“Şu kavga bir bitse dersin,
Acıkmasam dersin,
Yorulmasam dersin;
Çişim gelmese dersin,
Uykum gelmese dersin;
Ölsem desene!” (Orhan Veli)
Paydos zilinin seyirciyi büyük bir atölyenin izbe yemekhanesine götürdüğü filmde, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlama uğruna, kötü çalışma koşullarına katlanmalarına karşın onların yüzünü göremeyen, onlarla ilgilenemeyen hatta onların karınlarını bile doyuramayan işçilerin yemek yerken, aralarında yakınmaları duyulur. Sigorta ve tazminat ödemek istemeyen patron, işçilerin kendine bahane vermesi için şartları daha da zorlaştırmış, çalışma saatlerini uzatmış ve işçileri hafta sonları da işe çağırmaya başlamıştır. Ailelerine ve çocuklarına zaman ayıramayan, geçimlerini sağlayabilmek için üç kuruşa sattıkları “emek gücü” dışında ellerinde hiçbir yasal güvencesi bulunmayan kadınlar, işten çıkarmalar karşısında, hep birlikte istifa ederlerse patronun geri adım atabileceğini düşünseler de, anlayamadıkları nokta, kimsenin kendisine hesap sormayacağını bilen patronun bu alçaklığı gizli saklı değil açıktan açığa yapıyor oluşudur. İşçilerin dayanışma çabası sonuç vermez ve birçoğu “kolayca” işten atılırlar. Filmin kahramanı Zeynep de işten atılanlar arasındadır.
“Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her defasında ya toplumun devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir. Ne var ki, bizim çağımızda bütün toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: Burjuvazi ve Proletarya.” (Komünist Manifesto)
Kapitalizm, sömürünün, yabancılaşmanın ve toplumun parçalanmasının geldiği son noktayı ifade etse de insanın insan tarafından ezilmesi ve sömürülmesi tarih boyunca süregelmiştir. Bireyler değil “toplum” kurtulmadığı müddetçe sömürünün süreceğini bilen kapitalizmin en büyük günahı, “kurtarılacak” bir toplum bırakmamak adına toplumu yok etmeyi ilk hedef olarak belirlemiş olmasıdır. Kapitalizm sattığı “metanın” kaynağının doğa olduğunu, insan emeği ile meydana geldiğini, tükettikçe insanın kendine yabancılaşacağını ve bunun sonucunda da toplumun parçalanacağını gizlemek zorundadır. Kültür endüstrisi ürünlerinin de yardımıyla toplumun parçalandığı gizlenirken, sömürülenler başta olmak üzere herkesin “burjuva” değerlerini benimsemesi sağlanmaktadır. Toplum yok olurken kişiyi değersiz ve yetersiz hissettiren kapitalizm, çaresiz, ümitsiz ve ezilen insanların kibar olmamalarını en büyük kusurları saymakta, “lütfen” demeyi unutanları asla affetmemektedir. Ülkemiz burjuvazisinin de, gelir adaletsizliği, yolsuzluk ve cehaletten değil de “yemek masasına dirseğini dayayanlardan” rahatsız olduğunu bilmek, bu açıdan anlamlıdır.
“Evini komşusunun evinden iyi yapmayan bir uygarlığın gelişemeyeceğine” inanan Henry Dawes isminde bir senatör 1880 yılında Kongre’ye “Kızılderililere” ait kamu topraklarının özelleştirilmesine ilişkin yasa teklifini sunarken, insan eliyle inşa edilmiş en aşağılık ve en alçak “sistemin” zihniyetini ortaya koymuştur. “Evini komşununkinden daha iyi yapma” sözündeki “bencilliğin”, insan olmanın ilk şartı olan “ev alma komşu al” sözündeki merhamet ve sevgiyi yıkıma uğratarak, insanın kendine, türüne ve üzerinde yaşadığı doğaya yabancılaşmasına yol açtığı gizlenmeye çalışılsa da bencilliğin toplum yapısından kaynaklandığı ve kapitalizmin özüne ait olduğu asla gözden kaçırılmamalı ve unutulmamalıdır.
“Bu milletin içinde kendi evi olmayan kişi yoktu. Büyük kabile, bir tek dolara bile sahip değildi ama yine de aralarında hiç yoksul bulunmuyordu. Kabile, kendi okul ve hastanelerini kendisi inşa ediyordu. Ama sistemin kusuru da gözler önündeydi. Varabilecekleri yere kadar ulaşmışlardı çünkü üzerinde yaşadıkları topraklar hepsinin ortak malıydı. Kendi evini komşununkinden daha iyi ve daha güzel yapamıyorsan, ortada girişim ve atılım yok demektir. Böyle bir yaşam düzeninde uygarlığın temel dürtüsü olan bencillik öğesini bulamazsınız.” (Henry Dawes)
Amerika, Afrika ve Asya’nın zenginliklerini, altın ve gümüşünü yağma etmekle kalmayan sömürgeci güçler karşılarına çıkan uygarlıkları yok etmiş, 150 yılda 100 milyondan fazla “yerliyi” sistemli bir biçimde katletmiş ve milyonlarca Afrikalıyı köle olarak kullanmıştır. Afrika’dan götürülen her bir “insana” karşılık, beş “insanın” çeşitli sebeplerle öldüğü veya öldürüldüğü göz önüne alındığında “insan kaçakçılığının” Afrika’yı en az 60 milyon insandan yoksun bıraktığı görülecektir. Bu büyük vahşet ve yağma sonucu burjuvazinin elinde önemli miktarda servet birikmiş, sömürgecilik ve katliamdan elde edilen bu “sermaye”, Marks’ın “sanayi sermayesine dönüşen para tarımdan değil, ticaret ve tefecilikten kazanılan servetten gelir” dediği gibi, kapitalizmi doğurmuştur.
Günümüzde, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yaptığı çağrılara karşın Batılı ülkeler Suriyeli insanlara yardım eli uzatmamakta veya göstermelik kontenjanlar açıklamaktadır. Türkiye’nin hiçbir ayrıma tabi tutmadan milyonlarca insana kapılarını açmasına karşın Batılı bir ülkenin utanmadan, yalnızca “3.000 (yazıyla üç bin) Hristiyan Suriyeliyi” kabul edebileceğini açıkladığını bilmenin acı verici olduğunu söylemeliyim. “Bir mülteciye gelişmiş bir Avrupa ülkesinde harcanacak parayla, örneğin Lübnan’da 40 kadar mülteciye aynı imkânlar sağlanabilir” diyerek sorumluluktan kaçan zihniyetin geçmişte de aynı fikirlere sahip olduğu, “insan hakları” bildirge ve beyannamelerinde geçen “insan” ifadesinin “kendilerinden olmayanı” kapsamadığını çünkü bizlerin “maymun” olarak görüldüğünü bilince çok da şaşırmamak gerekiyor. Ahmet Ümit, bir TV konuşmasında, “Batılılar bizlere yazar demiyor ve kendinden olmayanı okumuyor. Şaşkınlığı ise bir “maymunun” kitap yazmış olması karşısında duyduğu şaşkınlıktan başka bir şey değil” diyerek Batı’nın ve Batı’ya yaranmak için bu topraklarda “zulüm gördüğünü” iddia edenlerin ikiyüzlülüğünü açık ve seçik bir biçimde ortaya koymuştur.
Tarih boyunca sömürü ile ilgili olarak bu topraklarda yaşananlara bakmak için ise Tarım Bakanlığı tarafından yayımlanan “Osmanlı İmparatorluğu Toprak Kanunları”na kısa bir göz atmak yeterlidir. “Sipahiler, reayalarına bir iş gördürmek istedikleri zaman reayanın bunu yapması zaruri ve kanun icabıdır. Eğer yapmakta itirazları varsa mahkeme tarafından cezalandırılırlar” ifadesi bu kanunlarda yer alan hükümlerden yalnızca bir tanesidir. Buradaki “itiraz” kelimesi reayanın haklılığını ortaya çıkaracak bir yargılamayı değil sipahinin verdiği “cezanın” yeterli gelmediği ve reayanın akıllanmadığı durumlarda daha ağır bir şekilde cezalandırılacak olmasını ifade eder. Bu yeterli görülmemiş olacak ki, mahkemeleri harekete geçirme “kudretinin” yalnızca sipahide olduğu “Reaya basit şeyler için sipahilerini dava edemezler. Kanun nezdinde sipahinin sözü makbuldür. Reaya inat ettiği takdirde mahkeme tarafından cezalandırılır” denilerek sipahinin durumu güçlendirilmiş, hakkını aramak isteyen “inatçı” reaya elbirliğiyle sindirilmiştir.
Sipahi “nerede olursa olsun reayasını toprağının başına getirmekle” yükümlü sayıldığı için reaya kaçmakla bile zalim sipahinin elinden kurtulamaz. “Reaya, sipahisine bir ambar yaparak verecekleri öşrü oraya koymak veya en yakın pazara bunu taşımak zorundadır” denilerek, tarlayı süren, eken, biçen, ürünü ayıran reayanın bir de sipahinin “payını” ayağına götürmesi kanuna bağlanmıştır. Ayrıca “Padişah seferi olduğunda sipahisine para veya davar vermek, kendisinde yoksa başkasından alarak vermek kanundur” denilerek Padişaha sözde sorumlu sipahinin bütün sorumluluklarının aslında doğrudan doğruya kanun eliyle reayanın üzerine yıkıldığı, sipahinin köylüyü kanun eliyle sömüren bir asalak olduğu ortaya çıkar. “Reayanın kızlarını veya oğullarını evlendireceği zaman sipahiden izin alması” dahi kanun maddesi olarak yazılmışken, çocuğunu evlendiremeyen reayanın sömürülmediğini iddia etmek ne derece anlamlıdır?
Birilerinin kazanması için birçokları az ücret almalı, emek gücü sömürülmeli, aç kalmalı, sefalet içinde yaşamalı ve geleceğinden emin olmamalı, birileri sunta satarak devleti milyonlarca lira dolandırırken, birileri ülke dışına koyun derilerini kırkılmadan kaçırırken, birileri 19 yaşında banker olurken birçokları açlıktan ölmeli demek nasıl aşağılık bir düşüncedir, anlayamıyorum. Sermaye uğruna “insanı” sömürmekten çekinmeyen kapitalizm gün geçtikçe daha acımasız, daha zalim ve daha aşağılık yöntemler kullanmaktan çekinmemesine karışın “kendi çıkarlarını vatanın menfaatlerinden üstün tutan alçaklar” sömürünün ortaya çıkmasını, ellerindeki her türlü imkânı kullanarak engellemeye çalışırken, halkın yanında olduğunu söyleyen ancak hangi “halk” olduğunu nedense açıklamayan aydınlar, sömürülenler “Batılı” olmadığı için olan biteni umursamamaktadır. Batı karşısında Batılı doğmadığı için pişmanlıklar içerisinde ömür tüketen aydınlar başta olmak üzere “okumuş” çevrelerin duyduğu aşağılık kompleksi kendi halkını küçümsemekle başlamaktadır. Başka bir yazımda etraflıca yazdığım bu yozlaşmış tip hakkında, fazla uzatmadan, aşağıdaki alıntıyı aktarmanın yeterli olacağını düşünüyorum.
“Garp taklitçisi ve Garp mahkûmu, tepeden tırnağa “alafranga”… Milletinden de, memleketten de uzaklaşmıştır. Milletinden ümitsizdir. Frenk doğmadığına pişmandır. Ancak Düvel-i Muazzama kontrolü altında bir hayat hakkı olduğuna inanmıştır. “Bu millet adam olmaz” ona göre. Bu milletin ona borcu ya içeride rahat ve ferah içinde yaşatmaktır, ya da elçilikler kadrosunda ona yer, konak ve araba ve altın vermektir.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya)
Hayatı paylaşacak, elini tutacak, derdini dinleyecek kimsesi olmamasına karşın tek başına ayakta kalmaya çalışan, annesi ve hasta kızıyla birlikte “kentsel dönüşüm” kapsamında bomboş kalmış bir mahallede, her an yıkılacak köhne bir evde oturan, bir yandan geçinmeye çalışırken diğer yandan belediyede bir işe girebilmek için gereken “rüşveti” biriktirmeye çalışan Zeynep ve onun gibilerin dramıdır film. Arada sırada burnunun kanaması hasta olduğu izlenimini verse de egemen güçlerin, emekçinin kanını emmesi olarak görülmelidir. Zeynep’in karşısına çıkanlar ve çevresindekilerin, örneğin ev sahibi, patron, patronun adamları hatta çalışan bazı kadınlar gibi herkesin kötü olması Zeynep’in parasının olmamasıyla, parası olsaydı çevresindekileri sömürecek olanın Zeynep olmasıyla veya para karşısında kimsenin kötülük yapacak gücü bulamayacak olmalarıyla açıklanabilir. Yıkıntılar içindeki İstanbul’un arka sokaklarında gözlerden uzak bir şekilde yaşamaya çalışan yoksulluk ve çaresizlik içindeki insanların çalıştığı atölyelerin ve fabrikaların denetlendiğine dair hiçbir emareye rastlanmaz. Asgari şartlar bile sağlanmamıştır. Yemeklerin hızlıca atıştırıldığı izbe yemekhaneler, gürültülü, pis ve farelerin kol gezdiği yatakhaneler, emek güçleri üç kuruşa satın alınarak ağır işlerde çalıştırılan kadınlar, emekçilere kötü davranan patron yalakalarının varlığı bu denetimsizliğin göstergesidir.
Peki, bu birilerinin canı, kanı ve emeği üzerine servet inşa eden patronlar ve bunları denetlemeyenler ve Yakup Kadri’nin deyimiyle “inkılâbın başını yiyenler” kimlerdir, Doğan Avcıoğlu’nun kaleminden okuyalım:
“Bu düzen atalarımızdan kalma düzen midir? Hayır. Bu düzen, Batı emperyalizminin Avrupa dışı toplumlarda yarattığı sömürge ve talan düzenidir. Derebeyi, toprak ağası, tefeci ve tüccarıyla tarıma ve köylünün sefaletine dayanan kapitalizmin dünya egemenliğine yönelmiş biçimi emperyalizm, hegemonyasını kurduğu bütün Avrupa dışı ülkelerde, kendi ihtiyaçlarına uygun bir toplumsal yapı yaratmış, fakat gerilik unsurlarını yaşatmış hatta onları çıkarları gereği güçlendirmiş, sömürüyü ve halkın üzerindeki tahakkümü değiştirmemiştir. Avrupa sermayesi ve bu sermaye hizmetine giren yerli azınlığın yaşadığı Avrupai görünümlü mahallelerdeki lüks ve israf, kaynağını bu ortak sömürüden almaktadır. Yabancılar kadar kompradorların yerli unsurların yaşadığı bu mahalleler ilkel sömürü şartları içinde köylü kitlelerinin alın teriyle gerçekleştirilen hammadde ve gıda maddeleri ihracatından sağlanan olanakları, Avrupa’dan gelen lüks ithalatla tüketmişlerdir. İstanbul ve İzmir’in kompradorları için bir mesele yoktu. Onların çoğu İtilaf Devletleri’nin himayesinde Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın farkına dahi varmamışlardır. Kompradorların bir kurtuluş savaşı verildiğinden ise haberleri, ancak İzmir’deki Türk süvarilerinin nal sesleri işitilince olacaktır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni)
Devlet eliyle kapitalist yetiştirme politikası sanayiye değil, kolay para kazanmaya ve spekülasyona yönelmiştir. Korkut Boratav’a göre “Devlet özel teşebbüs için kredi, döviz gibi uygun şartları sağlamakta, zarara uğramasını önlemekte, her an bir alıcı olarak kârını garantilemekte ve üstelik işçinin özel teşebbüs tarafından istismarını da kanun yoluyla temin etmektedir.” Hızlı fiyat yükselmeleri ve karaborsa, emeği ile yaşayanların gelir dağılımındaki paylarının azalmasına yol açarken, toprak ve sermaye sahiplerinin daha fazla zenginleşmesini sağlamış, hırsızlık yolsuzluk söylentileri almış yürümüştür. Adnan Menderes’in “Birader, çalıyorlar. Ne diyeyim, Allah belasını versin! Ama ben ne yapayım? Ben Başvekilim, müfettiş değilim ki” sözleriyle isyanını dile getirdiği bilinmektedir.
“Fırsatlardan yararlanarak birdenbire zengin olanlar arasında kazandıkları paraları yatırım yapıp kalkınmamıza hizmet edenler çıksa bile, zenginliğin asıl kaynağı devlet oluyordu. Gümrükleri yükselten, demiryolu yapımı için müteahhitlere bol para veren, dövizsizlik yüzünden mal gelemediği için karaborsayı yaratan devletti. Bu gibi yollarla çabuk para kazananlar, endüstriye yatırım yapsalar bile, çok kolay ve çabuk para kazanmak için bodrumlarda, mahalle aralarında, eski binalarda fabrikalar mantar gibi yerden bitiyor, en adi cins mallar piyasada dünya fiyatlarının birkaç misli fiyatla satılıyordu. Bu devirlerde hiçbir özel teşebbüsün modern bir fabrika kurduğu, ya da çekirdekten yetişmiş sanayi erbabının işini modernleştirdiği görülmemiştir.” (Ahmet Hamdi Başar)
“Bir iş ki kimse yapamaz, devlet yapar, bunu anlıyorum. Bir iş ki, hususi teşebbüs yapar, bunu da anlıyorum fakat devletin nüfuzunu kullanarak şahıslar veya bankalar yapar bunu anlamıyorum. Ben devletçilik denen şeyi anlarım, fakat dolapçılığı anlamam” diyen İsmet İnönü’nün Meclis koridorlarında “Hazine’yi soydurmayacağım, hazineyi soydurmayacağım” diye haykırdığı işitilmiştir. Aşağıdaki sözler “bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesaret sahibi olmak zorundadır” diye isyan eden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Meclis açılış konuşmasından bir bölümdür:
“Şuursuz bir ticaret davası haklı sebepleri çok aşan bir pahalılık belası bugün vatanımızı ıstırap içinde bulunduruyor. Acı ile hatırlamalıyız ki, bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sayan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar. Üç beş yüz kişiyi geçmeyen bu insanların vatana karşı aşikâr olan zararlarını gidermek yolu elbette vardır. Ticaretin ve iktisadi faaliyetlerin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız.” (İsmet İnönü, 1942)
Kendine acıyarak sızlanan değil onurlu mücadelesinden vazgeçmeyen, çocuğuna bakmak için daha fazla para kazanacak ve rahat edecek olmasına karşın patronun adamlarının yatağına girmek yerine alın teri ile kazanmayı tercih eden bir kadın Zeynep. Bir ev, bir araba, bir “single”, bir rol için birbirlerine göz süzerek bakan, durduk yere ağlayan, ani öfke nöbetlerine kapılan ve sürekli cinselliğini öne çıkararak bir yerlere kapak atma derdinde olanların ve köşklerde, konaklarda, yalılarda lüks içinde yaşayanların hikâyelerinin anlatıldığı “dizilerin” değil toplumun yarıya yakınının içinde bulunduğu fakirliği, yokluğu, ezilmişliği, sindirilmişliği, yetim bırakılmışlığı anlatmaya çalışıyor Zerre. Fuzuli’nin “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar” sözünü söylemesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine karşın belediyede işe girmek için “çok para” gerektiğinin ifade edilmesi rüşvetin önünün alınmadığının göstergesidir. Paradan para kazanma demek olan kapitalizmin rüşveti ortadan kaldırması düşünülemez çünkü “gelişmiş kapitalist demokrasilerinin” pek çoğunda, “gelişmekte olan” ülkelerde ihale almak için verilen rüşvetin vergiden düşürülmesine yönelik kolaylıklar sağlandığı ve emek gücünün arsızca sömürüldüğü bilinmektedir.
“Günün bazen on, bazen on iki, hatta on dört saatinde durup dinlenmeden muayyen beş, on hareket yapmak için kiralanmış olan bu insanlar, makineden adamlara ne kadar benziyorlar. Onları makinelerden, makineleri onlardan fark etmenin imkânı yok. Bu insanlar kendilerini, tık nefes göğüsler gibi, hırlıya hırlıya çalışan makinelerin ahengine o kadar uydurmuşlar ki, her şeyi, hatta insan olduklarını unutmuşlar gibi…” (Kemal Tahir, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır)
Lütfü Erişçi, Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi isimli kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren Anadolu Demiryollarının Alman müdürünün “Türk işçisi bir lokma kuru ekmek, iki çürük zeytinle geçinebilir” dediğini yazmaktadır. Batı hayranı kitlelerin görmezden geldiği bu zihniyeti Kemal Tahir bir romanında söyle ifade eder. “İşletme müdürünün vazifesinin sonunda unutamadığı bir kayıt daha vardı: Bu kayıt iki çizgi arasına yazılıyordu ve şöyleydi: iki demir traversi bir işçi taşır ama bu yalnız Türk işçisi için böyle hesaplanabilir. Avrupa işçisi iki demir travers birden taşımaz.” Tanzimat’ın ardından ülke giren yabancı sermayenin en önemlilerinden olan Fransız Ereğli Şirket-i Osmaniye’sinde çalışan işçilerin durumu hakkında Hüseyin Avni Şanda şöyle yazmaktadır.
“İşçiler çoğunlukla camı bile olmayan barakalarda elbiseleriyle yatarlar, ertesi sabah güneş doğar doğmaz ocaklara giderler. Beslenme kötüdür. İşçiye sıcak yemek vermek için bir mutfak kurulmamıştır. İşçinin barakalarda hazırladığı günlük yemeği, zeytinyağında kavrulmuş mısır unu ile soğandır. Sağlık teşkilatı yetersizdir. İşçi ancak kazada yaralanırsa doktora ve hastaneye gönderilmekte, sıtma, baş ağrısı gibi hastalıklar ayaküzeri geçiştirilmektedir. Hasta işçiler ocakta az çalışırken, Fransız mühendisler tarafından keyfi olarak azarlanmakta, dövülmekte hatta ücreti kesilmektedir.” (Hüseyin Avni Şanda, Bir Yarım Müstemleke Oluş Tarihi)
Ahmet Çıladır’ın Yön Dergisinde yayımlanan “Kozlu Olaylarının İçyüzü” isimli makalesinde “Ereğli havzasında ilk grev, 1908 Hareketi’nden sonra olmuştur. Grevin nedeni, ücretlerden hastane parasının kesilmesine son verilmesi talebidir. Zira şirket, yaralanan ya da hastalanan işçilerin tedavi giderlerini işçilere ödetmektedir. Grev üzerine İstanbul’dan bölgeye Musul gambotu ile Avcı Taburları gönderilmiştir” yazdığını aktaran Doğan Avcıoğlu “Bey ve paşa’ların devlet gücüne dayanarak, köylüyü talan etmesi gibi, Batı sermayesi de emperyalist devletlerin silah tehdidi altında faaliyet göstermektedir” diyerek sözlerini bitirmektedir.
“İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Ücretli işçi, emek-gücünü, belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre, işgününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek artı-emek saatlerinde ürettiği değer, kapitaliste hiçbir maliyeti olmayan, ama yine de onun cebine giren artı-değerdir. Uygar toplumu, bir yanda bütün üretim ve geçim araçlarının sahipleri bir avuç Rothschildsler’le Vanderbiltsler’e, öte yanda emek-güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan çok büyük sayıda ücretli işçilere bölme eğilimi taşıyan sistemin temeli budur.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu)
Zeynep, her ölümde cami önüne gidip cenaze sahiplerine içinde koku bulunan bohçalar satıp para kazanma çabasındadır. Camilerden sela verilmesini duyduğu an aklına gelen, kendisi gibi birinin öldüğü değil para kazanma fırsatıdır diyebiliriz. “Birisi ölecek de camide bohça satacaksın” sözleriyle kapitalizmin ve emperyalizmin insan canı üzerinden yürüttüğü para kazanma politikası gözler önüne serilmektedir. Ölen kişi kapitalizmin sömürdüğü ve işe yaramaz hale gelince bir köşeye attığı “sıradan” ve “emekçi” bir insan olmalıdır çünkü “zengin” cenazelerinin ayrı camilerden kaldırıldığı zamanlarda yaşıyoruz.
“Forbes Dergisi, milyar doların üzerinde serveti bulunan kişi sayısını açıkladı. Almanya’daki milyarder sayısı 45 iken, Türkiye’de 40 kişi. Dün ise Maliye Bakanlığı, “Türkiye’de en çok vergi ödeyen 100 kişiyi açıkladı”. İki listeyi yan yana koyduk. En zengin 25 kişinin 13’ü en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında yok. En zengin 100 kişinin yarıdan fazlası da en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında yok.” (27 Haziran 2024, Gazeteler)
Kadınlara bağırıp çağıran, kötü davranan, ağır işlerde çalıştıran, yemeği boğazlarına dizen, pis yataklarda yatmaya mahkûm eden, duvarlara, dolaplara vurarak uyandıran, sürekli korku ve yetersizlik içinde yaşamalarına sebep olan fabrikanın erkek çalışanlarında insancıl hiçbir davranışın izine rastlanmaz. Bu kadar olumsuz şartlar altında çalışan kadınların zaten kendilerine verilmesi gereken temiz çarşaf ile üç kuruşluk zam uğruna sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra gece boyunca da patronun adamlarının koynuna girmesi beklenir. Kadınları “insan” yerine koymayan erkeklerin, gecenin bir yarısı içki masalarına gelen kadınları karşılamalarının değinmeden geçemeyeceğim muhteşem bir sahne olduğunu söylemeliyim. Mesai saatleri dışında, kendilerine biçilen “rollerinden” sıyrılan erkeklerin, masalarına gelenlerin kadın olduklarının farkına vardıkları ve onları ayağa kalkarak karşıladıkları bu sahne ile Murat Belge’nin anlattığı bir olayı hatırladım. Kendisine günlerce işkence eden bir adamla işkence gördüğü yerin dışında bir masada karşı karşıya oturmak zorunda kaldığını, bacak bacak üstüne atmaya çalışırken ayağının yanlışlıkla kendisinin dizine çarpması sonucu adamın ağzından bir “pardon” sözünün çıktığını anlatır Murat Belge. Böylece “işkenceci”, kendisine “biçilen” rolü gereği insan olarak görmediği ve günlerce işkence ettiği bir kişiden ayağının küçük bir teması karşısında “özür” dilemek gerektiğinin farkına varıyor. Böyle diyerek kişilerin sorumluluğunu azaltmak istemiyorum ancak egemenlerin ve idareci elitlerin kapitalizmin devamlılığı için işbölümü adı altında insanlara dağıttığı roller, insanın yabancılaşmasını ve toplumun parçalanmasını körüklemektedir.
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir, bir başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
Egemen sınıfın, kitleleri uysal hale getirmek ve o halde tutmak için elinden geleni ardına koymadığının en büyük göstergesi, iki kez Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hamdullah Suphi’nin özellikle “sırtına binilen atın günün birinde binicisini düşürmemesi” sözlerinde görülebilir: “Anadolu ve İstanbul eşrafının eğitim sisteminden yakınmaları bize facianın bir yanını gösterir. Asıl çözümlemek istediğimiz yön büsbütün başkadır. Eğitim masraflarını saptayıp dağıtanlar, il genel kurullarına üye olarak gelenler kimlerdir? Genel kurulların şimdiki örgütlenişine göre, üyenin bir bölümü halkın okumasından korkan, midesini ve kesesini bütün tufeyliler gibi büyük kitlenin cahil ve gafleti sayesinde dolduran kimselerdir Ben sırtına bindiğim atın günün birinde beni düşürmesini ve bana kendi arzularını söylemeye kalkışmasını asla istemem. Nasıl düşünebiliriz ki köylünün alın terini ve emeklerinin bütün mahsulünü hiçbir zahmet çekmeksizin elinden alan bu ağalar halka eğitim verecek bir işte samimiyetle çalışabilsinler. İlköğretimimizin bu efendiler tarafından düşünülmesi ve tartışılması, millet için umutsuzluktan başka bir şey getirmiyor. Bunlar yıllık toplantılardan faydalanarak okullar için zehir saçmakta hiçbir fırsat kaçırmıyorlar.”
Küçük kızın canı sıkılmasın diye sürekli televizyon izlemek zorunda kalması, insanların edilgen bir konuma sürüklediğinin ifadesi olabilir. Annesinin “yürütme” ve ayağa kaldırma çabalarına karşın oturup televizyon izlemeyi tercih eden kız çocuğu, çalışmak, okumak, öğrenmek yerine kendini eve kapatan, komşu, arkadaş ve akraba ziyaretlerini televizyon programlarına göre ayarlayan bir toplum haline dönüşmenin simgesidir diyebiliriz.
“2014 ortası itibariyle, Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülkenin toplam servetinin yüzde 54.3’üne el koyuyor –üstelik 2024’teki yüzde 52.3’lük payını arttırarak. Dünyada bu boyutta servet eşitsizliği sadece Rusya’da var (yüzde 66.2). Occupation hareketinin beşiği, en zengin yüzde 1’in servetinin en çok sorgulandığı ülke ABD’de bile bu pay yüzde 38.4.” (Ahmet Tonak, Halk Sürünüyor, Vatandaş Zenginleşiyor)
Bu büyük kazançlar, yatırımlara değil, gösteriş tüketimine gitmiştir. Kolayca zenginleşen sınıfların çoğunluğun ortan sıkıntı ve ıstırabıyla paralel giden lüks ve sefahati hoşnutsuzluğu körüklemiştir. “Mutlu azınlık” deyimi kitlelerin fakirleşmesi pahasına kolayca zenginleşen bir azınlığa ifade etmektedir. İmtiyazlı bir pazarda, devletin milyarlarca liralık desteğiyle zenginleşen ve milli gelirin yarısından fazlasını alan bu mutlu azınlığın, lüks ve israfı kitlelerin sefaleti üzerinde yükselmektedir. Toplumsal sorunlar, çözülmek yerine günde göne kötüye gitmekte, tarım ülkesi Türkiye kendini besleyememekte, gecekondular çığ gibi büyümekte, işsizlik artmakta ve diplomalı cahiller her yanı sarmaktadır. Yatırımlar genellikle lüks konut inşaatına, tüketime ve lüks hizmetlere gitmekte, böylece yatırımlara ve sosyal konutlara ayrılabilecek önemli sermaye, ülkenin demiri, çimentosu ve insan gücü israf olunmaktadır. Lüks konutların çoğu boş kalırken, başta Amerika olmak üzere kapitalist ülkelerin birçoğunda boş evlerin sayısı sokakta yaşayanların sayısından birkaç kat fazla olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelerin sermaye kıtlığından değil, mevcut kaynakların israf ettiklerinden kalkınamadıkları tezi bir kez daha doğrulanmaktadır.
“Vergi adaletsizliği o günlerde de vardı. İstanbul eski Defterdarı Faik Ökte’nin verdiği bilgiye göre, 1944 yılında milyonlarca liralık iş yapan müteahhitler 8,4 milyon lira vergi verdiği halde ufak müesseselerin maaşlı ve ücretlilerinin ödediği vergiler 186 milyon Urayı buluyordu. Aynı yıl yüksek gelirliler, vergi mükelleflerinin yüzde 41″ini teşkil ettiği halde, ödedikleri vergi, bütün vergi gelirlerinin yüzde 13,3’i kadardı.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni)
Ev sahibi organ mafyasına çalışan karanlık bir tiptir. Zeynep’in çıkar yol bulamayarak böbreğini satmak için kan vermesi, pek çok kişi tarafından aceleye getirilmiş şeklinde yorumlansa da filmin hikâyesinin böbreğini satmak zorunda kalan Zeynep’in bu duruma nasıl geldiğini anlatmak olduğu düşünülürse filmin finali aslında başlangıcını oluşturmaktadır diyebiliriz. Zeynep’in “kapitalizmin” önüne çıkan her şeyi tüketmesi sonucu doğadan kendi payına tüketecek bir şey kalmayınca vücudunu satmaktan başka bir şey bulamaz. İşsizlik, yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle zor durumda kalan insanlar “karaciğer”, “böbrek” gibi organlarını 30 bin liradan alıp nakil bekleyenlere on katı fiyatla satan aracılar bu işten en çok parayı kazananlardır. Geçim sıkıntısı çeken, işten atılan, aylarca iş bulamayan, banka ve kredi kartı borcu olanlar son çare olarak organlarını satıyor. Her üç kişiden birinin yoksul ve muhtaç olduğu insanların yaşamlarını riske atacak kadar yoksulluk içinde yaşadıklarını gösteriyor. Türkiye’de yaşayan hor görülüyor. İnsanlığın bittiği yer: Zengin olan fakirin vücudunu satın alıyor. Zeynep’in kan verdikten sonra aldığı eve ilk kez et girmesi, onun da ucuz et yani tavuk eti olması manidardır.
“Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın resmi kaynaklara dayanarak çizdiği bir tablo var. Gelir Vergisi ödeyen gruplar arasında yıllara göre vergi dağılımını gösteriyor. 1965 yılında “tüccar, sanayici ve serbest meslek” sahipleri yüzde 44 vergi öderken, “işçi ve memurların” ödediği vergi yüzde 56 olarak gözüküyor. Her yıl bir kesimin ödediği miktar azalırken, diğerinin artış gösterdiği çizelgede 1972 yılına gelindiğinde “tüccar, sanayici ve serbest meslek” mensuplarının ödediği vergi yüzde 32’ye düşmüşken, “memur ve işçilerin” vergi miktarı yüzde 68’e yükseliyor.” (Örsan Öymen, Politika Kazanı)
Zeynep’in altında ezildiği, bütün sorunlarına çare bulunmuş olsa bile değişen hiçbir şeyin olmayacağını, Zeyneplerin, Ayşelerin, Fatmaların, Haticelerin benzer durumda olduğunu vurgulamak için film birden biter. Finalde Zeynep’e piyango, at yarışları, iddia, on numara, süper loto, sayısal loto gibi dayanışmayı değil bencilliği körükleyen şans oyunlarından çok para kazandığı veya tanımadığı, bilmediği ve hiç görmediği bir akrabasından miras kaldığı söylense, böbreğini satmaktan vazgeçse, kendini ve kızını tedavi ettirse, daha büyük ve güzel bir eve taşınsa, değişecek olan nedir? Seyirci yalnızca yaşamının bir anına tanıklık ettiği bir kişinin kurtulmasından dolayı mutlu olacak ancak binlercesinin, milyonlarcasının dramını unutacaktır. Yönetmenin, kitleleri uyutmak adına kullanılan Hollywood tarzı diyebileceğimiz bir final yerine böyle bir son tercih etmesi bile çok değerlidir.
“Filmin bir sonunun olmadığı konusunda bana da eleştiriler geldi. Ama ben film bitmesin istiyorum zaten. Salondan çıkıldığında da devam etsin istiyorum. Filme bir son biçip seyirciyi eve tatmin olmuş bir şekilde yolladığınızda, seyirci sorgulama mekanizmasını devreye sokmuyor. O defteri kapatıp beynindeki arşivlere kaldırıyor. O kapıyı açık bırakmak, seyirciye o tatmini yaşatmamak, seyirciye o hayatın hâlâ bir yerlerde yaşanıyor olduğu duygusunu vermek anlamına geliyor.” (Erdem Tepegöz)
Zeynep’in haftalığından daha pahalı olan havai fişeklerin art arda patlatıldığı yerlerin, yoksullar ve çaresizler tarafından nasıl görüldüğünü bilmeyenlerin, birkaç “fakire” beş kuruş yardım yaptıktan sonra bunu binlerce liralık şampanya ile kutlayanların ve sanatın “insan ve insan emeğinin” yanında olması gerektiğinden habersizlerin birçok “hata” bulabileceği Zerre, Türk sinemasının günümüzdeki yüz akı filmlerindendir. Yanlış anlamalar, tesadüfler, rastlantılar, kişiyi yetersiz ve değersiz hissettiren, yaratıcılıktan yoksun, yeteneğin memeyle, bacakla kapatıldığı, edep, terbiye ve ahlak kavramlarıyla ilgisi olmayan, uyuşturucu ve seksin iç içe geçtiği, aldatmanın, ezmenin, sömürmenin, alay etmenin, insan onurunu, haysiyetini ayakları altına almanın doğal, ihanetin meşru sayıldığı, kadına şiddeti güya eleştiren ancak ismi bile küfür olan filmler piyasayı ele geçirmişken “derdi olan bir film” yapmış olan yönetmenin her türlü saygıyı ve desteği hak ettiğini düşündüğümü söylemeliyim.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film incelemelerini okumak için tıklayınız.