Anasayfa / Manşet / Zulüm (1972, Atıf Yılmaz)

Zulüm (1972, Atıf Yılmaz)

“akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
  (Nazım Hikmet)

Bir yerlere geciktiği telaşlı halinden belli olan bir kıza yardım etmek için duran ve göz göze gelmesiyle birlikte “yıldırım” çarpmışa dönerek âşık olduğu kızın yüzünde bir an için geçmişi, şimdiyi ve geleceği gören adam için hayatın artık durduğunu anlatarak başlayan filmde bu anın perdeye yansıtılmasını başarılı bulsam da, bir istismar sineması olan Yeşilçam’ın bitmek bilmeyen abartı ve tesadüfleri sonucu, kızın ünlü bir müzisyenin son bestesini okuyacak olması, bu “ünlü” müzisyenin ta kendisi olduğu anlaşılan adamın kendisini gizlemesi ve ikisinin de aynı yere gitmeleri bu kadar da olmaz dedirtecek cinstendir.

1.000 (yazıyla bin) civarında “senaryo” yazan ve filmin de senaristi olan Bülent Oran, bir konuşmasında filmlerdeki “akıl almaz tesadüflerin bilinçli olduğunu, seyircinin bunları beklediğini ve benimsediğini” söylemiştir. Bu görüşe katılmadığımı, yaratıcılıktan yoksun, yoz ve zihinleri geriletici bu “senaryolarda” tesadüflere ve yanlış anlaşılmalara sıklıkla başvurulmasının çıkmaza giren hikâyenin önünün açılması için gerek duyulduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Böylece gerçekleşmesi olanaksız olaylar kolay yoldan olmakta, kavuşmalar, ayrılmalar, gerçeklerin açığa çıkması veya gizlenmesi bu tesadüflere ve yanlış anlaşılmalara göre kurularak kaderin kaçınılmazlığı öne çıkarılmaktadır. Dini kullanmasına karşın İslam’ın tevekkül anlayışı ile asla bağdaşmayan bu senaryolarda kültür endüstrisi ürünlerinde her şeyin en baştan belli olduğu, mücadelenin gereksiz ve başa gelen çekilirmiş vurgusunun yapılması, özellikle ezilenlere, sömürülenlere ve yoksullara boyun eğmeyi öğütlemek, miskin bir hayat tarzını aşılayıp mücadele azmini kırmak içindir.

Hz. Muhammed’in yanına gelen ve “devesini ne yaptığı sorulan” adamın “Allah’a tevekkül edip kendi hâline bıraktım” demesi üzerine Hz. Peygamber’in “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et” sözleri ve “Gece aç yatıp da kılıcına sarılmayanın aklından şüphe ederim” diyen Ebu Zerr’in sözleri İslam’ın kaza, kader, mücadele ve tevekkül anlayışını açıkça ifade etmesine karşın kula kulluk etmeyi şirk gören bir dinin mensuplarının, egemenlere boyun eğdirilmesini sağlamak için dini değerlerin yozlaştırılarak “kullanılması” yeni değildir. İnsanın sahip olduğu duyu, duygu ve akıl gücünü kullanarak doğru bilgiye ulaşabileceğini, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, haklı ile haksızı ayırt edebileceğini vurgulayan İslam dini taklit bilgilerle “doğruya” ulaşılamayacağını bildirmesine karşın “aklını kullanmaktan korkan” insanın durumunu en iyi Kant açıklamaktadır:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!

Tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.

Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır.

Ne var ki her yandan “düşünmeyin, aklınızı kullanmayın” diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, “Düşünme, eğitimini yap”, maliyeci “düşünme, vergini öde”, din adamı “düşünme, inan” diyorlar. Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var.” (Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir)

Şehirleşmenin gecekondulaşmaya dönüşmesi şehrin fırsatlarından yararlanmak isteyen büyük bir kitlenin ortaya çıkmasına yol açmış, okuması, öğrenmesi, araştırması, sorgulaması ve eleştirmesi istenmeyen gecekondu mahallelerini oy deposu olarak gören idareci elitlerin gerekli düzenlemelerden kaçınması, buralarda yaşayan ancak şehrin kurallarına uymak istemeyen insanların kendi davranışlarını haklı görmelerine yol açmıştır. Bir gün genç bir imama, ortalık yerlere tüküren, sümküren, pis dolaşan, yerleri kirleten, elindeki çöpleri gelişigüzel atanları niçin ikaz etmediklerini sorunca “zaten cemaat az, bir de bunları söylersek kimse gelmez” dediğini unutamıyorum. Sessiz kaldığı müddetçe “ikaz edilmeyen” kitleler, mademki Müslüman’ım, o halde ahlaklı, dürüst ve namuslu olmalıyım diye düşünmekte ve kendilerini sorgulamamakta, Müslüman olduğu için iyi bir insan olduğuna inanmakta ve böylece İslam’ı, hemen her davranışı meşrulaştıran bir ideoloji haline getirmektedir. Hz. Muhammed’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” veya “İman etmedikçe cennete giremezseniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” sözleri her geçen gün unutulmaktadır.

Sabır, kötülükten yılmamak demek olmasına karşın Yeşilçam bunu başına gelen her şeye boyun eğme, mücadeleden kaçma olarak öne çıkararak zaten okumayan ve okuması istenmeyen kitleleri bu tür ürünlerle daha kolay oyalamıştır. Okuma oranı demişken, gazete okuma oranı Almanya’da yüzde 62, İsviçre’de yüzde 61, İngiltere’de yüzde 44, Fransa’da yüzde 41, İtalya’da yüzde 38 iken Türkiye ancak yüzde 8 civarındadır. İngiltere ve Fransa’da halkın yüzde 21’i,  Japonya’da yüzde 14’ü, ABD’de yüzde 12’si düzenli kitap okurken, ülkemizde sadece on binde bir kişi kitap okumakta ve kitap, ihtiyaç maddeleri sıralamasında ancak 235’inci sırada kendisine yer bulabilmektedir. Kısaca söylemek gerekirse ülkemizde yılda sadece altı saat kitap okumaya ayrılırken izlenme oranı yüzde 95 olan televizyona her gün beş saat zaman ayrılabilmektedir.

Kız, beraber geldikleri adamın en ön sırada oturması karşısında şaşkınlığa uğrasa da yanına gelmez, kim olduğunu merak etmez, tanışmayı istemez. Yanında bir erkek olduğu için adamla konuşmaktan kaçındığı düşünülür. Kızın yanında başka bir erkeğin olduğunu gören adamın içinin kıskançlıkla dolduğunu belli etmesi bu görüşü doğrular. Bir kelime bile olsa birbirleriyle konuşan her erkek ve kadının bir şeyler hissetmesi gerektiği, kadın ve erkeğin dostluk kuramayacağı, her “irtibatın” mutlaka cinsellikle bitmesi gerektiği şeklindeki ataerkil zihniyet filmin her yanına sinmiştir. Yeşilçam’da erkekler güçlü, cesur, saygın, zengin veya yoksul ama gururlu olarak anlatılırken kadınların erkeklerin yanında değil erkekler için var olduğu gizlemeye gerek duyulmamış ve kadının erkeğe köle olması arzulanmıştır.

“Aynı emeği sarf ediyorduk ama Rüçhan Adlı vardı Türkan’ın arkasında. Filiz’in arkasında Türker İnanoğlu, Fatma’nın arkasında Memduh Ün, Hülya’nın arkasında da Selim Soydan vardı. Benim orada kimsem yok. Sinemada güçlü olmak için para ihtiyacı olmayacak birine yaslanmak lazım. Ben de onu yapamadım. Varlığı da, yokluğu da gördük.” (Suzan Avcı)

Ekrem Bora, Murat Soydan, Fatma Girik, İzzet Günay, Nebahat Çehre, Ayhan Işık, Neriman Köksal, Sadri Alışık, Öztürk Serengil gibi birçok oyuncunun gazino programı yaptığı dönemlerde müzikli-eğlenceli filmlerin itibar görmesi kültür endüstrisinin gücünü açık ve seçik bir biçimde göstermektedir. “Ankara Ekspresi”, “Hayat mı Bu” ve “Zulüm” gibi Altın Portakal Festivali’nde ödüllendirilen filmler başta olmak üzere o dönem çekilen filmlerin çoğunluğunda iyi bir müzik yapmanın, iyi bir şarkıcı veya besteci olmanın tek yolunun gazinolardan geçtiğinin ima edilmesi tesadüf değildir. DPT’nin 1992’de yayımlanan raporunda Türk toplumunun yalnızca binde üçünün gazino gibi gece eğlence mekânlarına gittiği ve küçük bir azınlığın eğlencesi olduğu tespit edilmesine karşın 60’lı ve 70’li yıllarda içinde gazino sahnesi bulunmayan Yeşilçam filmi çekilmediği dikkate alındığında, ürettiği her on filmden dokuzunun çöp olduğu bu endüstrinin kimlerin hizmetinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür endüstrisi ürünlerine karşı çıkmak için komünist olmak gerekmese de devletin etkili isimlerinden birisinin şu sözleri yaşanan yozlaşmanın büyüklüğünü göstermeye yetecektir:

“Bırakın Doğu’yu, varsayalım, Ankara’nın varoşlarında yaşayan, altı çocuğu olan ve akşam evine ekmek götüremeyen birisiniz. Akşam televizyonunuzu açtığınızda Televole programlarında 60 kişinin nasıl yaşadığını görüyorsunuz. Siz olsanız ne düşünürsünüz? Ben bu durumda olsam, belki de komünist olurdum.” (Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı)

Gazinoların öne çıkarılmasıyla birlikte birbiri ardına arabesk şarkıcılar müzik piyasasında boy göstermeye başlamış; arabesk, gecekondularda, atölyelerde, minibüslerde, otobüslerde, lokantalarda, köhne batakhanelerden en lüks gazinolara kadar birçok yerde dinlenilen bir müzik türü haline gelmiştir. Bu yükseliş karşısında harekete geçen Yeşilçam, arabesk şarkıcılarının başrolde oynadığı, çok kısa süren mutluluk ve sevincin çekilecek acının dozunu artırmak için kullanıldığı, hüzün, çile, aşağılanma, dışlanma, yoksulluk, alın yazısı, umutsuzluk, karamsarlık gibi hep aynı konuları işleyen melodram ve piyasaya sürülerek kitleleri mücadeleden uzaklaştırmaya ve uyuşturmaya başlıyordu. Bu filmlerde yoksulluğa, ezilmişliğe ve çaresizliğe önerilen çözüm yolu dayanışma, birlik beraberlik ve mücadele yoluyla değil tesadüflerin de yardımıyla kısa sürede şan, şöhret ve servete kavuşmak olarak sunularak kapitalizmin fırsatlar yaratan bir sistem olarak kabullenilmesi sağlanıyordu. Kapitalizmin eşitsiz eğlence araçlarından olan her türlü karanlık ilişkilerin odağı “gazinoyu” ve aslında kendi başına bela olan “kötü adamı” yarattığı görmezden gelinerek, “kötü adamdan” kaçıp “gazinoya” sığınan, elde ettiği güç ve para ile onu alt eden “arabesk kahraman” kendisinin kapitalizmin yeni oyuncağı olduğunu anlamaz bile. Gerçek hayatta da arabesk şarkıcıların, hayatın dikenli ve sarp yollarından geçerek üne ve paraya kavuştuklarının sürekli vurgulanması filmlerdeki hikâyeleri inandırıcı bulmayan kitlelerin yola getirilmesini sağlamak içindir.

Adam, ertesi sabah “mafya” olan abisinin karanlık bir işini görmek için İspanya’ya gitmek üzereyken havaalanında kızı görür. Kız konserde yanında bulunan erkeği uğurlamaktadır. Seyirci gibi adam da bu erkeğin kızın sevgilisi, nişanlısı veya eşi olduğunu düşünür. Kızın kendisine de el sallaması adamı mutlu eder ve uçağa binmekten vazgeçerek bir ümitle kızın peşinden koşar. Yaşananları gören kapı görevlisinin “iyi ki böyle bir kızı bırakıp gitmedin, aferin” dercesine adama bakması ve tavrını onaylaması ataerkil zihniyetinin Şark kurnazlığı yansımasıdır. Adamın peşinde koştuğu kız kendi kızı olsa aynı tavrı göstermeyeceğini bildiğimiz bu aşağılık adam sevgilisi, nişanlısı veya eşini uçağa bindiren “tanımadığı” bir kadının peşinden bir erkeğin koşmasını onaylar. Adam kızın bindiği otobüse biner, yanına oturur ve “bugünü birlikte geçirebilir miyiz” diye sorar. Kızın yapılan teklifi kabul etmesiyle birbirlerinin isimlerini bile bilmeden büyük bir maceraya atılırlar ve el ele İstanbul’u dolaşırlar.

Geçtiğimiz günlerde şahit olduğum bir konuşmayı aktarmak istiyorum: 45–50 yaşlarında bir adam ve ailesi, uzun zamandır görmediği dayısını ziyarete gitmişler. Eve girince, sarılmışlar, kucaklaşmışlar. Sarılma fasla bitip herkes oturunca dayının yirmili yaşlarında kızı misafirlere hoş geldin demek üzere içeri girmiş, kadınlarla kucaklamış ancak sıra adama gelince uzaktan “hoş geldin” demekle yetinmiş. Adamın “gel yeğenim, bir kucaklaşalım” deyince dayı müdahale ederek “Size” demiş, “nikâh düştüğü için sarılmanız doğru olmaz.” Adam dayısına dönerek “bunları az önce benim karımla ve kızıma sarılıp öperken niye söylemedin” diyerek hiddetle evi terk etmiş. Bunları anlatırken hiddeti hâlâ geçmemişti. Burada meselenin inanma değil ikiyüzlülük olduğunu düşünüyorum. Bir insanın nasıl düşündüğünden çok düşüncelerini işine geldiği gibi değiştirmesi ve kendisinin başka kadınlarla sarılıp kucaklaşmasını doğal karşılarken, iş kendi kızına gelince itiraz etmesi büyük bir meseledir. Hava alanındaki kapı görevlisinin durumunun da tam böyle olduğunu düşünüyorum.

Mafya, devletin, hukukun, adaletin, toplumun yetersiz kaldığı yerde ortaya çıkan ve devletin işini gören, ataerkil yapı ve erkek egemenliği üzerine inşa edilen yapılardır. “Salon adamı” görünüşlü müzisyenin yumruk atmayı bildiği yani hanım evladı olmadığı ve abisinin karanlık işlerini yürütmekte ona yardım ettiği ortaya çıkar. Ünlü bir “” olsa bile yumruklarını konuşturmayı bilmemesi bir erkeğe yakıştırılmaz. Adamın abisinin herkesin bildiği, korktuğu “karanlık” bir adam olduğunun ve gazino-mafya ilişkisinin bu denli açık edilmesine şaşırdığımı söylemeliyim. Böyle yapılmış olması saflık değilse arsızlık olmalıdır.

“Tekel koşullarında tüm kitle kültürü özdeştir. Dizginleri ellerinde tutanlar bunun varlığını örtbas etme konusunda artık kaygı duymamaktadır; öyle ki varlığı itiraf edilirken ne kadar arsız olunursa gücü o kadar artar. Sinema ve radyo günümüzde kendisini sanatmış gibi göstermek zorunda değildir. Herhangi bir işten başka bir şey olmadıkları hakikatini, bilerek ürettikleri zırvaları meşrulaştıran bir ideoloji olarak kullanırlar.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)

Ülkenin uyuşturucu ve kara para ile tanışması, gazino, taverna, gece kulüpleri, pavyonlar, eğlence, kumar, gece hayatı, seks ve uyuşturucu kullanımının özendirilmesi İkinci Paylaşım Savaşı sonrasına rastlamaktadır. Dünya ölçeğinde uyuşturucu kullanımının patlaması etkisini gösteriyor, kumar, haraç ve kaçakçılıkla gelişen yeraltı dünyası, kara para aklanmasına ve uyuşturucuya el atarak güçlerine güç katıyordu. Kaçakçılar nakliye şirketi, kumar oynatanlar ve uyuşturucu satıcıları ise gazino işlettiklerini iddia ediyor ve kendilerinin iş adamı olduklarını söylüyorlardı. “Sol”a karşı başarılı mücadeleleri yüzünden “kahraman” olarak nitelenen bu kabadayıların ve mafyanın en büyük sözcülerinden Yeşilçam’da kendilerine bu denli yer bulabilmelerinin nedeni kültür endüstri ürünleri arasındaki işbirliği ve tekelci sermayenin özgür düşünceye ve onun ürünlerine ilan ettiği savaşın sonucudur. Nasıl 60’lı ve 70’li yıllarda her filmde gazino sahnesi varsa aynı dönemde çekilen filmlerde eli kanlı, beli tabancalı bir kabadayının hikâyesinin anlatılması aynı anlama gelmektedir.

Yıllarca gazetelerin magazin sayfası müdürlüğü yapan Uğur Güneri mafya-sinema ilişkisine yönelik “Frank Sinatra, mafyanın kucağındaydı hep. Kimse dokunamazdı. Paul Anka diyor ki, ben mafyanın sanatçısıydım.” sözlerini aktarırken magazin gazetecilerinin önde gelenlerinden Aykut Işıklar ise şöyle demektedir: “Geçmişi bilmeden bugünü anlayamayız. Amerika’da sinema endüstrisini kim yürütüyor sanıyorsunuz? Kibar İngiliz veya Fransızlar mı? Hayır… Sicilyalı İtalyanlar, İrlandalılar ve son yıllarda da Rus ve Çeçen mafyası yapımevlerini ve dağıtımı ellerine geçirmiş durumda. Bizde elli yıldır Karadenizli ve Güneydoğulu kabadayıların yaptığı gibi…”

Kültür endüstrisi kitlelerin kendisine sunulan ürünleri denetleme ve belirleme olanağının bulunmadığı, ticari ve endüstriyel kurumlar tarafından seri olarak üretilen ve dağıtılan kültürdür.  Kürküne zarar vermeden tilki avlamanın en iyi yolu, üzerine kan sürülmüş bir bıçağın, ağzı yukarı gelecek şekilde sapının toprağa gömülmesiyle yapılır. Bir av yöntemi olarak bundan daha acımasız ve alçakça bir “yöntem” duymadığımı söylemeliyim. Özellikle kış aylarında sık kullanılan bu yöntemde, karnı aç ve bitkin hayvan, bıçağın üzerindeki kanı yalarken bir süre sonra dilinin kesildiğini ve yaladığı kanın kendi kanı olduğunu bilmeden iştahla devam eder ve kan kaybından ölünce “postuna” zarar verilmeden avlanmış olur. Kültür endüstrisinin yaptığı aslında tam olarak budur. Her insanda bulunan merak duygusunu kışkırtarak, yozlaştırarak, sömürerek ve yabancılaştırarak hareket eden kültür endüstrisi ürünlerinin çekiciliğine kapılan kitleler bıçağın keskin ağzını yalayan tilki misali kendi sonlarını hazırlamakta olduklarının farkına varmazlar bile.

“Bu toplum ya futbolla ya da magazinle avunur. Magazin programları Türkiye’nin aynasıdır. İnsanlar magazin programlarını izleyerek kendi gerçeklerinden uzaklaşıyor. Aynı şey futbol için de geçerli. Ülkeyi yönetenler insanları rahatlatamayınca bu iş magazincilere kalıyor.” (Ali Eyüboğlu, Magazin Gazetecileri Derneği Başkan Vekili)

“Arabesk melodramlar” tanımını kullanan Âlim Şerif Onaran “Türk Sineması” isimli kitabında “Sinema Yoluyla Kitle Kültürüne Hizmet Edenler” başlıklı bir bölüme yer vererek, ticari amaçlarla aile veya salon filmleri, arabesk melodramlar ve sulu güldürüler üretenleri eleştirmiştir. Kültür endüstrisi, gündelik yaşamlarının içerisine hapsolmuş canı sıkılan, uyuşmuş ve edilgen hale getirilmiş kitlelerin ihtiyacını televizyon, filmler, televizyon dizileri, yarışma, müzik, eğlence, spor, kadın ve magazin programları –sporun değil sporun dedikodusunun yapıldığı-, bilgisayar ve internet oyunları gibi vasıtalarla karşılarken bıçağın üzerindeki kanı yalayan ve “doyacağını” düşünen kitleleri kendisine bağımlı kılmaktadır. Günümüzde de spor ve magazin programları, toplumsal dayanışmayı azaltan ve bencilliği körükleyen yarışmalar, sömürü düzenini ve tüketim zihniyetini meşrulaştıran reklamlar, zihni gerileten ve yabancılaştıran TV dizileri aynı amaca hizmet etmektedir.

“Koskoca Alex Ferguson… 9 defa İngiltere Şampiyonu oldu, İskoçya Şampiyonu oldu, 2 defa Kupa Galipleri Kupası’nı aldı, Şampiyonlar Ligi Şampiyonu oldu, 2 defa Süper Kupa aldı, Kıtalararası Kupa’yı aldı, anca “sir” olabildi…

Bizimki “imparator!”
Bol keseden asalet…

Kaçınılmaz rezalet…” (Yılmaz Özdil, 10 Eylül 2024)

Öldükten sonra, pozitif eğitim almış, kalbin atmadığını, solunumun olmadığını bilmelerine karşın bir oda dolusu doktorun ölüm raporunu “ya ölmemişse” korkusuyla ancak dört saat bekledikten sonra imzalayabildikleri faşist ’nun kitleleri yönetirken kullandığı üç F”den birisi olan “futbol” İspanya’da gelişerek dünya futboluna damgasını vurmuşken Türk futbolu şike iddiaları, kendi takımını satan iddia şebekeleri, küfür, hakaret, magazinleşmeden kurtulamıyor. Ülke dışına çıktıktan sonra hiçbir başarı gösteremiyor ancak ortada dönen paranın dünya ortalamasının hayli üstünde olmasını ise açıklayacak hiçbir mantıklı gerekçe yok. Birçok gerçek taraftarın kulüpler tarafından belirlenen ücretleri karşılayamadığı için stadyumlara gidemeyenler, kulübün nerdeyse her maçını ayrı bir kanal yayımladığı ve yüksek üyelik ücretleri istediği için televizyondan da izleyemeyenler ve evde oturup özet görüntüleri izlemekten başka bir seçeneği bulunmayanlar için Cuma akşamından Pazartesi akşamına kadar magazin, küfür, seviyesizlik ve maçoluğun futbol sosuna bulandırıldığı ilkel “programlar” her yeri işgal etmektedir.

“(…) futbolda değişmeyen tek şey sahadaki 22 kişi oldu. Bunun dışında futbol, tanınmayacak ölçüde değişti. O zamanlar birçok oyuncu yarı zamanlı oynuyordu. Tam zamanlı olsalar bile aldıkları ücretler buğun olduğu kadar fahiş değildi. Oyuncuların çoğu yerliydi. Şimdi stadyumlar dev gibi kompleksler haline geldi, fiyatlar enflasyondan çok daha hızlı arttı, eğer taraftarların uydu ve dijital televizyon masrafları için yeterli maddi güçleri varsa hafta boyunca her an futbol izleyebiliyorlar, Dünya Kupası’nın nerede yapılacağına futboldan çok siyaset karar veriyor ve holiganlar, ırkçılar, siyasetçiler ve işadamları hep birlikte futbolun yönünü kendini amaçlarına uyacak şekilde değiştirdiler. Bu değişimlerin tümü ortalama futbol izleyicisini etkiledi, ama kimse onlara danışmadı. Kimse pazartesi gecesi başlayacak bir maçın onlar için bir sorun olabileceğini düşünmedi, kimse onların yılda üç yeni forma almak zorunda kalmak hakkında ne düşündüğünü sormadı, kimse Dünya Kupası’nın tutku için değil, para için ev sahipliği yapacak uzak bir ülkede düzenlenmesi nedeniyle izlemekten mahrum kalmayı önemseyip önemsemediklerini sormadı.” (Craig Mcgill, Futbolun Kârhanesi)

Egemen sınıfların vatanın menfaatlerinden üstün tuttukları çıkarları doğrultusunda ülkenin küresel kapitalizme eklemlenme sürecinde başta medya olmak üzere kitle kültürünün ideolojik koşullandırmasına maruz kalan kitleler kadife eldivenin içerisindeki yumruğu fark etmemesi için büyük bir hızla siyaset dışına itilmişler, toplumun her alanında kuralsızlık ve arsızlığın egemen kılınması ve her şeyi kadere bırakmayı aşılayan “arabesk” kültürünün yaygınlaştırılması sürecinde kendileri hakkında karar vermekten mahrum bırakılarak bir kutuya kâğıt parçası atmak suretiyle “siyasetin” içerisinde olduklarına inandırılmışlardır.

“Peki ya, Durducan Nevruz? Tanımıyorsunuz değil mi? Tanımazsınız…

Çünkü onu, diğerleri gibi manşet yapmıyorlar; naklen vermiyorlar. Hâlbuki Türkiye’nin hem “milli” hem de “olimpiyat şampiyonu” sporcusu Durducan… Fotoğrafını büyütüp, poster gibi odama astım.

Zihinsel engelli sporcuların yarıştığı, Özel Olimpiyat Oyunları, Çin’de başladı. 167 ülkeden, 7 bin 200 sporcu katılıyor. Açılış töreninde, 80 bin kişilik Şanghay Olimpiyat Stadı, hıncahınç doldu… Başta ABD, 12 ülkede “naklen” yayınlandı! Türkiye de var orada… 62 sporcumuzla birlikte.
Aslında 20 kategori var; biz, futbol, basketbol, voleybol, atletizm, yüzme, masa tenisi ve bowling dallarıyla katılıyoruz. Dünya, bu olimpiyatı konuşuyor. Yok di mi haberiniz?

Durducan, 15 yaşında. Down sendromlu. 100 metre sırtüstünde Olimpiyat Şampiyonu oldu, Olimpiyat Şampiyonu… Ay yıldızlı formasının göğsüne taktı, altın madalyasını. İstiklal Marşımızı dinletti. Duymadınız…

Bowling takımımız da, 191 puanla Olimpiyat Şampiyonu oldu. Bu puan, Özel Olimpiyat Tarihi’nin rekoru! Yine yüzmede, Fatih Türkmen ve İsmail Cem Alev, gümüş madalya aldı. Özlem Turanlı, bronz. Basketbol milli takımımız, Japonya’yı devirdi, çeyrek finale çıktı, rakibimiz İspanya… Voleybol milli takımımız, Çin’i eze eze yendi; Jamaika ile Yunanistan’ı rezil etti; hep 2–0… Sırada Rusya ve Finlandiya var. En genç millimiz, 10 yaşında. Gökay Aydemir… Jimnastikçi. Kafilenin adeta maskotu. Herkes ona sarılmak istiyor, herkes onun yanağından makas almak istiyor, herkes onu öpmek istiyor.

O sıkılıyor. Elinde meyve suyu, sessiz sakin bir kenarda oturmak istiyor; kimseyle konuşmadan, kimseyle göz göze gelmeden… Her zamanki gibi. Tanımıyorsunuz değil mi? Tanımazsınız.” (Yılmaz Özdil, 7 Ekim 2024)

Siyasetle ilgilenmemesi için magazin, futbol, müzik, sinema, televizyon devreye sokularak özel yaşam öne çıkarılmaya, herkesin “değişik” olması gerektiği fikri körüklenmeye başlanarak ekranlar önünde özel hayatların, sırların, dostlukların ve ilişkilerin “reyting” uğruna feda edildiği bir döneme gelinmiş oldu. Ekranlarda gösterilen parlak ışıklar altındaki süslü hayat kitleleri hayal dünyasına götürürken kendi geleceği hakkında karar vermekten uzaklaştırmış hatta bunu önemsizleştirmiş, özel hayat, magazin, dedikodu, ayrılıklar, sevişmeler ve aldatmalar ülke gündeminden, açlıktan, sömürüden daha önemli bir hale getirilmiştir. İsmini vermeyeceğim ancak kendi içinde Almanya’nın St. Pauli’si gibi oysa dışarıdan Fransa’nın Lourdes’i gibi gözükerek ikiyüzlü bir hayat süren bir şehirde, yine ismini vermeyeceğim uzun soluklu bir televizyon dizisinin yayımlandığı saatlerde sokakların bomboş hale büründüğünü görünce, kültür endüstrisinin başarısına şapka çıkarmamanın pek mümkün olmadığı ortaya çıkıyor.

Aşklarından dolayı içi içine sığmayan sevgililer genellikle ergenlikte yapılan kapı zillerine basıp kaçmak, çöp tenekelerini tekmelemek ve gecenin bir yarısı gürültü yapmak gibi “çocuksu” hareketleriyle başkalarının huzurunu bozmaktan polis tarafından yakalanarak karakola götürülürler. Komiser “sanıkların alkollü değilse de sarhoş oldukları, aşk sarhoşu oldukları anlaşılmıştır” der ancak onları yine de nezarethaneye atar. Sevgililer kadın ve erkek koğuşundakilere adamın son bestesini söyleterek aşklarını ilan ederler ve gündoğumuyla serbest bırakılırlar.

“Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. Bunun temelinde yatan acizliktir. Gerçekten de bu bir kaçıştır, ama eğlenmenin iddia ettiği gibi fena gerçeklikten değil, onun insana bıraktığı son direniş düşüncesinden kaçıştır. Eğlenmenin vaat ettiği özgürleşme, olumsuzlama olarak düşünmeden özgürleşmedir.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)

Yürürlerken bir kazaya tanık olurlar. Kolu kopmuş bir adamı gören kadın, korkuyla kaçmaya başlar. Niçin öyle davrandığı sorusuna küçükken babasının kolunun koptuğunu, böylece sefaletin kapılarını çaldığını, çocukluğunu yaşayamadığını, bu yüzden sakatlıktan çok korktuğunu, sakatlardan nefret ettiğini hatta tiksindiğini anlatarak cevap verir. Böylece sakatlık, hastalık gibi durumların yoksulluğa neden olduğu ve yoksulluğun tiksinilmesi gereken bir olgu olduğu zihinlere kazınır.

“Bazılarının dediğine göre, Brecht herkesin birbirine benzer şekilde düşünmesini istiyormuş. Herkesin birbirine benzer şekilde düşünmesini ben de istiyorum. Ama Brecht bunun komünizm yoluyla gerçeklemesini istiyor ve Rusya bunu devlet gücüyle yapmaya çalışıyordu. Oysa burada herhangi bir devlet baskısı falan olmadan kendi başına gerçekleşiyor. Herkes belli bir zorlama falan olmadan benzer düşünebiliyorsa, neden komünist olmak gereksin ki? Herkes birbirine benziyor, herkes benzer şekilde davranıyor ve gün geçtikçe artan bir hızla bu yolda ilerliyoruz.” (Andy Warhol)

Hemen nişanlanırlar. Nişandan kimseyi haberdar etmezler. Adam İspanya’ya gitmek üzere yeniden havaalanına gelir. İki uçak seferi arasında gezmiş, dolaşmış, birbirlerine âşık olmuş ve nişanlanmışlardır ancak hâlâ birbirlerinin isimlerini bilmemektedirler. Adam uçağa biner, “beni bekle” der ve uçak havalanır. Havaalanındaki kapı görevlisi adam, kızı görünce hatırlar ve “nişanlandınız mı” diye sorar ve utanmadan ekler “ya öteki”. Kızın seyirciye bir oohh çektiren “kardeşimdi” sözleri karşısında, kapıcının ve dolayısıyla filmin bu denli alçakça ve ikiyüzlü tavrını anlatmaya kelimeler yetmez. Kızın, nişanlımdı, sevgilimdi veya eşimdi demesi beklenemeyeceğine göre nişanlı, sevgili veya eş izlenimi verecek bir erkek kardeşe niçin ihtiyaç duyulmuştur acaba? Bu erkek kardeş, seyircide ve adamda bir anlık kıskançlık duygusu oluşturmak için filme dâhil edilmiş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Uyduruk senaryolara gelişigüzel karakterler eklenip çıkarılması kolaylıkla olmayacağına göre “tesadüfler” imdada yetişiyor.

İspanya’ya varan adam oteline giderken bir kaza geçirir ve kolu kopar. Adam kolunun kopmasından çok nişanlısının sakatlardan tiksiniyorum sözünden dolayı acı çekmektedir. Dönüş uçağını havaalanında bekleyen kadın, adam söz verdiği gibi, uçaktan inmeyince başına bir iş geldiğini anlar. Kızın annesi “unut onu” der. “bir işe gir, yarın başka birini sevebilirsin.” Kız bir gazinoda işe başlar. Adamın gazino sahibi abisi şarkı söylerken gördüğü kıza âşık olur ve binbir ısrar ile kızı etkilemeyi başarır.

İyileştikten sonra İspanya’dan dönen adam sakatlığını ailesinden gizlemeye çalışır. Geçen zaman içerisinde abisi âşık olmuştur. Kızın resimlerinden birini göstererek “müstakbel yengen” diye takdim etmesi karşısında tanıdığını belli etmeyerek acısını içine atar. Abisi işler olmuş bitmiş gibi konuşsa da “sevdiğim ve beklediğim birisi varken, insanları aldatamam” diyen kız evlenme teklifini henüz kabul etmemiştir ancak kaba kuvvetine güvenen adam söz dinlemez, kapıya dayanır ve “gerekirse zorla alacağım seni” der. Ağlamaya başlayan kızın sevdiği adamın resmini göstererek “bana yardım et Kerim abi” demesi karşısında yumuşayan adam kardeşini tanısa da belli etmez. Böylece seyirci için “ağlayacak” ve arınmasını sağlayacak sahneler birikmeye başlar.

Kızın artık kendisini sevmeyeceği, abisiyle evlenirse mutlu olacağını düşünen adam abisiyle kızın evlenmeleri için evi terk etmeyi planlamaktadır ancak her şeyi anlayan abisi kızı kolundan tutar ve eve getirir. Kızın uzun zamandır görmediği, sevdiği ve beklediği adama sarılmak yerine gözleri “kopuk” koluna odaklanır ve kaçar. Yaptığından pişman olup seni seviyorum, acıdığım için değil sevdiğim için peşinden geliyorum dese de adam kızın sakatlardan tiksindiğini bildiği için gerçek duygularını sakladığını düşünür. Kadın kendisini nasıl affettireceğini ve sevgisini nasıl ispatlayacağını düşünürken bahçedeki balta gözüne takılır. Balta ile kolunu keser ve “artık ikimiz de sakatız, seni seviyorum” der.

Bir arabesk filmde oğluna flüt alamadığı için kendine kahreden bir adam vardır. Bir meyhanede otururken görülen adamın önünde içki ve mezeler göze çarpar. Birden kendinden geçen adam masaya yumruğunu vurarak “ben oğluma neden flüt alamıyorum” diye isyan etmeye başlar. Aristo “Poetika” isimli eserinde dramatik yapının amacını, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemek olarak açıklar ve bu arınmaya “katharsis” adını verir. Aristo’ya göre katharsis insan ruhuna zararlı duyguları uyardıktan sonra onları boşaltmakla insan ruhunu dinginliğe kavuşturan, insana acı veren duygulardan onu kurtararak rahatlamasına yol açan bir durumdur. İçkiye vereceği parayla belki on tane flüt alabilecekken emeğini sömürenlere değil, meçhul bir “kadere” isyan eden, içe dönük, geriletici, yozlaştırıcı ve çalışmak yerine tembelliği öğütleyen bu filmler insan ruhunu kurtarmak yerine daha da zarar veren hastalıklı bir “katharsis”e yol açmışlardır. İnsanlığın hangi derdine derman olmak, hangi acısını dindirmek istemiştir. Sanat insanın insanileşmesine katkıda bulunmuyorsa çöptür, değersizdir ve aşağıdır. Hele zihinleri geriletici ise utanç verici bir propagandadır. Böyle bir film hangi düşüncenin eseridir ve nasıl olur da “en iyi film” olarak ödüllendirilir, anlamakta hayli zorlandığımı söylemeliyim.

“Kültür endüstrisi bir ideoloji üretir. İdeoloji sayesinde bireylerde var olan eleştirel bilinç kısa sürede yerini uyuma bırakır.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)

Kültür endüstrisi ürünleri gündelik yaşamı beyaz perdede, dergilerde, televizyonlarda aynen tekrarlayarak, sürdürülmesini kolaylaştırmakta ve yerine başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkamaktadır. Yaratıcılık için hiçbir alan bırakmayan ve mevcut düzenin tek olduğunu söyleyerek sömürüyü gizlemek için hareket eden sermayenin hizmetindeki kültür endüstrisi türüne, dünyaya ve doğaya yabancılaşmış, ideallere göre değil “kurallara uyarak” yaşaması istenen ve bilinçlenmesinden korkulan kitleleri kontrol etmek için “gerici” bir dünya oluşturmaya yarar. Kitleler filmlerin, yapımların, dergilerin, kitapların, maçların beğenilerine sunulan yapımlar olduğunu düşünse de egemen sınıfın ürettiği değerleri yaydığını anlayamazlar. Bir örnek olarak, çok değil 15–20 yıl önce zam haberlerinin galibiyetle sonuçlanan milli maçların ardından verildiğini hatırlamak yerinde olacaktır.

Yoz, kaderci, insanileşme hedefi gütmeyen ve tipik bir kitle kültürü ürünü olan melodram ve onun uzantısı arabesk sömürüye karşı çıkmamış, sabretmekle rıza göstermeyi birbirine karıştırarak hak arama düşüncesini ve mücadele azmini yok etmiştir. Bir güdüp-yönetme aracı olarak geleneğin icadının en aşağılık şeklinden ibaret arabesk, halkın tanıdığı ezgiler ve türkülere dayandırılarak kadınların, işçilerin, sömürülenlerin, çocuk yaşta fabrikalara ve atölyelere hapsedilenlerin boyun eğdirilmesinin en büyük silahı haline getirilmiştir. Arabesk müzik ve filmlerle kitleler sabretmeye çağrılarak, sıranın bir gün kendilerine geleceği ve kaderin elbet kendilerine güleceği masalıyla oyalamaya ve kandırılmaya başlanmıştır. Sermaye düzeni emekçinin okumasını, öğrenmesini, eleştirmesini, sorgulamasını ve hakkını aramasını teşvik etmeyeceğine göre “tak bir kaset, eğlensinler” demeyi tercih edecektir. Kitle iletişim araçlarının korkunç propagandasına maruz kalan insanlar, fikir ve idealden yoksun bu ürünlere maruz kalırken bir yandan da bu ürünleri “talep ettikleri ve istedikleri” öne sürülerek aşağılanmaktadırlar. Oysa gerçekler hiç de öyle değildir.

“Bana işlerin bu duruma gelmesinden seyircinin sorumlu olduğunu söylemeye kalkmayın sakın; o kurbandır. Sinema, halkın afyonu olmaktan öteye gidemezdi çünkü basın, radyo, televizyon, reklam gibi “sanat” da halkı sistemli aptallaştırma araçlarından biri olmak zorundaydı. Seyirci, sabırlı ve etkili bir şekilde eğitilmiştir.” (Adonis Kyrou)

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr

Yazarın öteki film kritiklerini okumak için tıklayınız.

Hakkında Editör

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

hakan-bilge-sinema-yazilari

Kumarbaz Bob (1956, Jean-Pierre Melville)

Giriş French-noir Kumarbaz Bob (1956, Bob le flambeur), Jean-Pierre Melville’in Fransız caddelerine vizör tuttuğu, yarı-belgeselci ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir