Sanat Duyusu
Tiyatrodaki farenin müzik dünyasına kazandırdığı sopranonun öyküsünü bir veterinerin yazısında okumuştum. Mehmet Yılmaz Milliyet’in Ankara ekindeki köşesinde yazmıştı. Yaşamın ilginç kesişmelerinden biri. Soprano ve fare.
Sovyetler’in son yıllarıymış. Henüz on yedi yaşındaki Anna Netrebco yarım günlük çalışma programında Mariinsky Tiyatrosu’nda sahne temizliği görevini üstleniyormuş. Bir gün karşısına çıkan fareyi görünce bir çığlık atmış. Sesi orkestra şefi Valeri Gergiyev’in dikkatini çekince keşfedilmiş. Konservatuvar eğitimi almış. Kariyerinde hızla ilerlemiş. Artık Leyla Gencer’in tahtına oturabilecek en güçlü aday olarak görülüyormuş.
Anna Yuryevna Netrebko 1971 doğumlu Rus-Avusturyalı bir opera sanatçısı. Vikipedi St. Petersburg’daki Mariinsky Tiyatrosu’nda temizlikçi olarak çalışırken tesadüfen keşfedilip konservatuvara kabul edildiğini yazıyor. İlk büyük rolünü 22 yaşında Mariinsky Tiyatrosu’nda Figaro’nun Düğünü operasında Susanna rolüyle üstlenmiş. Daha sonra önemli roller almış, pek çok albümü yayınlanmış. TIME dergisinin belirlediği dünyayı en çok etkileyen kişiler listesinde 2024′de üçüncü sırada yer almış. (1)
Öykü ilginç ama nedense bu tür olaylara biraz kuşkuyla bakıyorum. Gerçekten tümüyle doğru mu, bazı yanlar abartılıyor mu, bilerek mi öyküleştiriliyor? Kesin bir yargıya varmak zor. Sanat ürünleri gibi sanatçılar da serbest piyasanın özgün kurallarından etkileniyor. Akılda kalacak, geniş kesimlere seslenip ulaşabilecek görsel imgesel kişilikler oluşturmaya çalışıyorlar. Yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı bir yana, bunun dışında kalmanın koşulları bulunabilir mi? Oyunun kuralları eleştirilebilir ama ona katılmak için bunları kabul etmekten başka çare yok gibi görünüyor. Günümüzde sanatçılar yalnızca yapıtlarıyla değil, isimleri, cisimleri, web siteleri ve hayranlarıyla var oluyorlar. Netrebko’yla ilgili bilgilere ulaşmak zor değil. St. Petersburg, New York ve Viyana’da yaşadığını, ilk işinin Mariinsky Tiyatrosu’nda (Kirov Operası) yerleri yıkamak olduğunu, Rusların tümüyle mutlu göründüklerinde kuşkuya kapıldığını ve onun da bunu bir felsefe olarak benimsediğini, fotoğraflarını, konser programını, videolarını kolayca görebiliyoruz. (2)
….
Şükran Moral Roma İstanbul arasında ve dünyanın her yerinde yaşadığını söylüyor.
Enver Aysever Aykırı Sorular programında onunla Bordello çalışmasıyla ilgili görüştüğünde epey olay olmuştu. Konuyla ilgili bir haberde Moral’ın genelevi sanat merkezine dönüştürdüğünü söylediği belirtiliyordu. Aysever’in “Genelevden bir sanat yapıtı üretmeyi becerdiniz, genelevler sanatsal yerler olduğu için mi yoksa dünya böyle marjinal yerlere ilgi gösterdiği için mi?” sorusuna Moral’ın tepki gösterdiği, “Genelevde seviştiniz mi para karşılığı?” karşısındaysa çileden çıktığı, “Genelev dünyanın en eski sanatının icra edildiği bir yer. Bunu biliyoruz. Ama çağdaş sanat insanlığa ait sorunlara el atmakta. Çiçek böcek çizmenin dışında insanlığın gerçek problemlerine el atmakta. Okşayarak değil, duygularını sarsarak, sert bir yumruk vurarak” dediği yazıyordu. (3) Moral çalışmasıyla ilgili olarak “Dünya müzeleri satın aldığına göre bir değeri olmalı” yorumunu da getirmişti.
Şükran Moral Bordello performansını 1997′de Karaköy Yüksek Kaldırım’daki bir genelevde gerçekleştirmiş. Sanat tarihi boyunca alışılagelmiş “estetik obje olarak sergilenen kadın” imgesini tersine çevirmiş. Ona bakan izleyiciyi bir “sanat yapıtı”na baktığından habersiz bir gruptan seçmiş ve performans sonrası oluşturulan videoda onları da sergilemiş. Performans sırasında zaman zaman elinde “Satılık” yazan bir kâğıt tutmuş. Binanın kapısında yine onun yerleştirdiği “Modern Sanatlar Müzesi” yazısı varmış.” (4)
Doğanın güzel bir armağanı olan cinsellik ne zaman toplumsal bir sorun oldu? Yaşadıkları “Açık Büfe Cinsellik” (5) döneminde ilk insanlara genelevin ne olduğu anlatılabilir miydi? Bunu anlatmak, kirlenmemiş bir köyde dağlardan süzülen tertemiz soğuk suları kaynağından alabilen birine kente geldiğinde suyun artık şişelenip satıldığını, parası olmayanın içemeyeceğini anlatmaktan daha kolay olur muydu?
….
Atalay Taşdiken’in senaryosunu yazıp yönettiği Kız Kardeşim Mommo (6) babalarının yeni karısı onları istemediği için dedelerinin yanında kalan dokuz yaşındaki Ali ile kız kardeşi Ayşe’nin öyküsünü anlatıyor. Taşdiken filmin öyküsüne kısmen tanıklık etmiş olduğunu, yıllarca kafasında kurduktan sonra filmi neredeyse ezbere çektiğini belirtiyor. (7) Filmin yalınlığının ne ölçüde gerçeğe dayanmasından kaynaklandığını bilemiyorum ama yarattığı güçlü etkide önemli bir payı olduğunu söyleyebilirim.
….
Beş duyumuzu bilir, güveniriz. Altıncı histen de söz ederiz. Duymadıklarımızı, görmediklerimizi sezebildiğimizi düşünürüz. Oysa bu, algıladıklarımızın toplamının işlenmesiyle eriştiğimiz yeni bir boyuttur. Beyin duyusu, içinde yaşadığımız gerçeği anlamak için ayrı parçaların birleştirilmesiyle çalışır. Görüntü, ses, dokunma algıları, koku ve tat çevremizde olanların güçlü ve kalıcı bir yansımasını getirir. Bilimsel gelişmelerle beyinle ilgili yeni bilgilere ulaşılıyor. Bir yazıda giriş bölümünden yararlanarak tanıttığım Faith Hickman Brynie’nin “Beyin Duyusu” kitabı bu gelişmeleri ve bütünselliğin mekanizmalarını özetliyor. (8)
Tüm sanat dalları yarattıkları görüntü ve imgelerle beyin duyusuna seslenirler. Sinema duyulara ve algıya en fazla seslenen sanat dalıdır. Gerçekliğin yerini alma iddiasıyla mesajlarını doğal olarak beyin duyusuna yerleşecek biçimde gönderir. Ama bu yine de gerçeğin kendisi değil, bir yansımasıdır. Gerçekle sanat aynı değildir. Sanat gerçekten beslenir. Sanatçı gerçeği kendi beyin duyusuyla işler, onu yeni bir biçime dönüştürür, kendi gerçeğinin başkalarının beyin duyularına ulaşabilmesini sağlar.
Ortaya çıkan gerçeklik aslında sanaldır, sanatsal bir gerçektir. Gerçeğe dayalı da olsa artık gerçeğin kendisi değil, yeni bir oluşumdur. Nesnel gerçekle ilişki iyi kurulduysa, örneğin başarılı bir belgeselde, inandırıcılık artar. Gerçek çok fazla parçalanır ve dönüştürülürse de kuşkular öne çıkar. Bu yüzden kurgu yapıtlarda ayrıntılar çok önemlidir. Belgesel bir yaklaşımla kendiliğinden sağlanan incelikler sanat ürünleriyle de beyin duyusunda oluşturulabilmeli ve yansıtılmalıdır. Bu yüzden dönüştürülmüş gerçekçilik ve bilim kurgu özellikle zor alanlardır. Sanatsal yaratının sonucu belirsiz bir süreç olmasının nedeni belki de budur. Sanat duyusunun gücüne ve gelişmişliğine gerek duyması.
Notlar
1. Anna Netrebko, http://tr.wikipedia.org/wiki/Anna_Netrebko
2. About Anna, http://www.annanetrebko.com/about/fun_facts.html
3. Genelevde seviştiniz mi?, http://www.habera.com/Genelevde-sevistiniz-mi-haberi-164216.html, 30 Eylül 2024
4. Aylar sonra ilk defa Şükran Moral, http://www.ekavart.tv/sergiler/diger/aylar-sonra-ilk-defa-sukran-moral
5. Mehmet Arat, Açık Büfe Cinsellik, http://blog.milliyet.com.tr/acik-bufe-cinsellik/Blog/?BlogNo=386693
6. Atalay Taşdiken, Kız Kardeşim Mommo, http://www.imdb.com/title/tt1342402/
7. Kız Kardeşim: Mommo, http://www.ntvmsnbc.com/id/24957296/
8. Mehmet Arat, Beyin Duyusu, http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazar-arsivi/183-mehmet-arat-kaleminden-beyin-duyusu.html
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazıları için bakınız.
Tutsaklık Çağı
Superman, Örümcek Adam ve Batman süper kahramanlar olarak nitelendirilen çizgi roman karakterleridir. İnsanların sürekli kurtarıcılara gereksinim duydukları bir çağda yaratılmışlardır. Sinemanın kitle iletişim araçlarındaki etkin yönlendirme gücünün farkına varılmasıyla birlikte bu alanda da kullanılmışlardır. İnsanların başlarına gelebilecek günlük kazalardan, dünyanın başındaki büyük (!) tehlikelere kadar ne kadar sorun varsa bu üç kahramana bırakılmış ve insanların bu korku ve kaotik ortamdan kurtulabilmelerinin yolu kahramanlara güvenilerek gerçekleşebileceği umudu verilmiştir.
Özellikle Superman kimliğinde topluma verilen mesaj dünyayı tehdit edecek gücün Süper bir güç tarafından bertaraf edileceği gerçeğidir. Tabii ki bu süper güç de Amerika’da kendini gösterecektir. Yaratılan çeşitli felaket senaryolarının ve düşmanların bireylerde yarattığı asal gösterge Soğuk savaş öncesi Sovyetler Birliği’ydi. Çeşitli korku filmlerinde de uzaylı imgesi hep bu düşmanın çağrışımlarını yarattı. İnsanların birey olamamasından kaynaklı olarak hep birer kurtarıcıya ihtiyaçları oldu.
Modern kapitalist sistem bu güdü ile beslenerek insanlara korku yayıyor ve onları edilgen hale getiriyor. Süper kahramanlar dünya tarihindeki benzer tarihsel kurtarıcıların devamıdır. Kendi gücüne ve kendi iradesine güvenemeyen insanoğlu kahramanlık kültürünü uzun yıllardır devam ettirmektedir. Yaratılan bu kahraman imgelerinde, onlarında tükenmişliği artık bireylerin sanal kurtarıcılarının bile yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu gerçeğini doğurur. Dinler gibi tıpkı siyasal sistemler de bu kurtarıcı metaforunun peşinde binlerce yıldır arayışlarını sürdürmüşlerdir. Ancak Baudrillard’ın ve Lyotard’ın çalışmalarında görmüş olduğumuz gibi, kapitalist sistemin bu son aşamasında imaj dünyasının ortaya çıkardığı görüntüler birer “kahraman” haline gelmişlerdir. Reklam dünyasının her gün milyonlarca gösterge ile pazarladığı bu sanal gerçekliğin kahramanları, artık otomobiller, parfüm şişeleri ya da sigara paketleri haline gelmişlerdir. Tüketim toplumu doğanın sınırlarını zorlar hale gelmiştir. İkon yaratımı sürekli zihinleri bombardıman eder haldedir. İnsanlığın binlerce yıl öncesi korkularının sonucu olan mitolojik tanrıların merkezi şimdi sadece kitle iletişim araçlarıdır.
Günümüzde başkaldırının ve özgürlük tutkusunun yerini tüketim arzusu almıştır. C. Lasch, Narsizm Kültürü adlı yapıtında bu noktaya dikkat çeker. İnsanlar kapandıkları evciklerinden, sadece birbirleri ile yarışmak ve rekabet etmek için çıkarlar. Güncel siyasetten uzaklaşan ve kendi kamusal alanlarına çekilen bireyler, bir gösterinin edilgen izleyicileri haline gelirler. Onlar için sorunların çözümü zaten toplumsal değildir. Hem toplumsalın kurtuluşu için birçok süper kahraman vardır nasıl olsa değil mi?
Serkan Fırtına
serkanfirtina35@gmail.com
Yazarın öteki yazılarını okumak için tıklayınız.
Son Kişi Kalana Dek…
Mart 18, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Sanat, Ustalara Saygı
Aydınlanmanın meşalesini yakanlar pencerelerini hep açık tutarlar. Korkunun egemenliğinde cehaletin kıskacında yaşayanlar ise onu sımsıkı kapatırlar.
Pencerelerimizi hep açık tutmak zorundayız. Yenilmek yok yılgınlık yok, ellerini ovuşturanlara inat devam edeceğiz.
İlhan Selçuk okumak, köşe yazısı okumaktan keyif almaktır. Neden mi? Çünkü entelektüel boyut ile halkın boyutunu sentezler. Ele aldığı konular Rönesans’ın aydınlığından doğunun aydınlığına dek uzanır. Ötekileştirmenin dünyaya egemen olduğu yeni dünya düzeni saçmalıklarına karşı tarihten bize miras kalan bir umuttur İlhan Selçuk. İnsanlığın kapitalizm batağında çok daha fazla yok olmaya doğru sürüklendiği zamanlar da gelecek. O zaman İlhan Selçuk’un fıkraları çıkacak raflardan, kütüphanelerden. İroninin ve mizahın gücünü kaybettiğimiz anda kapitalizme yeniliriz, bunu unutmamamız lazım.
Kaybettiğimiz onlarca düşün insanı bizim sığınaklarımız olacaklar. Geçmişle geleceğin şimdiki zamanında ortaya çıkacak düşünceler…
Gösteri toplumunun yalanları, komploloları, hafızalardan silme çabalarına karşı umut ve mücadele yaşadığımızı anlamanın tek yoludur. İktidarlar kendi kurguladıkları kültürel ve siyasal zihniyeti hissettirmeden kurmaya çalışacaklar yine her zaman yaptıkları gibi.
Belki tek bir kişi kalacak bilgelerin bilgisini miras alan. O son insan yok olmadığı sürece dünyanın penceresi açık kalacak; o da yok olduğu zaman zaten dünya kendi kendini yok etmeye başlamış olacak.
Yazılarında sanata ve sanatçıya her zaman sözde değil, özde destekler sunan Selçuk, ele aldığı düşünsel konuların çelişkilerini göstermesi bakımından dramatik olana hep yakın olmuştur. Ve sinema ya da tiyatro sanatçıları için bir yön olabilmiştir.
Yönümüzü kaybetmeden geleceğe…
11 Mart 1925 yılında doğan basın emekçisi İlhan Selçuk’u saygıyla anıyoruz.
Serkan Fırtına
serkanfirtina35@gmail.com
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Karabatak: 7. Sayı
Karabatak dergisi’nin 7. Sayısı Okuruyla Buluştu…
Yeni yılın ikinci sayısıyla okurunun karşısına çıkan Karabatak, içeriğindeki zenginlik ile yine göz dolduruyor.
Karabatak 7. sayısında yine çok değerli bir ismi ağırlıyor: Sadettin Ökten. Esra Kartal’ın kaleme aldığı ve her satırı ders niteliğinde olan röportajın başlığı “Kapitalizmin kurduğu dünyada ne huzur var ne mutluluk”.
Derginin bu sayıda yer verdiği dosyanın konusu ise içine aldığı şehirleri bir dokusu haline getiren romanlar. A. Ali Ural “Arkamızdan Gelen Şehirler”, Ali Sürmelioğlu “Huzur’un Aynasında İstanbul”, Fatih Taşcı “Psişik Eskizler: St. Petersburg”, Naime Erkovan “Adını Küçük Harflerle Yazın: Budapeşte”, Güzide Ertürk “Tarladaki Uçurum”, Şafak Çelik “Yeni Dünyaya Açılan Kapı” ve Bünyamin Demirci “Kalvenizm’in Gölgesinde Bir Aşk Hikâyesi ‘Daisy Miller’” adlı yazılarıyla bu dosyaya zenginlik katıyorlar.
Yeni sayının poetika yazıları Hasan Akay, Ali Galip Yener, Ali Ömer Akbulut, Yahya Kurtkaya, Mustafa Kurt ve Muhsin Mete tarafından kaleme alındı.
Mehmet Sabri Genç “Kediler de Hacca Giderler”, Murat Batmankaya “Acaba Bir Katil, Bir Cinayet İşlemeden Evvel Ne Hisseder”, Hüseyin Akın “Hep Başkası Çıkıyor Bastıkça Deklanşöre”, Hasibe Çerko “Kuş Yoluna Ağıtlar”, Sümeyra Yaman “Şizofren” ve Engin Turgut “Düzyazı Kederim, Şiirse Kaderimdir” başlıklı denemeleriyle Karabatak’ın bu sayısında yer bulurken, Hakan Bilge “Yeşilçam’ın Politikayla Alışverişi: Cüneyt Arkın Filmleri” başlıklı yazısıyla derginin sinema köşesini dolduruyor.
Ayrıca her sayıda olduğu gibi F. Hande Topbaş “Cansız Oyuncu” ve Rahşan Tekşen “Huve’l-Bakî” adlı gezi yazılarıyla; Hüseyin Sorgun “Aşka ‘Sansür’ Küfre ‘Özgürlük’ Olur mu?” adlı tiyatro; Yasemin Karahüseyin Türkiye’nin en önemli mevlithanlarından biri Kani Karaca’nın yaşam öyküsünü aktardığı “Rahmet ve Ses” başlıklı müzik yazısıyla, Bünyamin Demirci, Emirhan Kömürcü, Ayşe Sevim, Sümeyra İkiz, İmran Elâgöz Taşkın, Ediye Yıldırım ve Elif Öz öyküleriyle dergiye renk katıyor.
7. sayıda A. Ali Ural, Hüseyin Akın, Murat Batmankaya, Yahya Kurtkaya, Dursun Güzel, Ayşe Sevim, Veysel Karani Tur, Sümeyra Yaman, Meryem Kılıç, Faysal Soysal, Mustafa Uçurum, Hasibe Çerko, Şafak Çelik, Edanur Aydın, Metin Erol, Sümeyye Betül, Yusuf Duruk, Emirhan Kömürcü ve Zeynep Ural’ın şiirleri yer alıyor. Aynı zamanda Karabatak’ın görsel yönetmeni olan Sedat Gever illüstrasyon ve fotomanipülasyonlarıyla, Ertan A. Sertöz karikatürleriyle ve Emre Kasap fotoğraflarıyla derginin yeni sayısına katkıda bulunuyorlar.
Kıyı: 282. Sayı
İçerikten seçmeler:
Esat Akıncı – Sahi Biz Neyle Uğraşıyoruz
Hikmet Aksoy – Karikatür
Remzi İnanç – Sezai Karakoç’la Necip Fazıl’a Gittiğimizde
İsmail Uyaroğlu – Hücreden Cevap (Şiir)
Ahmet Günbaş – İnce Ayar (Şiir)
Hüseyin Atabaş – Dil, Din ve Dünya Düzeni
Mehmet Kıyat – Tuzaklar ve Sıfırın Beli (Şiir)
Kemal Yalçın – Anadolu’nun Sesi Ruhi Su 100 Yaşında
Ömer Akşahan – Yıllıklara Bir Bakış
Ömer Faruk Hatipoğlu – Minnet (Şiir)
Ümit Tarı – Stefan Zweig’in “Montaigne”i
Ayten Mutlu – Biz İnsanlar (Şiir)
Hakan Bilge – Femme Fatale: Hiç Kimsenin Kadını
Başak Tuncel – Her Sayı Kıyı’da Bir Şair
« Önceki Sayfa — Sonraki Sayfa »