SanatLog’dan “Seçme” Edebiyat Yazıları
Yeniden merhaba… SanatLog Seçme Yazılar bölümünde bu hafta edebiyat yazı ve incelemelerine yer veriyoruz. Deneme, biyografi, öykü ve kitap eleştirileri alt alanlardan bazıları. SanatLog’un içeriği zenginleştikçe bu tarz seçmelere devam edeceğiz… Herkese iyi okumalar…
SanatLog Kültür Sanat
Godot’yu Beklerken (Samuel Beckett)
Yazan: Ayşegül Engin
Sarah Waters’ın Ustaparmak Romanı
Yazan: Wherearethevelvets
Yazan: Ayşegül Engin
Yazan: Ayşegül Engin
İngiliz Edebiyatının Usta Kalemi Geoffrey Chaucer
Yazan: Gamze Kuzu
Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik
Yazan: Emin Saydut
Percussinna’da Bir Küçük Prens
Yazan: Emin Saydut
Neil Gaiman’dan Mezarlık Kitabı
Yazan: Wherearethevelvets
Beat Akımının Unutulan Kalemi “Richard Gary Brautigan”
Yazan: Zekeriya S. Şen
Yazan: Hakan Bilge
Yazan: Gamze Kuzu
Nabokov’un Lolita’sı ve Medyanın Küçük Starları
Yazan: Emin Saydut
Yazan: Rey’an Yüksel
Yazan: Rey’an Yüksel
Yazan: Gamze Kuzu
Dergilerdeki Mülkiyetçiliğe Rest Çekmek
Yazan: Serkan Engin
Kültürel, Dinsel ve Doğasal Şölen Hindistan
Yazan: Zekeriya S. Şen
Yazan: Serhat Çolak
Yazan: Serhat Çolak
Yazan: Emin Saydut
Orhan Pamuk’un “Kar” Romanının Postmodern Kurgusu Üzerine
Yazan: Hakan Bilge
Dişil Enerji ve Kadının “Uyanış”ı
Yazan: Hande Öğüt
Yazan: Hande Öğüt
Salai’nin Kuşkuları (Rita Monaldi & Francesco Sorti)
Yazan: Wherearethevelvets
Yazan: Hande Öğüt
Kolektif Sanat Bankası
Mutluluk Üzerine
“Evet, ben mutluyum” dediğimizde, mutluyuzdur..
Belki çok istediğimiz bir şey olmuştur, belki bir hastalıktan kurtulmuşuzdur, belki de çok özlediğimiz birine kavuşmuşuzdur. Ya da sadece hava güzeldir, aynadaki aksimiz gözümüze bir hoş gelmiştir falan falan..
Mutluluğu sürekli yaşayan ama gerçekten, yaşamının her anında göğsünü gere gere “Ben mutluyum kardeşim!” deme zevkini tadan kaç insan evladı var acaba? Hani “Aptallık en büyük mutluluktur” savıyla biçimlenen mutluluk değil demek istediğim.. Harbi mutluluk!
Yok değil mi? En azından benim çevremde artık öyle insanlar yok. Tamam, kabul ediyorum, yaşam şartları, ülkenin hatta dünya’nın durumu, bir merhabayı bile birbirinden esirgeyen insanların, varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları kentler ve daha bir ton nedeni var bunun.
Ama bazen düşünüyorum ve diyorum ki kendime, acaba bizler cevabını asla bulamayacağımız sorular üretmeye başladığımızda mı kaybettik mutluluğu? “Mutluluk nedir?” ile başladık, “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?”lerle devam ettik.. O kadar çok tanım ve reçete ürettik ki, sonunda “Yok be abi, bu durumda ben kesin mutsuz bi şey oluyorum” deyip rahatladık.
Daha çok mutlu olmak için, daha sağlıklı olmaya karar verdik. Haksız da sayılmazdık çünkü sağlık her şeyin başıydı. Ama sonra, yemeden içmeden kesildik. Mümkünse sadece otlarla beslenen, bilmem kaç tür mineral katkılı sudan başka bir şey içmeyen garip bir canlı türüne evrildik. Şöyle batan güneşe karşı iki kadeh devirdiğimizde suçluluk duyar olduk. Hele yanında bir de mezenin dozunu kaçırmışsak, bunalımlara girdik. Ama asıl hüsranı, bu malzemeye bir de sigara yakışır dediğimizde yaşadık. İki duman arası kahrolduk, ölüp ölüp dirildik.
Geleceğimizi düşünüp imkânları elverişli, parası bol bir işimiz olsun istedik. Çocuklarımızı bu tür mesleklere yönlendirdik. Sonra saatleri saya saya tükettiğimiz ömrümüzün son baharında resim kurslarına yazıldık, korolara katıldık. Bazen, yeteneğimizin olmadığı yerde imdadımıza hırsımız yetişti. Olmazı olur yapmaya çalıştık, olmadı.. Ve her olmayışın nedenini, kendimizden başka her yerde ve herkeste aradık. Dev aynaları serdik egolarımızın önüne, kesmedi, sihirli aynalar yarattık. Her şeyi bildik ama bir kendimizi bilemedik.
Âşık olduk, aşkı yaşayamadık. Kadın erkek bir imzanın derdine düştük. Hayırlı kısmetler dilenmişti bizim için, bulmaya odaklandık. Kaç sevda yanaştı kıyılarımıza kim bilir, ama “Ya sonra?” kazınmış ya ruhumuza, haliyle korktuk, kaçtık. Günler, aylar ve yıllar sonrasını düşündük de, “Peki ya şimdi?” demeyi akıl edemedik.
“Yapılacak işler” listesiyle büyüdük, formüllerle yaşamaya çalıştık, sorguladık, sorduk, irdeledik, özlü sözler okuduk, haplar yuttuk hayata dair. Başa çıkamadığımız anlarda iki dakika delirip ciddi anlamda mutlu olmayı başardık.. Kimse inanmadı mutlu olduğumuza, tedavi edildik.
“İyilik, sağlık” diye diye, ölüp gittik.. Geriye sorularımız kaldı. Şu dünya üzerinde, bir gün gelip de öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü, bizlerdik. Belki de bu yüzden çok mutsuz varlıklardık. Sonsuzlukta var olabilmek için “Mutlu olmanın bilmem kaç şartını, yollarını, sırlarını” ürettik, tükettik..
Bedenlerimiz doğaya karıştı gitti. Bizi biz yapan ruhumuzdur dedik, ama o ruhun yaşamasına izin vermedik. Neyi zorladığımızı ben anlayamadım. Altı üstü üç günlük şu yol filminde, biz nerede kendimizi yitirdik? Çok mu değerliyiz? Çok mu zavallıyız?
“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, plan yapın.” Albert Einstein
Merhumun, cümle aleme dilini çıkardığı o malum fotoğrafını, bu ‘özlü söz’ünün uygun bir yanına iliştirelim ve “Ya sonra?” demelere devam edelim..
Yazan: Ayşegül Engin
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet Ran 15 Ocak 1902, Selanik doğumludur. Ailesini incelediğimizde, toplumda tanınan birçok insanla karşılaşırız. Babasının babası, şair Nazım Paşa ve eşi İstanbulludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa, valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü bir insandır. Babası, İttihatçılar devrinde Matbuat Müdürlüğü ve Hamburg Başşehbenderliği yapmış, Hikmet Beydir. Sonradan ticarete atılan Hikmet Bey, zarar edince gazete idare müdürlüğü yapar ve daha sonra Kadıköy’de Süreyya Paşa sinemasının müdürü olur. Uzun yıllar gazete yazarlığı yapan oyun yazarı Celalettin Ezine, Nazım Hikmet’in halasının oğludur.
Annesinin büyükbabası Mustafa Celalettin Paşa, Borjenski soyadlı bir Polonyalıdır. Ancak Slav ırkından değil, Gagavuz denilen Hıristiyan Türklerindendir. Daha Polonya’dayken Türkçeyi lehçeleriyle bilen Borjenski, Türkoloji bilgini, askeri mühendis ve topografya ressamıdır. Bir gruba katılarak yurdumuza gelir ve müslüman olur. Ömer Paşa’nın kızı Saffet Hanım’la evlenir. Oğulları Enver Paşa, Türkçeye özelliğini kazandırma savaşının önderlerinden, ünlü bir dil uzmanıdır. Önemli görevlerle Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da bulunur. Fakat asıl Tisalya’daki Golos kumandanlığıyla anılır. Son dönemlerinde Erenköy’de özel bir lise açmış ve çok öğrenci yetiştirmiştir.
Enver Paşa, Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanım’ın ve yine ressam olan teyzesi Sara Hanım’ın babasıdır. Enver Paşa’nın Mehmet Ali adında yetenekli bir mühendis, ressam ve şair olan oğlu, çocuk yaşta gönüllü olarak Balkan Savaşı’na katılmış ve Çanakkale’de şehit olmuştur. Nazım Hikmet, özellikle bu dayısının etkisi altında kalmıştır.
Berlin Kongresi’nde, Osmanlı Devletinin temsilciliğini yapmış olan Müşir Mehmet Ali Paşa da Nazım Hikmet’in anneanne tarafından büyük dedesidir. Mehmet Ali Paşa, Hügönot asıllı Alman’dır. Aslında Protestan mezhebini kabul ettiği için Almanya’ya göçen Fransızların soyundandır. Karl de Troi ailesinden ve Magdeburgludur. On iki yaşındayken okul gemisiyle İstanbul’a gelmiş ve Kızkulesi açıklarında kendini denize atmıştır. Kızkulesi’nin bekçisi tarafında kurtarılmış, çeşitli olaylara sebep olduktan sonra ünlü Sadrazam Ali Paşa onu korumasına almış ve Mekteb-i Harbiye’de okutmuştur.
Mehmet Ali Paşa hoşsohbet, şakacı bir insandır. Orduda yaşama düzeyini yükseltmiş, Avrupalı tarzı özenli giysi, çatal, bıçak gibi yenilikler getirmiştir. Kızı Leyla Hanım Nazım Hikmet’in büyükannesidir. Mehmet Ali Paşa, rakipleri tarafından Rumeli’ye isyan bastırmaya gönderilmiş, Berlin Anlaşması’nda Hıristiyan cemaatına hak tanımak zorunda kaldığında, “Sizi gâvura bu sattı’” diye, Müslüman halk el altından kışkırtılmış ve Mehmet Ali Paşa kırk dört yaşındayken Arnavut’lar tarafından linç edilmiştir.
Nazım Hikmet’in anne soyundan bir büyükbabası da Mısır ordusunun isyanına karşı kumandanlık eden Dağıstanlı Hafız Paşa’dır. Ali Fuat Cebesoy, annesinin teyzesinin oğludur. Mehmet Ali Aybar, annesinin teyzesinin torunudur. Oktay Rifat, teyzesinin oğludur. Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa, Nazım Hikmet’teki şairlik yeteneğini keşfeden ilk insandır.
Nazım Hikmet, ilköğrenimini İstanbul Göztepe Taşmektep’te tamamladıktan sonra, Galatasaray Lisesi ilk bölümü ve Nişantaşı Numune Mektebi’nde okumuştur. 1919 yılında bitirdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’nden sonra Hamidiye kruvazörüne güverte subayı olarak atanmış, geçirdiği zatülcenp hastalığından sonra 1920 yılında askerlikten çürüğe çıkarılmıştır.
Nazım Hikmet, çok küçük yaşta şiir yazmaya başlamış ve “Mehmet Nazım” imzasıyla yayınlanan ilk şiiri “Servilikler” hececiler çevresinde büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Nazım Hikmet bu şiiri on dört yaşındayken yazıp bir kenara atmış, daha sonra annesi Celile Hanım tarafından bulunan şiir, Yahya Kemal’e gösterilmiş ve Yahya Kemal de bu şiiri, 1918 yılında Yeni Mecmua’da yayınlatmıştır. Aslında Nazım’ın ilk dizesi, Vâlâ Nurettin’e göre “Yanıyor!…. Yanıyor!…. Müthiş Tarrakalar”dır. Hececi şairler içinde gittikçe ün kazanan Nazım Hikmet, 1920 yılında Alemdar gazetesinin açtığı bir şiir yarışmasında birincilik kazanarak bu ününü pekiştirmiştir.
İstanbul’un işgal edildiği yıllarda direniş şiirleri yazan Nazım, arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte, 1921 yılında ulusal kurtuluş savaşına katılmak üzere Anadolu’ya geçmiştir. Nazım Hikmet, Anadolu’da özgür olacağına ve şiirlerinin oradan daha iyi duyulacağına inanmıştır. İstanbul’dan İnebolu’ya gidişlerini, kendilerinden daha yaşlı şair arkadaşları tertiplemiş ve İstanbul polis müdüriyetindeki millici polisler, sahte isim ve mesleklerle düzenledikleri geçiş tezkerelerini sağlamışlardır. Yol paralarını ise, Sirkeci’de dişçilik yapan hiç tanıyamadıkları Şevki Bey adında biri vermiştir. Nazım Hikmet Anadolu’ya geçeceğini ailesine açıklamadığı için hazırlıksız olarak buluşma yerleri olan Cenyo adındaki birahaneye gelmiş ve 1920 yılının son gecesini, Sultan Mahmut Türbesi’nin yanındaki Mahmudiye Oteli’nde geçirmiştir. 1921 yılının ilk günü Sirkeci rıhtımından kalkan çok eski ve küçük “Yeni Dünya” vapuruna binerek üç hececi şair arkadaşıyla birlikte İnebolu’ya gelmiştir. Birlikte yola çıktığı şairler, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç ve Vâlâ Nurettin’dir. Ancak Ankara’dan sadece Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’e izin çıkmıştır.
Anadolu’ya geçmek için İnebolu’da kaldıkları günlerde yine kendileri gibi Ankara’dan izin çıkmasını bekleyen Almanya’dan gelmiş genç öğrencilerle karşılaşırlar. Alman Spartakist hareketini yakından tanımış olan bu grubun içinde, sonradan CHP milletvekili olan, Mehmet Sadık Eti, Vehbi Sarıdal ve Nafi Atuf Kansu gibi sosyalizmi savunan ve Sovyetler Birliği’nden övgüyle söz edenler vardır. Onların anlatımlarıyla, Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin Marxist düşünceyle tanışırlar.
Ankara’ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev, İstanbul gençliğini ulusal savaşa çağıran bir şiir yazmalarıdır. Yazdıkları şiir, 1921 yılının Mart ayında basılıp dağıtılır ve yankıları çok büyük olur. İsmail Fazıl Paşa, bu iki şairi Mustafa Kemal Paşa’ya takdim etmek üzere Meclis’e çağırır. Vâlâ Nurettin’e göre Mustafa Kemal, şairlerin elini sıkmış ve onlara hiçbir giriş cümlesine gerek duymaksızın, “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.” demiştir.
Ankara Hükümeti’nin isteğiyle Bolu’da öğretmenlik yapmaya başlarlar. Kalpak giyinmeleri, camiye gitmemeleri gibi nedenlerle din adamlarının ve eşrafın tepkisini toplayan şairleri, Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi korur. Ziya Hilmi onlara, Fransız Devrimi’ni, Lenin’i, Kautsky’i ve Sovyetler Birliği hakkındaki düşüncelerini anlatır. Nazım Hikmet ile Vâlâ Nurettin, kısa süre sonra öğretmenliği bırakarak yeni tanıştıkları düşüncelerin etkisiyle Ekim Devrimi’ni yerinde yaşamak için 1922 yılında Batum yoluyla Moskova’ya giderler. Bu kararı vermelerinde, tutucu çevrelerin baskısı, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları ve Ziya Hilmi’nin düşüncelerinin de etkisi vardır.
Nazım Hikmet, Moskova’da yeni açılan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV)’nin ilk öğrencilerinden biri olur. Sovyetler Birliği’nde bulunduğu ilk yıllarda şiirinin biçimini ve özünü değiştirir. Serbest ölçüyle yazdığı bu dönem şiirlerinin bazılarını, 1923 yılında Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilere göndererek yayınlatır. KUTV döneminde aynı zamanda Türkiye Komünist Partisi’nin üyesi olur. TKP’nin “Toparlanış Kongresi” için 1924 yazında Türkiye’ye döner. Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. 1 Ocak 1925′te İstanbul’un Akaretler semtinde Şefik Hüsnü’nün evinde toplanan TKP’nin 2. Kongresine KUTV delegesi olarak katılır ve Merkez Komuta üyeliğine seçilir.
Şubat 1925′te Şeyh Sait ayaklanmasının başlaması üzerine, 4 Mart 1925′te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu çerçevesinde yapılan tutuklamalardan kurtulur. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin takibatı üzerine bir süre İzmir’de saklanır ve daha sonra tekrar Sovyetler Birliği’ne gider. Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından gıyabında 15 yıl kürek cezasına mahkûm edilir. 1926 Mayıs’ında Şefik Hüsnü tarafından Viyana’da toplanan Parti konferansına katılır. 1927 Tevkifatı’nda soruşturmaya uğrayarak yapılan yargılama sonunda gıyaben 3 ay hapse mahkûm olur. 1928 yılında partili arkadaşı Laz İsmail (Marat) ile birlikte Sovyetler Birliği’nden Hopa’ya pasaportsuz olarak geldiklerinden ötürü tutuklanır. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı sonunda 3 aya mahkûm edilir. Hopa-Ankara-İstanbul arasında geçen tutukluluk süresinde cezasını tamamlamış olduğundan, 1928 yılının sonlarında tahliye edilir.
İstanbul’a gelerek Resimli Ay dergisinde gazeteciliğe ve yazarlığa başlayan Nazım Hikmet, yayınlanan şiirleriyle ününü pekiştirir. Yeraltındaki TKP içinde çalışmalarını sürdürürken, Parti üst kadroları ile girdiği tartışmalar sonucunda, Parti’den atılır. Bu arada bazı şiir kitaplarında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılanır ve duruşma beraatle sonuçlanır. 1932′de İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden toplu tutuklamalar olur ve Nazım Hikmet de Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır. 4 yıl ağır hapse mahkûm edilir. 1933 yılında çıkarılan, Cumhuriyet’in 10. yıl affı ile cezası düşer.
1936′da Endüstri Dokumacılar Cemiyeti kurucusu işçiler ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte gizli örgüt yöneticiliği iddiasıyla tutuklanır ve 1937 Nisanına kadar tutuklu kalır. Yargılama sonunda beraat eder. 1937 yılı sonlarında kendisini ziyarete gelen Ankara Kara Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz’i, askeri öğrenci kılığına girmiş polis sanarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası’na telefonla haber vermesinden sonra Harp Okulu öğrencilerinin tutuklanması üzerine, 1938 yılı Ocak ayında gözaltına alınır ve Ankara’ya götürülür. Mart 1938′de Askeri Mahkeme tarafından “askeri isyana tahrik ve teşvik” suçlamasıyla 15 yıl hapse mahkûm edilir. 15 yıllık cezası Askeri Yagıtayca da onaylanan Nazım Hikmet, aynı yılın yazında İstanbul’a getirilerek Donanma Davası sanıkları arasına katılır. Bu kez, arkadaşı Hamdi Şamilof aracılığıyla, 1934′te tanıdığı Yavuz Zırhlısı başgediklilerinden Hamdi Alevdaş vasıtasıyla donanmada “isyan tahrik ve teşvikçiliğinde” bulunmakla suçlanır. Askeri Mahkeme’nin yargılaması sonucunda bu davadan da 20 yıl hapis cezasına çarptırılır. Birlikte yargılandıkları Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’le birlikte bir süre Çankırı Cezaevi’nde, sonra on yıla yakın Bursa Cezaevi’nde yatar. 1950 yılı yazında afla tahliye olur.
Nazım Hikmet, hapisten çıkmasına rağmen açıkça polis tarafından izlenir ve kitaplarını yayınlatma olanağı bulamaz. Askeri okul geçmişi ve çürüğe çıkarılana kadar yaptığı subaylık görevi olmasına karşın, askerliği için karar alınınca, şubeden hazırlıklarını yapmak için izin alan Nazım, Refik Erduran’ın kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e açılır ve Bulgaristan sahillerine çıkmayı düşünürken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya’ya gider. Oradan Moskova’ya geçmesi üzerine, 25 Temmuz 1951′de Bakanlar Kurulu kararıyla, Türk vatandaşlığından çıkarılır.
Nazım Hikmet, TKP’nin Yurt Dışı Bürolarında faaliyet gösterir, uluslararası kongrelere katılır, çeşitli ülkelere yolculuklar yapar, yapıtları birçok dillere çevrilir ve büyük bir ün kazanır. 1963 yılında, kalp krizi sonucu Moskova’da ölen Nazım Hikmet, Novodeviçiy Mezarlığı’na gömülür.
…..
Nazım Hikmet, ilk şiirlerini hece ölçüsüyle yazar. Hececilerden içerik açısından farklılıklar gösterir ve onların bireyci şiir anlayışlarını benimsemez, toplumcu bir şiir anlayışını benimser. Şiirlerinin içeriği geliştikçe, hece ölçüsünün dar kalıpları yetersiz kalır ve Nazım Hikmet yeni biçim arayışlarına yönelir. Türkçenin zengin ses özelliklerine uyum sağlayan serbest ölçüyle yazmaya başlar.
Nazım Hikmet, kendi çağının dramını, düşüncelerini, olaylarını, değer yargılarını en iyi anlatan sanatçılar arasındadır. Onu okuyanlar, yaşadığı yılları yapıtlarından, tüm renkleri ve sorunlarıyla izleyebilir ve o dönemin macerasını bu yapıtlarda bulabilirler. Türk Kurtuluş Savaşımızdan, Asya ve Afrika’daki çeşitli kavgalara; İspanya savaşından, Habeşistan dramına; Ekim Devrimi’nden, Hindistan’a, Çin’e, İngiliz adalarına ve Dünya Savaşından, tüm gelişmelere kadar her konuya ilgi göstermiştir. Bundan dolayı uluslararası sanat çevrelerinde, dünya şairi olarak kabul edilir.
Türkçenin şairidir. Türk dilini yalnız Türkiye sınırları içine hapsetmemiş, onu inkâr edenler çıkmasına rağmen, Nazım, Türkçeye sınırlarımızı aşırtmıştır. Vâlâ Nurettin’e göre Nazım Hikmet elbette Pantürkist değildir ama yazı Fransızcası nasıl Fransa’da, Belçika’da, İsviçre’de, Kanada’da ve bazı eski sömürgelerde ortak dil ise, Türkiye içindeki ve Türkiye dışındaki Türkler arasında manevi köprü kuracak olan ortak Türkçeyi, Nazım yazmıştır.
“Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkını ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin diyarı küfürde tanınmasına vesile olabilmek ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur. Bir köylü, toprağını ve öküzünü; bir marangoz, tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum.” Nazım Hikmet
Nazım Hikmet’in Yapıtları:
Güneşi İçenlerin Türküsü – 1928
825 Satır – 1929
Jakond ile Sİ-YA-U – 1929
Varan 3 – 1930
1+1=1 – 1930
Benerci Kendini Niçin Öldürdü – 1932
Gece Gelen Telgraf – 1932
Kafatası (oyun) – 1932
Bir Ölü Evi (oyun) – 1932
Taranta Babu’ya Mektuplar – 1935
Unutulan Adam (oyun) – 1935
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı – 1936
Memleketimden İnsan Manzaraları – 1941
Kuvâyi Milliye – 1941
İvan İvanoviç (oyun) – 1956
Ölümünden sonra yayınlananlar:
Saat 21–22 Şiirleri – 1965
Şu 1941 Yılında – 1 965
Sabahat – 1965
İnek – 1965
Ferhat ile Şirin – 1965
Kan Konuşmaz (roman) – 1965
Rubailer – 1966
Yeni Şiirler – 1966
Dört Hapishaneden – 1966
Ocak Başında / Yolcu (oyun) – 1966
Yusuf ile Menofis (oyun) – 1967
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (roman) – 1967
Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar (mektup) – 1968
Oğlum, Canım Evladım, Memedim – 1968
Sevdalı Bulut (masal) 1968
Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar 1970
Demokles’in Kılıcı – 1974
Nazım ile Piraye – 1975
……….
Tüm Eserleri 1975-80′de Asım Bezirci tarafından 8 cilt olarak hazırlandı. 1988–92 arasında yayınlanan bütün yapıtları dizisinden şiirleri (8 cilt), çeviri şiirleri (La Fontaine’den Masallar, 1 cilt), mektupları (3 cilt), oyunları (5 cilt), romanları (3 cilt), öyküleri (1 cilt), çeviri öyküleri (1 cilt), masalları (1 cilt), yazıları (5 cilt) ve konuşmaları (1 cilt), toplam 29 cilt olarak yayınlandı.
……….
Yararlandığım kaynaklar: Bu Dünyadan Nazım Geçti (Vâlâ Nurettin), Nazım Hikmet’in Şiirinde Gizli Tarih (Emin Karaca).
Yazan: Ayşegül Engin
Dark City (1998; Alex Proyas)
Uzayın bilinmeyen bir köşesinden gelen, uygarlıklarının devamı için çareler arayan birileri insan ırkı üzerinde araştırmalara başlar. Amaçları, İnsan’ın ne olduğunu öğrenmektir. Bunu öğrendikleri takdirde, Dünya yaşamına uyum sağlayacaklarını, belki de birer insan olacaklarını düşünürler.
Bu üstün yaratıkların beyin güçleriyle yapamayacakları iş yok gibidir. Zamanı durdurabilirler, insanların belleklerini silebilirler ve yerine arzu ettikleri bir anı demetini yerleştirebilirler. Kaderler değişir, hatta binalar bile yoktan var olabilir. Alın yazıları neredeyse saat başı yenilenen insanlar, hiçbir şeyin farkına varmazlar. Öyle ki, güneşi unuturlar ama bunun da farkında değillerdir.
Derken, bir insanoğlu çıkar ortaya ve bu işe son verir. Çünkü deneyde ters giden bir şey olmuştur. O da yaratıcılarıyla aynı güce sahiptir artık.
Tüm yabancılar göğe çekilirken, arkada kalana der ki: “İnsanlığı yanlış yerde aradınız.” Yanlış yer beyin, doğrusu yürektir.
Her şey karanlık Dark City’de (1998; Karanlık Şehir; Alex Proyas). Hava, mekanlar, yabancılar ve doktor. Bu insan evladı, belleğine sahip çıkma uğruna, ruhunu karartan bir doktor. Tüm işbirlikçiler gibi çıkar karşılığı emek sunan; ama sonunda, insan yüreğine bir övgü olarak, imana gelen biri.
Filmde aydınlık olan tek şey, bir kumsalın resmi. Aslında o kumsalın hiç var olmadığını anladığımızda, Dünya’nın da var olmadığını anlıyoruz. Dünya yok. Sadece uzayda bir yer var. Yabancıların yarattıkları şehir, oraya topladıkları insanlar ve büyük bir laboratuvar. Tüm mekan bunlardan ibaret. İnsanların, Dünya’nın neresinden ve hangi zamanından toplandıkları belli değil. Zaten, önemli de değil. Çünkü orada yeni bir kimlikleri ve hiç yaşamadıkları anıları var.
Oluşturulan şehrin, 2. Dünya Savaşı sonrası şu “Soğuk Savaş” yıllarının başlarını hatırlatan bir havası var. Yönetmenin o zamanı seçmesinin nedeni, o yıllarda insanların belli ideolojilere göre kalıplanmaya başlanması olabilir mi? Ya da o zaman dilimi, bilgi çağı dediğimiz günlerin emeklemeye başladığı anlar mı?
Her şeyi aklın fonksiyonlarına yükleyen ve tüm cevapları orada arayan yabancılar, çoğu zaman, insan yüreğini ıskalayan egemen sınıflara mı denk düşüyor? Yoksa yaratma yetkisini -yeteneğini- bilinmez hangi nedenle, yarattıklarına kaptıran bir başka gücü mü adlandırıyor?
Peki ya bu gücü elde ettiğinde, ilk işi güneşi geri getirmek olan insanoğlu neden dünyasını bir tepsi olarak düşünüyor? İlkçağların, eğer ucuna kadar gidilirse aşağıya düşüldüğü varsayılan düzlüğüne dönüşüyor her şey? Sanki, bilimin vardığı somut gerçekleri bile inkâr eden bir bunaltı söz konusu. Güneş var, su var ama öylesine tekdüze ve sevimsiz ki yaratılan yer, orada yaşayacak insanların nasıl olacağını düşünmek bile içimden gelmiyor.
Belki de o yer, bir süre sonra, kurtarıcısından kurtulmak için, başka bir kurtarıcı bekleyenlerin diyarı oluyor.
Yazan: Ayşegül Engin
Dışavurumcu Alman Sineması
Almanya, diğer Avrupa ülkelerine göre daha geç bir ulusal birlik oluşturdu. 1848–1871 yılları arasında yaşanan süreçle bu birliği sağlayan Almanya, kısmen sanayileşme ve gelişmede de geri kalmıştı. 1871′den sonra Bismarck döneminde sanayileşmede sıçrama yapan Almanya 1890′da sona eren bu otoriter yönetimin sonunda sanayisi gelişen ancak, ekonomik açmazlara saplanan bir ülkeydi. Dünya pazarları ve sömürgeler paylaşılmıştı. Dış dünyada önü tıkanmıştı.
20. yy.’a bu sıkıntılarla giren Almanya’nın otokratik ve militarist bir siyasal yapılanması vardı. Almanya yeni pazarlar arıyordu, geniş kara ve deniz gücüne ve pangermanizm ruhuna sahipti. Sonuçta Avrupa devletleri, yeniden paylaşım yolunu seçtiler ve I. Dünya Savaşı başladı. Savaş, Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlandı.
Savaş sonrası Almanya’da “kazayla” ilan edilen cumhuriyet, ilk seçimleri 1919′da yaptı. Kadınların da ilk kez oy kullandıkları bu seçimden demokratlar galip çıktı. Hem demokrasi yolunda attıkları adım, hem de Wilson İlkeleri ışığında Ocak 1919′da toplanan Paris Konferansı’na umut bağlayan Almanya, bu oluşuma ancak Nisan ayında çağrıldı. Ancak sonuç Almanya açısından umulanı vermedi ve Versailles Antlaşması ile her bakımdan eli kolu bağlandı.
Ağustos 1919′da kabul edilen Weimar Anayasa’sı, demokrat bir yapıdaydı. Ancak 1920–23 yılları bunalım yılları oldu. Ekonomik çöküntü, anlaşmaya duyulan nefretle birleşti ve bu tepki demokratlara yöneldi. Başarısız da olsa peş peşe sağcı darbeler yapıldı. Seçimlerde demokratlar oy kaybına uğradı.
Dışavurumculuk (Ekspresyonizm), 1900 başlarında Almanya’da ortaya çıktı. Bu akım İzlenimciliği, Gerçekçiliği ve Doğacılığı reddetti ve öznel ya da içsel gerçeğin yansıtılmasını savundu. Almanya’da bütün sanat dallarında etkili olan bu akım, hem sanatta hem de toplumda kabul görmüş biçimlere ve geleneklere başkaldırdı. Toplum dışına itilenlerin yanında yer aldı ve yerleşik kurumlara karşı çıktı. Özellikle yaratıcı yetenekteki sanatçılara, yeni bir düzenin ve yeni bir insanın yaratılmasında öncülük yapma görevi yükledi.
Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde altın çağını yaşadı. Dışavurumculuk akımı bu dönemde sinemaya sıçramıştı. Dışavurumcu Alman sineması için dekorlar, makyaj ve aydınlatma büyük önem taşıyordu. Biçim, her zaman içerikten önce geldi. Doğaüstü olayları, kişilik değişimlerini ve ruhsal çatışmaları konu edindi. Doğal mekanlar yerine stüdyoları, çarpıtılmış gerçek dışı dekorları, tüm kuralları alt-üst eden perspektifi ve alışılmamış bir aydınlatma tekniğini tercih etti. Bu akımın aydınlatma tekniklerine getirdiği yenilikler tüm dünyayı etkiledi ve özellikle korku filmlerinin temel aydınlatma prensiplerini oluşturdu.
Dışavurumcu Alman sinemasının ilk örneği olarak, Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Kabinesi–1919)’yi verebiliriz. Bir mimar olan Robert Wiene’nın yönettiği filmin dekorlarını dışavurumcu ve kübist ressamlar hazırladı. Bu dönemin diğer örnekleri ise, Dr. Mabuse, Golem, Nosferatu, Gölge Kurucusu, Mumyalar Müzesi ve Die Nibelungen’dir.
1925 yılına kadar etkinliğini sürdüren Alman Dışavurumculuğu, Nazizmin yükselişiyle dejenere bir sanat anlayışı olarak mahkûm edildi. Giderek yerini daha gerçekçi bir anlatıma bıraktı.
Frankfurt Okulundan Siegfried Kracauer “Caligari’den Hitler’e” adlı kitabında, Dışavurumcu Alman sinemasının faşizmin habercisi olduğunu belirterek, Caligari ile Hitler’i özleştirir. Nazizm tarafından dejenere ilan edilen bir akımın böyle nitelendirilmesi ancak, dışavurumcuların yaratıcı sanatçılara uygun gördükleri yeni bir insan yaratma misyonuyla açıklanabilir.
I. Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya, kendini ekonomik ve siyasal açılardan bir bunalımın içinde bulmuştur. Bu tür bir alt yapının etkileşimiyle doğan Dışavurumcu sinema o dönemin çözülen insanlarını, karmaşık bir ruhsal yapıyı ve kimlik arayışlarını yansıtarak, gerçeklere sırt çevirmiş ve gerçeği çarpıtmıştır. İnsanlara, toplumu ve doğayı yeniden biçimlendirebileceği mesajını aktarmaya çalışan bu akım, karamsar ruhların kimi zaman şiddet içeren anlatım aracı olmuştur.
Sinema ve toplum ilişkisini ele aldığımızda, bunların birbirlerini etkileyen bir döngü içinde olduklarını görüyoruz. Ekonomik alt yapının kültürel üst yapıyı oluşturması, sanatın tüm dallarında olduğu gibi sinema ve medya için de geçerlidir. Toplum sanatı, sanat da toplumu etkiler. Ancak çoğu zaman sanat, toplumun beklentilerine, düşlerine veya karabasanlarına sözcülük etmiştir. Aslında gözler önünde olan ama bakıldığı halde görülmeyen birçok şeyi sanat, kimi zaman kafalara vura vura anlatmış ve nasibine düşen karşı çıkışları, yasakları ve sansürleri bulmuştur. Sinemanın bir sanat olması da ancak bu haykırışlarla mümkündür. Aksi halde sinema, eğlence dünyasının bir unsuru olmaktan öteye işlevi bulunmayan bir gösteriye dönüşür.
Yazan: Ayşegül Engin