Anasayfa / Edebiyat / Aydınlanmanın Eşiğinde Karanlığı Yaşayan Bir Şair ve Dehşet Tiyatrosu

Aydınlanmanın Eşiğinde Karanlığı Yaşayan Bir Şair ve Dehşet Tiyatrosu

“Corneille gökyüzünü, Racine yeryüzünü almıştı. Geriye yalnızca cehennem kalıyordu, hiç düşünmeden atladım içine.” —Prosper Jolyot de Crébillon

XVIII. yüzyıl denince ilk akla gelenler Voltaire, Rousseau ve Diderot gibi Aydınlanma Çağı filozoflarıdır. Sanatı ve felsefeyi kullanarak eski aristokratik rejime savaş açan ve burjuva temelli daha adil bir gelecek ideali uğruna mücadele veren bilgin tipleridir hepsi de. Bundan dolayı da ürettikleri sanat yapıtları çoğunlukla Aydınlanma ideolojisiyle harmanlanmış olup, sanatın politik işlevini duygusal, psikolojik ya da dramatik içerikten önde tutan metinlerdir. Lakin aynı yüzyılın başında, ne klasik dönemin seçkinci tavrını devam ettiren ne de aydınlanma döneminin ideolojik bakışını benimseyen, iki dönem arasında sıkışmış, ömrü boyunca tarafsızlığını korumuş, bu yüzden de daima yalnız kalmış bir deha vardır: Prosper Jolyot de Crébillon.

Eserlerinin ayırt edici özelliği korkunç sahnelerle dolu olmalarıdır. Klasik trajedinin seçkinci tavrına yakışmayan ölçüde dehşet verici sahneler tasarlar. Ayrıca olay örgüsü de çok sayıda çatışmayla dolu olması ve fazla kafa karıştırıcı olması bakımından klasizmin ustası Racine’den kalma sadelik kuralına ters düşer. Racinienne trajedide olay örgüsü tek bir olaya odaklanmak ve mutlak çözülmeye doğru ilerlemek zorundadır. Oysa Crébillon trajedilerindeki tasarı tek bir olaya odaklandığında bile karakterlerin kurnazlıklarını gösterebilmek için fazlasıyla karmaşık ve inişli çıkışlıdır.

Crébillon’un başarısı çoğunlukla yaşadığı ara dönemin elverişli koşullarına dayandırılır. Fransız trajedisinin dev isimleri Corneille ve Racine çoktan ölmüştür. Aydınlanma Çağının parlak ismi Voltaire ise Crébillon yazmaya başladığında henüz çocukluk çağını yaşamaktadır. Crébillon genelde eleştirmenler tarafından, piyeslerinde fazla çetrefilli entrikalar tasarlamasından dolayı yapmacık duyguların yer aldığı yüzeysel eserler üreten ve dehasını romanesk maceralar tasarlayarak israf eden bir yazar olarak değerlendirilir. Gençliğinde Mme de Scudéry ve La Calprenède tarzı kahramanlık romansları okumayı klasik trajediye tercih ettiği için ve üslubu da patetik hissiyat yerine terör duygusuna odaklandığı için sahip olduğu klasizm bilgisinin kusurlu olduğu varsayılır. Elbette ki, bunlarda doğruluk payı vardır ancak tüm bu görünürdeki yüzeyselliğin içinde derin bir felsefenin yatmakta olduğuna dair ipuçlarını yakalayabilenler de yok değildir.

Edgar Allen Poe’nun Çalınan Mektupöyküsü Crébillon’a saygı duruşu niteliğindedir. Poe, öyküsüne Seneca’dan bir alıntıyla başlar “Aşırı kurnazlık en büyük akılsızlıktır”, öykü boyunca fazlasıyla kurnaz bir suçlunun tıpkı kendisi gibi kurnaz bir dedektif tarafından alt edilişini işler ve öyküyü Crébillon’unAtrée ve Thyeste trajedisinden yaptığı başka bir alıntıyla bitirir:

“-böylesi art niyetli bir tasarı Atrée’den ziyade Thyeste’e yaraşır.”

Bu ifade, Poe’nun öyküsündeki suçluyla dedektif arasındaki ilişkinin doğasına dair imalarda bulunduğu gibi, aynı zamanda Crébillon’un dünya görüşünü kavramak açısından da kilit bir öneme sahiptir. Ancak daha derine inmeden önce, şairin yaşamının ve içinde kapana kısıldığı dönemin kısaca üstünden geçmek Crébillon’un dehasına dair fikir edinmek için daha uygun olacaktır.

1674’te Dijon’da doğan Crébillon gençliğinde hukuk eğitimi alır ve bir savcılıkta görev yapar. Tiyatroya ilgi duyan savcı, genç avukat adayının dramatik temsiller üzerine yaptığı yorumlardaki nüfuz edici derinliği fark edince onu dramatik kompozisyonlar yazması için teşvik eder. Savcının desteği sayesinde söz sanatlarında kendini geliştirmeye başlayan genç şairin ilk piyesi Brütüs’ün Çocuklarının Ölümü bir oyuncu topluluğu tarafından reddedilir. Hayal kırıklığına uğrayan Crébillon tüm elyazmalarını yakar ve bir daha asla yazmamaya karar verir. Fakat çok geçmeden savcının ısrarlarıyla yeniden kalemi eline alır ve Idoménée’yi yazar. 1705’te sahnelenen bu oyun seyircinin ilgisini yakalamayı başarır. Aynı metin, önce 1712’de AndréCampa tarafından tragédie en musiquetarzında operaya dönüştürülecek ve yüzyılın ikinci yarısında Mozart’ın Idomeneo’sunun librettosuna kaynak teşkil edecektir.

Crébillon’un asıl başarısı iki yıl sonrasına tarihlenir. 1707’de Atrée ve Thyeste sahnelendiğinde, savcı hasta olmasına rağmen kendini tiyatro salonuna kadar taşıttırır ve genç şaire sarılarak “gözüm arkada kalmayacak, sizden bir şair yarattım, Fransa’ya armağanım olsun”, der. Öte yandan, Crébillon aynı desteği ailesinden göremez. Babası, oğlunun hukuk kariyerini tiyatro için terk ettiğini öğrendiğinde çok öfkelenir ve onu evlatlıktan reddeder. Yeniden barışmaları ancak birbiri ardına gelen başarılar şairi üne kavuşturduktan sonra gerçekleşir.

1709’da sahnelediği Electre adlı piyesi en az öncekiler kadar çapraşık bir çatışmalar düğümü içerir ki bu da çağın ruhuna fazlasıyla uygundur aslında. Monarşinin altın çağı kapanmak üzeredir. Bilhassa güneş kralın 1715’teki ölümüyle monarşinin baskısı ortadan kalkar ve ülke birçok konuda iç karışıklıklar yaşamaya başlar. Cizvitler, Jansenistler ve Calvinistler arasındaki uzun zamandır bastırılmakta olan mezhep kavgaları Nantes fermanının feshiyle daha Louis XIV hayattayken yeniden filizlenmiştir bile. Dini çatışmaların yanı sıra halkın her kesiminde ahlaki çöküntü ve kan davaları baş gösterir. Dedikodular, skandallar ve komplo teorileri dört bir yanı sarar. Gündem bilhassa Louis XIV’ün kral naibi olarak atadığı Orléans Dükü Philip II ve kızı Marie LouiseÉlisabetharasında ensest ilişki yaşandığı iddialarıyla çalkalanmaktadır. Bu söylentinin arkasındaki esas isim ise Aydınlanmanın medarı iftiharı Voltaire’den başkası değildir. Düşese hakaret etmekle suçlanıp Bastille zindanlarına tıkılması bile onu bu konuyu kaşımaktan alıkoyamaz. Tutuklu olduğu sırada ilk trajedisini yazar: Oedipe -ve bunu düşesin ensest ilişkisini ima edecek şekilde kaleme alır. Oyun daha ilk temsilden itibaren magazine susamış halk tarafından büyük bir ilgi görür. Marie Elisabeth bu temsillerden birine katılıp gösteri sırasında baygınlık geçirince söz konusu iddia halkın gözünde neredeyse kesinlik kazanır. Konu güncelliğini uzun süre korur. Sevgilileriyle ünlü olan Marie LouiseElisabeth, Berry düküyle evlidir ancak babasının kim olduğu belli olmayan çocuklar doğurmakta ve bu çocuklar çok geçmeden ölmektedir. O kadar sık hamile kalır ki, çatışmaya bahane arayan halk arasında çocukların babasının kim olduğuna dair kavgalar çıkar. Yaklaşık iki yüz yıl sonra Jules Michelet, Fransız Tarihi adlı eserinin on dördüncü cildinde konuyla ilgili olarak, Berry düşesinin artarda hamile kalmaktan yorgun düşüp öldüğünü yazar. Ayrıca Lüksemburg’dayken doğurmuş olduğu çocuğun babasının bizzat düşesin kendi babası olan kral naibi olduğunu ve prensesin bu çocuğa Saint-Cloud’daki hususi bir sefahat âlemi sırasında hamile kaldığını iddia eder. Marie Elizabeth 1719’da zatürreye yakalanıp öldüğünde henüz yirmi üç yaşındadır ve otopsisinde bir kez daha hamile olduğu tespit edilmiştir.

XVIII. Yüzyılın ilk yarısı hızlı bir ahlaki çöküş tablosu çizmektedir. Monarşinin zayıflaması, kilisenin diğer mezhepler üzerindeki baskısı, Atlantik ötesinden ithal edilen kakao gibi egzotik ürünlere ve sefahate düşkünlük, kolonilerden toplanan köle trafiği, tüm bunlar yirmi otuz yıllık bir dönemde yoğunlaşmış gibidir. Söz konusu ahlaki çöküntüde, 1700–1715 arasında gerçekleşen ve Avrupa tarihindeki ilk din dışı savaş,  yani salt ekonomik amaçlara dayanan İspanya Veraset Savaşının da etkisi vardır. İspanya kralı II. Carlos’un ölümünün ardından Avrupa ülkeleri İspanya topraklarını paylaşamamış ve birbirlerine girmişlerdir. Savaş yüzünden Tiersétat ağır vergilere maruz kalmış, halk kıtlıktan kırılmaya başlamış ve yüzyılın son çeyreğinde aristokratik rejimin yıkımıyla sonuçlanacak olan güçlü bir otorite nefreti doğmuştur.

Crébillon’un cehennemi tasvir eden, tarafsız fakat dehşet verici olaylarla dolu kanlı trajedileri aynı dönemde adını yeni duyurmaya başlamış olan Voltaire’in bir propaganda aracı olarak kullandığı ideolojik trajedilerine kıyasla günün ruhunu çok daha iyi yansıtmaktadır. Bu bakımdan, Crébillon kendinden sonraki romantik çağın edebiyatına daha yakın sayılabilir. Sanatını bir takım fikirleri yaymak ya da düşmanlarını karalamak amacıyla değil, Stendhal’in “roman toplumun aynasıdır” mantığına yakın bir anlayışla günün koşullarını ve ruh halini yansıtmak amacıyla icra eder.

Crébillon’un, tembelliğine rağmen hiç zorlanmadan muhteşem kompozisyonlar kurabiliyor olması ve keskin görsel hafızası saray çevresindeki yazarlar arasında kıskançlığa sebep olur ve piyesleri bazı meslektaşları tarafından yadırganır. Bu durum Akademiye seçilmesini bir hayli geciktirir. Hatta en azılı rakibi Voltaire’in hedef tahtası haline gelir.  Adaletsizliğe tahammülü olmadığı için çabuk öfkelenen mizaçtaki Voltaire’in aksine Crébillon çok daha yumuşak bir tabiata sahiptir ve çoğunlukla maruz kaldığı sözlü atışmalardan kaçınır.

La Harpe’a göre Crébillon’un başyapıtı 1711 tarihli Rhadamiste ve Zhénobie piyesidir. Öte yandan, Klasizmin mimarlarından Boileau döşeğindeyken kendisine bu trajedinin ilk sahneleri okunduğunda şöyle demiştir: “Ölümümü hızlandırmaya mı çalışıyorsunuz? Neden bu yazarı göklere çıkarıyorsunuz? Büyük çağımızın böyle saçma çöplerle dolu bir döneme dönüştüğünü gördükçe yeryüzünden ayrılmayı daha çok istiyorum.”Boileau’nun, Crébillon trajedileri karşısında bu derece şiddetli bir tepki vermesinin sebeplerini monarşinin düşüşünde aramak yerinde olur. Louis XIV döneminin katı düzenine ve précieux edebiyatın seçkin temalarına aşina bir yazar olan Boileau’nun, merkezi gücün çözülme aşamasında ortaya çıkan kıyameti yansıtan türde eserler karşısında dehşet içinde kalması kaçınılmazdır.

Dönemin soylu kadınlarıyla düşüp kalkan Voltaire’in aksine Crébillon, ne bir unvanı ne de parası olan genç bir kızla, Claude-François Péaget adlı bir eczacının kızı Marie-Charlotte ile evlenir. Kız 1711’de öldüğünde arkasında iki çocuk bırakır. Hiç kimseden yardım göremeyen, arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılan şair mizantrop bir karaktere bürünür. Çok geçmeden babasını da kaybeder. 1714 tarihli Xerxès adlı trajedisi dehşet vericilik bakımından daha önce yazdığı tüm piyesleri ikiye katlar ve seyirci tarafından fazlasıyla soğuk karşılanır, yalnızca tek bir gösterimin ardından sahneden kaldırılır. Bir sonraki piyesi Sémiramisde aynı şekilde 1717 yılında yalnızca yedi defa oynanır. Zaten özel hayatındaki sarsıntılar yüzünden hassas bir durumda olan şair üst üste gelen bu iki başarısızlığın ardından tümüyle yılgınlığa gömülür ve tiyatrodan el etek çeker. Deha olmanın verdiği bağımsızlık duygusu yüzünden eğlence ve düşlere kapılıp altından kalkamayacağı borçlara da girmiştir. Ayrıca saray çevresinde ve Pont-Neuf mahallesindeki kahvehanelerde geçirdiği üç yıl boyunca meslektaşlarının düşmanlığından başka bir şey de bulamamıştır. En sonunda bunalıma girerek kendini küçük bir tavanarasına kapatır. Burada etrafını kediler, köpekler ve kuşlarla doldurur. Temizliğe ve yiyip içtiklerine önem göstermeden sağlıksız koşullarda yaşar. Kendisini ziyaret etmesine izin verdiği tek kişi olan oğlu onu daima hayvanların arasında pipo içerken bulur.

Uzun bir aranın ardından 1726’da, dehşet verici türde içerikten kaçınarak yazdığı Pyrrhustrajedisiyle yeniden dikkatleri üzerine çeker. “Hiçbir keder kalemimi zehirleyemez”, diyerek geri dönüşünü ilan eder ve 1731’de AcadémieFrançaise’e kabul edilir. Tüm başarılarına rağmen Crébillon, epey savruk bir karakteri olduğu için hayatının büyük bir bölümünü fakirlik içinde geçirir. 1745’tegeçinebilmesi için Madame de Pompadour tarafından sansür kuruluna atanarak aylığa bağlanır. Bu dönemde yazdığı Catiline trajedisi 1749’da masrafları saray tarafından karşılanarak sahnelenir. Cicero’yu suçlu gösteren bir oyun olmasına rağmenVoltaire karşıtı olanlar tarafından fazlasıyla övülür. Crébillon 1754’te Académie de Rouen’e kabul edilir.1762’de ardında Cromwellbaşlıklı tamamlanmamış bir metin bırakarak ölür. 

Crébillon’un tarihindeki konumu genel olarak klasik tragedyanın taklitçilerinden biri olduğu şeklinde değerlendirilir. Toplumsal olaylara ve dönemin ideolojik fikir ayrılıklarına tarafsız kalması ne yazık ki tarihçileri tarafından kayıtsızlık olarak yorumlanagelmiştir. Akıl Çağının[1] yüce değerlerini övmeyi küçümsediği gibi yeni filizlenmekte olan Aydınlanmacı görüşlere de en ufak bir ilgi göstermemiş olması, kibirli oluşuna, kendini beğenmişliğine ve dehasının şımarıklığına yorulmuştur. Salonların müdavimi Voltaire bankacı dostlarıyla ticarete atılıp büyük bir servet elde ederken, Crébillon’un parasını savurgan kullanması, sefalet sınırında yaşaması, edebi camiadan uzaklaşması, insanların dostluğundan ziyade sokaktan toplandığı hayvanlarla (çoğunlukla hasta ve yaralı olanları seçerek) yaşamayı tercih etmesi; tüm bunlar bir araya gelince onu dönemin büyük hümanistleri arasına dâhil etmek imkânsızlaşır. Kaldı ki, Aydınlanmanın sembolü Voltaire’in düşmanlığını kazanmış olması da değerinin anlaşılmasındaki en büyük engeldir. Hümanist tarih yazıcılığı ideolojik edebi tercihini Voltaire’den yana kullanmış, dolayısıyla Crébillon’u görmezden gelmek zorunda kalmıştır.

Aralarındaki husumetin kökeni her şeyden çok Voltaire’in Muhammet ya da Fanatizm başlıklı piyesine dayanır. O sırada sansür kurulunda bulunan Crébillon bu piyese basılması için onay vermeyerek Voltaire’in kendisine diş bilemesine sebep olur. Ayrıca Mme de Pompadour’un desteğini aldığını zanneden Voltaire, trajedi alanında sarayın Crébillon’u tercih etmesine bir hayli içerler. Catilinetrajedisi sahnelendiğinde, Parislilerin Crébillon’a övgüleri karşısında çılgına dönen Voltaire düşmanına saldırmak için ilginç bir yöntem bulur: Rakibinin trajedilerini yeniden yazarak ana fikirlerini tam tersine çevirmek. Bu davranışını da şu sözlerle açıklar:

“Catiline’i sekiz günde yazdım, hemen ardından Electre’e geçtim. Yirmi yıldan beri, antikitenin en yüce konularının saçma sapan aşk hikâyeleri ve barbarca bir şiir tarzıyla değersizleştirilişine katlanıyorum. Ayrıca Cicero’ya yapılan haksızlığı da hazmedebilmiş değilim. Kısacası bu barbarın saldırıları karşısında Cicero’nun ve Sophocles’in, Roma’nın ve Yunanistan’ın intikamını almak insanlığa karşı görevimdir.”

Crébillon’un oğlu Claude Crébillon bile yazdığı erotik romanlar sayesinde babasına kıyasla çok daha kalıcı olmuşken, yaşadığı geçiş döneminin siyasi karakteri ve Voltaire’le olan anlaşmazlığı yüzünden ProsperJolyot de Crébillon’un ismi günümüzde Fransız filolojilerinin müfredatında bile geçmemektedir.

Şunun da altını çizmekte fayda var; kilise gibi köklü bir kurumun yolsuzluklarına kafa tutabilmek için Voltaire gibi taşkın bir karakterin gerekliliği açıktır. Bizim tartışmaya açtığımız nokta, ideolojik işlevi bir yana bırakılırsa Voltaire’in dramatik değerinin Crébillon’dan daha düşük olduğudur. Voltaire’in pek göz önünde tutulmayan magazinsel yanını bu kadar vurgulamamızın amacı, temsilcisi olduğu aydınlanma düşüncesini yaralamak değil, yalnızca dönem üzerindeki ağırlığını hafifletmek yoluyla Crébillon’u onun gölgesinden kurtarmak, aydınlanmanın göz kamaştırıcı ışığı yüzünden unutuluşa terk edilmiş dramatik bir dehanın hak ettiği değeri yeniden bulmasına ufak da olsa bir katkı verebilmektir.

Mitolojide Atrée ve Thyeste

Atreus (Atrée), Homeros destanında Atreusoğulları diye anılan Agamemnon’la Menelaos’un babasıdır. Atreus ve Thyeste kardeştirler ve tanrılara meydan okuduğu için Zeus tarafından Tartarus zindanlarında sonsuz bir işkenceye mahkûm edilen Tantalos’un soyundan gelmektedirler. Atreusoğulları Yunan mythos’unun en lanetli iki ailesinden biridir. Atreus soyunun insanlık dışı eylem ve tüyler ürpertici facialarla dolu hikâyeleri destanlara da tragedyalara da sonsuz bir konu kaynağı olmuştur.

Atreus’la Thyeste babaları Pelops’un bir nympha’dan olan oğlu Khrysippos’u anaları Hippodameia’nın yardımıyla öldürürler. Pelops iki oğluna da lanet okur ve onları ülkesinden sürer. İki kardeş Miken kralı Sthenelos’un yanına sığınırlar. Sthenelos’un oğlu döl bırakmadan ölünce, tanrısal bir vahiy Miken halkına Pelopsoğullarından birini kral seçmeyi buyurur. O andan sonra iki kardeş arasında rekabetten doğan korkunç bir kin ve nefretin tohumu atılır. Her biri ötekini ortadan kaldırıp tahta geçebilmek için iğrenç düzenler kurmaya başlar.

Atreus’un sürüsünde egemenlik simgesi altın postlu bir koyun vardır. Bu hayvanı Artemis’e kurban etmeye ant içtiği halde sözünde durmaz ve kendine saklar. Ne var ki Thyeste, Atreus’un karısı Aérope’u ayartır ve kadın da altın postu gizlice kocasından aşırıp aşığına verir. Mikenliler kimi kral seçeceklerini tartışırken Thyeste altın post kimdeyse onun seçilmesini önerir. Postun çalındığını bilmeyen Atreus öneriyi kabul eder. Thyeste altın postu ortaya koyunca kral seçilir. Bunun üzerine Atreus gerçek kralın tanrısal bir işaretle seçilmesi gerektiğini söyler ve güneş yolunu değiştirirse Atreus’un aksi takdirde Thyeste’in kral olmasını önerir. Thyeste şartı kabul eder ancak o akşam güneş doğudan batar. Tanrılar krallığı Atreus’a vermişlerdir. Atreus tahta çıkar çıkmaz Thyeste’i sürgün eder fakat sonradan karısı Aérope ile kardeşi arasındaki gönül macerasını öğrenince çileden çıkar. Kardeşine haber yollayıp barışmak için Miken’e çağırtır. Thyeste’in üç çocuğunu doğrar, pişirir ve babalarının önüne koyar. Thyeste farkına varmadan kendi çocuklarını yer. Derken Atreus çocukların kesik kafalarını gösterir. Thyeste korkunç lanetler savurarak masayı devirir ve çıkar. Söylentiye göre güneş o gün öylesine ürkmüş, öylesine tiksinmiş ki gördüklerinden, gökteki yolunu tamamlamadan geri dönmüş ve ortalık dipsiz bir karanlığa boğulmuş. Thyeste bu kez Sikyon’a sığınır. Suç ve günahlara dalar. Kendi kızı Pelopeia ile kızın haberi olmadan birleşir ve Aigisthos adlı bir oğlan üretir. Sonra ikisini birden Atreus’un sarayına yollar. Atreus kızla evlenir ve Aigisthos’a da Thyeste’i öldürme görevi verir fakat oğlan Atreus’u öldürür.

Atreusoğullarının laneti bu kadarla sınırlı kalmaz. Ilyada destanında savaşın çıkmasına sebep olan Helen, Atreus’un oğlu Menelaus’un karısıdır ve aldatılan kardeşinin intikamını almak bahanesiyle Truva kapılarına dayanan Yunan ordusunun başında da yine Atreus’un diğer oğlu Agamemnon vardır. Jean Racine’in Andromaqueadlı trajedisinde Agamemnon’un oğlu Orestes, Menelaus’un kızı Hermione’a aşkı yüzünden kızın kocasını öldürür. Kız üzüntüden intihar eder ve Orestes de aklını kaçırır.

Atreusoğulları Soy Ağacı

Crébillon’un Atrée ve Thyeste Yorumu

Atrée ve Thyeste trajedisinde Crébillon dehşet verici içeriğiyle bilinen bir konuyu ele alır: Atrée’nin kardeşi Thyeste’den intikam almak için yemekli bir şölende ona kendi oğullarını yedirmesi. Crébillon’un metninde Thyeste’in yalnızca bir oğlu vardır: Plisthène. Oyunun sonunda öldürülüp kanı bir kadehe doldurularak Thyeste’e içirtilir. Konu aşk ve romanesk ilişkilerle örülerek dehşet verici sona götürülür.

Mitolojideki Atrée ve Thyeste öyküsü Crébillon’un elinde başka bir şeye dönüşür. Her şeyden önce öyküye yeni karakterler eklemiştir. Mythos’ta, Atrée’nin karısı Aérope ile kardeşi Thyeste’in gönül ilişkisi yaşadığı geçse de bu yasak aşktan doğan Plisthène adında bir çocuktan bahsedilmez. Aynı şekilde Thyeste’in Théodamie adında bir kızı olduğu da hiçbir yerde geçmemektedir. Plisthène ve Théodamie yalnızca Crébillon’un tasarımında ortaya çıkarlar ki, öyküye asıl değerini veren de onlardır.

Öykünün Crébillon modelinde, Plisthène, Thyeste ile Aérope arasındaki yasak aşkın meyvesidir fakat Thyeste dâhil herkes onu Atrée’nin oğlu zannetmektedir. Aérope, Atrée’yi düğün günlerinde kardeşiyle aldatmıştır. Zaten taht kavgası yüzünden kardeşine husumet besleyen Atrée bu olay karşısında öfkeden çılgına döner ve intikam almak için korkunç bir plan hazırlar. Plisthène’i tüm dünyaya kendi çocuğuymuş gibi tanıtır. Aérope’u ve hakikati bilen herkesi kaza süsü vererek öldürtür. Plisthène’i kendi oğluymuş gibi yetiştirir ve çocuk yirmi yaşına geldiğinde ona ezeli düşmanı Thyeste’i öldürme görevi verir. Fakat işler tasarladığı gibi gitmez. Plisthène, gemileri fırtınada batmış olan Thyeste ve Théodamie’yi azgın dalgalardan kurtarmış ve bu sırada Thyeste’in kızına âşık olmuştur. Kralı Atrée’ye duyduğu sadakatten dolayı kendisine verilen görevi yerine getirip Thyeste’i öldürmek ile Théodamie’ye duyduğu aşk yüzünden Thyeste’i savunmak arasında ahlaki bir çatışma yaşar. Kıza duyduğu aşk, babası sandığı krala duyduğu sadakate ağır basar, başka bir deyişle aşk ve erdem (tutku ve akıl) çatışması sahnelenmektedir.

Bu bakımdan, ilk bakışta Racine tiyatrosunun temaları işleniyormuş gibi gözükebilir. Racine’de tutku ile akıl çarpışır ve karakterler daima tutkuya boyun eğerler. En erdemliler bile tutkuları yüzünden felakete yuvarlanırlar. Jansenist düşünceden gelen Racine özgür iradeye inanmaz, sahneye koyduğu tüm karakterler kötücül bir kader tarafından tutkularının esaretinde yıkıma savrulurlar. Kimse tutkulardan kaçamaz. Öte yandan, Crébillon tam da bu noktada öyküye ilk kavisini vererek Racine düşüncesinin mekanikliğinden sıyrılır: Plisthène’in kral babası Atrée’ye itaatsizlik etmesinin tek sebebi kıza duyduğu aşk değildir, aynı ölçüde güçlü diğer bir sebep Atrée’nin yemin bozan nefret yüklü kişiliği olarak gösterilir. Erdemli Plisthène, kralı Atrée’nin tanrılara saygı duymayan, intikam uğruna barış yeminini bozan kindar yönünü görünce, böylesi yemin bozan birine ettiği sadakat yemininin geçersiz olduğu kanaatine varır. Dolayısıyla, kralına itaatsizliğinin sebebi sadece aşk değil, aynı zamanda bizzat erdemin kendisidir. Tutku ve akıl, aşk ve erdem Racine’de birbirine düşmanken, Crébillon’un dünya görüşünde aynı taraftadırlar.

“Size ettiğim yeminler ne olursa olsun, sanırdım ki, sizin yeminleriniz daha kutsaldır.” — Plisthène

Eğer Plishthène yalnızca kıza duyduğu aşk yüzünden kralına ihanet etseydi, bu davranışı hem öyküde yalınlık kuralı gereği tek bir çatışmaya odaklanması bakımından hem de bu çatışmanın başka herhangi bir şey değil de tutku-akıl çatışması olması dolayısıyla Racine düşüncesiyle birebir uyumlu olurdu. Bu durumda, Crébillon’uklasizmin sıradan bir taklitçisi olarak nitelemek gerekirdi. Fakat Plisthène’in yaşadığı ahlaki ikilem aşk-erdem çatışmasının ötesine geçmekte ve “erdemli olduğu sanılan” ile “erdemli olan” arasındaki çatışmaya dönüşmektedir.

Tutkunun alanına ait olan aşk, üçüncü perdenin üçüncü sahnesine kadar Plisthène tarafından yanlış bir davranış olarak yorumlanmakta ve erdemli olanın, babası Atrée’ye itaat etmek olduğunu düşünerek aşkı ve erdemi arasında ıstırap çekmektedir. Ancak bu sahnede Atrée’nin hıncının gerçek yüzüne tanık olunca asıl erdemli olanın aşkının peşinden gitmek olduğuna karar verir.

“Doğanın dikte ettiği dürtüler erdemin fısıldadığı ödevlerden başka bir şey değil artık. Yüreğin erdemli doğan zalim sırlarıysa vicdan azabı!” — Plisthène

Plisthène’in deneyimlediği ahlaki çatışmalar bunlarla sınırlı kalmaz. Üçüncü bir çatışma da Atrée ve Thyeste’in kan davasına yönelik gelişir. Plisthène her ne kadar sevdiği kızın babası olması dolayısıyla Thyeste’i zalim Atrée’ye karşı savunuyorsa da aslında Thyeste’in tamamen masum olduğunu düşünmemektedir. Atrée’nin karısını ayartmış olmasından dolayı Thyeste suçludur ona göre fakat intikam almaya çalıştığı için Atrée daha da suçludur.

“Ah senyör, kalbinizin size hiç de yakışmayan dönemeçlere girdiği şu günü de mi görecektim? Hayır, inanmayı reddediyorum, Atrée’nin kutsal efendimiz tanrılara başkaldırabileceğine… Saf insanların inancıyla oynayıp eğleneceğine… Bir gün içinde kutsal olan her şeye tecavüz edeceğine… Uzun zamandır özlenen bir barışı bizlere bahşettiğiniz için kıvanç duyuyordum sizinle. Kendimi de övüyordum, öfkenizi yumuşatan kahraman ben olduğum için. İncinmiş olduğu hâlde, cezalandırmayı hak ettiği hâlde, intikamı küçümseyen yüce gönlünüze hayranlık duyuyordum. Thyeste suçludur, doğru. Siz de mi suçlu olmak istiyorsunuz? Ant içtiğiniz şey bu mu? Sonra kendinizi nasıl affedeceksiniz?” – Plisthène

Döneminin ruh halini muazzam bir kesinlikle yakalamış olan Crébillon, Atrée’nin, çoğu zaman “haklı öfkem” diye bahsettiği intikam dürtüsünü bir erdem olarak gördüğünü de başarılı bir şekilde yansıtır. Atrée’ye göre intikam bir suç değil, tanrıların adaletidir.

“Merhamet göstermek tanrıları gücendirir çünkü bu bir intikam meselesi değil, işlenen bir günahı cezalandırmaktır.” — Atrée

Klasik dönemde “Akıl” ve “Erdem” aynı şeydir. Akılcı olan aynı zamanda erdemli olandır. Ne akılcı ne de erdemli olansa akla (felsefeye) ve sağduyuya (kiliseye) sırt çevirip tutkuların peşinden gitmektir. Başka bir deyişle on yedinci yüzyılda akıl ve erdem yüceltilirken tüm duygular topyekûn suç dürtüsü ilan edilir. Bu yalnızca Racine’de değil, daha yumuşak bir şekilde olsa da Corneille’de de böyledir. Corneille Hristiyan erdemlerini yüceltirken aşk öğesini ahlaki çatışma yaratmak amacıyla kullanır. Kahraman erdemleri sayesinde toplumda yükselir ve aşk onun yükselişini tehlikeye sokan mantıksal bir hatadır. Racine’de ise suçun ta kendisidir. Dolayısıyla, Crébillon bu iki düşmanı (akıl ve tutku/erdem ve aşk) Plisthène karakterinde barıştırması bakımından biçimsel olarak romanesk kalsa da tematik anlamda klasizmi aşar.

Crébillon’un tek üstünlüğü klasizm karşısında değildir, aynı zamanda çağdaşı Voltaire’in aydınlanmacı tragedya tarzından da üstündür. Voltaire piyeslerini yazarken, anlatıyı pratikte işine yarayacak türde kitlesel bir etki yaratacak şekilde tasarlar. Örneğin, Oedipe trajedisi kral naibi Orleans dükünü halkın gözünden düşürme amacı taşır. Benzer şekilde kiliseyle olan mücadelesinde Muhammet ya da Fanatizm piyesini yazarak Katolik fanatizmin arızalarını başka bir din üzerinden göstermeye ve bu yolla kilisenin kitle üzerindeki otoritesini sarsmaya çalışır. Dönemin siyasal gereklilikleri bakımından Voltaire’in propaganda yöntemini sorgulamak yanlış olur. Skolastik dönemden kalma batıl inançlara, mantığa ters önyargılara ve dini fanatizme en büyük darbeyi indiren ve bu sayede yeni bir çağa zemin hazırlayan kilit isimdir Voltaire. Ancak eleştiriyi yalnızca dramatik sanatla sınırlayacak olursak, burlesk kokan Voltaire piyeslerinde Crébillon’daki derinliğin zerresi bulunmaz. Yazmak Voltaire için politik bir araçken, Crébillon için ruhsal bir besindir.

Maurice Dutrait, Crébillon tiyatrosu üzerine kaleme aldığı çalışmasında[2]Crébillon’un özgünlüğü üzerine şunları yazmıştır:

Idoménée gerçek bir yeteneğe işaret eden bir piyes olmak için yeterince özgün bir eser değildir. Ne klasik geleneğin kurallarını üstün bir şekilde icra eder ne de eski alışkanlıkları alt üst eder. Ortalama bir eserdir. Dönemin diğer trajedi yazarları da benzer konuları benzer bir üslupla işlemektedir. Öte yandan, hiç kimse Crébillon’un Atrée ve Thyeste trajedisinde ortaya koyduğu türden bir özgünlüğe cüret edememiştir.

İlk temsil 14 Mart 1707 pazartesi günü sahnelenir ve ikincisi 8 Nisan cuma. Piyes o kadar başarılıdır ki, her zamanki seyirci miktarını on defa aşar. Bunun sebebi, trajedinin “biraz fazla trajik” bulunmuş olmasıdır. Corneille ile Racine’in ardından tüm çağdaşlarından çok daha üstün, kendine has bir damak tadına sahip yeni bir şairin ve özel bir tragedya tarzının doğuşudur bu. Egemenliğini dehşet verici olanın alanında kuran Crébillon Rodogune’ü[3] yeniden diriltmiştir.

İlk gösterimde seyirci o kadar şaşkına döner ki alkışlamayı akıl edemeden şok hali içinde çıkar salondan. Temsilden bir saat sonra Procope kahvehanesindeyken bir İngiliz yanına gelip Crébillon’a şöyle der: “Mösyö, Atrée bizim ülkemizde gösterilmek için biraz fazla sert bir trajedi, Fransa’daysa yalnızca erkeklere izletilmesi gerek, kadınlara göre değil.” Ardından dayanamayıp ekler “Piyesi çok beğendim ama o kadeh… O kadeh! Ah, Mösyö Crébillon, transeat a me calix iste!” [4]

Voltaire’in o döneme ilişkin şöyle bir açıklaması vardır: “Atrée’nin kadehini Thyeste’in oğlunun kanıyla doldurmasından dolayı, bu trajediyi yazan kişinin kötülükle dolu bir ruhu olduğunu düşünen çok insan vardı.”

Benzer suçlamalar Kleopatra’nın vicdansızlığı karşısında Corneille’e[5] ve Narcisse’inkindeRacine’e[6] de yöneltilmiştir. Crébillon bu karalamaya manidar bir yanıt vermiştir:

Bir insana özel bir alana dair sanatsal hassasiyet bahşedildiğinde, ona yüksek bir algı kapasitesi sağlayan, yaratmasını, canlı karakterleri devinime geçirmesini sağlayan bir hassasiyet, bunun böyle olması eserinde analiz ettiği tutkulara yazarın kendisinin de köle olduğu anlamına gelmez. O yalnızca eğer ben bu tutkuların kölesi olsaydım nasıl hareket ederdim diye hayal eder ve sanatının yüksekliği de zaten gerçekten yaşamadığı halde o tutkuları aklında tasarlayabiliyor olmasındadır.

Sırf yazdığı trajedide dehşet verici bir sahne tasarladığı için Crébillon’u kötü yürekli olmakla suçlayan Voltaire, aynı savunmayı kendisi Oedipe trajedisi yüzünden tutuklandığında yapmıştır. Voltaire ile Crébillon arasındaki çatışmanın bir benzeri, ilerleyen yıllarda çok daha sert bir şekilde Voltaire ile Rousseau arasında da yaşanır. Kavganın çıkış noktası,  Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi eserini Voltaire’in “insanlık düşmanı bir eser” olmakla itham etmesidir. Ardından, Lizbon depreminde Leibnitz’in iyimser felsefesiyle alay eden Voltaire, Rousseau’nun karşıt görüşlerine maruz kalır. Bunun üzerine cevap olarak Candideadlı eserini yazar. Çatışma birçok alanda giderek şiddetlenir. Encyclopediemaddeleri üzerine de fikir ayrılıkları yaşanır. En son darbe ise Rousseau’nun Emile eserinin ardından gelir. Voltaire 1764’te isimsiz bir bildiri yayımlar ve Rousseau’nun çocuklarını yetimhanelere terk eden dinsizin biri olduğunu yazarak halkı Rousseau’ya karşı kışkırtır. Evinin taşlanması üzerine Rousseau ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

Eşitlik ve adalet konusunda aynı görüşte olsalar da Rousseau’nun bilimsel teknik ilerleme ve şehirleşme karşıtı tavrı Voltaire düşüncesine taban tabana zıttır. Voltaire’in saldırgan yönü bir bakıma şairden ziyade gazeteciye yakın bir karakteri olmasından kaynaklanır. Kurmaya çalıştığı daha özgürlükçü ve bilimsel olan yeni değerler sistemine tehdit olarak gördüğü rakiplerini gazetecilik yöntemleriyle saf dışı bırakır. Eserlerinin sanatsal değeri ve rakipleriyle baş etme yöntemi sorgulanabilir olsa da kilisenin otoritesini kırması bakımından Fransız Devrimine zemin hazırlayan en önemli ismin Voltaire olduğu inkâr edilemez. , Voltaire’in insanlığa katkılarını şu sözlerle dile getirir: “İnsanlığın iki büyük hizmetkârı vardır, İsa ve Voltaire. İsa ağlar: Voltaire güler. Kutsal gözyaşı ve insani tebessüm mevcut uygarlığımızın temelidir.”

Crébillon, dildeki hâkimiyette Racine’inalexandrin mısrasına bir yenilik katmamış ve Voltaire’in alaycı kıvrak retoriğine kıyasla da fazlasıyla ağır kalmıştır. Eserinde kullandığı dil, Fransız klasizminin süslü ve bir hayli hantal şiirinin sıradan bir taklididir. Lakin Crébillon’un dehası dilde değil, tematik organizasyonunda, derin düş gücü, çarpıcı dehşet sahneleri ve hepsinden mühimi de yaşadığı dönemin ruh halini isabetli bir şekilde yansıtmasındadır. Bundan dolayı olsa gerek, hem sahnede hem de basılı metinde kısa süre içinde sıra dışı bir kitleye ulaşabilmiştir. Örneğin, Le Mercure’ün[7] şubat sayısı Rhadamistetrajedisininbasılı metninin sekiz gün içinde iki baskı yaptığı haberini verir. Aynı şekilde, sahnelenen ilk trajedisi Idoménée de büyük bir başarı elde eder fakat Maurice Dutrait’nin notlarına bakılırsa bu oyunun başarısı da rakibi tarafından gölgelenmiştir:

“Voltaire hainlik ederek 1705’ten itibaren on üç temsil gerçekleştiği ve hepsinin de başarısızlıkla sonuçlandığı yazmıştır, yalandır bu. Voltaire uyguladığı taktiklere daima sadıktır: Yalan ve iftira.”[8]

Crébillon’un maruz kaldığı saldırıların ve başarısının gölgelenmesinin tüm suçunu Voltaire’e yüklemek de haksızlık olur. Dönemin edebi camiasında ve bilhassa saray çevresinde Crébillon’a karşı ciddi bir haset görülür. Crébillon hafızasına oldukça güvendiği için ve belki biraz da tembelliğinden dolayı, bütün bir olay örgüsünü kafasında tasarlayıp bitirmeden kâğıda geçmez. Önce olay örgüsünü netleştirir, ardından öyküyü oyuncularıyla paylaşır ve üzerlerinde istediği duygusal etkiyi yaratabildiğini görürse kalemi eline alıp mısralara döker. Esin duygusunun tümüyle tükendiği, tüm metinlerin ya Racine’in taklidinden ya da ideolojik araçlardan ibaret olduğu bir dönemde Crébillon’un sahip olduğu özgünlük ve yeteneğin başına bela olduğu görülmektedir.

—böylesi art niyetli bir tasarı Atrée’den ziyade Thyeste’e yaraşır.

Crébillon’un, dönemin çeşitli düşünsel kutuplaşmalarına karşı tarafsızlığı Atrée ve Thyeste trajedisinde dramatik bir felsefeye dönüşür. Hem mutlak monarşinin baskısını hem de geçiş dönemindeki anarşinin kargaşasını deneyimlemiş bir yazar olarak bir yandan klasizmin itaati yücelten değerlerine isyan ederken diğer yandan eski rejimden intikam alma arayışındaki aydınlanmacıların haklı öfkesine de mesafeli durmuştur.

Racine’de zirvesini bulan Jansenist düşünce, herkesin doğuştan kötü olduğunu ve insanın tutkuların oyuncağı olmaktan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak özgür irade kavramını ve insanın seçim yapabilen bir özne olarak varlığını büsbütün iptal eder. Buna karşılık, on sekizinci yüzyılda farklı kültürlerin keşfedilmesiyle Voltaire’de en güçlü retoriğini bulan aydınlanma felsefesi tüm değerlerin öznel olduğunu, dolayısıyla yalnızca bilimsel aklı gelişmiş insanın nesnel olabileceğini ön plana çıkararak eski rejimin otoriter değerlerine saldırır. Temelde ikisi de benzer şeyler söylemesine rağmen klasizm, insanın tutkuları yüzünden asla nesnel olamayacağını vurgulayarak bireyin iradesini hor görür ve akla, erdeme, kiliseye; yani monarşiye itaati yüceltir. Aydınlanma felsefesiyse, bilimsel akla sahip insanın nesnel olabileceğini dolayısıyla değerler arasında seçim yapabileceğini iddia ederek her şeyden çok liberalizmi yüceltir. Crébillon, bu iki zıt kutup arasındaki denge noktasıdır.

Corneille birçok bakımdan Racine’le yakın bir görüşe sahiptir, yine de kimi zaman trajedilerini mistik müdahale aracılığıyla mutlu sona bağlayarak kilisenin otoritesine itaatin kurtuluş olduğunu varsayan türde monarşi eksenli bir dünya görüşü ihtiva eder. Racine ise insanı tutkularıyla hareket eden, karar verme yetisinden mahrum bir varlık şeklinde tasarlamasıyla bireysel iradeyi sakatlar. Bu da bireyin, mevcut düzenin otoritesine itaatini zorunlu kılan teslimiyetçi bir görüştür. Mevcut düzen ise monarşidir. Oysa Crébillon bu yanılgıya düşmez. Temelde o da öncekilerle aynı görüştedir: İnsan tutkularından bağımsız değildir, dolayısıyla nesnel bir akla sahip olabilme lüksü yoktur. Öte yandan, öncekiler örtük olarak kiliseye ve aristokrasiye nesnellik atfederken, Crébillon monarşinin de nesnel olamayacağını çünkü monarşinin de tutkuların kölesi insanlardan meydana geldiğini, intikam dürtüsüyle çılgına dönmüş Atrée karakterinde somutlaştırır.

Crébillon’un Atrée ve Thyeste metninde, monarşiyi temsil eden zalim kral Atrée de tahtı asıl hak edenin kendisi olduğuna inanan mutsuz göçebe Thyeste de tutkularının kölesidir. Aralarında ikisinin de yanlışlarını görebilen, dolayısıyla ikisinden de daha nesnel olabilen tek kişi, aynı anda hem erdemiyle hem de Théodamie’ye beslediği aşkla ön plana çıkan Plisthène’dir.

Crébillon’a değinmeye tenezzül eden eleştirmenlerin çoğu onu trajik sanata hiçbir şey katmamış olmakla suçlar. Bu suçlamada yarı yarıya haklılık payı vardır. Trajedinin türsel gereklilikleri dolayısıyla çatışması gereken akıl ve tutku, metnin ahlaki çelişki yaşayan esas karakteri Plisthène’de üçüncü perdeden itibaren çatışmayı bırakıp uzlaşmaya ve birliğe varırlar. Plisthène’in gözleri akıl sayesinde değil, aşk sayesinde açılır ve erdemsiz bir monarşiye itaat etmemenin daha erdemli olduğunu fark eder. Aşkı da erdemi de ondan aynı davranışı beklemektedir: İtaatsizlik. Oysa biçimsel olarak üstün bir tragedyada ahlaki çelişki yaşayan karakter, birbiriyle çelişen değer yargılarından birini diğerine tercih etmek ve her halükarda arzularından birine kavuşurken diğerini kaybetmek zorunda kalmalıdır. Trajik kahraman kazanırken kaybeden kahramandır. Haliyle, Atrée ve Thyeste’i trajik hissiyatta başarılı bir piyes olarak nitelemek güçleşir fakat şok edici dehşet sahnelerindeki düş gücü ve öykü boyunca uyandırılan beklenti tarzının patetik yerine terör olması türünün ilk örneğidir. Seyircinin ilgisini yakalayıp gerilim dolu beş perde boyunca tedirginlik içinde uyanık tutmaktaki başarısı birçoklarının ulaşamayacağı bir anlatı yetkinliğine işaret eder. Dahası biçimsel yenilikleri bir yana, konu seçimi ve onu yorumlayış tarzı bakımından dönemin sadık bir portresini çizmektedir: Ancien ve Moderne’lerin[9], Klasizm ve Aydınlanmanın, Monarşi ve Liberalizmin taht kavgası Atrée ve Thyeste trajedisinde en başarılı temsilini bulur. Öyküdeki Plisthène ise şairin kendisine benzemektedir adeta. Gözü dönmüş kral Atrée’nin otoritesine isyan eder fakat kralın düşmanı olan Thyeste’in taht davasına da herhangi bir ilgi göstermez. Yalnızca onu gemiye bindirip, kralın hüküm sürdüğü Halkis adasından uzaklaştırmaya ve hayatını kurtarmaya çalışır. Ve tüm bunların ardındaki itici güç ise akıl değil, aşktır. Tıpkı Crébillon’un kalemine devinim veren itici gücün ideoloji değil, sanat tutkusu olması gibi.

İlkay Atay

ilkayatay87@gmail.com

Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

KAYNAKÇA

The Popular Encyclopedia Volume 2, Part 2 /Sir D.K. Sandford, Thomas Thomson, Allan Cunningham / edited by Alexander Whitelaw /Blackie & Son Publishing, 1836, Glasgow.

Eminent Literaryand Scientific Men of France Vol 2 by Mary Shelley within The Cabinet Cyclopedia conducted by Dionysius Lardner / Longman, Orme, Brown, Green, John Taylor / 1839, London.

Histoire de la Litterature Francaise par Ch.M.DesGranges / Edition XVIII / Librairie Hatier, 1919, Paris.

Étude sur la vie et le théâtre de Crébillon (1895), Maurice Dutrait.

Histoire de France auxviiiesiècle. La Régence (1863), Jules Michelet.

Éloge de M. De Crébillon par Voltaire.

Encyclopædia Britannica Eleventh Edition, 1911.

The Cambridge Companion to Voltaire / Nicholas Cronk.

La Propaganda Philosophique Dans Les Tragedies De Voltaire (Studies on Voltaire & the Eighteenth Century, Volume 15) by Ronald S. Ridgway.

Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi.

NOTLAR

[1] Akıl Çağı ifadesi, Thomas Paine’inAge of Reasoneseri yüzünden genellikle on sekizinci yüzyıl gibi algılanmaktadır. Bu yanlıştır. Aslında Rönesans felsefesinin zirvesi olan dönemin adıdır: René Descartes, BaruchSpinoza, Gottfried Wilhelm Leibniz, Francis Bacon, Thomas Hobbes, John Locke ve Blaise Pascal gibi isimlerin yer aldığı, kilise ve devlet otoritesinin merkezileştiği, feodalizmin aristokrasiye dönüştüğü on yedinci yüzyıldır.

[2] Maurice Dutrait, étude sur la vie et le théatre de Crébillon, 1895.

[3]Rodogune, Pierre Corneille’in 1645 tarihli trajedisidir.Kendisi de bunu en iyi eseri olarak niteler. Oyunun ayırt edici niteliği taht kavgası etrafında şekillenen tutkuları ele alması ve büyük ses getirmiş olmasıdır.

[4]Pater, si possibileest, transeat a me calix iste: StMatthew İncilinden alıntı.  Anlamı: Ah efendimiz, mümkünse bu kadeh benden uzak olsun.

[5]Rodogune trajedisi, Pierre Corneille.

[6]Brittanicus trajedisi, Jean Racine.

[7]Le Mercure de France: 1672 ve 1965 arası varlığını sürdürmüş gazete. Önceki adı MercureGalant.

[8] Maurice Dutrait, étude sur lavie et le théatre de Crébillon.

[9]QuerelledesAnciens et desModernes: Eskiler ve Modernler çatışması klasik dönemin ikinci yarısında başlayan edebi tercihler bakımından çok önemli bir fikir ayrılığıdır. Bir takım yazarlar Yunan şairlerinin zirve nokta olduğunu, dolayısıyla onları taklit etmeye devam etmek gerektiğini savunurken, karşıt görüştekiler klasik dönem Fransız şairlerinin daha iyi olduğunu, artık Yunan şiirinin aşılmış olduğunu savunur.

Atrée ve Thyeste aydınlanma çağı corneille diderot fransız aydınlanması fransız yiyatrosu Prosper Jolyot de Crébillon racine Rousseau sanat ve sanatçı sanatlog edebiyat yazıları sanatlog sanat yazıları voltaire

Hakkında Editör

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

sanatlog-sanat

Varolmanın Medeni Hâli: Orfeus

Silvestris homines sacer interpresque deorum caedibus et victu foedo deterruit Orpheus, dictus ob hoc lenire ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>