Coenlerin Başyapıtı: Barton Fink
Yazma ve bir sanat eserini sıfırdan yaratma süreci meşakkatli işlerin her zaman başında gelir; süreç, önümüze aldığımız boş kâğıdı insanları tatmin edecek fikirlerle tıka basa doldurmak, eleştirilere göğüs germek, yapıt uzunluğuna ve beklentisine göre de değişir elbet. Coenlerin Miller’s Crossing’in (1989, Miller Kavşağı) senaryo yazım sürecindeki bazı aşamalarında üretememe boşluğuna düşmüşlükleri Barton Fink’in (1991) konusunu ve senaryosundaki ayrıntıların öznel kısımlarını oluşturmalarını sağlamış. Kardeşlerin filmografisi içerisindeki en kişisel filmleri diyebileceğimiz bu başyapıtları, seyircinin her izleyişte çok sayıdaki farklı okumalar edindikleri Hollywood alegorisi, filmin geçtiği dönemdeki olaylara atıflar, yazamayışın getirdiği bunalım, kutsal kitaplardaki olayların benzerliğini katmışlıkları düş ile gerçeğin kusursuz harmanında Earle Hotel’in kasvetli yapısında beden bulur. Senaryo yazarlarının en sevdiği filmleri arasında yer edinen Barton Fink, senaristlerin zorluklarını göstermesi kadar katmanlı ve ayrıntılı senaryodaki bütünleşik yapısıyla “senaristlerin zorluklarını göstermekten” daha fazlasıyla irdelenmeye hak ediyor kanımca.
Sıradan insanların yaşamlarını konu eden tiyatro oyunu Broadway’de ün kazanınca Hollywood’daki yapımcıların dikkatini çeken Barton Fink’in kaderi de bir anda değişmek üzeredir. İstemeye istemeye de olsa yolunu tuttuğu Hollywood serüvenindeki ilk çıkmazı B sınıfı bir güreş filminin senaryosunun üzerine yıkıldığında açığa çıkacaktır. Üstelik nerede yaşıyorsam yaşayayım sanatımı tamamlayabilmek için normal insanların dünyasından kopmamalıyım yargısı, Earle Hotel’inin sıcak, bakımsız ve loş odalarını mesken tutuşuyla destek kazanır. Otelin sıcaklığı, kaldığı odanın kopan duvar kâğıtları, uçuşan sivrisinek, gürbüz sigorta poliçesi satıcı Charlie Meadows’un yakın dostluğu üretememe sendromunun getirdiği kabusvari zamanı daha bir çekilmez kılacak; yazmaya koyulduğu senaryonun getirdiği yükün ağırlığının Hollywood’un işleyiş çarkları arasındaki cehennem azabı belirtilerinin benzerini de çok beklemeden yaşayacaktır.
Coenlerin filmografilerinde ağır basan türün, kara film kaynaklı suç öykülerini sinemasal dönemin getirisine uygulayan neo-noir veya postmodern kara filmler olduğu yapımlarının genel hatları incelenerek görülebilir. Kara film sevdalısı bu kardeşlerin yaratıcılık dönemi sorunlarını anlatan filminin odağı, tek karakterin merkez edildiği dünyada gelen-geçen veya çevresindeki sorunları duyumsamasından edindiği bağlantıları yazı dünyasında dökmekle hayatını geçindiren Barton Fink isimli karakter üzerinden yürümesidir. Herkesin bildiği, benim de “kardeşler” ismiyle tekrar ettiğim Coenler’in kişiliklerinden hangisi başkarakteri oluşturuyor sorusu zihnimden kareler akarken de geçmektedir. Tek bir senaristten öznel parçalar bahşedilerek birkaç adet karakter oluşturulabilinirken iki farklı beyinden tek bir karakterde benliğin özelliklerini bütünleştirmek filmin düş ve gerçek arasındaki katmanlı hikâyesini yönetmenlerin/senaristlerin çiftliğine de bağlayabiliriz veya aynı tür filmlerden hoşlanmalarının başarılı bir getirisi olduğu da denebilir.
Hangisinin izdüşümü olduğunu bilemediğimiz Barton karakterin filmdeki donanımı ve benzerliği kara film türünü gerçek anlamda başlatan Malta Şahini’nin yapım yılına denk gelişi de Hollywood’a yapılacak dönemsel atıfların sayısını birden fazlasıyla arttırır. Kardeşlerin yarattıkları filmsel başkarakterin senaryo içindeki özüyse sanatçının sancılı süreçlerini konu edinen yaratım evreleri “sanatçının gerçek cehennemi midir?” sorusunu çağrıştırır. Böylece kasvetli Earl Oteli’nin koridorlarının insandan yoksun oluşu ve otelin tek görevlisi Chet’in de filmin başında, mahzen olduğunu düşündüğümüz bir yerden çıkışıyla seyirciye görünmesi de, hiç şüphesiz filmin geri kalanındaki göstergeleri birleştirecek uyumla denk düşecektir. Coenlerin filmin tümünde yapmak üzere oturttuğu şablonun Roman Polanski’nin 1976’da yönettiği apartman üçlemesinin son filmi The Tenant’dan (Kiracı) ev içinde gizemli olayların döndüğü yapısını; gerçek hayatta bir dönemin düşsel bölümlerini katan gerçekle baskın düş-somut dünya karışımındaki Federico Fellini’nin “8½ (1963, Sekiz Buçuk)”unu ve David Lynch’in bellek içindeki somut imgeleri soyut öğelerle birleştiren kara film biçiminin özelliklerinden yararlanılmışlığı da vardır. Ancak biçimsel benzerliklerini saydığım yenilikçi sinema filmlerinin kopyala-yapıştırı da değildir Barton Fink. Bilakis, kara film iskeletinin içindeki yapı taşlarının da yer değiştirme çalışmasıdır.
Coenlerin sinemalarında yüzeyde gülünç karakterlerin suç hikâyelerinin cirit attığı ama derinlere inildikçe bireylerin kabuklarını kırma isteğinin etkileri çoğu filmlerinde karşılaştığımız bir olgudur. Sinematografilerinin Barton Fink ayağındaysa, başkarakteri uzun koridorları ve yüzlerce odası bulunan bir otele teslim edişleri de, zihin içindeki gezimizi sürreel dil benimseyerek aktarışlarını doğrular niteliktedir. Böylece gerçeküstücü dile katkı sağlayan kara film konsepti hikâye anlatılmasını bekleyen birtakım seyircinin kaygılarını da atmosfer sağlayarak yok edilmek üzere tasarlanmıştır. Barton Fink’in yan komşusu Charlie Meadows’da kara film desteğini sağladığı kadar, Fink’in senaryosunu yazmasını can-ı gönülden isteyen koruyucu melek görevliliğini de üstlenmişliği çift yüzlü hikâyenin istenilen tarafından okunarak analiz edilmesinin önünü açar… Filmin yapısında ise Barton Fink klasik kara filmlerin hikâyeyi gözünden aktarma yönünü temsil ediyorken, Charlie Meadows neo-noir’lara katkıcı bir zeminle hazırlanmıştır. Karakter yazılımlarının içerisindeki ayrımların yanında eski zaman kara filmlerinde göremeyeceğimiz borunun içerisinden geçen kameranın Barton’un aklının içerisinde yol aldığımız izlenimi doğuran montaj tekniğinden yararlanılması da modern filmlerin tekniğini temsil etmektedir bu yönden.
Coenlerin Earl Oteli’ni ele alışlarındaki Kafkaesk etki, hikâyenin gerçeklikten koparılmayan bir koluna da yardımcılık görevi üstlendirilmiş sürreel dokunun etkisiyle de kara film havasına denk düşen filmin atmosferine olumlu bir katkı sağladığı altı çizilerek söylenmelidir. Barton’un odasındaki deniz kenarından ufka bakan kadın resmi, sıcaktan duvar kâğıtlarının soyulması ve kan emici sivrisinek gerçeküstücülüğe hizmet etmektedir. Bu bağlamda filmin bize yönelttiği sanatçının gerçek cehennemi üretememe boşluğundaki anlarına mı tekabül eder sorusu Barton’un sıcak ve karanlık odasında hayli önemsenir: Duvar kâğıtlarının birer birer soyuluşu Barton’un kelimelerindeki dikiş tutturamayan düzenini ve cinsel açlığını betimlerken, sivrisinek Hollywood’daki kan emici yapımcıların sürreal dildeki karşılığına kaynaklık eder. Yine de odadaki soyutsal çıkarıma varan üç öğenin en önem içereniyse kesinlikle ama kesinlikle duvardaki ufka bakan kadın tablosudur.
Bir anlamda tablodan başkarakterin gerçeklikten soyutlanmasını sağlayan bir hipnoz seansı etkisi sağladığı da çıkarılabilir. Daktilosunda kelime yazmaya girişmek üzere elini koyduğunda ilk işi asılı duran resme bakmak olur Barton’un. Resim, Barton’un karışık zihninde en dertsiz bölgeyi niteleyişi ve yazma sıkıntısını bertaraf edici bir etkileşim göstermesi de düşsel dünyasına açılan konsantre kapısının anahtarıdır. Her ne kadar resim bir kaçış yoluysa, pekâlâ tüm filmin genelinde hissedilen cinsel arzularının tatmin edilmek istenmesinin en saf hâli arasında bulunduğu çıkarımını da doğurabilir. Filmin sonu hatırlandığı takdirde Barton’un kumsalda kızı ziyaretinin anlamı da bu yönden bakınca bir anlamla ilişkilendirmektedir. Fakat o sekansın gerçek çözümlemesi kendi düşselliğinden ve gerçekliğinden bunalan bir insanın başkasının dünyasında tekrardan huzur bulma isteğiyle uyuşmasıyla ve resimdeki kadını bulma arzusu seyirciye hazırlanan yalancı mutlu son kavramıyla da birebir örtüşmekten başka nedir ki? Madem düş dünyasına hapsedildik, öyleyse Charlie’nin elimize tutuşturduğu kolinin içinde taşıdıklarımız öldürdüğü insanın başı mıdır? Bana kalırsa içerisinde bir kafa var ama kesinlikle öldürülen insanlara ait değil. Bilakis, Barton’un bir parçası; kaybettiği yazma arzusu ve kelime belleğini taşıdığına inanıyorum (Burada kutuyu karşısına koyarak senaryoyu dinlenmeden yazma sürecinin başladığını hatırlayalım). Yine de net cevaplar veremeyeceğimiz çıkarımlarla sonuçlandıracağımız bazı sahneler özellikle düş ile gerçeğin kesiştiği çizgide yönetmenlerce de bırakılmıştır. Hangi sekanslarda gerçeğin safına zıplandığını tekrar tekrar izleyiş bitiminde dalınan düşünce fırtınasının ortasında bile her iki tarafa uyumluluk gösterdiğini anlamamız, çifte okumaya açık incelikli senaryonun kusursuzluğuna işaret ettirir.
Coenler, Barton Fink’in cezasını çektiği cehennem çukurunu andıran Earl Oteli’nin terletici sıcaklığını, yan odadaki komşusu Charlie’nin cehennem zebanilerini akla getiren sözlerini ve sevmediğinden canını alan eylemlerini gerçek dünyadan kopartmadan başarıyla işlemişlerdir filmlerinde. Kutsal kitaplarda görebileceğimiz metafizik ögeler sadece cehennem ve zebaniyle de sınırlı kalmaz. Barton’un sürgün edildiği Earl Oteli’nin cehennemine destek edilen karakterse Babil’in ünlü kralı Nabukadnezar’dan başkası değildir. Yahudileri dünyanın dört bir yanına sürgüne gönderen kişi olarak da bilinen Nabukadnezar’ın filmdeki ilişiği, rüyasının ve anlamının bilenemeyişin verdiği iç huzursuzluğu çözüme kavuşturacak Daniel’ın gelişine kadar cehennem azabından farksız yaşam sürdürmüşlüğüyle anılmasıdır. Ama gerçek dünyada kaybedileni bulmak da yeterli gelmediğinden atılan imzaların hükümleriyle yaşamaya mahkûm ediliriz, aynı Barton Fink’e olduğu gibi.
Barton’un düşsel gelgitleri, sorumluluğundaki B sınıfı güreş filminin yapımcı karşısına çıkarılmasıyla birlikte filmin bir ayağının gerçeklikten koparılmamasının olumlu etkisini Hollywood’a eleştiri okları fırlatarak gösterir. Bir dönemsel eleştiri sunumu değildir olanlar; Coenlerin birebir karşılaştığı yolunda yorum getirebileceğimiz diyaloglar eşliğinde aktarılır ve aynı zamanda en kalifiye senaristin bile karşılaştığı acı bir durum manzarasıdır iştirak ettiklerimiz. Şirket sahibinin de söylediği, “Barton Fink duygusunu sadece sen mi verebilirsin sanıyorsun? 20 sözleşmeli yazarım var. Fink tarzı bir şey yazın diyebilirim.” cümleleri sadece Barton için mi geçerlidir, yoksa senaryodaki yapıtaşlarına bakarak senaristini ve yönetmenini tahmin edebileceğimiz kişilerle de genişleyebilir mi halkamız? Elbette, neden olmasın. Barton’un hiçbir bilgisi bulunmayan B sınıf güreş filminin senaryosunu yakan yapımcıyla, Earl Oteli’ndeki cani arkadaşı Charlie’nin hoşlanmadıklarının sonunu hazırlayan özellikleri bu taraftan bakanlar için birbirlerinin kopyası değil midir? Biri farklı işlenmiş öykülerden nefret ederek senaristini ömür boyu hayal dünyasına zincirler, diğeri hoşlanmadığının canını alır. Barton’un en iyi işim dediği fakat yapımcı tarafından yerin dibine sokulduğu senaryosu başkarakterimizin adına acı verici bir deneyimken yine de seyirci, cahil ve farklılıktan kaçan yapımcıların zavallılığına katıla katıla gülmekten alamaz kendisini.
Barton Fink karakterini John Turturro, kapı komşusu iri kıyım sigortacıyı John Goodman ve oteldeki görevli Chet’i de Steve Buscemi canlandırmıştır. 1991’de yapılan Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye, Erkek Oyuncu ve Yönetmen ödüllerini kazanarak çok az bir filmin sahip olduğu başarıya ortaklık edinir. Coenlerin en kişisel filmi sayılan, benim de bir numaralı Coen Kardeşler filmim olan Barton Fink, izlememiş sinemaseverlerin şans tanımasını bekliyor…
s.keskin09@gmail.com
kaspar hauser (6 Mayıs 2024)
Benim için bu film, rüyaların doğduğu/yazıldığı yere (yani hollywood’a) gidip, o rüyanın (ya da kendi gerçekliği ile kendisinden beklenenler arasında kalmışlığının yarattığı sıcak ve ıslak bir kabusun) içinde hapsolmuş bir yazarın hikayesi. Barton Fink için kurtuluş, belki de bu kabusun içinde bulunan bir kaçış imgesinin (duvardaki resim) canlanmasından başka bir şey değil. Gerçekten çok dahiyane bir senaryo ve incelikli bir yönetim ortaya koymuş Coen kardeşler. Nitekim Cannes film festivali de bu filmi emsali görülmemiş bir şekilde ödüllendirmişti.