki “Kürt Sineması”  yok böyle bir şey. O zaman evrensel sözcüğünü kullanmayacaksın. Dili olabilir. Ama sinema bir tanedir. Yani aynı teknik malzemeyi kullanıyorsun, aynı işi yapıyorsun yalnızca dili Fransızca oluyor, Türkçe oluyor, Kürtçe oluyor. Tüm bunlar için biraz kafa yormak lazım. Çalışmak, çalışmak, çalışmak lazım! Hele ki gençlere çok iş düşüyor, zaten yaşlıların yapacağı bir iş değil.

/span