Mustang (2015) için feminist olma iddiasında bir film denebilir. Nitekim bir sahnede, arkaplanda Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşması işitiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında feministlerin evliliği reddettiklerinden filan bahsediyor. Bir başka sahnede de Bülent Arınç’ın televizyondaki bir konuşmasının evin reisi tarafından pür dikkat takip edildiği göze çarpıyor. Şu halde yönetmenin iktidarı da karşısına alarak feminist bir film yapmaya çalıştığı iddia edilebilir.
İstanbul’a 1000 kilometre uzakta olduğu belirtilen taşradaki bir şehirde, sözüm ona Kastamonu, İnebolu’da ormanlık alanlar ve yollar haricinde hiçbir pastoral çekime yer verilmediği halde, finalde İstanbul’un, denizin, köprülerin geniş plan çekimlerle tasvir edildiği Mustang‘in bu tercihinin Doğu-Batı çatışması ekseninde kavranılmaya uygun bir kültürel fon yarattığı düşünülebilir gibi gözükse de oryantalist tasavvurun Doğu masalı imgelerinden kurtulamadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bir kız çocuğunun, Lale’nin (Güneş Şensoy) gözü ve muhayyilesi (dış-ses ona ait) üzerinden Anadolu geleneklerinin dışlandığı birçok sahnede göze çarpıyor. Örneğin kız istemek için eve gelen misafirlere ikram edilmek maksadıyla pişirilen kahvelerin içine tüküren küçük kız, bir başka sahnede amcası Erol (Kış Uykusu’ndaki gibi sinsi bir karakteri oyunlaştıran Ayberk Pekcan) tarafından başı okşanırken görüntüleniyor. Belli belirsiz bir ensest enerjisi iması.
Yaşanılan evin bir barınma ve mahremiyet alanı olmasından ziyade sıkı korunan üst düzey güvenlikli bir hapishaneye dönüştüğü Mustang‘in vurgusu evcilleştirilemeyen atların asiliğine gönderme yapmakla birlikte ev içi uzamda sevgi ve paylaşıma dair hiçbir atıfta bulunulmaması senaristlerin tekboyutlu Doğu masalcılığının, bir başka deyişle oryantalist kaba bakışının bir uzantısı şeklinde okunabilir. Örneğin bu filmi Anadolu insanını zerre tanımayan bir İsveçli izleseydi, herhalde irrite olurdu. Film biraz da bu telosun motivasyonuyla tasarlanıp piyasaya sunulmuş izlenimi bıraktı. Hâlbuki Yaşar Kemal’i bilen bir yönetmen böylesi kaba bir senaryo kaleme almazdı, eğer okusaydı!
Ev içi uzam ya da hapishaneden bir kare
Kadınların sorunlarını anlatmak iddiasıyla yola çıktığını verdiği İngilizce röportajlarda dile getiren tekboyutlu yönetmen Deniz Gamze Ergüven, keşke Anadolu insanını daha iyi tanısaydı! NÇ Olayı, Özgecan Aslan cinayeti gibi yakın dönemdeki olayların sosyolojisi esasen geniş bir film malzemesi sunarken, yönetmen kafasında yarattığı Anadolu vizyonuyla yüzeysel bir film çekerek, ortaya estetik ve içeriği zengin bir yapıt koyamamakla birlikte, hiçbir şey başaramasa bile, Türkiye’deki kadın sorunlarına nasıl bakılmaması gerektiğini ana hatlarıyla örneklemiş oluyor.
Babaerkil katı düzenden, Anadolu geleneklerinden, taşra değerlerinden kaçışı mümkün gibi gösteren Mustang‘in kazdığı kuyuya düştüğü anlardan ikisi şu: Genç kızlar amcalarının parasını çalıp jiplerine atlayarak evden kaçıyorlar ilkin. Sonrasında da bir başka erkekten yardım alarak soluğu İstanbul’da alıyorlar. Babaerkil düzenden kopuş yine erkek eliyle oluyor yani. Bireyselliğin ölüm ilanı.
Manidar bir afişle pazarlanan film beş genç kızı kamera objektifine (bize) bakar gibi göstererek sorumluluk üstlenmeye çağırıyor ve dahası suçu kendimizde aramamıza dair sorular soruyor, ama tipik küçük burjuva eğilimine hapsoluşuyla kurduğu dizgeyi yine kendisi yıkıyor. Sonuçta kızlar afişten bize aslında tepeden, kibirle bakıyorlar.
Filmin manidar afişi
Film İstanbul’da, bir öğretmenin evinde son bulmasıyla sözüm ona modernliğin, modern ulus devletlerin, ilerlemeci kuramların eğitime verdiği önemi dillendirmesi anlamında son tahlilde tekrara düşüyor ve bilinen martavalların üzerinden geçmiş oluyor. Hâlbuki Dostoyevski’nin isabetli saptamasındaki gibi en planlı, en kanlı cinayetlerin eğitimli kişilerce tahayyül edilip eyleme koşulduğu gözden kaçırılıyor. Şu halde Anadolu insanını bağnaz, tutucu, cahil, katı, anti-rasyonel, değişime kapalı, şiddet eğilimli, tabulardan mürekkep gibi lanse ederek ve tekil bakışın içine hapsederek tıpkı filmde bir hapishane gibi betimlenen müstakil yapı gibi dar bir alana sıkışıp kalıyor. Ev içi uzamdaki fertler ve çevre sakinleri handiyse tek ciddi olumlu özellik barındırmıyorlar.
Taşrada büyümelerine karşılık giyim kuşamları ve konuşma tarzlarıyla Kastamonululara hiç benzemeyen beş geç kız kardeşin aslında dekor-karakterler oldukları ileri sürülebilir ve bu halleriyle yönetmenin sözcüsü konumunda oldukları da kesinlikle kuşku götürmez. 50’li, 60’lı yıllarda moda olan köy romanlarındaki gibi karton karakterlere ve net bir biçimde iyi ve kötü olan kahramanlara yer vererek kadın özgürleşimini evden kaçma itkisiyle yan yana getiren ahlaki bakışın sakat olduğu söylenebilir. Bu örnekten hareketle anlaşılamayan bir profesörün Amerika’ya yerleşmesi gerekecektir ya da Türkiye’de yaşadığı halde bir Amerikalı gibi vaaz vermesi mümkün olacaktır. Nitekim yönetmenin kendisi de yıllarca çeşitli ülkelerde yaşamış. Diğer senaristin ise Türkiye’ye kaç kez geldiğini, Fransızcaya çevrilen Türk yazarlarını okuyup okumadığını merak ediyorum.
Kırmızı kamyonetinin içinde elma yerken görüntülenen delikanlının bilgiye sahip aydın erkek-özneyi temsil ettiği söylenebilir. Bilgi onda olduğu için güç de ondadır, nitekim iki kızı da terminale kamyonetiyle o bırakır. Kadınların kurtuluşu için emek veren delikanlının kirli sakallı fiziğiyle modaya mı uyduğu, yoksa Gezici ekolünden bir solcu genci mi simgelediği tartışmaya açık. Ama ben bundan rahatsızlık duymadım.
Anadolu insanı taşranın cenderesinde genellikle rakılı mezeli bir sofra etrafında tasavvur edilegelmiştir. Burada da aynı şey oluyor: Bir araya gelen ahali güzel bir sofra kurmuş maçın başlamasını beklerlerken dış kuvvet sigortaları patlatıp şovun ertelenmesine neden oluyor. Bir nevi futbolla yatıp kalkan ülke formülünün tasviri. Erkek olma düşünün geciktirilmesi. Bu minvalde amcanın hikâyeyi konuşan Lale’nin başını okşamasının motivasyonu da anlaşılmış oluyor: Orgazm hayali kuran otorite figürünün maçı izleyemediği için orgazmını geçici olarak askıya alması.
Genç kızların en büyüğünün sevdiği çocukla dünya evine girmesine rağmen söz konusu evliliğin mutluluk tablolarına yer vermeyişi, olabilecek en kötü varsayımdan hareketle daima en olumsuzu gösterme çabasıyla yönetmenin hiçbir tutarlı yaşam alanı ve umut ışığı görmek istemeyişiyle birlikte düşünülebilir. Ona göre umut evin, mağaranın, hapishanenin, yani Anadolu’nun terk edilmesiyle mümkün olabilir. Nitekim İstanbul’dan çifte köprü göstererek Anadolu ile Avrupa’yı birbirinden ayıran çizgiyi de sembolik anlamda çekmiş oluyor. İnebolu coğrafyasından geceleyin ayrılan kızlar gündüzleyin İstanbul’a varıyorlar. Anadolu geceye (karanlığa), Avrupa uygarlığı ise gündüze (aydınlanmaya) içkindir kaba mantığı. Hâlbuki suç işlenme sıklığının İstanbul’da da yaygın olduğu bir gerçek. Nitekim İstanbul suç işlenme yoğunluğu en fazla seyreden 20 şehir arasında. İnsan film çekmeden önce biraz araştırma yapar! Modernleşmenin, okuma-yazma oranının fazla oluşunun, dolayısıyla eğitim seviyesinin yüksek olmasının suç işlenme yoğunluğunda azalmaya neden olup olmadığı, insan ilişkilerini kolaylaştırıp kolaylaştırmadığı, eril otoritenin baskıcı terörünü azaltıp azaltmadığı ise apayrı bir yazının konusu. Denebilir ki Mustang’de modern şehir (Batı) taşranın (Doğu) karşısına konularak sınırlar net biçimde çizilmiş oluyor. Demek ki Doğu-Batı sentezi çoktan iflas etti; uygarlıklar çatışması devam ediyor hâlâ!
Deniz Gamze Ergüven’in yarı kör bakışı, “Orda bir köy var uzakta” temalı şiirler yazan ve gerçek Anadolu sıkıntılarından ve kadın sorunlarından bihaber Cumhuriyet kuşağı şairlerinin akıl dışı romantizmiyle yan yana düşünülebilir. Her iki Batılı göz de otantik Anadolu’ya değil, kafalarında kurguladıkları romantik Anadolu’ya bakarak şiir yazıp film çekiyorlar, hepsi bu.
Genç kızlar için arabanın bile bir hapishaneye dönüştüğünü görüyoruz
Bunu söylüyorum, ama filmin eril tahakkümün iktidar tarafından tescil edildiği ya da kökeninin iktidar kaynaklı da olabileceği yollu tezini tümüyle paylaşıyorum. Aslına bakılırsa filmde dikatimi çeken en önemli mesele de bu: Yukarıda da çıtlattığım gibi aile sofrasında, hemen her ailede yapıldığı gibi yemek yerken televizyon izleyen ahali, burada söz konusu olan ise amca Erol ve annesi, yani kızların büyükannesi, kızların şakalaşmalarını ve kendi aralarındaki gülüşmelerini sürekli uyarmalarla engellemeye çalışıyorlar, yetişme çağındaki kızları baskılıyorlar. Bu yönüyle iktidarın da benzer saldırgan ve baskıcı itkilerle kök saldığı iddia edilebilir. Ötekini susturan, alternatif ideoloji ve fikirleri baskılayan iktidar, burada söz konusu olan Adalet ve Kalkınma Partisi, kendi egemen söylemini tek doğru gerçekmiş gibi pazarlayarak, sözüm ona dikte ettirerek kendi bildiğini okuyor, dolayısıyla farklı fikirler de arada kaynayıp gitmiş oluyor. Mustang’in mevcut diktayı ve baskılama araçlarını kadın problemi ile birlikte ve yan yana ele alması gayet anlamlı ve gayet samimi.
Erol Amca rolünde Ayberk Pekcan
İlgili sahenin devamı çok daha anlamlı: Amcasının susturmaya çalıştığı genç kız buna direniyor ve küçük kardeşi Lale’ye, “satıraralarını okumak”tan bahsediyor ve orta parmağını gösteriyor. Orta parmak televizyonda kadınların nasıl davranması, oturup kalkması, konuşması, kısacası edep ve hayâlı olması gerektiği üzerine vaaz veren Bülent Arınç’a olduğu kadar sofranın efendisi Erol amcaya da girmiş oluyor. Kısacası feminizm eril otoriteye orta parmağını gösteriyor.
Sonunda sofradan kovulan genç kız sahneyi terk ettikten çok az bir süre sonra bir silah sesi duyuluyor. Genç kızın intihar ettiğini anlıyoruz. İki sahne diyalektik bir bütünlük içinde okunduğunda genç kızın orta parmağını niçin gösterdiği ve gerçekten de satıraralarını iyi okumak gerektiğini bir kere daha ortaya koyuyor: Olasılıkla amcası tarafından taciz edilen genç kız ancak beden diliyle isyanını anlatabiliyor, daha fazla bir şey yapamıyor. İntihar ederek de bedeninin otorite figürü tarafından ele geçirildiğini ya da taciz edildiğini itiraf etmiş oluyor. Yönetmenin bu anlarda gayet başarılı olduğunu söyleyebilirim.
Yukarıda genç kızların Kastamonulular gibi olmadıklarını söylemiştim. Benzer biçimde baskının kaynağı olan ailenin de, çevre insanının da konuşma tarzı olarak ilgili yöreyi yanıstmadığını söylemek durumundayım. Aslında Zolavari bir natüralist çabanın karşısında olmama rağmen bu detaya takılmamın sebebi bilhassa şu: Folklorik özelliklere, otantik karakteristiklere, kız isteme ritüellerine, çalgı çengilere ve diğer bölgesel renklere yer veriliyorsa eğer, bu özellik de es geçilmemeliydi. Kuşkusuz bu tavır yönetmenin samimiyetine gölge düşürüyor.
Genç kızların yöre halkı gibi türbana sokulmaması, namaz kılma yönünde direktiflerle karşılaşmaması, sadece daha düzgün giyinmeleri yönünde uyarılarla karşılaşmaları söz konusu. Onları gönüllerinin çektiğiyle de evlendiriyorlar. Sonuçta ablasının ardından evlenen genç kız hayır deseydi, muhtemelen evlilik gerçekleşmeyecekti. Yine de ev halkının evde sürekli restorasyon yapması ve uzamı küçük bir kaleye dönüştürme girişimlerinin abartılı olduğunu düşünüyorum. Bekâret kontrolü beden üzerinde tahakküm kuran ve insanı tüm varoluş biçimleriyle hapishanede hissetmesini sağlayan önemli bir detayken ve üstelik baskıyı, tahakkümü, yıldırmayı sembolize etmede yeterliyken neden bu denli abartılıp sündürüldüğü düşündürücü. Yönetmenin zaman zaman öfkesini kontrol edemediği aşikâr.
Hapishane içinde Doğu ve Batı’nın karşı karşıya gelişi
Erol’un kendi dizayn ettiği, bir kısmında işçileri çalıştırdığı hapishaneyi yarıp geçmek için ter döktüğü sahne bana göre filmin en önemli anlarından biri: Demir parmaklıklarla, sağlam çelik kapılarla dayanıklı bir kale inşa eden Erol, kendilerini içeri kilitleyen yeğenlerine ulaşmak için epey zorlanıyor. Dolayısıyla erkek-egemen, kendi yarattığı sorunları aşma çabasıyla birlikte tasvir edilirken kendi kendisinin parodisine dönüşüyor. Güçlü olan, yine kendi gücü tarafından alaşağı ediliyor. Gücün kontrol edeni yıkan doğası. Bu konunun Shakespearean olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Bir diğer inandırıcı olmayan ve samimi bulmadığım detay ise şu: Genç kızlar töreleri, adetleri, folklorik karakteristikleri karşılarına almalarına, mücadele etmelerine rağmen, bir başka deyişle, yönetmeninin feminist hamlelerine karşın, hikâyeye konu edilen kızların hiçbir estetik kaygıyla donatılmamış olmaları. Bu yanıyla onların yönetmen tarafından programlandırılmış olduklarını söylemek haricinde ne diyebiliriz? Anadolu geleneklerine savaş açan kızların kitap okurken görüntülendikleri hiçbir sahne yok örneğin. Dolayısıyla mücadele ederken sadece gündelik koşulların yönlendirmesiyle mi eyleme geçtiler, tartışılabilir.
Bir sahnede amca ve babaannelerinin onlara birçok kültürel nesneyi yasakladığını da görüyoruz. Örneğin bilgisayar bunlardan biri. Dolayısıyla sosyallik anlamında baskılanan ve kadınlar hapishanesinde yaz tatillerini geçiren genç kızların sanal iletişim alanları da sekteye uğratılmış oluyor. Tek alternatif ise hiç kuşkusuz aptal kutusu. Nitekim Erol televizyonu (Bülent Arınç’ın konuşmasını) büyülenmiş bir koyun gibi sessizce, itaatkâr bir pozda seyrediyor/dinliyor. Türkiye’nin belki de yarısından çoğunun bilgisinin televizyon kaynaklı olduğu düşünülürse bu detay çok önemli ve bence gayet de samimi. Yanı sıra bilgisayarı, dolayısıyla interneti yasaklayan otorite, esasen twitter’ı, youtube’u yasaklayan iktidarın ketum bir uzantısını teşkil ediyor.
Elindeki pembe sineklikle Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy’i anımsatan Lale
Bir sahnede çatıdan dışarı çıkarken görüntülenen Lale’nin ana rahminden yeniden doğarak gökyüzüne kavuştuğunu söyleyebiliriz. Hikâyeyi bize anlatırken çok fazla eleştirel olmadığını, kontolünü kaybetmediğini, dolayısıyla çok daha olgunlaştığını düşündüm. Bu, esasen yönetmenin kendi sesi de olabilir diye düşünmeden edemedim.
Yazıya başlarken “feminist olma iddiasında bir film” demiştim. Peki, yönetmen bunu başarabilmiş mi? Feminist olmak hâlen mümkünse evet.
Saçını keserek isyan eden Lale
Özetle, kimi güzel sahnelerine karşılık kısmen hayal kırıklığı yaratan bir film. Bununla birlikte yönetmeninin devamında daha iyi, daha olgun filmler çekeceğini hissediyorum.
Hakan Bilge
hakanbilge@sanatlog.com
Yazarın diğer film eleştirilerini okumak için tıklayınız.