Kusursuzlar (2013, Ramin Matin)

Altın Portakal ödüllerinin Türk sinemasının gelişimine hizmet etmekten hayli uzak olduğunu, iyi filmlerin değil ödüllendirilmeyi, “yarışacak” filmler arasına bile alınmadığını gördükçe hayal kırıklığına uğramış olsam da ödüllü filmler üzerine yazmayı sürdürürken, geçmişten günümüze ve günümüzden de geçmişe gitmenin daha iyi olacağı düşüncesiyle ödül verilen son film olan Kusursuzlar (2013, Ramin Matin) hakkında bir yazı kaleme almaya karar verdim. Ne var ki, durağan, sıkıcı, merak uyandırmayan ve uzun sayılabilecek bir girişe sahip Kusursuzlar’ı izlemeyi o an bırakıp gitme hissinin, “son” yazısını görene kadar yakamı bırakmadığını söylemeliyim.

Sanatın ve her türlü üretimin, kapitalizmin kendi türüne ve üzerinde yaşadığı dünyaya yabancılaştırdığı insanın, insanileşmesine katkıda bulunduğu ölçüde değerli olduğunu, bunun dışında kalan ve adı ne olursa olsun bütün üretimlerin değersiz, geriletici hatta zararlı olduğu düşüncesinde olduğumu söylemeliyim. Her geçen gün bütün gücünü yozlaştırıcı ve geriletici tek tip bir sinema anlayışının yerleşmesi için kullanan Hollywood’dan çok daha yoz, çok daha geri, çok daha çürümüş ve halkın değil egemen sınıfların sözcülüğünü yapmayı tercih eden , değil izlemek, yüzüne bakılmayacak “filmleri” üretmekten ve onları sahiplenmekten bir an bile utanmamıştır. Yüz yıllık geçmişe sahip Türk sinemasında 6 binden fazla film çekilmiş olmasına karşın insanın yeryüzündeki mücadelesine destek veren film sayısının 300’ü bulmaması, ürettiği her 100 filmden 95’inin “çöp” olduğu bir sinema anlayışı ile karşı karşıya olduğumuzun en büyük göstergesidir. Bir avuç hırsızın yeryüzündeki bütün zenginliğin çoğuna sahip olmasını eleştiremeyen hatta sözcülüğünü yapan ve zihinleri geriletici işleve bürünen yapıya utanmadan “sanat” diyebilen ve kişilik kaybı yaşadığına inandığım ’ın durumunu en iyi açıklayacak kavramın korsakoff sendromu olduğu kanaatindeyim.

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üreti­min araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sı­nıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.” (Karl Marks, Alman İdeolojisi)

İki kız kardeşin çocukluk günlerinden gelen ancak çözüme kavuşturmak yerine sürekli olarak üzerini örtmeyi tercih ettikleri ve kaçtıkları sorunlarının, kızlardan birinin tecavüze uğramasının ardından artık görmezden gelinemeyecek kadar büyümesi sonucu, karşı karşıya kaldıkları hesaplaşmalarının işlendiği bir film sayılabilir Kusursuzlar (2013, Ramin Matin). Ancak oyunculukların yapay, yönetmenliğin sıradan ve senaryonun felaket olmasına karşın filmin ödüllendirilmesinin ve üzerine övgüler düzülmesinin tam da Yeşilçam’a layık olduğunu düşünüyorum. Bu denli ucuz bir eseri ortaya koyanların ve ödüllendirenlerin en basit gerçeklerden ve en temel kurallardan dahi haberdar olmadıklarını görmenin fazlasıyla üzücü olduğunu söylemeliyim. Günümüzden 2500 yıl önce yayımlanmış Poetika isimli eserinde Aristo, “sanat” eserinin ne olduğuna ilişkin ilk kuramları ortaya koymasına karşın film ekibi tarafından okunmadığı ve bilinmediği çok açık.

“O halde tragedya, ahlaki bakımdan ağır başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir eylemin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş (estetik) bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır; eylemde bulunan kişilerce temsil edilir. Bu bakımdan tragedya, salt bir öykü değildir. Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis).” (Aristo, Poetika)

Seyircinin eserdeki korku ve acıma ögelerini, kendi başına geliyormuş gibi düşünerek bu duygulardan arınması ve rahatlaması katharsis olarak adlandırılır. Antik Yunan felsefesinde bedensel ve ruhsal rahatlamayı anlatmak için kullanılan “arınma” anlamındaki katharsis kavramı sanatta en etkili olmuş ancak zamanla içeriği boşaltılmış kavramlardan birisidir. Ölümü katharsis sayan Platon’a göre insan ölmekle ruhu bedenin kirliliğinden ve tutkularından kurtulmuş oluyordu. Aristo’ya göre ise özellikle tragedya insanları tutkularından temizliyor ve arındırıyordu. Hollywood başta olmak üzere birçok ülke sineması, seyircinin rahatlamasını ve tatmin olmasını sağlayacak şekilde final yapmayı alışkanlık haline getirmiştir. Burada da bir ruhsal boşalma sahnesinden sonra bozuk arabayı yolun ortasında bırakıp gittikleri gibi hayatlarının bozuk olan kısmını da bırakarak içi erkek dolu arabaya rahatlıkla binmeleri bir tür katharsis olarak yorumlansa da seyircide karşılığını bulmayan, başarısız bir hamle olarak kalıyor.

“Bir hırsız, hırsızın başından geçenler konulu bir oyun seyrederse kendisine dışarıdan bakacak, yaptığının kötü bir şey olduğunu anlayacak ve böylece doğru yolu bulacaktır.” der Aristo. Böylece “yaptığının kötü olduğunu” idrak etmesi istenen kişinin, davranışlarının ve bu davranışlara yol açan şartların yoğun bir eleştirisinin yapılmasının gerektiği anlaşılır. Oysa senaryosundan müziğine kadar çalıntı filmler yapmaktan çekinmeyen Yeşilçam tam tersini yapmış, şark kurnazı Şabanlar, arabesk tipler, burjuva jönler, tarihten esintiler taşıyan şovenist kahramanlar gibi gerçek hayatta karşılığı olmayan “karakterler” icat etmiştir. Başına her türlü belanın geldiği ancak ne denli büyük olursa olsun içine düştüğü felaketlerden “tesadüflerin yardımıyla” mutlaka kurtulan kahramanla kendisini özdeşleştiren seyirci finalde “ilahi adalet” gibi soyut bir kavrama inandırılarak hakkını aramaktan vazgeçirilmektedir.

Ezilen, alay edilen, horlanan saf kahramanın filmin sonunda herkesi utandırdığı arabesk “dramların”, mafyanın, hırsızlığın, katilliğin ve karanlık tiplerin tercih olarak sunulduğu avantürlerin, insanlıktan nasibini almamış aşağılık tiplerin bireysel serüvenlerinin anlatıldığı komedilerin, sömürülen, aşağılanan, ikinci sınıf varlık görülmeye çalışılan kadının değil burjuva kızlarının aşk acılarını anlatan melodramların finalinde seyircide bu tür “rahatlama” hissi oluşmasına gayret edilir. Bu rahatlama katharsis değildir çünkü katharsis bir sorgulama ve eleştirme sonucunda elde edilebilecek bir “arınma” iken Yeşilçam türü rahatlama, eleştirmek ve karşı çıkmak yerine sömürüyü sorgulamaksızın kabullenme esasına dayanır. Yeşilçam ile organik işbirliği içinde olduğunu düşündüğüm günümüz televizyonları da, alçaklığın, rezilliğin ve haysiyetsizliğin en çarpıcı örneklerinin yaşandığı dizilerle toplumun her yanını sarmayı kendine “misyon” edindiğini saklamaya gerek bile görmemektedir.

“Tragedyanın temeli ve aynı zamanda ruhu öyküdür. Öyküden sonra karakter gelir. O halde, bir eylemin taklidi, öyküdür. Öykü deyince olay örgüsünü, karakter deyince, eylemde bulunan kişilere kendisi bakımından bir özellik yorduğumuz şeyi; düşünce deyince de kendisiyle konuşanların bir şey kanıtladığı ya da genel bir hakikate ifade verdikleri şeyi anlıyorum. Buna göre bir tragedyanın altı ögesi olduğu ortaya çıkar. Bunlar, öykü, karakterler, dil, düşünceler, mekân ve müziktir. Bu ögeler arasında en önemlisi, olayların uygun bir şekilde birbirleriyle bağlanmasıdır. Çünkü tragedya kişilerin değil, tersine onların eylemlerinin, mutluluk ve felaket içinde geçen bir hayatın taklididir. Mutluluk ve felaket, eyleme dayanır; hayatımızın son ereği ise eylemdir yoksa eylemin dışında olan bir şey değil. Karakter bakımından biz şu ya da bu özellikteyiz; eylem bakımından ise ya mutluyuzdur ya da mutlu değilizdir. O halde tragedya ozanları eylemde bulunan kişileri ortaya koyarken karakterleri taklit amacını gütmez. Tersine onlar, eylemlerden ötürü karakterleri de birlikte ortaya koyarlar. Böylece, eylemlerin ve öykünün, tragedyanın son ereğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle karaktere dayanmayan tragedya olabildiği halde, bir öyküsü olmayan yani eyleme dayanmayan tragedya olamaz.” (Aristo, Poetika)

Bu kadar netlikle daha başka nasıl ifade edilebilir bilemiyorum ancak Kusursuzlar’ın ekibinin bu basit gerçeği bilmiyor olması affedilir gibi değil. Kardeşlerin araları iyi mi, kötü mü, kavgalılar mı, birbirlerini seviyorlar mı, nefret mi ediyorlar, niçin ve nasıl bir araya gelmişler, belli değil. Gergin bir hava hissediliyor ama bu bilinçli bir çabanın ürünü mü yoksa kendiliğinden mi meydana gelmiş, anlaşılmıyor. Rol yapma derdindeki oyuncuların hiçbir sahnede kendilerini rollerine hazırlamadıkları apaçık görüldüğü filmde yönetmenliğin ve oyunculuğun iyi olması mümkün değil çünkü bir eserin en temel unsuru olan öyküye sahip değil. Güneş gözlüğü seçerken komik olduğunu düşünerek gülmeleri, çocukluklarına dair birtakım anılarının akıllarına gelmesi veya birinin diğerinin üzerine su tutarak ıslatması karşısında verilen tepkiler samimiyetsiz ve yapay, gerçeklikten uzak… Kısaca söylemek gerekirse öykünün, karakterin, olay örgüsünün, yönetmenliğin olmadığı ancak varmış gibi yapılarak “ödüllendirilen” bir filmin varlığı nasıl izah edilebilir, bilmiyorum.

Sinemanın değerli iki oyuncusu olan Laurence Olivier ile Dustin Hoffman arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Nefes nefese oynaması gereken bir sahneden önce koşuya çıkan ve soluk soluğa bir vaziyette gelen Dustin Hoffman’ı gören usta oyuncu, şaşkınlıkla ne yapmaya çalıştığını sorar. Dustin Hoffman’ın “rolüne hazırlandığını” söylemesi üzerine tarihe geçen ünlü sözünü söyler: “Niçin sadece oynamayı denemiyorsunuz.” Bu mini hikâyeden hareketle diyebiliriz ki, iki tür oyunculuk yapılabilir. Biri Laurence Olivier gibi “hissederek”, diğeri ise Dustin Hoffman gibi “metotları” kullanarak.

“Bundan sonra ozan, yapıtını yazarken olabildiği ölçüde, sahnede yapıtını oynayacak kişilerin yapacakları eylem ve davranışları kendi yaparak, bunları anlatmak istediği ruh hallerini anlatıp anlatmadığını denetlemeli.” (Aristo, Poetika)

“Zina yapınca çocuğun kabahati ne? Anası olacak kişinin kabahatinden çocuğun suçu ne? Anası çeksin, anası kendisini öldürsün. Eğer biri ölecekse niye çocuğu öldürtüyor…” diyen bir sesin TV’den duyulduğu bir sahnenin amacı nedir? Egemen sınıfların gönüllü sözcülüğünü yapmaktan büyük memnuniyet duyan ve bir bok yığınından başka bir şey olmayan TV’lerin büyük çoğunluğu ortaya koyduklarıyla insan onuruna ve aklına hakaret edip kitleleri geriletici işlevini başarıyla yerine getirirken, Lale’nin kanal değiştirirken bu saçma sapan programlardan birine değil de böyle bir konuşmaya rast gelmesi “mesaj” verme kaygısı içinde olduklarını gösterir. Bu sesin, burjuvazinin “yaşam tarzına” karışan “zihniyetin” temsilcilerinden olması ise iktidar eleştirisi yaptıklarını düşünmeleri için yeterli olmuştur, kanaatindeyim. Ancak eleştirisi birkaç saniye sürüyor ve devamı gelmiyor. Merak ediyorum, filmin ödüllendirilmesinde bu sahne ne kadar etkili olmuştur? Bir diğer sahnede TV’den kadın cinayetleri haberi verilirken, kocasından kaçan kadının erkek kardeşinden kaçamaması ve küçük çocuklara eden kamu görevlilerine işlem yapılmaması duyulur. Çocuklarımızı korumaları için emanet ettiğimiz soysuzların gerekli cezayı almamasının eleştirisi için birkaç saniye yeterli midir? “Kadın şiddetini” işlediğini iddia eden filmde bu amaca yönelik tek sahnenin görsellikten uzak bir şekilde uzaklardan duyulan bir “ses” olması filmin ne kadar zayıf olduğunun bir göstergesi değil midir?

2013 yılında kadına yönelik 12 bin 946 olayı gerçekleştiği açıklanırken gerçek sayının bunun üç dört katı olduğu tahmin edilebilir. 2024 yılından günümüze ise 1078 kadının öldürüldüğü kayıtlara geçmiş. Burada da gerçek sayının daha fazla olduğu düşünülebilir. Tecavüz, taciz, baskı, küçümseme, alay etme konularında ise sayılara ihtiyacımız yok, ne kadar fazla olduğu tahmin edilebilir. Dünya üzerinde 30 milyon seks kölesi varken, her yıl 500 bin kadın seks köleliği için kaçırılırken, dünyada seks köleliği ticaretinden doğan rant 100 milyar doları geçmişken Kusursuzlar bu meselelerin neresine değiniyor, merak ediyorum.

İki kardeş tartışırlarken Yasemin aniden arabayı durdurur ve “arabamdan iner misin lütfen” der. “Arabadan in” veya “in aşağı” demek yerine “arabam” vurgusu yapılması, aslında “bozuk” bir yaşantısı olanın Yasemin olduğunu vurgulamak için olabilir mi? Zannetmiyorum, ablasından kardeşine miras kalan ve yine ablasının yardım etmesiyle düzeltilen bir hayat iddiasını güçlendirmek için değil Hollywood etkisinde kalınarak söylendiğini düşünüyorum. Örneğin uzun uzadıya söylenen “tanımadığım birinin yemeğe gelmesini istemiyorum” sözü veya yeni tanıştıkları birisinin yemeğin tuzunun az olduğu konusunda iki kız kardeşin, tartışmalarından habersiz konuya dâhil olması tipik Hollywood özentiliğidir. “İstemiyorum”, “canım istemiyor” veya “ne gerek var” gibi daha samimi cümleler yerine uydurma ve zorlama diyalogların tercih edilmesi kafa karışıklığının en büyük göstergelerindendir.

Yapay diyalogların yanı sıra herhalde senaryo yazarının 20 yıl önce yakın çevresinde tanık olduğu bazı klişelerin, toplumu tanıdıklarını iddiasıyla filme yedirilmeye çalışılmasının hayli komik olduğunu söylemeliyim. “Eviniz çok güzelmiş” sözlerine “sizinkinin aynısı işte” cevabı verilmesi üzerine “Yok, öyle değil. Şu merdivenler bizde yok” yanıtı veya Lale’nin anestezi uzmanıyım demesi üzerine “Aaaaa, sen şu, hani ameliyatta önce, aaaa, sorumluluğun çok büyük’’ diye karşılık vermesi bunlardan birkaçı… Böylece bünyesinde birden fazla kişilik taşıyan, Batılı hayat tarzına sahip ancak konuşmayı sürdürmek ve şaşkınlıklarını belirtmek için aptal rolü yapan veya çocukluklarında duydukları diyalogları tekrar eden kafası karışık karakterlerin varlığı senaryonun tel tel döküldüğünün kanıtı oluyor.

Hazır paketlerinde sigara varken, Yasemin’in tütün sarması, içinde esrar olduğunun ima edilmesine yöneliktir. Yasemin’in başına buyruk ve çılgın olduğunu vurgulamak için eklenmiş olmalı ancak gece karanlıkta tek başına yürüyüşe çıkacak kadar “yürekli” Yasemin nedense Kerim ile birlikte bara gitmez. Yasemin’in kardeşine olan kızgınlığından dolayı soyunma kabininde hiç tanımadığı bir adamla sevişme sahnesi de çok beceriksizce çekilmiş, başarısız bir koreografi. Bir filmde böyle bir cüretkâr sahne olması isteniyorsa çekilmek ve gösterilmek zorundadır yoksa film üzerine güzelleme yazısı yazanların “cüretkâr bir sahne” demesinin yetmeyeceği ve uyduruk Yeşilçam melodramlarından hiçbir farkı olmadığı bilinmelidir.

Ablanın kardeşinin peşinden denize atladığı sahnenin de beceriksizce çekildiğini düşünüyorum. Lale’nin denize atlamasının ardından Yasemin’in de endişeyle suya atladığını gösteren kameranın açısı o kadar kötü ki, iskelenin tam dibinde oldukları açıkça belli oluyor. Yapamayacaklarını bildikleri sahneleri çekmeye çalışmak ve eline yüzüne bulaştırmak ne anlama geliyor, hâlâ anlayamadım. Sevdiği ve değer verdiği insanların ardından nasıl atlanıldığını merak edenlerin Kemal Tahir’in “Sevmek Hakkı” isimli eserini okumasını tavsiye ederim.

Kerim’in yemeğe çağırma teklifini kendisi için kabul ettiğini söyleyemeyen ve ablasına “bütün gün seni sordu” diyen Lale, ablasının kendisine kızdığını demek ki anlamış ve bu kızgınlığının Kerim’le şehre gitmesinden kaynaklandığını sezmiş ama ablasına “hep seni sordu” demesinin anlamı nedir, niçin böyle düşünüyor? Ablasının Kerim’le yatmak istediğini mi düşünüyor? Kendini yaşamın güzelliklerine kapatan ve anneannesinin kıyafetlerini giyip saçını kapatarak cinsellikten kaçtığı iddia edilen Lale, nedense konu Yasemin’in cinsel istekleri olunca her şeyi anlıyor. Bu nasıl bir kaçış, nasıl bir uzaklaşma, anlayamıyorum.

Değil Ege’de, Türkiye’nin en kötü balık lokantasında bile “ne var” sorusuna ‘’kefal’’ diyen birisi olabileceğini düşünemiyorum. Müşterisine kefal öneren bir yerin olabileceği senaryo yazarının kefalden başka balık, kargadan başka kuş bilmemesiyle açıklanabilir. Buradan hareketle tartışmayı diğerini aşağılamak zanneden hiçbir derinliği olmayan karakterlerin konuşmalarına sakin başlaması, bir süre sonra seslerini yükseltmesi ve nihayetinde çığlık çığlığa hakaretlerle sona erdirmesi senaryonun insanlara uzaklığının en bariz göstergesi sayılabilir. Balık deyince kefal anlayan filmin insan deyince çevresinde gördüğü başarısız örneklerden yola çıkmış olması özgün bir yapıya dönüşmesine fırsat tanımıyor. Olgun ve özgün tek bir karakterin olmaması, kadın cinayetleri, kadına ve çocuğa yönelik ciddi politikalar üretilmemesine eleştiri getirmeye çalışılması ise karikatürden ileri gidemiyor.

“Eylemlerde düşünceler, söz aracı olmadan da anlatım bulurlar; buna karşılık sözde ise onlar, konuşan tarafından oluşturulur, dolaylı olarak yine sözün ürünüdür. Aksi halde eğer düşünceler sözün aracılığı olmadan gün ışığına çıkabilselerdi, o zaman konuşanın ödevi ve işlevi neden ibaret olacaktı.” (Aristo, Poetika)

Tuvalete gideceğim diyen Lale’nin, ablası ile Kerim’i baş başa bırakma isteğinde olduğu anlaşılır. Yasemin’i görünce kafasını çeviren utangaç ama kabinin kapısına dayanabilecek kadar cesur adam sahnesindeki acemilik burada da göze çarpar ve Lale’nin klozet kapağını kapatması seyircinin gözüne sokulurcasına gösterilir. Böylece film, göstermesi gereken yerleri seyircinin hayal gücüne bırakarak, seyircinin hayal gücünde kalması gereken yerleri de göstererek, film zevkini katleden boşboğaz bir arkadaş gibi davranıyor.

Alaçatı’da bar işleten Kerim hayli karikatür bir tipleme olmuş. Filme dâhil olmasındaki maksat kızların tesisatçı bulmalarına yardımcı olmaksa, böyle bir zorlamaya gerek yoktu. Kızların evine tornavida istemeye geldiği ilk akşam “kırmızı şarap ister misin” teklifini ikiletmeden kabul ederken, önüne bir tabak yemek konulması karşısında utanıp sıkılıyor ve “zahmet etmeseydiniz” diyor, diyor ama samimi değil. Demiş olmak için diyor. Ülkemizde ilk kez tanışanlar kibarlık olsun diye bu kalıbı kullanırlar, sen de kullanmalısın demişler, o da kullanıyor. Misafirliğe gelmiş bir komşunun veya akrabanın meraklı, sevimli, tombul ve haylaz oğlanı Kerim. Israrla çalan telefon karşısında dayanamayarak “açmayacak mısınız?” diye soruyoyor. Yetişkinlerin dünyasında yeni tanışanların böyle bir cümle kurması düşünülemeyeceğine göre Kerim mutlaka çocuk olmalıdır. Yasemin’in kendisine kur yaptığını anlamasıyla yetişkin bir erkek olduğunu ispatlamaya çalışan ve “kız arkadaşım gelecek” diyen Kerim namuslu, saf, çocuksu ve dürüst erkeklerin de var olduğunu ispatlamak için filme eklenmiş olmalı.

“Engellenmenin hastalık doğurucu bir etkisi vardır çünkü libidonun önüne bir set oluşturarak birikmesine neden olur, böylece kişiyi fiziksel gerilimdeki bu artışa ne kadar katlanabileceği ve bununla uğraşırken hangi yöntemleri benimseyeceği konusunda bir sınava sokar. Gerçek dünyada doyum sürekli engellenmeye uğruyorsa, sağlıklı kalmak için yalnız iki olasılık vardır. İlki ruhsal gerilimi etkin enerjiye dönüştürmektir. Bu durumda gerilim dış dünyaya yönelmeye devam eder ve kaçınılmaz olarak libidonun gerçek doyumundan kopar. İkincisi libidinal doyumdan vazgeçmek, biriken libidoyu yüceltmek ve onu artık erotik olmayan ve engellenmeden kaçan amaçların elde edilmesine yöneltmektir. Bu iki olasılığın insanların yaşamında gerçekleştiriliyor olması mutsuzluğun nevrozla çakışmadığını ve engellenmenin, kurbanının sağlıklı mı kalacağı yoksa hasta mı olacağına tek başına karar vermediğini gösterir.” (Sigmund Freud, Psikopatoloji)

Yasemin gerek kız kardeşi gerekse ailesi tarafından engellendiği düşüncesine sahip olduğu için kaçmıştır, diyebiliriz. Bu hem dışsal (babanın tacizleri, eve erken gelmek zorunda olması, arkadaşlarıyla dolaşmasına izin verilmemesi, küçük kardeşine bakma sorumluluğu) hem de içsel (erkek arkadaşını aldattığı düşüncesi, kendisini taciz eden babaya, yardım göremediği anneye ve bakmak zorunda olduğu için kaçamadığı kardeşine olan nefret) kaynaklı bir engellenme olabilir. Amerika’dan döndükten sonra anne-babanın kısıtlayıcılığının kalkmış olması ancak geçmişte olduğu gibi küçük kardeşine bakmak zorunda olduğunu hissetmesi nevrozunu tetiklemiştir.

“Bir nevrozun başlangıcının en göze çarpan, en kolay fark edilen ve en anlaşılır şekilde ortaya çıkarıcı nedeni, engellenme diye tanımlanabilecek olan dışsal etmende görülebilir. Kişi, sevgi gereksinimini dış dünyadaki gerçek bir nesne tarafından doyurulduğu sürece sağlıklıdır; bu nesne, yerini alacak bir yerine-geçen olmadan kişiden uzaklaşır uzaklaşmaz kişi nevrotikleşir.” (Sigmund Freud, Psikopatoloji)

Yasemin babasının küçük kardeşine yaptıklarını engelleyemediği için kaçıp gittiğini, ölüm haberini almasına karşın dönmemesi, babaya ve babanın yaptıklarını bilen anneye nefreti göstermektedir. Lale’nin anne-babası için “paramparça” oldular derken gülümsemesi bu çözümlemeyi güçlendirmektedir. Belki de baba tarafından ilk olarak tacize uğrayan Yasemin olmuş, babanın davranışı karşısında kaçmaktan başka çıkar yol bulamamış ve kaçmıştır. Yasemin’in gitmesiyle birlikte aynı şeyleri Lale’nin yaşadığı tahmin edilebilir. Bu da ailede ciddi sorunlar yaşandığına ilişkin fikrimizi güçlendirmektedir. Lale, içinde yaşamak istemediği anne-babasının yanında ‘’dayanak bulduğu’’ ablasının gitmesiyle babasının tacizlerine karşı çaresiz, korumasız kalmıştır.

Lale’nin bir olasılık olmaktan ileri gitmeyecek olan olguları abartması, endişeli bekleyiş içine girmesi, hayata kötümser bakmaya başlaması, çokbilmiş geçinmesi, geceleri uyanması, nefes alamıyormuş gibi hissetmesi tecavüzden sonra yaşadığı travmaya bağlanabilir. Ancak çocukluktan ve ailesinden gelen ciddi sorunlarının olması mutlaka irdelenmeye muhtaçtır. Bu ikisini birbirinden ayıramayan film her şeyi birbirine karıştırmıştır.

“Sanatta iki tür yanlış vardır. Biri sanatın kurallarıyla yani estetik ile ilgiliyken diğeri sanatın izleğiyle yani olabilirliğin yanlış değerlendirilmesiyle ilgilidir. Bir sanatçı yanlış, eksik veya hatalı bulduğu kuralları yıkmalı, aşmalı hatta yerine yenilerini koymaya çalışmalı ancak yıkmak ve aşmak istediği kuralları öğrenmekle işe başlamalıdır. İcra ettiği sanatın kurallarını bilmeyen ve bu kurallara göre üretimde bulunan sanatçıların eserlerini taklit etmeye çalışmak en büyük yanlışlıktır. Bir ozan bir şeyi doğru olarak taklit etmek isterse ama yetisizliğinden ötürü bu ereğe ulaşamazsa buradaki yanlış sanatın özüne ilişkin yanlıştır. Buna karşılık ozan konusunu doğru olarak kavrayamaz, olanaksızı betimlemeye çalışırsa o zaman bu yanlış sanatın özüne ilişkin yanlış değildir.” (Aristo, Poetika)

Metaforlar bir imgenin, sözcüğün, kavramın veya varlığın üzerine ideal ya da yüksek bir anlam yüklenmesi anlamına gelir. Gündelik hayatta kullanılan metaforlar rastgele değil insanın uzun tecrübeleri sonucu meydana gelmişlerdir. Geniş kitlelere ulaşabilmek için filmlerdeki kullanımı çok daha basit olmak zorundadır. Özgürlük için kartal, barış için güvercin, kullanılması bilinen örneklerdendir.

Bir toplantıda güvercin uçurduktan birkaç dakika sonra “biz bu güvercinleri barışı simgelediği için uçurduk” demek ne kadar anlamsız ve saçma ise, hemen her Türk filminde karşımıza çıkan “bitse de gitsek” tarzındaki finalde “burada her şey bozuk” sözleri filmin zaten çok kötü olan çizgisini iyice aşağılara çekmiştir. Anlaşılamayacağı düşünülen bir simge kullanılıyorsa en başta değiştirilme yoluna gidilmeliydi. Oysa çok basit hatta saçma bir simge kullanılmasına karşın açıklama yapmak zorunda kalınması seyircinin zekâsına hakaret anlamına gelmektedir.

Bozuk olduğunu belli etmesine karşın tamirciye götürülmeyen araba metaforu üzerinden hayatın da bozuk olduğu vurgulanmaya çalışılmış ama olmamış. Finalde söylenen “triger kayışının sıyırması” Lale’nin de sıyırmış olması anlamına mı geliyor? Tecavüze uğradıktan sonra içine düştüğü psikolojik ‘’sıkıntıları’’ anlatmak için argoda kullanılan “sıyırmak” tabirinin kullanılmış olması ne anlama geliyor? Kadın filmi olduğunu iddia eden ve seyirciyi klişeler, ucuz ve sıradan simgeler, Hollywood taklidi sahneler yağmuruna tutan filmde böyle bir koşutluk kurulmasını basit bir hata olarak mı göreceğiz yoksa bilinçli bir tercih mi? Hata olduğu iddia edilecekse başka nelerin de böyle “hatalı” olduğunun söylenmesi gerekir ancak bu kolay ve ucuz yoldur. Çünkü getirilen her eleştiri “hata” denilerek savuşturulmaya çalışılacaktır. Bilinçli bir tercih ise söyleyecek fazla bir şey kalmıyor zaten, filmimiz tecavüze uğrayan bütün kadınların sıyırmış olduğu vurgusuyla sona eriyor çünkü.

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın diğer film kritikleri için tıklayınız.

altın portakal filmleriaristo - poetikakadına yönelik şiddetKusursuzlar (2013 - Ramin Matin)kusursuzlar (2013)ramin matinsanatlog sinema yazıları
PAYLAŞ

1 Yorum

  1. Hiç böyle bir eleştiri yazısı okumamıştım. Filme giydirmek için her türlü detaya değinen bir yazı olmuş. Yazınız bana çocukça bir nefretin ürünü gibi geldi. Triger kayışı mevzusunu okurken ne kadar derinliksiz bir yazı yazdığınız ortaya apaçık bir şekilde çıkıyor.

Yorum bırakın