Mission: Impossible – Rogue Nation: Arsızlığın Son Noktası
Çıplak elleriyle aşılmaz dağlara tırmanabilen, yakışıklı, karizmatik, cesur, iyilerin dostu, kötülerin düşmanı, kolaylıkla istediği herkesin kılığına girebilen imkânsız görevlerin adamı Ethan Hunt (Tom Cruise) ve yetenekli ekibi, karşılaştıkları en büyük düşman olan Sendika isimli uluslararası bir suç örgütünün kökünü kazımak ve “dünyayı kurtarmak” için bir kez daha harekete geçiyorlar. Daha ilk andan itibaren o kadar çok ve vurgulu bir şekilde IMF sözü kullanılıyor ki, bunu “Uluslararası Para Fonu”nun kısaltması ile karıştırmamak mümkün değil. Hatta “suç örgütünün” adının Sendika olması da bu algıyı güçlendirmeye yardım ediyor. Serinin diğer filmlerinde benzer algının oluşmaması için asgari seviyede kullanılan IMF sözünün, bir çırpıda, bütün filmlerde kullanılanların toplamından daha fazla kullanılır hale gelişi birçok kişiye şaşırtıcı gelmiştir. Niçin “IMF” ve “Sendika” bir filmde düşman olarak karşı karşıya gelmiştir, merak edenler için geçmişe kısa bir yolculuk yapmayı gerekli görüyorum.
Dünyanın yeni bir aydınlanma çağına ihtiyacı olduğuna, bunun “Amerikan çağı” olması gerektiğine ve dünyayı yönetmek için kendilerinin seçilmiş olduklarına inanan Amerikalı yöneticiler, İkinci Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte savaş harcamalarını tazmin edebilmek için yeni pazarlara ihtiyaç duysalar da güvenli bir pazar için öncelikle Avrupa’nın kalkındırılması gerektiğini biliyorlardı. Avrupa’nın “pax americana” yoluyla güvenli hale getirilmesi hedefiyle bir “haçlı seferine” çıktılar ancak benzer iddiaları farklı bir şekilde dile getiren Sovyetleri rakip olarak karşılarında buldular.
“Özgürlük ilkesinin merkezi olan Amerika, büyük okyanusların kendisine sağladığı güvenliğini, ilahi takdirin bir işareti olarak yorumlamayı ve eylemlerine, güvenlik marjı yerine, başka herhangi bir ulus tarafından paylaşılmayan üstün bir ahlaki değer yüklemeyi doğal bulmuştur.” (Henry Kissinger, Diplomasi)
Ne var ki, savaş esnasında Sovyetler Birliği’ne duyulan sevgi bütün dünyaya yayılmış, “Joe Amca” lakabı takılan Stalin bütün Amerikalıların sevgilisi olmuştu. Avrupa’da ve Amerika’da Nazileri durdurmak için olağanüstü bir güçle savaşan Ruslara karşı oluşan sempati, halkların kardeşliğini, ideallerinin ortaklığını ve kültürlerinin benzerliğini öne çıkarıyordu ancak bu durum Batılı liderlerin işini zorlaştırıyordu. Joe Amca efsanesini yıkmak ve Sovyetleri kısa bir sürede yok edebilmek mümkün gözükmediğinden, yeryüzünün, Batı Avrupa’da Amerika için bir küre, Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği için bir küre ve her ikisinin arasında bölünmüş bir Almanya’nın bulunduğu iki nüfuz bölgesine ayrılmasına karar kılındı. Soğuk Savaş’ın nasıl ortaya çıktığı ve kimlerin planladığından çok her iki “gücün” de işine geldiği hatta başta Fransa olmak üzere Avrupa’daki Amerikan karşılığının boyutu göz önüne alındığında Soğuk Savaş’tan en fazla kazanç sağlayanların Amerikalılar olduğu düşünülebilir.
“1950 Nisan tarihli bu belge, Soğuk Savaş stratejisi hakkında Amerika’nın resmi açıklaması olarak kabul edilmiştir. NSC–68, Amerikan Kurucu Babalarının, uluslarının bütün insanlık için bir özgürlük feneri olduğu doktrini, Amerikan Soğuk Savaş felsefesinin iyice içine işlemiştir. John Adams’ın “yabancı ülkelere gidip yok etmek için canavar arama”ya karşı uyarısında ifade edilen Amerikan düşüncesini reddeden NSC-68’i kaleme alanlar, Amerika için bir haçlı sefercisi rolünü seçmişlerdir: “içte ve dışta kendi bütünlüğümüzü koruyabilmemiz, ancak belli başlı değerlerimizin uygulamada doğrulanmasına bağlıdır ve bu da Kremlin’in niyetlerine engel olunması demektir. Bu sözlere göre, Soğuk Savaş’ta amaç düşmanın bizim yanımıza çekilmesidir.” (Henry Kissinger, Diplomasi)
“Hiçbir önlem almadan, yetersiz bir şekilde bir şey olmasını beklememeliyiz ki, bu olacak şeyin de kötü bir şey olacağını sanıyorum. Batılı ülkelerin ellerinde atom bombaları varken ve Komünist Ruslar bu bombaya henüz sahip değilken…” diyerek bir an önce Rusların sınırlandırılması gerektiğini dile getiren Churchill’in öngörüsü haklı çıkmıştır. Küba Devrimi ile “kalbinin hemen altından” yara alan Amerika, Domuzlar Körfezi Çıkarması başarısızlığı, Sovyetlerin uzaya ilk insanı göndermesi ve atom silahına sahip olması üzerine Soğuk Savaş’ta geride kaldığını düşünerek zorunlu yumuşamaya gitmiş ve kültür endüstrisi ürünlerine daha fazla ağırlık vererek “zihinleri ele geçirmenin” yollarını aramaya başlamıştır. Asyalıları, Afrikalıları, Latin Amerikalıları, Yerlileri, Vietnamlıları, Türkleri, Müslümanları kısaca “kendinden olmayanı” kötü ve düşman olarak ilan etmedeki başarısından aldığı güçle harekete geçen Hollywood, Amerikan rüyasını yaşayanların korkularını yenmek üzere komünizme karşı en ön cephede savaşan “ajanlarının” maceralarını beyazperdeye taşımış ve binlerce propaganda filmi çekilmişse de dağıtım imkânlarının kısıtlı olması ve herkesin sinemaya gidememesi üzerine, kitlelere erişebilmek için onlara evlerinin tam ortasından seslenen, kapitalizmin en büyük icadı televizyon devreye sokulmuş ve dizi filmler, reklamlar, kısa filmler, TV filmleri çekilmeye başlanmıştır. Görevimiz Tehlike isimli TV dizisi de bu dönemde çekilen dizilerden yalnızca bir tanesidir.
“Everette Hunt’ın talepleri giderek artıyordu; eski sekreterini istiyordu. New York’ta güvenli bir telefonu bulunan bir ofis istiyordu, en ileri teknoloji ürünü ses kaydediciler istiyordu. Kızıl bir peruk, ses değiştiren bir alet, sahte kimliklerle dolu bir çanta servis tarafından kendisine verilmişti.” (Tim Weiner, Küllerin Mirası)
Yetenekli olmayı ukalalıkla, ekip çalışmasını saygısızla karıştıran, sürekli sakız çiğneyen ve her fırsatta arkadaşlarından rol çalan Tom Cruise’un ilk filmde ortaya koyduğu tipleme o kadar itici bulunmuştur ki devam filmlerinde yer verilmemiştir. Bütün filmler hâlâ onun üzerine inşa ediliyor olsa da olgun, ağırbaşlı, arkadaşlarına saygı duyan ve ekip çalışmasına katılan bir ajana dönüşen Ethan Hunt karakterinin Everette Howard Hunt isminden hareketle oluşturulduğunu düşünüyorum. Kendini tanıyanlar tarafından “eşsiz bir karakter, tamamen kendine odaklanmış, tamamen ahlaksız ve hem kendisi hem de etrafındakiler için tam bir tehlike kaynağı” olarak nitelendirilen Hunt’ın, Başkan olmak üzere üst düzey yöneticilerle doğrudan irtibat kurduğu ve “istediklerini yerine getirmesi için kayıtsız şartsız yetkisinin olduğu” anlatılmıştır.
“Soğuk Savaş’ın doruğa çıktığı bir sırada Birleşik Amerika, Batı Avrupa’da gizli bir kültürel propaganda programına büyük miktarlarda para ayırmıştı. Bu programın ana özelliği, böyle bir programın olmadığı iddiasıydı. CIA bu programı büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Başarısının doruğa ulaştığı günlerde otuz beş ülkede bürosu vardı, onlarca personel çalıştırıyor, yirminin üzerinde saygın dergi yayımlıyor, resim sergileri açıyordu, bir haber ve film servisine sahipti, tanınmış kişilerin katıldığı uluslararası toplantılar düzenliyor, müzisyenlere ve ressamlara ödüller dağıtıyor, konser ve sergi olanakları sağlıyordu. Tek amaç, uzun zamandır Marksizme ve komünizme yakınlık duyan Batı Avrupa aydınlarını yavaş yavaş “Amerikan tarzına” daha yakın bir bakış açısına ısındırmaktı.” (Frances S. Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı)
Bu programın başındaki kişilerden biri de Michael Josselson isimli bir askerdi. Estonya’da 1908 yılında Yahudi bir kereste tüccarının oğlu olarak doğmuş, 1917 Devrimi’nden sonra diğer Yahudilerle birlikte Baltık ülkelerine ve ardından Berlin’e gelmişti. Ailesinden birçok kimse Bolşevikler tarafından öldürüldüğü için ülkesine dönemiyordu. 1936 yılında Amerika’ya göç ederek Amerikan vatandaşı oldu. 1946’da terhis olmasına karşın Berlin’de kalıp Amerikan Askeri Yönetimi’nin Kültür İşleri Görevlisi olarak, daha sonra Dışişleri Bakanlığı’nın ve ABD Yüksek Komiserliği’nin Kamu Hizmetleri görevlisi olarak çalışan ve Amerikan işgal gücünün subay kadrosu içinde değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek biri olan Josselson başına gelen her şeye karşın “Sovyetler’e karşı hiçbir düşmanlık duymadığını, daha sonraki “siyasal gelişmeler” neticesinde düşmanlık hissetmeye başladığını” yazmıştır. Siyasal gelişmelerden kasıt Soğuk Savaş olmalıdır. Bu da Soğuk Savaş’tan ve Sovyet düşmanlığından en fazla yararlananların kimler olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
“Sovyetler direnmeseydi Nazizm, İngiltere de içinde olmak üzere bütün Avrupa’ya yayılacaktı ve Birleşik Amerika en iyi olasılıkla ya tam bir yalıtılmışlığa teslim olacaktı ya da en kötü olasılıkla faşizme teslim bayrağı çekecekti -ya da ben öyle düşünüyorum. Bu bakımdan savaş sonrası birden Sovyet aleyhtarı kesilmek büyük bir alçaklıktı” diyen Arthur Miller’a göre Almanların yeni dostlar, kurtarıcı Rusların ise düşman olması “çok iğrenç” bir durumdu. “Daha sonraki yıllarda düşündüm de, böyle 180 derecelik bir dönüş yapmak, “iyi ve kötü” etiketlerini bir ulusun göğsünden söküp alarak ötekinin göğsüne iliştirmek, varsayımsal olarak bile ahlaklı bir dünya düşüncesinin kökünün kurumasında rol oynadı gibi geldi bana. Dünkü dostumuz çarçabuk bugünkü düşmanımız olabiliyorsa, iyi ile kötünün nasıl derinlikli bir gerçeği olabilir?” (Frances S. Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı)
Emperyalist Batı karşısında Türkiye ile Sovyetler Birliği, 1921’de bir Dostluk Antlaşması imzalayarak, birbirlerinin ulusal birlik ve bağımsızlıklarını tanıyarak Sevr gibi zorla imzalattırılan antlaşmaları tanımayacaklarını bütün dünyaya ilan etmişlerdir. 1939 yılına kadar Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında Türk ve Sovyet bayraklarının sokaklara beraber asıldığını yazan ve Atatürk zamanında kurulan Türk-Rus dostluğunun Milli Şef döneminde bozulduğunu söyleyen Niyazi Berkes, savaşın sona ermesiyle birlikte göstermelik demokrasi ve çok partili yaşam adımlarının atılması sırasında, olmayan Sovyet korkusu yaratıldığını iddia etmektedir.
Geçmişten gelen Rus düşmanlığını Soğuk Savaş politikaları ile harmanlayan Hollywood bu savaşın belirleyicilerinden olmuştur. İzlediğim filmler etkisiyle olsa gerek henüz küçük bir çocukken Ruslardan çok korktuğumu hatırlıyorum. Ülkemizi işgal etmek için fırsat kolladıklarını düşünür ancak güler yüzlü, en zorlu şartlarda bile espri yapabilen, merhametli, korkusuz ve zor durumdakilere yardım eli uzatan Amerikan ve İngiliz askerlerinin acımasız, aksi, kaba, kürk şapkalı, çirkin ve asık suratlı Ruslara karşı yardımımıza geleceğini “bilir” ve korkumu yenerdim. Bir çocuk olarak ben, bu filmlerden ve televizyondan etkilenerek komşumuzdan korkup, binlerce kilometre uzaktaki “müttefiklerimizin” bizler için canlarını tehlikeye atacağını düşünecek kadar etkilenmişsem ve bunun farkına ancak yıllar sonra varmışsam Hollywood’un ne kadar başarılı olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Benzer şekilde etkilenen ve ancak bu etkinin farkında olmayan milyonlarca insanın yaşamakta olduğu açık ve seçik bir biçimde ortadadır. Kapitalizm kitlelerin alışkanlıklarını değiştirmeden düşüncelerinin değiştirilmesine yönelik muazzam işler yapmaktadır. En etkili propaganda tarzı, kişinin inandığını zannettiği nedenler yüzünden, sizin arzu ettiğiniz yönde hareket etmesi değil midir? Yaşamak ve rahat uyumak isteyen insanlar, istedikleri için aldanırlar ve bu aldanış içerisinde yaşayanlar, gerçeklerin kendilerine hatırlatılmasını istemezler. Genellikle “kendi çıkarlarını vatanın menfaatlerinden üstün tutan bu alçaklar” Engels tarafından “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler” diyerek tanımlanmıştır. Seksi ve “eğlenceyi” hayatının merkezine yerleştiren –ki günümüzdeki duygusuz, sevgisiz ve her gece farklı birisiyle yaşanan cinselliğin mezbahalardaki ölü bedenlerin birbirine temas etmesinden hiçbir farkı olmadığı, tatminin asla gerçekleşmediği zaten dile getirilmiştir- kalemini birtakım “vakıflara” satarak fitne ateşini körükleyen yazılar yazmayı eleştiri zanneden ve vatanın parçalanmasından zevk duyan beyni içkiden uyuşmuş kitlenin “yaşadıkları” dışında bir şey düşünmesini beklemek hayaldir.
Serinin filmlerinin hiçbiri Amerikan topraklarında geçmiyor. Bir filmde doğrudan Pentagon’a bağlı olduğu söylenen IMF’nin, kapitalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapması için kurulmuş olduğu çok açıktır. Hiçbir kurala, kısıtlamaya tabi değildir ve o kadar gizlidir ki, yakalandıklarında yaptıkları her şey kolayca inkâr edilebilir. Bu kural tanımazlık, filmde CIA direktörü tarafından “modası geçmiş, başıboş, şeffaflığı, gözetimi olmayan” sözleriyle eleştirilmektedir ki asıl ironi budur. Aşağıdaki metin IMF ve benzeri teşkilatların nasıl kurulmuş olduğuna açıklık getirmektedir.
“19 Aralık 1947’de Truman’ın Ulusal Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı bir kararnameyle –NSC 4A- George Kennan’ın siyasal felsefesi yasal yetkiye kavuşmuş oldu. NSC-4A gizli operasyonlara izin veren ilk resmi yetki belgesi oldu. Büyük bir gizlilik içinde hazırlanmış olan bu kararnamelerde “Amerika’nın güvenlik anlayışının sınırları, temelde Amerika’nın kendi suretinde bir dünya yaratmasını gerekli kılacak kadar” genişletilmişti. “Birleşik Amerika’nın ve öteki Batılı güçlerin amaçlarını ve eylemlerini karalamak ve boşa çıkarmak için” Sovyetler Birliği ve onun uydusu olan ülkelerin şeytanca bir gizli eylem programı başlattıkları “inancından” yola çıkılarak hazırlanan bu kararnameler hükümete her türlü gizli operasyon yetkisi veriyordu. “Doğrudan önleyici eylemlerde bulunma, bu amaçla propaganda, ekonomik savaş, sabotaj, tahrip, düşman yönetimleri devirmek, bu amaçla yeraltı direnişçilerine, hareketlerine, gerillalara, özgürlükçü sığınmacı gruplara destek vermek” bu eylemlerden birkaçıydı. Ancak bütün bu eylemler “öyle bir şekilde planlanmalı ve uygulamaya konmalıdır ki, Birleşik Amerika hükümetinin bu eylemlerdeki sorumluluğunu yetkisiz kişiler açıkça göremesin, gören olursa da Birleşik Amerika hükümeti bunu inandırıcı bir şekilde reddedebilsin.” (Frances S. Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı)
Senato’ya hesap verirken gösterilen IMF’in küresel güvenliğe katkısının inkâr edilmezliği vurgulansa da, sonuçların şans eseri olduğunun görmezden gelinemeyeceği hatırlatılıyor ve IMF’nin şansını kaybettiği söyleniyor. CIA’nın bile bilmediği Sendika isimli örgütün IMF tarafından biliniyor olması ekonomik yönünü ortaya koyuyor. Ancak CIA direktörü IMF’nin hem kundakçılık hem de itfaiyecilik yaptığını ve yerini sağlamlaştırması için uydurduğu bir örgüt olduğunu iddia ediyor.
Kahramanın yüzüne söylenen ancak söyleyenin kimliğinden hareketle kolaylıkla çürütülebilecek hiçbir derinliğe sahip olmayan bu sözler gerçek bir eleştiriden çok “edinilmiş öfke”’ kavramı içerisinde değerlendirilmelidir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin arkasına yaslandığı koltuğunda, büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inandırılmasıdır. Seyircinin filmin ortasında bir arınma (katharsis) yaşayarak finalde daha büyük bir kandırmacanın içine düşmesine yol açan edinilmiş öfke söylemleri Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kendini filmin kahramanı ile özdeşleştiren ve önceden koşullandırılmış seyirci kendi yerine eleştiri yapıldığını görerek mutlu olacaktır.
Sendika’yı İngilizlerin kurduğunun hatta İngiliz başbakanının kaçırılmasına cüret edilmesinin hayli manidar olduğunu düşünüyorum. “Bizim dostlarımız yoktur, çıkarlarımız vardır” diyen İngilizlerin kendi silahlarıyla vuruluyor olmasının anlamı nedir acaba? İngilizler başta olmak üzere Avrupalıların izlediği emperyalist yaklaşım; Darwin’in “güçlü olanın ayakta kalacağı”, Kipling’in “beyaz adamın yükü” ve hayırseverlik ilkelerine dayandırılarak temellendirilmiştir. Kendi çıkarlarını gizleyerek bu politikayı savunanlar, “kendilerini yönetmekten aciz durumdaki ilkel halkların” uygar ve Hristiyan hale getirilmesi için yola çıktıklarını iddia ediyorlardı. Böylece ülkelerin işgal edilmesi, halkların sömürülmesi, keyfi uygulamalar, vahşi cinayetler, hırsızlık ve talan meşru hale getirilmiş oluyordu. Nasıl CIA yöneticisi, Senato’ya hesap verirken “daha yüce bir amaç uğruna” IMF’i kötülüyor ve yeminli olduğu halde yalan söyleyebiliyorsa -ki Church Komitesin’de ajanların doğruları söylemesinin ülkenin istihbarat yeteneğini zafiyete uğrattığı ilk filmde işlenmiştir- filmin genelinde de aynı “yüce amaç” uğruna İngilizlerin kötülenmesinde bir sakınca görülmüyor. Bu göndermelerden rahatsızlık duyulmadığını ve güncel İngiliz-Amerikan ilişkilerinde bir sorun olmadığını bildiğimize göre buradaki bütün “İngiliz” göndermelerinin yerine Alman ibaresinin konması gerektiğini düşünüyorum.
Almanya’nın “yenilenebilir” enerji gücünü gösteren rüzgâr türbinlerinin birer birer çökmesi ve Amerikan ajanlarının, Alman ağır sanayisini simgeleyen fabrika bacalarının suya düşen siluetine basarak “parçalaması” bu şekilde anlam kazanmaktadır. Şansölyenin öldürülmesi ve Ilsa Faust isimli ajanın varlığı geçmişteki büyük paylaşım savaşları ile kendisine rakip olarak görmediği Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip bir üye iken kendisinin kenarda kalmasına daha fazla katlanamayan, Avrupa Birliği’nin resmi dillerinden birinin Almanca olması için çaba gösteren, ekonomik olarak Avrupa Birliği üzerine hegemonya kuran, Ortadoğu’da yeniden aktif hale gelen, Alman birliği hayalini asla unutmayan, artık kabına sığmakta zorlanan ve bir dünya gücü olmak isteyen Almanların yeni bir savaş peşinde olduklarına vurgudur. Serinin son filminde de İngiliz emperyalizminin simge isimlerinden Kipling’e yer verilmesi, Amerikan-İngiliz karşıtı hareketlerin dizginlenmesine yönelik olarak görülmeli ve eski İngiliz Başbakanlarından Margaret Thatcher’in “Her kim ki dünyadaki Anglo-Sakson egemenliğine kafa tutmaya kalkar, onların alnını karışlarım” sözleri unutulmamalıdır.
Almanya’da rüzgâr türbinlerinin dibinde ve Fas’ta karşılaşılan koyun sürüleri Almanların İslam ülkeleri üzerindeki etkisini ifade ederken, Hollywood’un Müslümanlar için yeni bir simge kullanmaya başladığının göstergesi sayılabilir. Ayrıca ezan okunurken ilkel ve pis yerlerin gösterilmesi, “4×4” olduğu ısrarla vurgulanan cipin yanından geçerken ekrana sıkıştırılan sarıklı adamın at arabası teknoloji ve gelişmişlik düzeyine yapılan vurgulardan bir kaçıdır. IMF ajanlarına verilen ve serinin alamet-i farikası sayılan “bu mesaj beş saniye içerisinde kendi kendini imha edecektir” kaydının yer aldığı cihazlar hep başarıyla kendi kendini imha etmişken, Rusya’daki cihazın “yumruklamadan” çalışmaması da benzer şekilde değerlendirilmelidir.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Müslümanlar öyle büyük bir Alman propagandasına maruz kalmışlardı ki Alman İmparatoru II. Wilhelm’den “İslam’ın dostu ve koruyucusu Wilhelm” diye söz ediliyor ve çok kişi buna inanıyordu. Hâlâ inanan ahmaklar olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, bu tür bir “koruyuculuk” Kur’an’a aykırı olduğundan, İmparatorun sünnet olduğu, gizlice Müslümanlığa geçtiği –gizli Müslümanlık kavramını hiç anlamadığımı söylemeliyim. Allah’tan başkasına “kul” olmayacağını ifade eden bir Müslüman niçin “gizli” kalmayı tercih eder? Yıllarca Prens Charles’tan tutun da Papa’ya hatta günümüzdeki Amerikan Başkanına kadar birçok ismin gizli Müslüman olduğu söylenmiştir. Bu “gizli” ibaresinin de bir propaganda aracı olduğu ve bundan kazanç sağlandığı bilinmelidir- ve “hacı” olduğu iddia edilerek bu sorun aşılmaya çalışılıyordu. II. Wilhelm’in hacılığı uydurma olsa da, sömürge yarışına geç katılan Alman İmparatoru, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya düşman kendi güdümünde bir İslam Birliği kurulabilmesi için bu oyunu oynamaktan hatta Osmanlı mareşal üniforması giyerek dolaşmaktan çekinmiyordu. Bu orantısız Alman hayranlığı ülkemize Birinci Dünya Savaşı’nda II. Wilhelm bıyığını, İkinci Dünya Savaşı’nda ise Hitler bıyığını hediye etmiştir. Artık bıyık bırakmak moda olmadığı için günümüzdeki Alman hayranları ise etek giymeyi tercih edeceklerdir, düşüncesindeyim.
Bütün filmlerde ihanet eden üst düzey yöneticileri ortaya çıkarmak için mücadele edilmesi, ajanlar arasındaki güvensizlik, rüşvet, cinayet, kandırma ve görevi kötüye kullanmanın işlenmesi, sisteme sızan komünist sempatizanların er geç yok edileceğine işaret eder. 1975 yılında ABD Senatosu’nda gizli servis faaliyetlerini araştıran ve kamuoyunda başkanı Frank Church’den dolayı ‘Church Komitesi’ olarak bilinen kurulun raporuna göre; komünistlere sempati duyduğu düşünülen Dominik Cumhuriyeti Devlet Başkanı Rafael Trujillo’nun bir suikast sonucu öldürüldüğü, Kongo Başbakanı Patrice Lumumba’nın Sovyetler Birliği ile işbirliği politikaları izlemeye başlaması yüzünden darbe ile iktidardan uzaklaştırıldığı ve ardından öldürüldüğü, Küba lideri Fidel Castro’ya çeşitli suikast girişimi ve darbe planları yapıldığı, Şili’de, sosyalist Salvador Allende yönetimini devirmek için yürürlüğe konan darbe neticesinde on binlerce Şili vatandaşının öldürüldüğü gibi birçok örtülü operasyon açığa çıkmıştır. Church Komitesi’nin gizli operasyonlar dosyasına el koymak suretiyle “ülkenin istihbarat yeteneğini yokettiği” daha ilk filmde “şeytanla el sıkışmak” olarak işlenmiş ve Amerikan gençlerinin ölümüne yol açan hainlerin yok edileceği açıkça vurgulanmıştır. Church Komitesi gibi benzer “sorunlarla” bir daha karşılaşmamak için “gerekli yalan” kavramı icat edilmiş ve başarıyla uygulandığı serinin son filminde gösterilmiştir. CIA direktörünün Senato’ya açıkça yalan söylemesi ve kendini Senato’nun üzerinde görmesi ancak böyle anlaşılabilir.
Amerika’nın savaş sonrası diplomasisinde “gerekli yalan” kavramını ilk kez ortaya atan kişi George Kennan olmuştur. “Komünistler”, demiştir, “Avrupa’da çok güçlüler, hiç utanmadan, büyük bir ustalıkla söyledikleri yalanlar sayesinde, bize göre çok güçlü durumdalar. Bize karşı gerçek dışı, akıl dışı şeyleri silah olarak kullanıyorlar. Onların yalanlarına karşı biz akılcılık, doğruculuk, dürüstlük, iyi niyetli ekonomik yardım silahlarını kullandığımız sürece savaşı kazanabilir miyiz?” diyerek Amerika’nın kendi amaçlarını kabul ettirmek istiyorsa yeni bir dönemi, gizli savaş dönemini kucaklaması gerektiğini iddia etmiştir.
Amerikan Başkanlarından John F. Kennedy’nin 1961 yılında Izvestia Gazetesi’nde yayımlanan “Birleşik Devletler, her halkın istediği türde bir hükümeti özgürce seçme hakkı olduğu fikrini destekliyor” sözlerinden seçilmiş hükümetin “Marksist” de olabileceği anlamı çıkarılıyordu. Amerikan Başkanı Marksist olsa dahi seçilmiş bir rejime saygı duyacağını ilan etmiş olsa da Amerikan siyasetinin en etkili kişilerden Henry Kissinger “İnsanları sorumsuz olduğu için bir ülkenin Marksizme yönelmesine izin vermemiz için bir neden göremiyorum” diyerek “gizli” yapıların buna asla izin vermeyeceğini açıklamıştır.
Marksizmin, kapitalizmi komünist aşamasının zorunlu önkoşulu olarak kabul etmesi, Batı’nın gelişim çizgisi dışında bir yol ortaya koyamaması ve bir sapma olduğunu ilan etmemesi kapitalizmi meşru hale getirmiştir. Slogan solcularının yeryüzündeki her şeyi, feodalite yıkılacak, sermaye birikecek, kapitalizm gelişecek, işçi sınıfı ortaya çıkacak, aydınlar işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürecek, işçi sınıfı bilinçlenecek ve ardından komünizm gelecek, diyerek açıklamaları ve başarısızlıklarını kendi yanlışlarından çok kapitalizmin gelişmemesine bağlamaları Marks’ın kemiklerini sızlatacak kadar acı vericidir.
Diyalektik yöntem, gerçekliğin ancak her yönüyle algılanması ile görünür olabileceğini, kendi içinde sürekli etkileşim içinde olan ve sürekli çelişkiler üreten bütünün (insan, insan ile doğa, insan ile insan, insan ile toplum vb.) sürekli değiştiğini öngörür. Gerçeklik sürekli değişirken, insana ait her ne varsa bu değişim içerisinde değer ve anlam bulurken kuramsal yapı da sürekli yeniden üretilir. Böyle olunca sömürülen ve artı değeri çalınan insanın sömürücülerle olan savaşına son verecek olanaklar da sürekli değişir.
“Rus devriminin şekil ve zaman olarak Manifesto’nun ilkelerine uygun olduğunu söylemek tutarsızlık değildir. Şu gerçek pek sık gözden kaçırılmaktadır; 1880’ler ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Çarlar İmparatorluğunda kapitalizm inanılmaz bir hızla gelişmiş bulunuyordu. 1917’de Rusya genel olarak hâlâ geri bir ülkeydi ama Avrupa’nın en büyük fabrikalarından bazılarına ve sayıca, örgütlenme düzeyi ve önderlik bakımından son otuz yılların ürünü olan bir işçi sınıfına sahipti. Kapitalizm muhakkak ki, 1917 Rusya’sında, 1848 Almanya’sından çok daha fazla gelişmişti. Açıkça görülüyor ki, Marks ve Engels’in 1848’de aşırı bir iyimserlikle Almanya için umdukları, aslında yetmiş yıl sonra Rusya’da gerçekleşmiştir. Bu demektir ki Rusya Manifesto’nun teorisine göre mantıklı bir başlangıç noktasıydı.” (Paul Sweezy, Manifesto’nun Tarihsel Önemi)
“Atom enerjisinin kullanılmasının insanlığın ve toplumun yazgısını kökten değiştireceği çok açık. Ayrıca bununla Marksizmin sonunun geleceğine de kuvvetle inanıyorum, sanayi devrimi nasıl Marksist kuramlar için gerekli tabanı sağladıysa, bu da insanlık için yeni bir felsefi ve toplumsal taban sağlayacaktır” diyen Michael Josselson bir kuramcı değilken bile değişiklikleri idrak edebiliyorken diyalektiği hayatın merkezinde tuttuğunu söyleyenlerin yeni hiçbir teori geliştiremeyerek ve hiçbir şey olmamış gibi 150 yıl öncesinde donup kalmaları nasıl izah edilebilir? Böyle sığ yorumların yapıldığı bir dünyada Fukuyama gibilerin “tarihin sonunu” ilan etmesinden doğal ne olabilir?
Dinin kitlelerin uyuşturulması için afyon olarak kullanıldığını iddia eden Sovyet sistemi yaşayan kuşaklar üzerine kurduğu baskı ile vaat edilen bir gelecek uğruna kitlelerden fedakârlık istemiştir. Bunun herhangi bir dini dogmadan ne farkı olduğu konusu büyük bir gizemdir. Birçok aşağılık uygulamaya yer veren, muhalifleri yok eden, eleştiriyi yasaklayan, kitlesel işkence, katliam ve ölümlere yol açan neyin halk için neyin iktidarın sağlamlaştırılması için yapıldığının birbirine karışması sonucu Sovyet sistemi kitleler nezdindeki tüm itibarını yitirmiş ve çökmüştür. Bu yanlışlar zinciri günümüzdeki sömürünün artmasının en önemli sebeplerinden biri olmuştur.
Gelişmiş ülkelerde niçin devrim olmadığını hatta kapitalizmin derinleşerek yerleştiğini, devrimlerin niçin “kapitalist olmayan” ülkelerde gerçekleştiğini açıklamak yerine insan aklıyla alay edercesine Marks’ın Manifesto’yu kaleme aldığı dönemdeki en gelişmiş kapitalist ülkesi İngiltere’nin seviyesine yetmiş yıl sonra bile ulaşamamış Rusya’da “devrim” yapılmış olmasının “doğal” olduğunu iddia etmek Marks’ın “sömürüldüğünün” en net kanıtıdır. Böylesi sığ fikirleri ortaya atmak “şeyh uçmaz, mürid uçurur” sözünü doğrulamaktan başka bir şey değildir. Tarihsel olarak sosyalizmin, kapitalizmin kaçınılmaz bir aşaması olduğu “ilan edildiği” halde en gelişmiş kapitalist ülkelerin 150 yıldır niçin komünizme geçememiş olduğunu izah etmektense, “burjuvazi dini ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayâsız, dolaysız, gaddar sömürüyü geçirmiştir” diyen Marks’a nazire yaparcasına, iktidarda kalabilmek için burjuvazinin yöntemlerini uygulayan Sovyet sistemindeki sömürüyü örtbas etme yarışına girenler, “bilimsel sosyalizmin” ilkelerini ortaya koyan Marks’ı bir peygambere, eleştirilerini birer dogmaya dönüştürerek anlamsız hale getirmiş ve teoriyi hurafeyle destekleme yoluna gitmişlerdir. Böylece Kissinger ve onun gibi düşünenlerin çaba harcamasına gerek kalmamıştır. Bunların kim olduğunu merak edenler için yazıyorum; bunlar bu yazıdan Marks düşmanlığı çıkaracak olan ahmaklardır.
İyi yazılmış ancak harcanan senaryoların ve iyi başlayan ancak kötü biten filmlerin yönetmeni Brian de Palma, ilk filmin yönetmenliğini yapıyor. Çatlak, yobaz, kafayı dinle bozmuş kaçıkların ruh halini yansıtan filmlerin yönetmeni De Palma, takıntısından kurtulamayarak filmde kullanılan şifreleri İncil’den seçiyor. İnsanlar nasıl bir araya gelip nasıl dağılıyorlar belli değil, konu bütünlüğü yok… İlk film olduğu için “Para Fonu” ile karıştırılmaması için IMF kelimesi sadece birkaç kez geçiyor. Uzatılmış, gereksiz ve uyduruk aksiyon sahnelerinin olduğu, amaçsız, sırtını dizinin bilinirliğine dayayarak ekmeğini yiyen bir filmle başlayan serinin ikinci filmi John Woo’ya emanet edilmiş. Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapıları gibi çatışma sahnelerinin arasında uçuşan güvercinler olmasa filmin yönetmeninin John Woo olduğunu anlamak nerdeyse imkânsız. Seyirciyi şaşırtmak istercesine ilk yarısı aşırı durgun geçen ve Bond özentiliğinin filmin her yanına sindiği bir film ortaya çıkmış.
Üçüncü filmin yönetmeni J.J. Abrams, kötü adamlarla işbirliği yaparak hükümetlerini kandıran işbirlikçi ajanları anlatırken seriye, serinin kaldırabileceğinin üzerinde aksiyonu, kaçma kovalamayı getirmiş, parçalanan arabalar, havaya uçurulan köprüler, mermi yığınları ve kana boğmuş. Dördüncü film Brad Bird tarafından yönetilmiş ve serinin en iyi filmi ortaya çıkmışken, son film Tom Cruise ile birçok filmde çalışmış Christopher McQuarrie’a emanet edilmiş. Son filmin dünya çapında büyük başarı elde etmiş olması, altıncı filmde de aynı yönetmeni göreceğimizi düşündürmektedir.
Biriyle yatıp yalan söylemenin kadının doğasına ilişkin” olduğunun iddia edilmesi ve “kadınlar maymun gibidir, bir sonraki dalı tutmadan, ellerindekini bırakmazlar” sözleri serinin ikinci filminin Hollywood’un son zamanlarda çektiği en kadın düşmanı film olmasına yol açıyor. Tom Cruise’un senaryoya müdahale ettiğini ve bu sözleri, o sıralarda boşanmak üzere olduğu eşi Nicole Kidman için eklettiğini tahmin etmek çok zor değil. Komünizmin dine ve aileye değer vermediğini göstermek için Hollywood, aileye ve dini bir sembol olarak haç’a aşırı vurgu yapar. Burada da Tom Cruise aileye ve evliliğe aşırı vurgu yaparak hem komünizm eleştirisi yaparken hem de Nicole Kidman’a gönderme yaparak bir taşla iki kuş vurmuş oluyor.
Serinin tüm filmlerinde sürekli 20 saat, 10 saat, 7 dakika, 3 dakika, 48 saniye, 6 saniye gibi geri sayımlarla zamana karşı yarış olduğu göze çarpıyor. Kapitalizmin hızla eşitlendiği bir dünyada kapitalizmin bekçiliğini yapan filmin insanları zamana karşı yarıştırmaya ve hıza alıştırmaya çalıştırması doğal değil midir? Bir işadamının yıllar önce Zincirlikuyu Mezarlığının girişinde bulunan “Her canlı ölümü tadacaktır” ayetinden rahatsız olduğu bilinince, kapitalizm ve hız birlikteliği anlam kazanıyor. Sürekli tüketimi aşılayan zihniyet ölümü unutturma peşindedir. Öleceğini ve hiçbir şeyi yanında götüremeyeceğini bilen insan, yaşamını tüketmekle değil haysiyetli davranmakla, komşusu aç iken israf etmemekle, milyarlarca insan içecek su dahi bulamazken lüks içinde yaşamamakla yükümlüdür. Kapitalizmde daha fazla malın tükettirilmesine yönelik ilkelerden biri, malların hızla eski hale getirilip gözden düşürülmesidir. Yeni ürünlerin ortaya çıkmasıyla birlikte diğerlerinin sıradan, bayağı, ilkel, işe yaramaz, modası geçmiş ve eski görünmesi, hâlâ bu ürünleri kullanmaya devam edenlerin eski kafalı olduğunu gösterecek etki yaratılır. Yapay ihtiyaçların sürekli olarak üretildiği ve tüketicilere dayatıldığı tüketim toplumunun kültüründe, eğer diğerleri gibi tüketmiyorsa bireyin kendisini kültürel olarak alçalttığını veya itibarını kaybettiğini hissedeceği yapay bir durum yaratılır. Kişinin saygınlığını ve konumunu koruması için, piyasanın sunduğu değişimlerin gerisinde kalmaması gerekir. Neredeyse her gün yeni bir modelin piyasaya sürüldüğü akıllı telefon satışları ve insanların tavırları bu duruma iyi bir örnektir. Ayrıca yerde bulanın öpüp başına koyduğu ekmek israfı ise inanılmaz boyutlardadır. Ve tüm bu “israf” kapitalizm tarafından teşvik edilmektedir.
Kapitalizm insanların durup düşünmesine fırsat vermeyecek şekilde nefes nefese koşturmak için çalışmakta ve kültür endüstrisi ürünleriyle insanları ikna etmektedir. Çünkü kapitalizm hızlandıkça, insanlar da hızlı yaşamak zorunda ve hızlı yaşam, daha çok çalışmak ve daha çok tüketmek demektir. Ortalama insan ömrü uzamasına karşın çalışma saatlerini, trafikte, televizyon karşısında, bilgisayar karşısında harcanan saatleri düşündüğümüzde kapitalizmin daha fazlasını geri aldığı görülmektedir.
Ülkemizde, bankalarda 1 milyon liranın üstünde parası olanların sayısının yüz bin kişiye yaklaştığı ve açılmış tüm hesapların yarısını bu kişilerin oluşturduğu geçtiğimiz günlerde gazetelerde yer almıştı. Maaş hesapları, askerlik sebebiyle açılan hesaplar, memur ve emeklilerin hesapları, öğrenci hesapları, çiftçilerin hesapları gibi zorunlu açılan hesaplar çıkarıldığında, geride fazla bir hesap kalmadığı ve bankaya para yatıracak 1 milyon liranın altında parası olan kimsenin olmadığı görülüyor. Ülkenin yüzde birinin, ülkenin servetinin yarısından fazlasına hükmetmesine yol açan kapitalizm bunu utanılacak bir şey değil gurur duyulacak, özenilecek bir şeymiş gibi anlatan sisteme verilen addır.
Türkiye’ye teslim edilmek üzere üretilen ve test uçuşunda düşerek dört kişinin ölümüne sebep olan A400M uçağının imajını düzeltmek için kazanın üzerinden çok kısa bir süre geçmişken dünya çapında izleneceği bilinen popüler bir filmde kullanılması ve Tom Cruise’un tehlikeli uçak sahnelerinde dublör kullanmayarak bütün dikkatleri üzerine çekmesinin ne anlama geldiğini seyircinin takdirine bırakıyorum.
İngilizcede polis dilinde “suçlu” anlamında kullanılan “rogue” hırsız, serseri, sıra dışı, yoldan çıkmış gibi anlamlara da gelmektedir. “Rogue state” kavramı Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası ilişkilere soktuğu bir deyim… Genel olarak “otoriter, insan haklarına riayet etmeyen, terörizme destek veren ve kitle imha silahlarının kullanılmasını yaygınlaştıran” ülkeler için Amerikan hükümetince kullanılmaya başlanması üzere dilimize “Haydut Devlet” olarak çevrilmiştir. Filmin isminin “rogue nation” olarak belirlenmiş olması ve IMF-Sendika savaşını gündeme taşıması “daha yüce bir amaç uğruna” çalışıldığının göstergesi oluyor. Bir sahnede IMF’nin Kremlin’e sızmadan önceki ve sızdıktan sonraki hali gösteriliyor ki, kapitalizmin ülkeleri nasıl perişan ettiği bundan daha iyi gösterilemezdi. Günümüzde şartlar değişmiş, ülkeler IMF ile ilişkilerini bitirmeye başlamışlardır. Filmin tam da bu dönemde çekilmiş olması ve gözdağı verircesine her yeri havaya uçurmaları manidar değil midir?
“Muazzam borçları yüzünden uzun zamandır Washington’a bağlanmış olan Brezilya, IMF ile yeni bir anlaşmaya girmeyi reddetmektedir. Aynı şey IMF’in eski “model öğrencisi” Arjantin için de geçerlidir. Başkan Nestor Kirchner 2024 yılında “IMF ile anlaşma yapmaktansa cehennemde yer ararız kendimize” demiştir. Sonuç olarak 1980’lerde ve 1990’larda müthiş bir güce sahip IMF kıtada bir güç değildir artık. Latin Amerika 2024 yılında IMF’in toplam kredi portföyünün yüzde 80’ini oluşturuyordu. 2024’ye gelindiğinde kıta sadece yüzde 1’lik bir oran gösteriyordu. IMF’in dünya çapındaki kredi portföyü üç yıl içinde 81 milyar dolardan 12 milyar dolara gerilemiştir. Krizlerin kazanç yaratma fırsatları olarak görüldüğü pek çok ülkede bir parya haline gelen IMF tükenmeye başlamıştır.” (Naomi Klein, Şok Doktrini)
Zihinlerin ele geçirilmesi savaşına dönüşen Soğuk Savaş kapitalizmin işine gelmiş, yaşanan krizlere kılıf bulunmuş hatta krizler çıkartılmıştır. Soğuk Savaş döneminde yani Sovyetler Birliği ayaktayken insanlar “tüketmek” istedikleri ideolojiyi, en azından teorik olarak seçebiliyor ve kapitalizm tam da bu yüzden “tüketicileri” kazanması gerektiğini biliyorken, iyi ürünlere ihtiyacı vardı. Oysa günümüzde rakipsiz kalan, tarihin sonunun geldiğini iddia eden, iyi ürünlere ihtiyacı kalmayan, küresel bir tekele dönüşen kapitalizm dünyanın her yanında en vahşi, en acımasız ve en sömürücü şeklini alıyor ve artık çarpıtmalara gerek duymuyor. Serinin son filmi bu arsızlığın ve şımarıklığın doruk noktasını oluşturuyor.
“Reformlarla ilgili siyasal engeli aşmak için kasıtlı olarak bir kriz başlatmayı düşünmenin mantıklı olup olmadığı sorulacaktır. Örneğin Brezilya’da zaman zaman, bu değişiklikleri kabul ettirmek üzere insanları korkutmak amacıyla hiper enflasyonu körüklemenin faydalı olacağı önerilmiştir. Muhtemelen tarihsel öngörüye sahip olan hiç kimse 1930’ların ortalarında, yenilgilerinin ardından gelecek süper gelişmelerden yarar sağlamak için Almanya ya da Japonya’nın savaşa girmesini savunamazdı. Fakat aynı işlevi gören daha küçük çaplı bir kriz olamaz mıydı? Gerçek bir krizin bedelini ödetmeden aynı olumlu işlevi görebilecek sahte bir kriz düşünmek mümkün müdür?” (John Williamson)
(John Williamson’ın kim olduğunu ve dünya ekonomisindeki önemini merak edenler Washington Konsensüsü’ne göz atabilir.)
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film eleştirilerini okumak için tıklayınız.