Anasayfa / Sinema / Film Listeleri & En İyi Filmler / SanatLog Yazarlarının “En”leri – “En İyi 10 Film” Listeleri

SanatLog Yazarlarının “En”leri – “En İyi 10 Film” Listeleri

Aşağıda, SanatLog yazarlarının kişisel listeleri yer alıyor. Listeler sinema kültürüne dolaysız ve sağlam bir katkıda bulunmasalar dahi, ülkemizde liste meraklısı sinemaseverlerin bir hayli çok olduğunu da biliyoruz. Aynı zamanda, Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de sinema yazarları ve eleştirmenleri her yıl veya belirli zamanlarda muhtelif film listeleri hazırlayarak sinema dünyasında bir hareketlilik sağlamaya çalışıyorlar. Dünya çapında geniş ilgi gören ve İngiltere’de yayımlanan sinema dergisi Sight and Sound da sinema eleştirmenleri ve film yönetmenlerine başvurarak liste hazırlama faaliyetini halen sürdürüyor. Evet, altı üstü bir film listesi, deyip geçilebilir; fakat film listeleri kimi açılardan sinemaseverlere, dolaylı da olsa katkıda bulunabilir. Bu nedenle, bir başlangıç olarak “En İyi 10 Film” listeleri hazırladık. Zamanla başka listeleri de SanatLog sütunlarından okuyucularımızla paylaşacağız.Yeniden buluşmak üzere. SanatLog

_________________________________________________________

Sinema yazarlarının, eleştirmenlerinin, hatta yönetmenlerin bile kimi zaman yaptığı, yapmaya çalıştığı en iyi filmlerden oluşan listelerle kimi zaman karşı karşıya kalırız; ancak hiçbir liste tam anlamıyla vazifesini görmez, ki çünkü oldukça kişisel verilere ve yaşantılar üzerine olmalarından kaynaklanır. Bir anlamda sinemanın çok sesliliğini de yansıtan bu film listelerine biz de birkaç nota ekleyelim.

Şahsım adına bu listeyi yaparken oldukça zorlandığımı itiraf etmeliyim (Ne klişe cümle ama?). Ancak kendi yaşantılarım, değer verdiğim yargılar ve bir filmde aradıklarım düşünülünce listeyi yapmak biraz daha kolaylaşıyor, ki genelde herkesin bu konuda fikir ve zikir ayrılıkları yaşaması mümkündür. Bu da karşımıza temel iki problemi çıkarmaktadır. Teknik olarak sinemaya katkıda bulunan filmleri mi alacağız, yoksa ele aldıkları konu açısından zengin bir materyal sunan filmleri mi? Yoksa her ikisiyle derdi olan filmleri mi? Bu sorular beraberlerinde birçok tartışmayı da getirecektir.

Filmleri özellikle varoluşsal, hümanizma, transandantal, psikanalitik etkilerine ve kendilerinden sonraki dönemlere ışık vermeleri açısından ele aldığımı belirtmeliyim.

1- Shichinin no samurai (1954) – Akira Kurosawa

Kurosawa’nın başyapıtı olan Shichinin no samurai adeta cehennemvari bir ortamda geçer, kuralcı ve idealizm üzerine kurulmuş samuray kültürüne karşı, gerçek anlamda hümanist ve insan onuru üzerine kurulmuş bir samuray kültürü ortaya çıkarır. Köylüler bile samuray kahramanlarımızın davranışlarına bir anlam veremezler çünkü alışılageldik samuraylardan epey farklı olan bu kahraman karakterler onları, düzen ve otoritenin olmadığı bir dünyadan korur ve gözetirler. Onlara emeklerine nasıl sahip çıkılacağını ve bunun uğruna ölmeye değer bir vazife olduğunu göstermek için kendileri de birçok fedakârlıkta bulunurlar. Haliyle insanın dış dünyada yaşamadığını sandığı bu insanların mücadelesi zaferle yoğrulmuş bir tat bırakmaktadır. Çoklu kamera kullanımı, yavaşlatılmış sahne çekimlerindeki dramaturji ve 207 dakika boyunca bizleri mıhlayan destansı bir film.

Seven Samurai

2- Il buono, il brutto, il cattivo. (1966) – Sergio Leone

Once Upon time in the West birçok otorite tarafından en iyi 100 film listelerine alınırken, bu film biraz da üvey çocuk muamelesi görmektedir. Leone’nin sanatının doruk noktasına çıktığı film Bir Zamanlar Batıda olmasına rağmen, bu filmdeki ahlaksal kavramlar ortasında, ismi olmayan karakterlerin dehşet ve ölüm saçması, bunu spagettiye bulayıp kanunsuz bir dünya yaratması, bunun üstüne Amerikan iç savaşını arka zemine yerleştirmesi romantik bir İtalyalının gözünden, samuray jargonunu kullanarak Meksika tarzı üçlü düello eşliğinde, Morricone ezgili bir şiddet operasına dönüşmesi şüphesiz bu listeye girmesi için benim için yeterli bir sebep teşkil ediyor. Uzun bir cümleye sığmayacak kadar uzun bir film ve para’nın etrafında dolanan üç anti kahraman…

3- Oldboy (2003) – Chan-Wook Park

Sinema tarihi böyle bir intikam görmedi, şu ana kadar yapılan filmlerde dolaylı yoldan yapılan ensest çağrışımlar bu filmde vücut buldu. Yönetmenin fütüristik çalışması, insanoğlunun en derin arzularına iniyor, bunu aynı şekilde en ilkel arzuları kullanarak -intikam- yapıyor. Güney Kore sinemasını nerdeyse imgesel olarak tanıtan film aynı şekilde ülke sinemasının şahlanmasını da sağlıyor. Oldboy sıradan bir intikam filmi değil, aynı zamanda olağanüstü görselliğiyle bir yasak aşk silsilesini kullanan psikanalist yaklaşımıyla ister teizm ister politeizm olsun insanın ilk günahına temas ediyor.
Her repliği nerdeyse aforizma niteliği taşıyan film, bir ahtapotun canlı bir şekilde nasıl yeneceğini de öğretiyor.

4- 2024: A Space Odyssey (1968) – Stanley Kubrick

Seçtiğim filmlere baktığım zaman nerdeyse alternatif bir 10 listesi oluşturacak yönetmenlere değinmişim. Bu film yerine A Clockwork Orange ya da Dr. Strangelove da olabilirdi. Ancak 2024’i seçmemin nedeni bilim kurgu dünyasına adeta ilham veren, felsefeyle yoğrulmuş ve insanın köklerine (Oldboy’un psikanalitik köklerle benzer aslında) antropolojik bir bakış açısından bakmasıdır. Aslında insanlık tarihini 2 sahneyle özetleyebilen kaç film biliyorsunuz ki? Bu sahne bile bu listeye alınmasındaki en temel gerekçelerden biri olabilir. Ama değişim ve halen iki ayak üzerinde yürümeye çalışan çarpık medeniyetin döngüsel olarak anlatımına, Also sprach zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eşliğinde bir giriş yapılıyorsa bilin ki köklerimize sadece Darwinist bir evrim olarak değil, aynı zamanda ahlaki bir evrim gözüyle de bakılıyor. ‘’Hal’’ böyle olunca insanın gelecek üzerine kaygıları ve uzayı istila etmesi durumunda karşısına çıkacak yapay-zekâları endişe etmeden duramıyor.

5- Tôkyô monogatari (1953) – Yasujiro Ozu

Minimal sinemanın virtüözünden, Japon toplumuna adanmış muhteşem bir ağıt (muhteşem ve ağıt?). Hareket etmeyen ve ‘tatami’ (Japon minderi) üzerine yerleştirilerek gerçek anlamda bir Japon bakışı elde etmeye çalışan film, kendisine şimdinin ve geleceğin Japon kültürünün nasıl bir endişe içerisinde olacağını gösteriyor. 2. dünya savaşından sonra (filmin 1950 yapımı olması da çok ilginç) meydana gelen hızlı değişim ve gelişim beraberinde sancılı bir süreci getirecektir. Bu değişim o kadar hızlı ilerler ki kuşaklararası boşluklara ve haliyle geleneksel kültüre yabancılaşmış bir nesiller ordusu ortaya çıkarır. Buna ayrıca toplumdaki korku ve endişelerin artması, ana-babaya saygı, kuşak çatışmaları, yaşam-ölüm vefa-sadakat gibi kavramlarda zerk edilir. İnsanın içini burkan yaşlı anne ve babanın uyumsuzluğu değil aslında, aile yapısındaki çözülme ve uyumsuz bir şekilde evrimleşen toplumdur biraz da.
Nasıl ki Kurosawa’nın, Shichinin no samurai ile yapmış olduğu Jidai-geki sinemasının bütün formüllerini içeriyorsa, aynı şekilde Tokyo Monogatari’de Gendai-geki sinemasının bütün geleneksel söylemlerini içermektedir.

6- Vertigo (1956) – Alfred Hitchcock

Hitchcock’un altın çağı olarak da bilinen 1950–1960 arası dönemden istediğiniz filmi ele alıp listenize yerleştirin, kimse ses etmeyecektir. Bu, filmlerdeki gerilim veya korku unsurundan ziyade çok katmanlı psikanaliz çözümlemeleri, homofobik, androjenik, homoseksüelite, psikanalitik karmaşalar, ahlak devinimleri ve benzersiz bir şekilde özne-nesne ilişkisine dayanmaları ortak özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bunların şaşırtıcı tarafı birçok eserin farklı kitaplardan uyarlanmış olmaları ve filmlerin bu eserlerin ünlerini geride bırakmalarıdır. Ancak Vertigo’nun sunduğu alan bu açıdan bakıldığında diğer filmlere nazaran daha geniş bir bakış açısı sunmasıdır. Filmin yapısı aslında sinema tarihindeki erkek-kadın ilişkilerinin özüne inmiş ve bu açıdan bir arketip oluşturmuştur.

7- Det sjunde inseglet (1957) – Ingmar Bergman

İnsan nedir? Varoluşu neye dayanır? Film orta çağda geçen haçlı seferinden dönen ve yaşamı sorgulayan bir şövalyenin sorularını yanıtlamaya çalışıyor. Ama benzer şekilde bazı cevaplara da ulaşmasına rağmen sorgulamaya devam ediyor. Kimileri için tanrının varoluşu ya da varolmayışı, ontolojik açıdan bir değer taşısa da dikkati çeken şey bu filmde ölüm ile satranç oynayan şövalyenin tanrının var olduğunu bilmesine rağmen sorgulamaya devam etmek için ölümden zaman istemesidir. Bergman’ın çocukluğundaki dini yetiştiriliş tarzı ve Rus edebiyatındaki (özellikle Dostoyevski) kasvetli anlatım filmin her karesine sinmiş durumda. Varoluşu aşkın ve sevginin içerisinde bulan Rus romanlarındaki karakterlere Bergman neşeyi de eklemeyi ihmal etmiyor. İnsanın sirküler ve kümülatif sorularına birkaç soru daha ekliyor.

8- Modern Times (1936) – Charlie Chaplin

1936 senesi ve halen zamana, teknolojiye, sese direnen bir sinema ortaya çıkarmaya çalışan Şarlo’nun ‘Asri Zamanlar’ı halen güncelliğini tazeliğini ve evrensel mesajını korumaktadır. İnsanın en büyük derdi yine kendi yaratmış olduğu makinelerdir, fabrika patronlarıdır, kör adalettir. Makineler arasında sıkışmışlık, insanlar arasındaki sıkışmışlıktan ve sınıf ayrımından farksızdır. Adaletin görmeyen ve dengesi bozulmuş terazisini değiştirmeye çalışmıyor Şarlo, sadece parmağını (bastonunu) bu meselelere dokunduruyor ve çarenin yine insanın içinde olduğunu göstermeye çalışıyor. Bu açıdan bakıldığı zaman Lang’ın Metropolis’i ütopik olarak bir son hazırlarken, Şarlo’nun Asri Zamanlar’ı daha gerçekçi bir raddeye ulaşıyor, haliyle Modernizm ya da Fordizm eleştirisinden çok daha öteye taşınıyor meseleler.

9- Trois couleurs: Bleu (1993)
Trzy kolory: Bialy (1994)
Trois couleurs: Rouge (1994)

İnsanoğlunun temel elementleri nasıl birbirinden bağımsız düşünülmez ise Kieslowski’nin ‘’üç rengi’’de birbirinden bağımsız düşünülemez. Fransız bayrağındaki renklerin anlamından yola çıkarak insanı tinsel açıdan masaya yatıran filmler, aynı zamanda bu tinselliğin bedensel, toplumsal ve ahlaksal konumuna dikkat çekiyor. Adalet, eşitlik, özgürlük kavramlarını nasıl olması gerektiğinden çok bu kavramların sınırları nelerdir? Sorusunu yönlendiriyor. Ve insanı içinden çıkılmaz bir Girit labirentinin ortasına koyuyor. Ve ipin ucunu da kadın karakterlerinin eline veriyor.

10- Pather Panchali (1955) – Satyajit Ray

Bengalli (şimdiki Bangladeş) yönetmen Satyajit Ray’in hem kendisinin hem de apu üçlemesinin ilk filmi olan Yol Türküsü’nün nerdeyse her karesinden bir hümanizm fışkırmaktadır. Akira Kurosawa’nın Ray hakkındaki düşüncelerine değinecek olursak:

‘’Bir Satyajit Ray filmi izlememiş olmak bu dünyaya gelip de, ay ve güneşi görmemekle eşdeğerdir.’’

Film büyük bir yaşam ve ölüm üzerine söylenmiş bir manifesto niteliği taşıyor. Apu’nun dünyası bizim dünyadan farksız değildir. Yaşam kadar ölüm de vardır ve ölüm kavramı bir kabullenişlik bir yaşam yansımasıdır. Tıpkı Apu ve ailesinin yaşadığı köyün etrafındaki göl gibi. Yaşam her zaman buradan yansır ve o güzelim trenler hep bir şeyler taşır. Bu film aynı zamanda ‘’Bakın bizlerde bu dünya da yaşıyoruz bizler de aynı havayı teneffüs ediyoruz’’ diye bağırmaktadır. Mahşeri bir ortamda böylesine bir yaşamın varolmasını yadsımamız (kimi zaman şaşırmamız), şimdiki dünyanın bir tür ötekileştirme politikasından başka bir şey değildir.

Üzülerek belirtmeliyim ki kimi filmleri elemek zorunda olmak ya da ‘liste’lememek bir ötekileştirmek değildir. Bu nedenle listeye almak istediğim ama alamadığım birkaç filmi de liste olarak eklemek istiyorum:

Ran, A Clockwork Orange, Chunking Express, Les Enfants Du Paradis, Psycho, Otto e Mezzo, Ugetsu Monogotari, Stalker…

Kusagami
[email protected]

_______________________________________________________

Her liste kusurlu olduğuna göre aşağıdaki listenin de kusursuz olma gibi bir iddiası yok. Konu kişisel olunca elbet, bu filmleri seçmemin belirgin bir nedeni olduğunu söyleyebilirim. Yıllar geçti, binlerce film izledim ben de sizin gibi; fakat “sevdiğim filmler” sıralamasında çok önemli değişiklikler olmadı bugüne değin. Çok ufak değişiklikler veya ışığına kapıldığım başka filmler… Öyle çok uzun açıklaması yok.

Alfabetik Olarak:

1} 2024: A Space Odyssey (1968, 2024: Uzay Macerası) – Stanley Kubrick

[Uygarlık tarihinin; kısacası insanın kökeninin, özel mülkiyetin, teknolojik ve bilimsel ilerlemenin sinemasal izdüşümü…]

2} Bronenosets Potyomkin (1925, Potemkin Zırhlısı) – Sergei Eisenstein

Potemkin Zırhlısı

[Sessiz Sinema döneminin öncü filmlerinden… Tarihsel olarak yükselen bir sınıfın, preletaryanın despotik Çarlık rejimine karşı kustuğu öfke…]

3} Cet obscur objet du désir (1977, Arzunun O Belirsiz Nesnesi) – Luis Bunuel

[Arzunun nesnesi ulaşılmaz, karanlık ya da belirsiz değildir; ulaşılamayan “anne bedeni”dir…]

4} Citizen Kane (1941, Yurttaş Kane) – Orson Welles

[Ses, sinematografi ve kurgu sanatını modern anlamda inşa eden şaheser…]

5} Det sjunde inseglet (1957, Yedinci Mühür) – Ingmar Bergman

[Egzistansiyalist felsefenin görsel kıvama ulaşmış hali…]

6} Week End (1967, Hafta Sonu) – Jean-Luc Godard

[Avant-garde sinemanın, yeraltı sinemasının politika ile harmanlanıp katastrofik bir dünyaya uyarlanması…]

7} Otto e mezzo (1963, Sekiz Buçuk) – Federico Fellini

[Sanatsal yaratıcılık ve üretim prosesinin aşamaları üzerine bir film…]

8} Psycho (1960, Sapık) – Alfred Hitchcock

[Story-board’un zaferi… Modern korku sinemasının öncüsü…]

9} Sunset Blvd. (1950, Sunset Bulvarı) – Billy Wilder

[Klasik film noir’ın stil araçlarının Hollywood yapım siyasetini sorunsallaştırmak için kullanılması…]

10} Zerkalo (1975, Ayna) – Andrei Tarkovsky

[Bir spritüalistin “kendi ayna”sına bakınca gördükleri üzerine bir öykü…]

şeklinde oluşuyor benim en sevdiğim 10 film.

Çok fazla zorlanmadım bu listeyi yaparken; çünkü biri çıkıp sorsa idi, yine bu filmlerin ismini verirdim. Fakat beş yıl sonra gelip sorsanız, bu 10’luk listede mutlaka ufak tefek değişiklikler olacaktır. Nedeni basit: Filmler gibi seyirciler de aynı kalamıyorlar…

Hakan Bilge

[email protected]

____________________________________________________

1. Before the Rain, Milcho Manchevski
Kelimenin, yüzün ve resmin anlamını deşen bir film.

Before the Rain

2. Three colours: White, Krzysztof Kieslowski
Bu üçlemeye ne desek boş zaten, ama beyaz bana hep üçlemenin sonucu (ve aynı zamanda nedeni) gibi görünür.

3. Edward Scissorshand, Tim Burton
Her şeyden öte film değildir kendileri. Bir var olma hikayesinin görsel mekana kare kare oturtulması ve yedinci sanatın en üst şahaserlerinden biri olunması durumudur.

4. Masumiyet, Zeki Demirkubuz
Haluk Bilginer’in esrarlı monologu.. “Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük… o gün bugün usul usul yürüyorum işte.”

5. Fight Club, David Fincher
Baş döndürür..

6. Züğürt Ağa, Nesli Çolgeçen
Türkiyelinin hiç bitmeyen dramının iki saatlik özeti…

7. El Laberinto del Fuano, Guillermo del Toro
Masalların En Güzeli..

8. A Clockwork Orange, Stanley Kubrick
Özgürlük nedir? Her istediğini yapmak mı? Esas olanı yapmaya muktedir olmak mı?

9. Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz
Sevgi Emektir?!..

10. Ying Xiong; Hero, Yimou Zhang
En güzel epik filmlerden biri..

Emin Saydut
[email protected]

______________________________________________________

En Sevdiğim 10 Film

Cyrano de Bergerac

Edmond Rostand’ın tiyatro oyununun şu ana kadar yapılan en başarılı yorumu bu film. Özellikle son dakika bir dedikodudan dolayı Oscar’ı alamayan Gerard Depardieu muhteşem bir performans sergiliyor. Franca Squarciapino’nun kostümleri ise aklıma kazınmış durumda.

Tous Les Matins du Monde

Alain Corneau yönetiminde, Fransız yazar Pascal Quignard’ın romanından uyarlama bir film. Günümüzde de yaşadığımız sanat-popüler kültür çatışmasına 17. yüzyıl perspektiften bakan Monsieur de Sainte Colombe’in hayatını ele alan enfes müziklerle bezenmiş bir başyapıt.

Delicatessen

Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet ikilisinden türünün ilk örneği olan karanlık, mizah dolu, ürkütücü bir film. Her karesi görsel bir şölen.

The Shining

Stanley Kubrick’in dehasını kanıtlayan psikolojik gerilim türünün en iyi örneklerinden biri.

A Clockwork Orange

Stanley Kubrick’in olaganüstü sinemasal zekasının Anthony Burgess’in muthiş edebi zekasıyla buluştuğu şaheser bir film. 9. senfoninin, singin’ in the rain’in cok farkli bir formatta kullanıldığı akıllara kazınan bir eser.

A Clockwork Orange

Amadeus

Peter Shaffer’in kaleminden çıkıp Milos Forman’ın görselliği ile bütünleşen, klasik müzik sevmeyenlerin, film sonu hemen CD almasını sağlayan unutulmaz sahnelere haiz bir başyapıt.

Mulholland Drive

David Lynch dünyasının en güzel içsel karanlığına sokulan, bazen anlaşılan bazen yoruma açık olan modern sinemanın en güzel örneklerinden biri.

Europa

Bir Lars Von Trier şahaseri; inanılmaz haz veren görsel anlatımı filmin dikkat çeken sadece bir halkası.

Salo o le 120 giornate di Sodoma

Pier Paolo Pasolini’nin en son şaheseri. Marquis de Sade’ın “120 Days of Sodom” adlı romanının cesur bir yorumu. İzlemesi zor ama sanatsal değeri büyük.

Match Point

Son dönem Woody Allen sinematografisinin en dikkat çeken ürünlerinden biri. Gerilimin bu kadar güzel ve keyifle işlendiği bir başka film yok.

Zekeriya S. Şen
[email protected]

______________________________________________________

Filmleri belli bir sıraya uymaksızın listeledim. Çok sevdiğim başka filmler de var ama onları eklemedim, bilmiyorum neden…

L.I.E. (2001) Michael Cuesta Ergenlik döneminde aklı karışmış bir oğlanın kendine “baba” aramasının kışkırtıcı ve hüzünlü öyküsü. Ebeveynlerin kesinlikle izlemesi gereken bir film. Fahişe oğlanlar, pedofili, çocuk pornografisi ve eşcinsellik gibi iki ucu keskin temalar nasıl usturuplu bir biçimde aktarılır, bir izleyin! Michael Cuesta daha ilk yönetmenlik denemesinde, hiçbir kıdemli yönetmenin göze alamayacağı taşın altına koyuyor elini. Pedofiliye o kadar değişik bir yönden bakıyor ki (mağdur rolündekinin gözünden) bir daha hiçbir filmin bu kadar cüretli olabileceğini zannetmiyorum. İşin güzel tarafı bunu istismara kaçmadan yapabilmesi.

 

Kolayca göz ardı edilebilecek bir film. Konusu sevimsiz. Parçalanmış ailelerin travmatik çocuklarının sorunlarını bu kadar gerçekçi bir şekilde izlemeyi kim ister ki? Amerikan aile yapısının riyakarlığını “American Beauty”den daha dişli bir biçimde anlatması, onu popüler kültürün sevmediği ürünleri kışkışladığı karanlık yer altı dehlizlerine sürükledi bile. Oskarlarda adı bile geçmeyecek bu film başka festivallerden ödüllere boğuldu.

Halbuki ilk başrolünde şiirsel ve heyecan verici bir iş çıkaran Paul Dano için bile izlenmeli. 15 yaşında bir çocuğun bu tür bir filmi tek başına sırtlanabilmesi görülmüş şey değil. Yalnızlık, ihmal ve terkedilmişlik hislerini her jestinde izleyiciye aktarabilen bu oğlan babasına “Ben kendime gerçek bir baba buldum!” diye haykırdığında, başınızı her zamanki gibi başka tarafa çeviremeyeceksiniz.

Sophie’s Choice (1982) Alan J. Pakula

Bence bir savaş filmi asla savaş sahneleriyle anlatılmaz. Şiddetin anlamsızlığını şiddeti göstererek aktaramazsınız. Önemli olan savaşın etkileri, onu yaşayan kişiler üzerindeki onulmaz yaralarıdır. Onun için savaş filmi kategorisinde en sevdiğim filmdir Sophie’s Choice.

II. Dünya Savaşı’nı konu edinmiş ve Yahudi soykırımını anlatmış filmlerden gına gelir insana. Daha doğrusu bu tür filmler yanıltıcıdır. Eğer Yahudi değilseniz olaya sadece dışarıdan bakarsanız, içinizde acıma duygusundan başka bir şey kalmaz. Halbuki savaşın her yüreği yakabileceği verilmelidir. İşte Sophie, şiddetin ırk tanımayacağını hatırlatmak için vardır sanki. Yahudi değil Katolik’tir; ari ırktandır, suratı kemiklidir ve sarışındır. Fakat bu, toplama kampına alınmasını engellemez. Savaşın sadece Yahudiler’e zulüm etmediğini, genel olarak insanlığın baş belası olduğunu nihayet anlatan bir film vardır elimizde. Üstelik herşeyini bu amaçsız kavga sonucu yitiren kurban, mutluluğu Nazi sempatizanı bir Yahudi’nin elinde bulur. Bu bile klişeleri yıkan bir tercihtir.

Ama filmin asıl cevheri, hayatı boyunca seçimler yapmak zorunda kalan ve kendi cehennemini, bile isteye yaşayan travmatize Sophie rolünde oyunculuk dersi veren Meryl Streep’tir. Sadece ifadesini değiştirerek hastalıklı veya ışıldayan bir kadını rahatlıkla veren, ayrıntılı ve ürkütücü bir biçimde gerçek oyunculuğuyla Oskar az bile gelir kendisine. Geçmişten bahsederken konuyu başka yere çekmek istercesine oynayıp dağıttığı rimeli, çamurda yürürken her adımda daha da ağırlaşan ayakları tarafından yanlış açıda yürümesi, aksanı… herşeyiyle mükemmeldir.

Breaking the Waves (1996) Lars von Trier

Ne zaman izlesem gözyaşlarıma hakim olamam. Müziksiz, dekorsuz, efektsiz, ışıksız ve yapmacıksız. Bence Lars von Trier’in en iyi filmi. Dokunaklı bir aşk hikayesini, hiçbir yardımcı desteğe ihtiyaç duymaksızın, sadece anlatıcılığıyla kotarabilecek kadar cesur ve iddialı. Onun yemeğini yemek için garnitüre, şık tabaklara ve yemek müziğine ihtiyaç yok; sadece lezzete odaklanmalı.

Sırf aşk objesini değiştirdi diye, kendisini seven (?) insanların ikiyüzlüğüyle karşılaşan geri zekalı, çocuk-kadın Bess karakterini /p/psinema tarihine kazandırdığı için Emily Watson’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

The Evil Dead (1981) Sam Raimi

Hiçbir korku filminden bu kadar korkmayacağım.

Nedir bu filmin sırrı? Konusu mu? Yönetimi mi? Oyunculuğu veya makyajı mı? Hepsi daha önce kullanılmış formüller üzerine inşa edilmiş. Bir yeniliği yok. Peki neden yaşıtlarım da benim gibi bu filmle ilgili korkunç anılar taşıyorlar? Neden bazılarımızın hala üzerimizden atamadığı fobilerimiz var? Hatta çocuk zihnine yaptığı hasarlardan dolayı psikolojik yardım almak zorunda kalanları tanıyorum; hala filmin tek sahnesine bile bakamıyorlar.

Aaah Belinda! (1986) Atıf Yılmaz

Küçük burjuvalar için korku filmi!

Dar gelirli, 2 çocuklu bir ailenin gündelik yaşamı nasıl korku unsuru haline gelir? Orijinal bir senaryodan kusursuz bir aktarım. Kapkara bir mizahı da var. “Dunganga” sahnesinin üstüme üstüme gelmesi mi desem, deli hastanesinde reklamdaki kıza acınmasını mı? Ya küçük ayrıntılar; oidipus kompleksi, “Ben emekli öğretmenim. Nereye girip giremeyeceğimi senden öğrenecek değilim!”

Bu kabusun tek çözümü var, onu kabul etmeniz.

Videodrome (1983) David Cronenberg

Şimdiye kadar benzeri yapıldı mı? Hayır!

“Body-horror” diye bir janr yaratan Cronenberg’in belki de en iyi filmi. Baştan sona halüsinasyonlardan oluşan, teknoloji, sado-mazoşizm ve cinsel yönelim bozukluğu üzerine bir şaheser sanki. “Televizyon ekranı, zihin gözünün retinasıdır.” “Televizyon gerçekliktir, ve gerçeklik televizyondan daha sahtedir.” Daha ne denebilir ki?

The Devils (1971) Ken Russell

Ken Russell’ın “The Music Lovers”ı ile bu filmi arasında kararsız kaldım. Sonuçta birini seçmek zorunda olduğum için The Devils’ı seçtim.

Gerçek tarihi olaylardan söz etse de yönetmen hiçbir zaman gerçeklere bağımlı kalmamıştır. Fransa’daki engizisyonun, özerk bir Protestan kent üzerindeki terörünü anlatan film, karakterlere odaklanarak gerçeklikten sıyrılmıştır (Ken Russell’ın biyografilerde bile kullandığı bir yöntemdir bu. Her şey aslına uygun olmak zorunda değildir ki…).

Hızlı geçişlerle birbiriyle paralel ilerleyen sahneler, abartılı bir gerginlik, tüm filme sinmiş havai bir atmosfer, dejenerasyon ve kışkırtıcılığın doruklarında dolaşan anlatım tarzıyla “Barok sinema”nın hakkını veren yönetmenin özellikle dekorlarında gösterdiği post-modern detaylar filmi zaman dışı bir yere konumluyor sanki. Ken Russell’ın karakterleri en adi özellikleriyle yüceltilir. Drug-queen imajlı 13. Louis, “asıl adam” olması gereken ama uçkuruna sahip olamayan damızlık rahip Grandier ve en önemlisi kambur başrahibe Jeanne (Vanessa Redgrave)… İsa’yı cinsel obje haline getiren Jeanne, rüyalarında Grandier ile vücut bulan Tanrı’nın oğluyla hayvani bir şekilde sevişir. İçinde kompleks haline gelen bastırılmış bu duygular en zayıf bölgesinden patlak verir.

Hyronimus Bosch’un “Cehennem” tablosundan alınmış gibi duran sahnelerden özellikle birisi, dini bütün bünyelerde onulmaz yaralar açabileceği için sansürlenmiş ve yok sayılmıştır.

Dinin köküne kibrit suyu döken, tek kelimeyle muhteşem bir film.

Santa Sangre (1989) Alejandro Jodorowski

Heretik bir yönetmenden sembolizmin doruklarında dolaşan bir başyapıt. Çocukluğunu bir sirkte geçiren ve “Kutsal Kan” adlı tarikatın gizli rahibesi olan annesini korkunç bir biçimde kaybeden bir gencin büyüme sancıları; kopuk kollar, uzun kırmızı ojeli eller tarafından işlenen cinayetler, akıl hastanesi, kukla gösterisi ve masumiyeti simgeleyen büyümemiş bir kız çocuğu aracılığıyla anlatılıyor. Bu filmde çocukluk, hortumundan durmaksızın kanayan bir filin ölümüyle sonlanıyor ve kadınlar pardesünün altından çıkan bıçak tutan bir elle düzülüyor. Çok acayip bir film, Alejandro Jodorowski’nin diğer filmleri gibi…

The Company of Wolves (1984) Neil Jordan

Tutkulu yönetmen Neil Jordan ve “manyak” kadın yazar Angela Carter’ın işbirliği sonucu ortaya çıkan bu eşsiz yapıt, türlerin bir karışımı gibi. Masal, korku, dram, Freudyen sembolizm ve psikolojik gerilim aynı potada buluşuyor. Ergenlikteki kızları kırmızı başlıklı kız, onları baştan çıkarmaya çalışan şehvetli erkekleri de kurt-adam (büyük kötü kurt) olarak düşünün. Ortaya epik bir şaheser çıkıyor.

Blade Runner – Director’s Cut (1982) Ridley Scott

İmal ettiğiniz gözler sizin görmediğiniz çok şey gördü. Tasarladığınız bedenler köle olarak çalıştırıldı. Tüm anılar yağmura karışan gözyaşları gibi akıp gittiler. İşte bu anılara sahip olabilmek için fotoğraf çektiler. Çünkü anılara sahip olmak yaşama sahip olmaktı.

Kaşınan bir yarayı kaşıyamamak nasıldır bilir misiniz? Peki gerçekten bir “hayat”a sahip olduğunuzu nereden biliyorsunuz? Belki de tüm hatırladıklarınız bir başkasının hatıralarıydı. Önceden belirlenmiş ecelinizi beklemek yerine Tanrı’nızı, yaratıcınızı, iki elinizin arasında ezmek istemek çok mu anlaşılmaz? Annelerini yiyen küçük kırmızı örümcek yavruları gibi.

Bu filmi seviyorum çünkü bir bilim-kurgunun nasıl olması gerektiğini öğretiyor.. Fazla felsefik değil, izlemesi ve anlaması kolay. Hayatın değerini, ona hiçbir zaman sahip olamayanların gözünden aktarıyor ki belki de izlenebilecek en güzel yol budur. “Yapay Zeka”mızla gerçek bir çocuk olmak isteyen Pinokyolar olsak da, bu kaşığın aslında gerçekten olmadığını bilsek de yaşadığımız hayattan daha değerli ve öte bir şey yoktur.

Blade Runner, set tasarımı, müziği ve sadece atmosferiyle bile halen aşılamamış bir başeserdir. Yakın plandan aktarılan hüzünlü suratlarıyla bu filmdeki oyuncular belki de kariyerlerinin en iyi rollerini oynamışlar. Ama bu bir yönetmen filmi. O zamanlar Ridley Scott, Ridley Scott’tı…

Wherearethevelvets

[email protected]

_________________________________________________________

Not: Yukarıda, SanatLog yazarlarının listelerine aldıkları filmlerden bazıları daha evvel SanatLog sütunlarında analiz edilmişti. Okumak isteyenler için linkleri verelim:

1) Oldboy
2) 2001: A Space Odyssey
3) A Clockwork Orange
4) Shichinin no samurai
5) Det sjunde inseglet
6) Selvi Boylum Al Yazmalım
7) Il buono, il brutto, il cattivo
8) Psycho
9) Delicatessen

SanatLog.com

Hakkında Editör

Hakan Bilge - The Godfather Mitosu (Şule Yayınları, 2024) ve Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti (Doruk Yayınları, 2024) adlı sinema kitaplarının yazarıdır.

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

Dressed to Kill (1980, Brian De Palma)

Alfred Hitchcock’un ve filmlerinin Hollywood’u hatta dünya sinemasını nasıl etkilediği malum. O etkilenmeden en çok ...

6 Yorum

  1. Güzel listeler, elinize sağlık.

  2. Bir okur listesi yapılsaydı benim listemde de Kubrick yer alırdı. 2024: A Space Odyssey’i tekrar izlesem aynı düzeyde etkilenir miyim bilemiyorum ama ilk izleyişimden sonra, uzun süre beynimde taşıdığım bir film olmuştu.

  3. diğer listeleri de bekliyoruz.

  4. Sinefil78 ve Kusagami’nin listelerini görünce şaşırdım desem yalan olur 🙂 Tahmin ettiğim gibiydi… Bir de listelerine aldıkları filmlerden bazısını daha önceden incelemiş olmaları tutarlı bir davranış.

  5. Ben de yapacağım bir liste 😀

  6. Yap yap 😀 Senin listeyi de sayfaya ekleriz dostum…

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kuşadası escort
bursa escort
ümraniye escort
çankaya escort
escort izmir