”Kendimizi bir sınırlama ya da bir karşıtlık ile karşı karşıya kalmış ya da kuşatılmış bulduğumuz her keresinde, bu tür bir durumun neyi öngördüğünü sormalıyız.” (Gilles Deleuze)
1935 New York doğumlu Amerikan auteur yönetmenlerinden biri olan Woody Allen, senaryolarını yazıp başrolü de üstlendiği bütün filmlerinde kent ve özellikle de New York yaşamını, bu yaşamın insanlarda yol açtığı paniğe ve kuşkuya ulaşan güvensizliği ve bunalımı, Marx Kardeşler’in (Üç Ahbap Çavuşlar) anarşist sinemasını çağrıştıran bir anlayışla işlediği kendine has güldürü filmleriyle tanınır.
Onun her biri bir romanın ayrı bir bölümünü oluşturduğu izlenimini veren filmleri, özellikle Vietnam Savaşı sırasında ve sonrasında Amerikan toplumunu sarsan kimlik arayışını, toplumsal ikiyüzlülüklerin ve çelişkilerin üzerine giden anarşist bir güldürü ortamı içinde gündeme getirdiği için önem kazanırlar.
Özellikle bu tür filmlerinde ortaya çıkan -ilk izleri Bir Daha Çal Sam’de (1972, Play It Again, Sam, Herbert Ross) görülür ve daha sonra Annie Hall (1977), Manhattan (1979), Stardust Anıları (1980, Stardust Memories)- ve yönetmenin daha sonraki filmlerinin de kahramanı olacak, yaşama ayak uyduramayan, takıntılı, nevrozlu, saçları dökülmeye yüz tutmuş, kocaman gözlüklü ve kadınlarla ilişkileri rast gitmeyen New York’lu Yahudi Woody Allen kimliği hemen göze çarpar.
Yönetmenin filmografisi içerisinde 1983 yapımı Zelig filmi ise kimliğin dönüşümü üzerine yapılmış bir taşlama örneği olarak oldukça önem kazanır.
Bu filmin diğer bir önemli özelliği de Diane Keaton’dan ayrılan Allen’ın Mia Farrow ile çekmiş olduğu ikinci bir aşk filmi olmasıdır. Dolayısıyla geçmişteki (1965-82) Woody Allen kimliği filmlerinden, bir yönüyle de Bir Yaz Gecesi Seks Komedisi’nden (1982, A Midsummer Night’s Sex Comedy) ayrılır. Filmi kısaca gözümüzün önüne getirilelim:
Film, yanında bulunduğu kişinin görünüşüne girebilme yeteneğine sahip, Çinli ile Çinli, doktorla doktor, şişmanla şişman olabilen Zelig’in (Woody Allen) öyküsünü aktarır. Ünlü yazar F S. Fitzgerald’ın da değinmiş olduğu Zelig, yakalandığı “bukalemunluk” hastalığından doktorunun (Mia Farrow) yardımıyla kurtularak herkes gibi biri olur. Kurmaca bir öyküyü bir belgesel gibi aktaran, ünlülerin tanıklıklarına, haber filmlerinden alıntılara yer veren ve kurgusu iki yıl süren Zelig, yönetmenin güldürme yeteneğini beklenmedik bir doğrultuda kullanırken, Zelig’in hangi kimliğinin gerçek hangisinin sahte olduğu sorusunun yanıtını seyirciye bırakır. Aslında Zelig, toplumsal baskının bireysel kimliği yok ettiği bir ortamın ürünüdür.
Daha ayrıntılı bakacak olursak, 1920’li yılların caz devrinde geçen bir öyküye göre Leonard Zelig, Manhattan’da bir bowling salonunun üstündeki evde babası Morris, erkek kardeşi Jack, üvey annesi ve kız kardeşi Ruth ile birlikte yaşamaktadır. Babası Bir Yaz Gecesi Rüyası’nın Ortodoks uyarlamasında Puck rolünde oynayan Avrupa Yahudisi bir aktördür. Baba, evin tek gelir kaynağı olmasından dolayı aile içinde şiddetli bir geçimsizlik mevcuttur ve bu şiddet çevreye yayılmıştır. Bu durumdan şikâyetçi olan bowling salonunun yanı sıra komşular hatta aşağı bloktan insanlardır. Ayrıca Leonard Zelig, çocukluğunda sık sık Yahudi karşıtlarının saldırısına da maruz kalmış ve ailesi onu küçük karanlık bir odaya kapayarak cezalandırmıştır. Bunun üzerine hayatın anlamını sorgulamaya başlayıp sinagoga giden Leonard, hahama danışsa da İbranice bilmediği için istediği cevabı alamadan oradan ayrılır. Böylece Yahudi karşıtlarının saldırılarından yana olan ebeveynlerinden sonra İbranice öğretmek için para isteyen hahamdan da ikiyüzlülüğü öğrenmiştir. Okula başladığı gençlik zamanlarında üvey annesini sevmediği için onu ne zaman kaybettiğini hatırlayamayan Leonard, babasını ise ölüm döşeğinde hayatın manasız bir azap kâbusu olduğunu ve telli çalgıları elinde tutması gerektiğini söylediği son sözleriyle hatırlar. Böylece ebeveynlerin yokluğu kardeşleri hayatta yeni bir yol çizmeye sevk eder. Ruth, soyguncu bir alkoliktir ve kendini ölüme götürecek ilişkiler (M. Geist ve Luis Martinez) içerisindedir. Jack, yaşadıklarına daha fazla dayanamayıp sinir krizi geçirmiştir. Leonard ise kardeşleri gibi olmayıp hayata tutunmanın, sevilmenin kendince güvenli bir yolunu bulmuştur: Başkaları gibi olmak. Diğer insanlar gibi davranmaya başladığı ilk anı okulda birkaç zeki adamın kendisine Moby Dick’i okuyup okumadığı sorusuna verdiği cevapla ilişkilendirir. Ara ara olmadığı biri gibi davranmaya devam eden Leonard, bu davranışlarının otomatikleşmeye başladığı ve değişiminin makyajının başkalaşmalarının fiziksel dışavurumu haline geldiği olaydan ise şöyle bahseder:
“Yıllar önce. Aziz Patrick günü. Bir bara girdim. Yeşil bir elbise giymiyordum. Beni elleriyle gösteriyorlardı. Ben de İrlandalı oldum. Saçlarım kızıllaştı, burnum kızarmaya başladı. Büyük patates kıtlığından ve küçük insanlardan konuşmaya başladım.”
Bu davranışlarının sebebinin sevilmek ve kendini güvende hissetmek olduğunu söyleyen Leonard, değişikliklerinin halk tarafından fark edilmesi ve asıl sevgiyi bulacağı kadınla tanışmasını 1929 yılında New York Yankees’in antrenman kampında yakalanması ile birlikte ertesi günün gazetelerinde ufak bir ayrıntı haber olarak yer almasına ve kendisini işçi olarak tanıttığı ev sahibi kadınla patronunun onun kaybolması üzerine polise bildirdiği işçi kayıp ihbarına borçludur. Çünkü gariptir ki hastalığı kurtuluşunun(?) köklerindedir. Yakalandığı sırada da fiziksel başkalaşımlar sergileyen Leonard Zelig, Manhattan Hastanesine yatırılır ve onu insan olarak önemseyen tek kişiyle, psikiyatrist Dr. Eudora Fletcher ile tanışır.
Zelig, psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı acı çeken, çok güçlü kişiliklerle birlikteyken kimliğini kaybeden, sevilmek istese de toplum içinde anonimleşmeyi arzulayanyeni bir şey, hilkat garibesi; Marksistler için önemli biri, sonuca ulaşmak için kılıktan kılığa giren bir yaratık, emekçilerin hileyle sömürülmesi. Mükemmel konformist. Estetik içgüdünün zaferi. Fanatikler için adaletsizliğin, bunalımın keşmekeşliğindeki Amerikan halkının kişisel gelişim ve kendini gerçekleştirme olasılığının bir sembolüdür.
Eudora Fletcher ise Philadelphia’lı zengin bir aileden gelen Catherine ve john Fletcher’ın kızıdır. Annesi zengin ve rahat bir şekilde yaşarken borsacı olan babası oldukça bunalımlıdır ve sık sık içerek kendini rahatlatmaya çalışır. Kendisi içine kapanık ve sessiz bir çocuk olduğu için kız kardeşi Meryl -profesyonel bir pilot- kadar olmasa da amatör bir pilot ve Manhattan’da görevli bir psikiyatristtir. Bilinçli bir varoluşla hareket ederek toplum tarafından elde ettiği görev/kimlikle ve devletin gücüyle kimliksizler üzerinde çalışarak onları yerli yurtlulaştırmaktadır. Günün birinde tıp dünyasının en ilginç vakası olarak adlandırılacak Leonard Zelig ile tanışır. Eudora, onu insan olarak önemseyen ve topluma uyumlu hale getirmek isteyen, onu seven tek kişidir.
Amerika’daki pek çok Yahudi deneyimini yansıtan, topluma deliler gibi asimile olmak isteyen Zelig’in öz varoluşu aslında bir varolmayıştır. Kişilikten yoksun insan nitelikleri o kadar uzun zamandır hayatın hengamesinde kaybolmuştur ki heptek başına durur. Sessizce boşluğa bakarak. Bir sıfır. Bir gayri insan. Rol yapan bir ucube. Bütün isteği uyum sağlamak, ait olmak, düşmanlarına görünmez olmak ve sevilmektir. Ama ne uyum sağlayabilir ne de aidiyet yaşayabilir. Düşmanlarının denetimi altındadır ve umursanmadan durur. Çünkü o, toplumsal baskının bireysel kimliği yok ettiği bir ortamın ürünüdür ve onu kurtaran da aşkıdır(?)
Zelig, bireyin ilk adımda freudyen ödipal kimliğin; ikinci olarak lacanyan simgesel düzene geçişiyle birlikte aldığı kimliğin kimliksizleşmesini ve bir üst perdeden yeni-üretim kimlik mekanizmasında faşist devletin toplum biçimlendirmesine ayak direten ya da aşırı derecede asimile/anomi olmak isteyen ki –Kimlik, Gilles-Gaston Granger adlı bir Fransız filozofunun dediği gibi, çoğu zaman ‘statik’ değil, ‘jenerik’ de olabilir, ki bu esas trajedimizdir: Kimliğimi ifşa ettiğimde artık asla birey olamam-buna ek olarak Deleuze’e göre kimliğin kendisi, ne kadar köklü ve sabit görünürse görünsün, sürekli olarak hareket halindedir- arzu makinelerini önce yersiz-yurtsuzlaştırması ve ardından bireyi yeniden mekanizmanın yahut sistemin içinde pay verme görünürlüğünün bir modeli olan yerli-yurtlulaşmayı dayatması yani kimliğin bir aidiyet zorunluluğu haline getirilişinin bir nevi otoriter söylevini akla getirerek üç aşamalı bir düşünce fırsatı verir. Fakat yönetmenin Freud güdümlü psikanaliz anlayışı üç aşamalı düşüncenin en geniş halkasının kırılmasına neden olur. Dolayısıyla filmin finalinde toplumsal baskının değil de aşkın iyileştirdiği ki aşk da bir kısıtlanmadır, mesajının okumasını kişilik ve aşk belirler: ‘Kendimi dışarıda bulmam, kendimde ötekini bulurum’ ve ‘Seni seviyorum, ama anlaşılmaz biçimde, sende senden fazla…’
Öyleyse, Moby Dick okumadığı halde oku(muş gibi yapan) bir birey için Kendimizi bir sınırlama ya da bir karşıtlık ile karşı karşıya kalmış ya da kuşatılmış bulduğumuz her keresinde bu tür bir durumun neyi öngördüğünü sormalıyız.
Muhammed Bayar (Konuk Yazar)
muhaamedtt@gmail.com