Gurbet Kuşları (1964, Halit Refiğ)
13 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yeşilçam Klasikleri
1950’li yıllar boyunca Demokrat Parti iktidarını yaşayan Türkiye’de, devletçi uygulamaların yerini serbest piyasaya ve dolayısıyla tüketime dayalı politikalara bırakmasıyla birlikte bulundukları yerlerde ‘’fırsatlara’’ ulaşmakta zorluk çektiğini düşünenler bir göç dalgasına sebep olmuşlardır. Endüstrileşmenin hızlanması, şehirlerin büyümesi, fabrikaların açılmasıyla birlikte gerek işgücü gerekse ‘’şehirdekiler’’ gibi rahat yaşama arzusu, iktidarın girişimciliği ve fırsatçılığı körükleyen politikalarından pay kapmak isteyen köylülerin hızla şehirlere göç etmeye başlamasına yol açmıştır. Şehre gelenlerin sayısının çokluğu şehirlerin yanı başında ‘’gecekondu’’ mahallelerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor, ‘’taşı toprağı altın İstanbul’un’’ sunduğu fırsatlardan yararlanmak isteyen ancak çoğunlukla vasıfsız işlerde çalıştırıldığı için sağlık ve sosyal güvenceleri olmayan ve suçla özdeşleştirilmeye başlanan gecekondu insanları şehirlilerin nefretinin odağında yer almaya başlıyordu.
Bu göç dalgası ve beraberinde getirdiği sorunlar gerek köylünün gerekse iktidarın istediği bir şey değil, kapitalizmin zorunlu aşamalarından birisidir aslında. Bir tartışma programında ‘’Ben elektrik getirdim, ben baraj yaptırdım, ben yol yaptırdım’’ diyen ismi lazım değil bir siyasetçiye şu an gazetecilik yapan bir üniversite öğrencisinin ‘’Bu yaptıklarınızı sömürge valileri bile yapıyor. Siz halkın eğitiminden, bilincinden ve yetişmesinden sorumluydunuz, onlar için ne yaptınız?’’ diye sorması gibi 1950’li yıllarda ortaya çıkan ‘’aşamayı’’ bir siyaset hamlesinden çok kapitalizmin yeni pazarlar arama hamlesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu yazı herhangi bir siyasi partinin yaptıklarını eleştirme veya savunma amacını değil, her şart ve ahvalde kendini vatanın sahibi olarak gören zihniyetin halka ve köylüye bakışını ele almaya çalışacaktır.
‘’Kapitalist gıda üretimi yalnızca bir modernleşme sorunu değildir. Köylülere gerek duymayabilir ama kendine kâr sağlamak için üretmeye ve ürettiklerini bütün dünyaya satmaya gerek duyar. Bu durumun yarattığı sonuçlar, bundan etkilenen her yoksul köylü toplumunu mahvetmektedir. Köylüler, işsizliğe ve kıtlığa karşı şimdiye kadar hiç olmadıkları ölçüde korumasız bırakılırlar. Kırsal kesimdeki insanlar, yiyeceklerini kentsel bölgelerden satın almaya zorlanıyorlar. Gecekondu bölgeleri beş yılda bir iki katına çıkıyor. Bu nokta üzerinde ısrarla durmak önemlidir. Kapitalist üretim tarzı kadar sürekli ve kapsayıcı bir biçimde geleneği parçalayan, geçmişi değersiz kılan ve yadsıyan başka hiçbir şey yoktur. Brecht’in dediği gibi ‘radikal olan, komünizm değil kapitalizmdir.’’ (John Berger, Köylü Deneyim ve Modern Dünya)
Kendileri de Amerikan kültürü ile tanışan ve bir fırsatını bulup Amerika’ya gitmek isteyen şehirlilerin gecekondulardan ve oralarda yaşayan insanlardan nefret etmesi filmde üniversitede okuyan kızın ailesi tarafından simgelenmiştir. Eski İstanbullu oldukları vurgulanan bu ailenin büyük oğlu Amerika’ya gitmiş, küçük kızları ise tıp fakültesinde okumaktadır. Köylü ailenin dört çocuğuna karşın şehirli ailenin iki çocuğu vardır. Burada da nüfus planlaması yapılması yönünde bir özendirme görülebilir. Şehirli kızın İstanbul’a gelen köylülerden nefret ettiğini söylemesi ancak gecekonduda yaşayan ailenin oğlu ile nişanlanması, nefret ve tiksinti duyduğunu dile getirmesine karşın onlarla sıcak ve samimi bir ilişki kurması hatta okulu bitirdikten sonra Amerika’ya gitme isteğinden vazgeçerek Anadolu’ya gideceğini söylemesi çelişkili ve iğreti durmaktadır. Halk nedir, halkçılık nedir, halka gitmek ne demektir Niyazi Berkes’ten okuyalım:
‘’Sabaha yakın saatlerde Halkevi’ndeki odamda alışık olmadığım inlemeye benzer, kulakları tırmalayan, gıcırtılı sesler çıkaran kağnı sesleri ile uyanırdım. Bunlar köylerden Hergele Meydanı denilen yere satılacak şeyler getiren köylülerin kağnılarıydı. Yerli ya da yabancı efendiler görmesin diye bunların herkesin uyuduğu bir zamanda kente girmelerine izin veriliyormuş. Atatürk’ün çevresini kuşatan kişilerin modernlik anlayışı böyleydi.
Halkevi’nin çalışma bölümlerinden birinin adı köycülük şubesiydi. Üyelerin köylere gitmesi şöyle dursun, tek köylünün oraya gelmesi akla bile gelecek bir şey değildi. O zaman ‘’halk’’ kavramının içine ‘’köylü’’ kavramı girmiş değildir. Gerçekte asıl ‘’halk’’ bir tür ‘’parya’’ idi. Halkçılık bölümü toplantılarında bir alay halkçılık yapılır, Behçet Kemal’in palavraları ve şiirleri dinlenilirdi.’’ (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)
27 Mayıs ve ardından gelen politika değişiklikleri Demokrat Parti iktidarının başlattığı bu göç hareketini tersine çevirme ve mümkünse durdurma amacını güdüyordu. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları (1964) isimli filmini bu açıdan okumak faydalı olacaktır. Turgut Özakman’ın Ocak isimli oyunundan alındığı, senaryonun Halit Refiğ tarafından uyarlandığı ve diyalogların Orhan Kemal tarafından yazıldığı filmin başında belirtilmiş olsa da esinlenildiği belirtilen Ocak isimli oyunun tam aksi bir neticenin ortaya çıkmış olduğu görülecektir.
Turgut Özakman’ın Ocak isimli oyunu bir ailenin ekonomik güçlüklere ve geçim sıkıntısının getirdiği zorluklara karşın bir arada durma çabasını anlatmaktadır. Hiçbir güvencesi olmayan aileyi bir arada tutan en önemli etkenin sevgi ve dayanışma olduğu vurgulanır. Aileye ocak da denildiği ve soyun devam ettiği ‘’ocağın tütmesi’’ olarak bilindiği için oyuna isim olarak seçilmiştir. Eli kalem tutan her çocuğun ev deyince dumanı tüten bir baca çizmesi bu fikrin yerleşikliğini gösteren simgelerden yalnızca birisidir. Gerek filmde gerekse oyunda babanın çocuklarına da geçen ümidi yirmi akçe borç para bulabilse bir çift öküz alacak olan ve böylece önünde kimseciklerin duramayacağını düşünen Karabibik’in hikâyesini hatırlatır.
Savaşın sonlarına doğru yaşla değil kiloyla askere alınmaya başlarken, kırk beş kiloyu geçen her çocuk cepheden cepheye koşarken, erkeksizlikten ekilip dikilemeyen tarlalar, ödenmeyen borçlar neticesinde ağaların eline geçerken, zavallı Anadolu’nun erkekleri birer birer vatan için şehit olurken her şey iyidir. Devlet eliyle ‘’milli burjuvazi’’ yaratılırken, köylünün bedel ödemesiyle sermaye biriktirilirken, savaş sonrasında açgözlü fırsatçılar türerken her şey güzeldir. Ulusal bağımsızlık savaşına karşı çıkan, vatana ihanet eden, fırsatını bulup yurt dışına kaçan, sözde tedaviye giden ve bir yolunu bulup cepheden kaçanların Mustafa Kemal Atatürk’ün ölmesini fırsat bilip ‘’ihtiyaç nedeniyle’’ devletin kadrolarına egemen olurken, ülkenin kalkındırılması ve halkın çağdaşlaştırılması hedefi ‘’kendi çıkarlarını vatanın menfaatinden yüksek tutan’’ bir avuç ‘’alçağın’’ elinde istekleri doğrultusunda şekillendirilmesi projesine dönüştürülmüşken her şey olması gerektiği gibidir. İsmet İnönü’nün ‘’Bir ülkede namusluların da namussuzlar kadar cesur olması’’ gerektiği sözü bu açıdan okunmalıdır.
Şimdi bu fırsatlardan pay isteyen ve beğenilmeyen yine aynı Anadolu’dur. Anadolu insanı bedel ödemeye devam ettikçe, sesi çıkmadıkça, hakkının peşine düşmedikçe iyidir ancak ‘’hakkını aramaya’’ başlayınca şampanya kadehini nasıl tutacağını bilmediği, yemek masasına dirseklerini dayadığı, kırmızı etle hangi şarabın içileceğini bilmediği, Fransız bir şairin, Alman bir filozofun, İtalyan bir yönetmenin eserini bilmediği için cahillikle suçlanmaktadır. Binlerce yıl taşıdığı ve içinde yaşadığı kültür yok ve aşağı sayılmakta, meziyetleri görmezden gelinmekte, bilgisi alay konusu edilerek aslında daha da cahil kalması, batıl inançlarının içinde sürüklenmesi, hakkını aramaması için bastırılmaktadır. Üç beş yılda bir önüne konulan ‘’sandığa’’ gitmesi hakkını araması için yeterli görülen köylüler bunun dışına çıkmak istedikçe yetiştirdikleri hayvanlarla özdeşleştirilerek kimliksiz oldukları vurgulanmaktadır. Böyle bir dernek kurulmuş mudur bilemiyorum ancak Kemal Tahir’in aşağıdaki sözlerine çok şaşırdığımı söylemeliyim:
“Türkeş’in denetimindeki Başbakanlık Dairesi, adalet, dürüstlük ve demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan hazırlanmasını, Milli Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına görev verdiğini duyuruyorlardı. Bu plan gereğince bir dernek kurulacak… Devlet tarafından finanse edilecek bu dernek, Edirne’den Kars’a bütün ülkede şubeler açacak ve burada aydını, genci, yaşlısı, kadını, erkeğiyle bütün vatandaşları eğitecek. Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni parlamento kurulacakmış.” (İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri)
Demokrat Parti iktidarının kamulaştırma, yol yapma ve imar faaliyetleri için ihtiyaç duyulan işçiler Anadolu’dan gelen göçmenlerce karşılanmakta, bu da insanların köylerini bırakıp şehirlere akın etmesine sebep olmaktadır. Özellikle 1960′lara gelindiğinde, bu son on yılın kentteki nüfus artış oranı yüzde seksen dolaylarına ulaşır. İktidara yakın kişiler ise ihalelerden pay alma yarışına girmekte, ‘’her mahallede bir milyoner’’ ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu ‘’yeni milyonerler’’ eskilerinin rahatını kaçırmakta, yenilerin cahil, yalancı, birikimsiz, pis ve dolandırıcı olduğu söylenmektedir. Bileti olmadığı halde ‘’Kimin malından kimi kaldırıyorsun, benim dedem 93 Harbi’nde Moskof, babam Sakarya’da Yunan kurşununa kurban gitti’’ diyen ‘’haybeci’’ karakterine seyircinin hak vermeye başladığı sırada yalan söylediği anlaşılır. Kayserili ‘’haybeci’ karakteri Anadolu’dan gelen ‘’sonradan görmelerin’’ zengin olsa bile şehirli olamayacaklarını simgelemek için filme yerleştirilmiştir, diye düşünüyorum.
Yönetmen yerine rejisör ibaresinin kullanılmış olması Yeşilçam’daki Fransız etkisine bağlanabilir. Bu günümüzde de devam eden, kendi kültüründen ve dilinden utanan çapsız güruhun halkın anlayamayacağı yabancı kelimeler kullanarak ‘’eğitimini’’ vurgulama veya ilgi çekme arzusundan başka bir şey değildir. Bu konuda Niyazi Berkes anılarında şöyle demektedir:
‘’Bugünün kuşakları çok şaşacaklar belki, o zaman ‘’tramvay pencerelerinden dışarı sarkmayın’’ gibi yazılar hem Fransızca hem Türkçeydi. Yalnız Fransızca olanlar bile vardı. Karaköy’den Şişli’ye dek içinde hiç Türkçe konuşulmayan ya da bilinmeyen yerler vardı.’’ (Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar)
İstanbul korkusu filmin başından itibaren belirgin bir şekilde hissettirilmeye çalışılır. Haydarpaşa’da trenden inen köylülerin ilk kez gördükleri denizi, vapuru, arabaları, insan kalabalığını, büyük binaları ve İstanbul’u hem hayranlıkla hem de korkuyla seyretmeleri ilk kez hangi filmde kullanılmıştır, bilemiyorum ama Yeşilçam bunları, bir süre sonra içine köprüyü de dâhil ederek yıllarca kullanacaktır. Onlara göre İstanbul’un taşı toprağı altındır ancak İstanbulluya güvenilmeyeceğini de sezerler. Haybeci ‘’Burası İstanbul’’, der. ‘’Burada Allah’ın arka cebinden peygamberi çalarlar.’’ Baba ise ‘’İstanbulludan bir yumurta mı aldın, kır bak sarısı içinde mi’’ diyerek dolandırıcılığın sonu olmadığını söylese de dolandırılmaktan kurtulamaz. Böylece şüpheleri haklı çıkan köylülerin diğer köylülere verdikleri ‘’İstanbul’dan uzak durun’’ mesajı yeterince açıktır.
Turgut Özakman’ın oyununda yer almayan İstanbullunun dolandırıcılığı, şehir adamına güven duyulamayacağı, şehre göç edenlerin cahil, düzen bozan insanlar olduğu, şehirlilerin onlara küçümseyerek bakması hatta göçün yasaklanması gerektiği düşüncesinin dile getirilmesi ancak kendilerinin derin bir hayranlık besledikleri ve özendikleri Amerika’ya gitme arzuları ve ithal mallarına düşkünlükleri, büyük şehirlere göç edenlerin tutunamayarak köylerine geri dönmelerinin vurgulanması Orhan Kemal’in etkisine bağlanabilir. Halit Refiğ ise bu iki eseri almış, işine gelen yanlarını kullanarak ortaya kendisinin de dâhil olduğu burjuva tezlerini destekleyen bir film koymuştur. Halkın hiçbir ıstırabını anlatmadığı halde kısa bacaklı, kıllı, göbeğini kaşıyan insanların İstanbul’a göçünü engellemek için kendi insanına vize getirmeyi dile getirebilenler hâlâ vardır.
1964 yılında ilki gerçekleştirilen ve amacının ‘’Türk sinema sektörünü maddi manevi desteklemek, Türk film yapımcısını nitelikli yapıtlar üretmeye teşvik etmek, Türk sinemasının uluslararası platforma açılmasına zemin hazırlamak” olarak belirlendiği Altın Portakal Film Festivali’nde Çoğunluk (2010, Seren Yüce) isimli hilkat garibesi olduğunu düşündüğüm filmin ödüllendirilmesinin ardından yazmaya karar vermiş olsam da fırsat bulamamıştım. İlk olarak Gurbet Kuşları ile başladığım ve bir sinema tarihçisi olmadığım için o dönem hangi filmler iyidir, kötüdür tartışmasına ve teknik konulara girmeden ödüllü filmler üzerine yazmaya çalışacağım. Yeşilçam’ın ‘’egemen sınıfların’’ sözcülüğünü yapmakta Hollywood’dan bile ileri olduğunu düşündüğümü, insanın insanileşmesine katkıda bulunan nitelikli film sayısının birkaç düzineyi geçmeyeceğini söylemeliyim. Birçok samimi sinema emekçisi bu yolda can vermiş Yılmaz Güney’in reddettiği hâkim zihniyetin neye hizmet ettiği çok açıktır.
‘’1966’da Türkiye 238 filmle dünya dördüncüsü durumundadır. Ama bu, sinema intiharı anlamına gelir. Yılda en çok elli film yapılabilecek kapasitedeki stüdyo, laboratuvar, teknik donanım, teknisyen ve sanatçı kadrosu, bunun dört beş misli bir tempoyla çalışınca nitelik her anlamda düşer. Bu ‘’yağma’’ sinemasında, bir oyuncu yılda yirmi filmde rol alabilirken bir senaryocu aynı senaryoyu birkaç yapımevine satabilir. Tabii buna yabancı filmlerden yapılan taklitleri, eski yerli filmlerin yeni versiyonlarını, klasiklerden, piyasa romanlarından uyarlamaları da eklemek gerekir. Yozluktan pek uzaklaşamayan bu dönemde arabesk melodramlar, sulu güldürüler en büyük ağırlığı oluşturur. Yaşanan film enflasyonu çok sayıda dar bütçeli, düzeyi düşük filmler anlamına gelir. Harcamalar az tutularak mümkünse aynı anda iki film çekilmektedir.’’ (Mukadder Çakır Aydın, 1960’lar Türkiye’sinde Sinemadaki Akımlar)
Kendilerine güvenen, ‘’sırt sırta verdikleri takdirde’’ taşı toprağı altın İstanbul’a ‘’şah olacaklarını’’ düşünen aile bir gazete kâğıdı üzerinde peynir, zeytin ve ekmekten oluşan ilk yemeklerini yerler. Hepsinin içi umutla doludur, peynir ekmeği de buldukları için şükrederler. Baba, anne, iki büyük oğlan geleceğe dair umutluyken, ailenin okuyan tek çocuğu olan en küçükleri ‘’ya işler kötü giderse’’ diyerek belki de hepsinin içinden geçen ancak düşünmek istemedikleri hatta kendilerine bile itiraf etmek istemedikleri bir durumu dile getirerek ilk andan bir tatsızlığa, ağızların acılaşmasına neden olur ve herkesin keyfini kaçırır.
Dolandırıldıkları halde umudunu yitirmeyen aile son bir gayretle ellerindeki her şeyi ortaya koyarak küçük de olsa başka bir dükkân açmayı başarırlar. Karşılarında kendileri gibi tamircilik yapan bir Rum vardır. Adama yemek getiren karısı Despina, görür görmez baştan çıkardığı ailenin büyük oğlunu, kocasının işte olduğu saatlerde eve almaya başlar. Ortanca oğlan da babasının yanında çalışmaktan sıkılarak taksiciliğe başlar ve az zamanda ‘’bitirim’’ bir taksici olur. Dükkân ihtiyarın üzerine kalır ve işler kötü gitmeye başlar. İşlerin bozulmasının ardından babanın ‘’bir kefere karı uğruna dükkânı sattın’’ demesi Anadolu ailesi terbiyesi ve kültürüyle bağdaşmaz. Her şey yolundayken oğlunun onaylamadığı ilişkisine ses çıkarmadığı ima edilen baba Hacı Tahir’in ve ‘’ben seninle sizin işler bozulsun da bizim dükkân para kazansın’’ diye birlikte oluyordum diyen Despina’nın bu denli ahlaksızlıkla itham edilmesi nasıl bir zihniyetin ürünüdür, anlamak güç.
‘’Yeşilçam sinemasının sinemaya bakışındaki sığlık ve ilkellik aşağıdaki örnekte kendini açığa vuruyor. Yıl 1966’dır. ‘’Hac Yolu’’ adlı film Anadolu’nun ücra köşelerinde gösterime girmiştir ama büyük bir yalanla birlikte. Güya, bu filmi yedi kez izleyen, hacca gitmiş sayılmaktadır. Kandırmayı pekiştirmek için halka filmden önce abdest alması ve sinemanın çevresinde yedi kez dönmesi salık verilir. Hatta film arasında zaman zaman gülsuyu dağıtılır. Yalanlar bununla da bitmez. Film, yerli olarak tanıtılmasına karşın Mısır filmidir ve yapımcısı da bir Hıristiyan’dır.’’ (Nijat Özön, Karagöz’den Sinemaya)
Küçük oğlan zengin bir kızla arkadaşlık eder. Kız, oğlanı ailesiyle tanıştırmaya götürür. Kızın oğlanın ailesiyle ilgili her şeyi bildiği halde, oğlanın kızı kendi ailesiyle tanıştırmaya götürmemesi ailesinin kararının önemli olmadığını ima etmektedir. Yoksul Maraşlı bir aile zengin, okumuş, abisi Amerika’da olan bir kızı reddedemeyeceğine göre böyle bir sahneye yer verilmemiştir. Nişanlanırlar ancak nişanı da kendi aralarında yaparlar. Böylece köylü aileyle İstanbullu aile bir araya getirilmeyerek o dönemde çok daha önemli olan nişan töreni yaptırılmaz. Bu durum bir evlilikten çok zengin ailenin kendilerine uygun buldukları damadı kabullenmeleri anlamına gelmektedir. Oğlanın ailesinin ve seyircinin tepkisini çekmemesi için de kız, kendisinden beklenilmeyecek hatta kendisiyle çelişecek kadar alçakgönüllü olarak resmedilir.
‘’Roma’da bir kimse babası hayatta olduğu sürece mali konularda ve sözleşme hukukunda bütünüyle bağımsız davranamıyordu. Yetiştin bir oğul ancak bir peculium yoluyla yani babasının verdiği güvence yoluyla mal sahibi olabiliyordu ama bu her an feshedilebilirdi. Bir oğul babası hayattayken kendi iradesiyle vasiyetname yazamıyor ya da mülk miras alamıyordu. Bir oğul magister hatta konsül olabilirdi ama babası hayatta olduğu sürece onun patria potestas’ı -babanın yasal gücü- altındaydı.’’ (Peter Watson, Fikirler Tarihi)
Romalılar kadar olmasa da ataerkil Türk aile yapısında ‘’kız verilir; gelin alınır.’’ Gündelik hayatta ‘’kız vermek, kız almak’’ olarak tabir edilir. Bu anlayış kızın doğumundan itibaren, başka bir aileye katılacağının ailesi tarafından kabullenildiği anlamına gelir. Kız gelin olacak, gidip başka bir aileye katılacak ve o ailenin bir ferdi olacaktır. Henüz gelin olmamış bir kızın ‘’namusundan’’ babası ve erkek kardeşleri sorumludur ve kız denetim altındadır. Babanın ‘’Bir kızımız öldü, Allah bize yeni bir kız verdi’’ demesi, ölen kızlarının ‘’namusunun’’ babası ve erkek kardeşleri tarafından korunması Maraşlı bu ailenin ataerkil olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki alıntıda da gösterileceği gibi ‘’babanın’’ sorumluluğu bireysel değil toplumsal olduğuna göre ‘’gelin alması’’ gereken bu ailenin ve babanın hiçbir şeye karışmamayı rahatlıkla içine sindirmesi nasıl açıklanabilir?
‘’Ataerkil ailenin en çarpıcı özelliği ‘’babanın aileyi yeniden üretimindeki sorumluluğudur. Ailenin yeniden üretimi kavramı ailenin hem fizyolojik olarak hem de kendini idame ettirebilmesinin maddi şartlarının sağlamasını ve yeni evlenecek oğlun veya kızın çeyizlenmesini içerir. Baba karısını, gelin gitmemiş kızlarını, oğullarını, gelinlerini, torunlarını barındırmakla, yedirip içirmekle ve giydirmekle sorumludur. Baba bu sorumluluğu bir zihniyet olarak taşır ve ona toplumsal bir değer olarak yüklenmiş bu zihniyetten kurtulması ‘’Ben bu sorumluluğu taşımaktan vazgeçiyorum’’ demesiyle olup bitecek bir iş değildir.’’ (Erkan Akın, Türk Ailesinde Babanın Rolü ve Yeri)
İşleri bozulan Maraşlı bir aile taşı toprağı altın İstanbul’un zenginliğine ortak olmak için göç ederler. Aile, Haydarpaşa’da trenden indiğinde, baba Tahir Efendi ‘’Allahın izniyle şah olacağız İstanbul’a, şah’’ dese de bu hayalin gerçekleşmesi kolay değildir. Çünkü ‘’iş bilenin, kılıç kuşananındır.’’ Maraşlı aile şehrin ekonomik düzenine, farklı yaşam biçimine, ahlak anlayışına ayak uyduramaz. Şah olmaya geldikleri İstanbul’a yenik düşerek memleketlerine dönerler. Babanın isminin Tahir olması Halit Refiğ’in Kemal Tahir’e bir göndermesi olarak görülebilir.
Kendinden sonra o kadar çok kopyası, ucuz taklidi yapılmıştır ki, Yeşilçam’ın esas aldığı konulardan biri İstanbul’un ne kadar kötü olduğunun Anadolu insanına anlatılması olmuştur, diyebiliriz. Kendisi İstanbul’da kalan küçük oğlan ‘’keşke gelmeseydik,’’ der ‘’her şeyi satıp geri dönmeli ve sırt sırta vererek memleketimizde çalışmalıyız.’’ Küçük oğlanın nişanlısının zengin babası geri dönecek ve orada bir dükkân açacak parayı temin edecektir. Haydarpaşa’dan trene binerler. Bu yenilgi değil yeni bir başlangıç diyerek kendi kendilerini kandırırlar ve dönüş hareketine gururlarını kırmayacak onurlu bir isim koyarlar. Böylece hem Anadolu’dan İstanbul’a ve büyük şehirlere göç etmeyin, başınıza gelmeyen kalmaz mesajı verilirken geri dönmek isteyip de dönemeyenlere bir yol gösterilir. Kendi kendilerini kandırmış olsalar da ‘’eski’’ komşularının alay edeceklerini bildikleri için farklı bir mahalleye taşınmayı planlamaktadırlar. Ancak aynı mahalleye dönemedikten, eski dost, akraba ve arkadaşlarla dayanışma içine giremedikten sonra memleketine dönmekle başka bir şehre gitmek arasında zaten ne fark vardır?
Erkeklerin kız, kızların erkek peşinde koşması ve ailenin felaketinin salt uçkur peşinde gezmek olarak gösterilmesi hatta bunun en büyük kötülük olduğunun ima edilmesi filmin sığlığını göstermesine karşın burjuvazinin sözcülüğünü yaptığı için eleştirilmek yerine ödüllendirilmiştir. Köylü köyünde kalsın mesajını veren filmin ödüllendirilmesi nasıl bir zihniyetin bu topraklara egemen olduğuna dair bir fikir verir. Halit Refiğ, Gurbet Kuşları için ‘’İstanbul’a gelip de kazanamamış, tutunamamış bir ailenin hikâyesi’’ demiştir ancak film boyunca ailenin kaybetmesi için her şey yapılmış ve başarılı olunmuştur.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film analizlerini okumak için tıklayınız.
Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan)
30 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
şadırvan
Gümüş tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
bin bir yaşında bir şah…
Minarelerde sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!
Frenk şairinin gördüğü şark!
İşte
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
olmayacak!
Şark
yutmayacak
artık!
Bıktık be bıktık!
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan ölen öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze!
Hatta sen
sen Pier Loti!
Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer!
Maddeden ayrı ruha inansaydım eğer, Şarkın kurtulduğu gün
senin ruhunu
köprü başında çarmıha gerer
karşısında cigara içerdim!” (Nâzım Hikmet)
Birkaç yıl önce izlediğim Bir Zamanlar Anadolu’da (2011,Nuri Bilge Ceylan) filmi sona erdiğinde adlandıramadığım ancak rahatsız edici bir burukluk hissetmiştim. Mükemmel oyunculuklar, sıkıntısız bir ses ve muhteşem görüntüler eşliğinde, ağır ilerleyen ancak asla sıkmayan hatta yer yer güldüren ve herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, ‘’gündelik yaşama’’ ilişkin pek çok ayrıntının beyaz perdeye yansıtılmış olduğu bir filmdi. Ne var ki Batılı bir yönetmenin elinden çıkmışçasına A’dan Z’ye oryantalizm güzellemesi yapmış olabileceğine yönelik düşüncemi engelleyen tek şey Ercan Kesal’ın senaryo yazarları arasında yer almış olmasıydı. Filmin anlatmak istedikleri konusunda pek çok kez ikilemde kalmış, üzerine olumlu bir şeyler yazmak istesem de elim varmamıştı, ta ki Cannes’da en iyi film ödülünü almış olan Kış Uykusu’nu (2014) izleyene dek. Bu filmi izledikten sonra Bir Zamanlar Anadolu’da filminin anlattığı şeyin Batı’nın hayallerinde yaşattığı ve görmek istediği Anadolu olduğuna ikna oldum.
Avrupa sanayileşme, dünyevileşme ve Aydınlanma ile birlikte elde ettiği teknolojik gücü kullanmak suretiyle dünya üzerinde eşine az rastlanır bir üstünlük elde etmiştir. Bu üstünlüğü elde etmek uğruna pek çok kayıp vermeyi göze almış olan Batı, eline geçirdiği bu gücünü yitirmemek adına çok sıkı tedbirler alma yoluna gitmiştir. Karl Marks tarafından egemen sınıflar için yapılmış olan aşağıdaki analiz Avrupa’nın tutumuna uyarlandığında neler olup bittiği açıklık kazanmaktadır:
‘’Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir, bir başka deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.’’ (Karl Marks-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi)
Batı’nın müthiş teknolojik ilerlemesi karşısında ‘’geri’’ kaldığını düşünen ve onlar gibi olmak için benzer yollardan yürümek isteğini dile getiren Doğu, böylece kendisi hakkında hüküm verme fırsatını kendi elleriyle sunmuştur. Bu fırsatı iyi değerlendiren ve Doğu’yu kurtarma misyonunu üstlenen Batılı aklın kurduğu hegemonya Avrupa kimliğinin Avrupalı olmayan halklar ve kültürlerden üstün olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Kutsal ‘’çağdaşlaştırma misyonu’’ Doğu’ya ilişkin ‘’bilinenleri’’ ortaya koyarak Doğu’nun karakterini analiz etmek ve ardından ‘’hümanist’’ bir biçimde Doğu’yu yeniden yapılandırmaktan başka bir şey değildir ve adına oryantalizm denmektedir.
‘’Hıristiyanlığın üniversal bir din olduğu kanısı, Batı uluslarının Hıristiyan olmayan uluslar üzerine egemenliğini kurma aracı olan bir inançtır… Batı tarih yazımında Hıristiyan bencilliğinin yanında Avrupa’nın beyaz ırk bencilliği de kaybolmamıştır. Dünya tarihinin merkezi hâlâ Avrupa ırkları ve Hıristiyanlık dinidir. Batı tarih yazımı bu ikisine aykırı herhangi bir bakış açısını asla benimseyememiştir. Bütün diğer harslar veya uygarlıklar, tarihte hep bu merkezin etrafında ona ya bir şey katan bir hizmetçi ya da ona karşı gelen bir düşman olarak görülür.’’ (Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler)
Bu ‘’çağdaşlaştırma misyonu’’ Hegel’den Marx’a, Montesquieu’den Voltaire’e, siyaset adamlarından misyonerlere, felsefecilerden romancılara, ressamlardan seyyahlara kadar Avrupa düşüncesinin en köklü inançları arasına kazınmıştır ve halen de öyledir. Fransız romancı Andre Gide, Nobel Edebiyat Ödülü kazanma arifesinde yaptığı konuşmasında, İstanbul ve Konya ziyaretlerine ilişkin şöyle diyebiliyordu: ‘’Konstantiniyye (İstanbul) bütün ön yargılarımı doğruluyor ve kişisel cehennemime dâhil oluyor. Bir mimari eseri, bir caminin cephesini takdir etmeye başladığınızda (aynen şüphelendiğiniz gibi) onun Arnavut yahut İranlı olduğunu öğreniyorsunuz… Türk kıyafetleri aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafetler; doğrusunu söylemek gerekirse (Türk) ırkı da bunu hak ediyor… Egzotikliğe olan muhabbetimden, kendi kendimi şövenist bir şekilde mutlu ettiğim korkusundan ve belki de tevazudan dolayı uzun bir süre birden fazla medeniyet olduğunu, sevgi ve heyecanımızı hak eden birden fazla kültürün bulunduğunu düşünmüştüm… Şimdi görüyorum ki bizim Batı (az daha Fransız diyecektim) medeniyetimiz sadece en güzel değil inanıyorum ki aynı zamanda yegâne medeniyettir –yani sadece bizlerin tevarüs ettiği o Yunan medeniyeti.’’
‘’Yirminci yüzyılın başında Oryantalizm iki yol kullanarak Doğu’yu Batı’nın kucağına atmıştır. Birinci yol modern bilimin yayılma imkânlarını kullanıyordu. Bilim adamları, üniversiteler, uzman dernekler, coğrafi keşiflerle uğraşan kuruluşlar, yayınevleri bu yolun yardımcıları idiler. Bütün bu faaliyetler daha önce gördüğümüz gibi öncülerin sarsılmaz otoritelerine dayanıyordu. Bilginlerin, gezginlerin ve şairlerin yıllarca çalışarak ortaya koydukları eserler klasik oryantalizme şekil veriyor ve bizim gizli oryantalizm dediğimiz olayın doktrinini hazırlıyordu. Napolyon’dan sonra Oryantalizmin dili daha büyük ölçüde değişikliğe uğradı. Anlatım realizmin üzerine çıktı ve sadece bir takdim şekli olmakla kalmayıp aynı zamanda bir dil ve bir “yaratma” aracı oldu ve modern Avrupa’da Doğu yeniden inşa edildi. İslam’ın bir tehlike olmaktan çıkarılması amacı hiçbir zaman unutulmadı. Bundan sonra İslam ve Doğu, Avrupalılar gözünde sadece oryantalistlerin tarifleri ile yer alacak, ne insan grubu olarak İslam halkı ne de tarih olarak İslam tarihi dikkatleri çekmeyecekti.’’ (Edward Said, Oryantalizm)
Oryantalizm, Doğu’nun ruhunu yansıtmaktan çok Batı’nın aklını açığa çıkarma çabasıdır. ‘’Modern oryantalizmin kapitalizmin bir parçası olduğunu’’ iddia eden Edward Said’in deyişiyle: ‘’Avrupa’nın Doğu fikridir, sömürgeciliğin keşif koludur ve İslam’a düşmandır.’’ Oryantalizm Batı’nın Doğu üzerindeki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırken aynı zamanda Batı’nın Doğu’ya ve özellikle korktuğu İslam’a saldırmasını da haklı çıkarmaya çalıştığı için Doğu’yu daima bir başka şeye benzetmek ve var olanın içerisinden kendisine tehdit oluşturacak olanı çarpıtmak zorundadır. Gerçeklerin zorlayıcı hal alması durumunda hayal gücü, sinema, roman, şiir, resim ve kişisel anılar devreye girerek uydurulmuş fikirler Doğu’nun en uygun yerine derhal gönderilir.
Bu çarpıtma kendine özgü olanı değil var olanın belirli yönlerinin öne çıkarılarak diğer yönlerinin gizlendiği bir Doğu ortaya koymaktadır. Batı’ya zengin bir malzeme sağlayan Doğu imgeleri, temelde, 17. ve 19. yüzyıllar arasında Doğu gezilerine çıkan seyyahların Doğu’yu betimlemek üzere ürettikleri metinlerden ibarettir. Zaman içinde Doğu dendiğinde, Batılı siyasetçi, gazeteci, yönetmen, yazar, şair, ressam başta olmak üzere isteyen herkesin işine yarayanı alıp kullanabileceği ‘’şarklı’’, ‘’şark’a dair’’, ‘’şark’a ait’’ ya da ‘’şark’a özgü’’ gibi kategoriler oluşturularak zihinlerde bir imgeler bütünü oluşturulmuştur. Doğu’dan söz açıldığında bu imgeler arasından en işe yarayacak bilgi herkes tarafından çekilip alınabilmektedir.
‘’Haçlı Seferi Mektupları adlı kaynakta yer alan ve 1088–1100 tarihleri arasında çoğunluğu Anadolu’dan Avrupa’ya yazılan mektuplarda Bizans İmparatorunun Türklere ilişkin bazı yargıları yinelenerek pekiştirilmiştir. Doğulu olarak nitelendirilen Türkler için ‘’acımasız’’; ‘’arkadan vuran’’, ‘’vahşi’’; ‘’korkak’’, ‘’kutsal değerleri yok eden’’, ‘’ırza geçen’’, ‘’barbar’’; ‘’yakıp yıkan’’, ‘’sinsi’’, ‘’inançsız’’, ‘’kibirli’’, ‘’kolay boyun eğen’’, ‘’dönek’’, ‘’güvenilmez’’, ‘’şehvet düşkünü’’ gibi nitelemeler kullanılmıştır.’’ (Onur Bilge Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm Cilt 1)
Avrupa halklarının kendi iktidarlarını rahatlıkla destekleyebilecekleri, sömürgecilik faaliyetlerinin ideolojik altyapısını oluşturan, emperyalizmi destekleyen, düzenleyen, meşrulaştıran ve kuvvetlendiren Batı’nın üstünlüğü ve Doğu’nun geriliği esasına dayanan bir propaganda aracı olan oryantalist birikim gerçekler ortaya çıktığında hemen dağılacak ve yerini gerçeklere bırakacak yalanlardan kurulmuş bir yapı değildir. Edward Said’in belirttiği gibi, “Oryantalizm, Doğu’ya ilişkin uçuk bir Avrupalı hülyası değildir, yüzyıllardır önemli parasal yatırımların yapıldığı, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünüdür.’’ Bir erkek dünyası demek olan oryantalist birikim okuru, izleyiciyi, insanları gerçeklerden uzaklaştırmaya, nedenleri göz ardı ederek sinsi bir Doğu imgesini zihinlere yerleştirmektedir. Ve bunu yaparken Doğu’nun yararına olduğunu iddia eder ki, en iyi gizlenme yöntemlerinden birisidir. Büyük halk kitleleri Doğu’yu başta Hollywood olmak üzere Batılı kitle iletişim araçlarının durmaksızın uydurarak yaydığı bu imgeler vasıtasıyla tanımaktadır.
‘’Bu gelişme Avrupa felsefesinde ‘’Doğu yazgıcılığı’’; ‘’Muhammedanizm’’ ve ‘’Avrupalı akıl üstündür’’ sözleriyle özetlenebilecek bir anlayışta ve sömürgeciliğin meşrulaştırılma girişiminin bir türevi olan ‘’oryantalizm’’ kavramında açık biçimde gözlemlenebilir. Söz konusu oryantalist yaklaşım, özellikle erken dönem Aydınlanmacılarının başında gelen Wilhelm Leibniz tarafından felsefeleştirilmiştir. Leibniz’e göre, Türk türü yazgı anlayışı, akıldışıdır çünkü tehlikelerden sakınmayı önler; öngörüyü ve akıl yürütmeyi özendirmez. Batı felsefesinde kökleri Haçlı Seferleri’ne kadar dayanan oryantalizm ve Türk imgesi, büyük ölçüde Ortaçağ’ın ve Aydınlanma’nın üründür.’’ (Onur Bilge Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi)
Oryantalist söylemde Doğu kargaşa, zulüm, şehvet, kendi kendini yönetemeyen, estetik kaygısı olmayan, gelenekçi, mistik, akılsız, tembel, düşüncesiz, hain, entrikacı, kurnaz, uyuşuk, ahlaksız, egzotik, kaderci, çocuksu, esrarengiz, sessiz, zayıf ve karanlık olarak tanımlanırken Batı bu niteliklerin tam karşıtı olan düzenli, demokratik, adaletli, kendini yönetebilen, yenilikçi, makul, aklı başında, mantıklı, doğru sözlü, güvenilir, çalışkan, erdemli, olgun, kaderci olmayan, güçlü ve aydınlık sıfatlarıyla temsil edilmektedir. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin başlangıcında perdeye yansıyan kirli cam görüntüsü her şeyin göründüğü gibi olmadığını vurgulayarak Doğu’nun gizeminin açıklanacağını ima etmektedir. Bu nitelemeler arasında yer alan ‘’çocuksu’’ ilk okuduğumda şaşırmama neden olsa da komiserin doktora ‘’sen savcıyı muayene ediver’’ demesi karşısında sohbetin samimiyetine güvenerek kendini tutamayarak kahkahalarla gülen Polis İzzet’in durumu ‘’çocuksuluğa’’ örnek değil midir?
‘’Doğu hakkında yazı yazanlar önce şuna dikkat etmeli: Metne yansıyan yerleşme metodu; kabul edilen araştırma şekli, meydana getirilen yapının tipi, çizilen resimler, temalar ve metnin içinde dağınık duran motiflerden meydana gelmektedir. Bütün bu elemanlar okuyucuya Doğu’yu yakalama imkânı verecek ve o sırada Doğu kendi ağzından konuşmaya başlayacaktır. Buna rağmen olayın hiçbir yönü karanlıkta kalmayacaktır. Doğu’dan söz açan bütün yazarlar önyargılarla yola çıkarlar, daima dayandıkları ve bütün referanslarına kaynak saydıkları tek ölçü hayalleridir.’’ (Edward Said, Oryantalizm)
Film isminden de anlaşıldığı üzere Anadolu’yu anlatacağını iddia etmektedir ancak Anadolu, insanda kaçma isteği uyandıran, ıssız bozkırlar, elektriğin ve suyun ulaşmadığı modernleşememiş, hemen her şeyin eski ve ilkel olduğu, hâlâ yer sofrasında yemek yenilen yoksul köyler olarak tasvir edilmektedir. Hamamdan çıkan doktorun yürüdüğü pis sokaklar, sürekli bir bağırış çağırış, moloz yığınının etrafını süpürmeye çalışanlar doktora benim burada ne işim var dedirten olumsuzluklardan bazısıdır. Zaten komiser, doktora topla pılıyı pırtıyı git diyor, git, nereye olursa? Burada sorulacak asıl soru, kişide kaçma isteği uyandırdığı vurgulanan böyle bir yeri anlatmak için niçin zahmete girildiği ve böyle bir Anadolu imgesinin kimlerin işine geldiğidir.
Çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede evli bir adam, karısının aşığı tarafından öldürülüyor ve duyduğu son sözler kendisinin zannettiği oğlunun başkasından olduğu oluyor. Adamın diri diri gömüldüğüne ilişkin ciddi emareler varken, cinayeti araştıran polisin, savcının, askerin istisnasız herkesin beceriksiz oluşu, en basit şeylere bir açıklık getirilememesi, korkak, sinsi, başkalarının ardından konuşmaktan çekinmeyen, estetik kaygısı gelişmemiş, pislik içinde yaşayan insanlardan ibaret olmasının amacının Batı’nın oryantalist birikimine bir tuğla daha koymak olduğunu düşünüyorum. Bir film tutkunu, güzel ülkesini anlatırken toplumu incelikle gözlemleyip bütün tercihlerini hep olumsuz yönde kullanıyorsa ve pek çoğu hastalıklı tüketim toplumunun etkisiyle meydana gelmiş yozlaşmanın nedenlerini sorgulamaksızın sonuç olarak sunuyorsa, söyleyecek fazla bir şey kalmıyor.
Anadolu’ya seyahat eden seyyahların izlenimleri ve yazılarında Doğu’ya ait pek çok şey kötülenirken, bazı güzel şeylerin bile ‘’Avrupa’ya özgü, Avrupa güzelliğinde’’ nitelemesiyle aktarılırken, Türklerin hayvan sevgisi, hayvan bakımevleri, sokak hayvanlarının rahatlığı inkâr edilemeyerek bu metinlerde kendisine yer bulmuştur. Oysa günümüz köylüsüne yaptıracak tek sohbet konusunun ‘’eşekçilik’’ olmasını anlamakta zorlandığımı ve bunun hangi nefretin dışavurumu olduğunu çözümlemekte zorlandığımı belirtmeliyim.
‘’Busbecq, ‘’Türklerde soyluluk, beceri ve kahramanlık eylemleriyle ölçülür. Onlarda doğuştan gelen ayrıcalık ve ayrımcılık yoktur. Herkes bulunduğu makama göre saygı görür’’ saptamasını yapar. Yazarın anlatımına göre, Osmanlı Sultanı doğuştan gelen soyluluk, zenginlik veya buna benzer ilkeler gözetmeksizin yetenek ve liyakat ilkesini gözeterek görev ve makamları dağıtır. Unvanlar ve makamlar hak edene verildiği için de halk unvan ve makam sahiplerine saygı duyar, korkaklığı ve tembelliği ödüllendirmez.’’ (Onur Bilge Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm Cilt 1)
Toplum yapısının nasıl olup da liyakate dayalı bir sistemden çıkarak yeteneksizlerin, arkası olanların, rüşvet verenlerin üst kademelere yükselebildiği, en çok para verenlerin en iyi okullara girebildiği bir yapıya dönüştüğünü sorgulamak yerine inisiyatif almaktan aciz memurların anlatılması hangi anlayışın ürünüdür? Osmanlı topraklarına Batılılaşma fikirlerinin nasıl girdiğine, yayıldığına ve toplum yapısının yukarıdan aşağıya nasıl bozulduğuna ilişkin Said Halim Paşa’nın sözlerine kulak verelim:
‘’Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa, bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan, en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatten bir de kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkûmuz fikri doğmuştur ki, bu da öteki kadar kötü ve yersizdir. Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk, bunu o kadar başardık ki inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik.’’ (Said Halim Paşa)
Attila İlhan, Hangi Batı isimli eserinde Batı’nın iddia ettiği gibi ‘’kendi kendini yönetemeyeceği’’ düşüncesine sahip olan Refii Cevad Ulunay’ın Eylül 1919’da Alemdar gazetesinde, ‘’İstiklal bizim gibi idare bilmeyen ellerde milleti harp ve ihtilal ile zulüm ile mahvetmek için veba gibi tahrip edici bir felaket oldu. Güzel memleketimizin bundan sonra elimizde kalan kısmını korumak için tecrübe görmüş bir hocaya ihtiyacımız vardır. Bu hoca bizim istiklalimizi muhafaza etmekle beraber bizi yaşamaya ve yaşatmaya layık bir halde bulundurmalı. İstiklalimizi temin edebilmek için kuvvetli bir devletin müzaheretine muhtacız, o devlet ki İngiltere’dir ve İngiltere olması lazımdır, bizi elimizden tutmalı ve para sarf edilmesi lazım gelen yerleri bize göstererek yaşamaya layık bir kuvvet halinde bizi muhafaza eylemelidir.’’ dediğini yazmış ve şöyle devam etmiştir:
‘’Aynı günlerde Ahmed Emin Yalman, Vakit’te şöyle yazıyordu: ‘’Yararlı ve pratik bir siyaset yolu aramayarak sadece beklemeyi ve bu sırada bağımsızlık isteriz diye bağırmayı meslek edinenlerle, memleketin sayısız dertlerine pratik çare arayanlar arasındaki fark, bir tarafın teoriler üstüne uzanıp yatmasından ve diğer tarafın büyük maddi ve manevi mesuliyetten korkmayarak ve kaçmayarak pratik bir yol aramasından ibarettir. Birçokları, bizimle insanlık amacıyla ilgilenecek, sonra kendi kendine çekilecek bir devlet bulunamaz, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki, böyle bir devlet vardır ve Amerika’dır.’’ (Attila İlhan, Hangi Batı)
Başından geçen bir olayın etkisinde kalan doktorun bunu yıllar sonra belki torunlarına, belki arkadaşlarına, belki de bir kitap haline getirerek okurlarına anlatmasıdır. Geçen zaman ise belirsizdir. Belki bir gün geçmiştir belki yirmi yıl… Bir masal gibi olayı aniden anlatmaya başlayan doktor hatırladığı kadarıyla yine aniden anlatmayı bitirmiştir. Arap karakterinin doktora bu gece yaşananları ‘’yıllar sonra, bir zamanlar Anadolu’da diyerek anlatırsın’’ demesi de bunun göstergelerinden sayılabilir. Filmin kahramanı doktordur. Anadolu’nun orta yerinde sıkışıp kalan, sohbet edeceği kimselerin bulunmadığı, manda yoğurduna ‘’peynir olabilir mi’’ diyebilecek kadar halka yabancı ve halkın dışında… Doktor, Anadolu’ya yabancı ancak bunun anlaşılmaz bir yabancılık olduğunu söylemeliyim. Tıp fakültesi öğrencilerinin büyük çoğunluğunun Anadolu kökenli olduğu görmezden gelinerek bir yanlış bilinçle yabancılaştırma uygulanıyor.
‘’Oryantalizm aslında dış dünyaya daha çok değer vermektedir, daha açık bir deyimle şair veya bilgin olarak Doğubilimci Doğu’dan söz açarken onun sırlarını Batı’ya yarar bir biçimde ele almakta ve Batı için konuşturmaktadır. Söylediklerinin içinde Doğu hiçbir zaman ön plana geçmez. Hiçbir zaman ilk sebep olarak görünmez. Bütün anlattıkları, bütün yazdıkları sanki anlatılmak ve yazılmak için düşünülmüş gibidir. Yazar daima Doğu’nun dışındadır, hem maddesi ve hem manası ile anlattığı dünyanın adamı değildir.’’ (Edward Said, Oryantalizm)
Masal, olayın geçtiği yerin ve zamanın belli olmadığı, kahramanlarının belirli bir kişiyi temsil etmediği hikâyedir. Masalda yer ve zaman kavramı olmamasına karşın İran’da, Hindistan’da geçen masallar vardır. Filmin Kırıkkale’de geçiyor olması salt orayı değil bütün bir Anadolu’yu temsil etmektedir. Zaman kavramı olmadığı gibi, belirli bir bireyi temsil eden kahraman yoktur. Masallara genellikle ‘’Bir varmış, bir yokmuş’’ sözleriyle başlanması gibi filmin isminin ‘’Bir Zamanlar…’’ olması bunun bir masal olduğunu ve belirli bir zamana ait olmadığını vurgulamaktadır.
“Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hâli budur padişahım. Yollar saçak pürçek, kimi yalan, kimi gerçek; hikâyedir bunun adı, söylemeyle çıkar tadı. Eski zamanın birinde kendini idareden aciz bir adam varmış. Bu adam bir gün ‘ben ne yapayım, ne yapmayayım’ deyip İstanbul’a gider…” diye aniden başlayan masallar vardır. “Bir varmış bir yokmuş” veya ‘’evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…” diye başlanmasının maksadı dinleyiciyi anlatıcıların gerçek olmadığı yönünde uyarmaktır. Dinleyici kendini buna hazırlar çünkü masallar, olağanüstülükler üzerine kurulmuştur. Olağanüstülük masalın doğasında var olan bir şeydir. Masal anlatılırken ‘’bu masal da burada biter’’ sözleriyle her an anlatıcı tarafından bitirilir. Bir Zamanlar Anadolu’da filmi de bu açıdan bakıldığında Batılı seyirci tarafından bir ‘’şark masalı’’ olarak görülmüştür.
‘’Moltke bir mektubunda Türklerde doğal bir durum olan konuk olunan evin tüm aile bireylerince konuğa saygı gösterilmesi ve konuğun ağırlanması geleneğinin Avrupalılarca biraz tuhaf karşılandığını anlatır. Bu durumu anlatmak için ‘’Konuk olunan evin kızı tarafından ağırlanma, bir Avrupalı için çok özgün bir izlenimdir’’ değerlendirmesini yapar. Türkçede misafir umduğunu değil bulduğunu yer diye bir atasözü vardır. Moltke’nin gönlü herhalde böyle bir şey ummuştur.’’ (Onur Bilge Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm Cilt 1)
Savcı ve ekibinin konuk olduğu köyde seyirciye gösterilen ancak babasına, evine, köyüne kısaca Anadolu’ya yakıştırılamayan muhtarın güzel kızının ‘’kaybolacağının’’ iddia edilmesi ne anlama geliyor acaba? Şehirde süslenip giyinse bir afet olacağının ancak köyde kalırsa kocaya varmaktan ileri gidemeyeceğinin ima edilmesi ne demek oluyor? Şehirde afet olması, vücudunu sergilemesi, barlarda eğlenmesi, diskolarda dans etmesi ‘’kaybolmaması’’ mıdır? Doktor tarafından salt yüz güzelliği esas alınıp yorum yapıldığına göre yok olup gidecek olan nedir? Batı kendisi gibi olmak isteyenlerin kendi seviyesine ‘’çıkmalarını’’ istemektedir. Batı’nın ‘’çıkmak’’ olarak algıladığı bu seviyenin aslında ‘’inmek, bayağılaşmak ve adileşmek’’ olmadığını kim söyleyebilir? Hadi Moltke’ye bir şey demeyelim ancak evdeki bütün erkeklerin gece boyu hayallerini süsleyecek şekilde gösterilen muhtarın kızının, kendisini sevebilecek birisiyle evlenemeyeceğini düşünmek oryantalizmin kucağına düşmek ve atalarına hakaret etmek demek değil midir?
Sabah yola koyulduklarında şoför Arap’ın ağzından ‘’muhtarın kızı’’ kelimelerini duyan doktor, Anadolu’ya yakıştıramadığı kızın ismini Arap’ın dillendirmesi karşısında irkilir. Doktorun hayalleri bir kez daha yıkılır. Ulaşamadığı ancak fantezilerinde yaşattığı bu muhteşem güzelliğin Arap gibi bir adamın karısı olmaktan kurtulamayacağını düşünür. Arap’ın köyden bir kız aldığının vurgulanmasındaki amaç bu kızın belki de muhtarın kızı olabileceği ihtimalini seyircinin hissetmesini sağlamaktır.
‘’Falih Rıfkı’nın bir yazısında Yugoslavya içlerine bir yolculuğunu anlatır; uzaktan kuleleri, sis arasından seçilen görkemli binaları, sağlam ve oturaklı haliyle, alafranga bir şehir, ufak ufak belirmektedir. Müslüman çoğunluğun bulunduğu bir Bosna şehridir bu; Falih Rıfkı, “İşte,” diye düşünür, “Avrupalı Türkün şehri böyle olmalı.” Şehre girince, gördüklerinin Hıristiyan mahalleleri olduğunu fark edecek, Müslümanların Anadolu işi köhne evlere benzer evlerde yaşadığını görüp üzülecektir. O ki, o kadronun en akıllılarındandır ve gerçekte Türkçüyüm der, o bile Türk şehrini kendi özellikleri içerisinde düşünemez de, Avrupa’nın kendine bulduğu üslup içinde düşünür, aksi çıkınca da dertlenir.’’ (Attila İlhan, Hangi Atatürk)
Kış Uykusu filminde de aynı izlek üzerinden gidilmiş, Falih Rıfkı’nın Müslüman köylerini beğenmediği gibi, filmin kahramanı olan Aydın karakteri de ‘’Anadolu Köylerinin Estetik Kaygısı’’ gibi bir konuda makale yazmış ancak işlettiği otelin yolunu turistlere doğal görünmesi için çamurlu bırakmasına karşın aynı çamura basan imamın evin dışında bıraktığı ayakkabılarından bile iğrenmiş ve seyircinin de kendisiyle birlikte iğrenmesi amaçlanmıştır.
Alman Mareşal Helmuth von Moltke’nin 1835–39 yılları arasında yazdığı mektuplarda ‘’Kentin dar caddeleri ve sokakları pislik içindedir; dökülmüşlük izleri taşıyan konutlar onarım beklemektedir. Köylerde hiçbir şey bulunmamaktadır ve yoksulluk hayal edilemeyecek boyutlardadır.’’ denmektedir. Bir Zamanlar Anadolu’da filmine baktığımızda 1830’lu yıllardaki tespitlerin halen geçerli olduğu Batı’lı seyirciye aktarılır. İngiliz kadın seyyah Julia Pardoe’nin 1836 yılında kaleme aldığı gezi yazısında ‘’Şark’ın ihtişamında hiçbir tutarlılık, hiçbir süreklilik yoktur. Göğsünde elmaslar taşıyan bir paşaya genellikle pasaklı bir uşak hizmet eder.’’ demesi ile savcının şoförünü kıyasladığımızda aynı yargıların yeniden doğrulandığı görülür.
“Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayımladığı kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti, o kadar ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk Genç bir ozan hatırlıyorum: yumruğunu göğsüne vura vura; ‘’Ben,’’ demişti, ‘’Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben.’’ Bir başkası: Daha yaşlı, basbayağı ünlü, üç aşağı beş yukarı, buna benzer şeyler söylemiş; içi sıra haçlar, Hıristiyan duaları, Tevrat ya da İncil hikâyeleri kımıldanan birkaç şiir okumuştu. İlki Ege Ernard diğeri İlhan Berk’tir. Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu Doğulu diye küçümser. Büyük şehirlerimizin o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur. Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara “Sizin klasikleriniz nedir?” diye sorunca, “Bizim klasiklerimiz yoktur” cevabını alır. Yani, Yunus Emre yok, Bedreddin-i Simavî yok, Pîr Sultan Abdal yok; Chanson de Roland var, Campanella var, Villon var; Şeyh Galib, Baki, Nedim beş para etmez, var mı Vigny, var mı Ronsard, var mı Poe? İşte bu kafadır ki, buraya Devlet Tiyatrosu’nu Kral Oidipus’la, ya da On İkinci Gece’yle gönderiyor, bu sayede de maaşlı eleştirmecilerin dışında gelip gittiğinden kimsenin haberi olmuyor. Biraz Karagöz, biraz ortaoyunu, biraz ulusal piyesle çok daha Türk ve Batılı olacağımızı kime anlatırsınız. Bizim klasiklerimiz yok diyen de Melih Cevdet Anday’dır.” (Attila İlhan, Hangi Batı)
Türk edebiyatına Ahmet Celal gibi garabet bir karakter hediye eden yazar, Varlık Yayınları tarafından çevirisi yayımlanan Odessa kitabına yazdığı ön sözde şöyle diyebiliyor:
‘’On dokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen bütün garp edebiyatçılarının, şairlerinin, âlimlerinin ve sanatkârlarının yüreğindeki Greko-Lâtin medeniyeti aşkı, âdeta dinî bir vecd mahiyetini haizdi. Bunlar için, medeniyetin doğup inkişaf ettiği yerlerin ziyareti, tam manasiyle bir hac ve tavaf şeklini alırdı ve bir eski Yunan mermerini okşamak veya bir eski Lâtin metninin sahifelerini g Gümüş tepsilerde rakseden sultan!özden geçirmek bir sevap telâkki edilirdi. Masasının üstünde ya bir Tanrıça ayağının kırıntısına veya yıpranmış bir papirüs parçasına malik olmayan herhangi bir entelektüel kendini dünyanın en bedbaht adamı sanırdı. Büyük İngiliz şairi Byron’un Yunan İstiklâl Harbine nasıl yeni bir Kızıl Salip seferine katılır gibi iştirak ettiğini ve o devirde herhangi bir kötü Makedonya köyünden farkı olmayan Atina’da ne derin bir saadet ve hayranlık içinde vakit geçirdiğini biliriz. Kilise kaçkını rahip Renan’ın da, Hıristiyanlıktan irtidadına rağmen sevmekte devam ettiği Meryem’in oğlunu, hem de bir Kudüs dönüşünde uğrayıp murakabeye daldığı Akropol mabedinin yıkıntıları arasında, son defa olarak Pallas Athena’ya nasıl kurban ettiğini pek iyi hatırlarız. Bütün hakikatleri ve bütün dinleri vâhî bulan bu adam, o zaman, ‘’Akropol’de Dua’’ diye yazdığı en güzel nesrinde, Atina’nın bu akıl ve zekâ tanrıçasına şu sözlerle hitap etmişti: ‘’Yegâne doğru, yegâne hakîm, yegâne bâki olan sensin!’’ Fransa’nın en son klâsik tezhipli sembolist şairlerinden biri de Roma’ya ilk seyahatini şu mısralarla anlatmağa başlar: ‘’Bu akşam, size ebedî şehirden yazıyorum… Tabanlarım onun kahraman tozlarına değmiştir, Hey, Roma! — Bu kelimeyi yazarken elimdeki kalem titriyor.’’ Tıpkı bunun gibi, ben de, Homeros’un güzel dilimize bu ilk tercümesi için şu satırları yazarken kalemim elimde titremektedir. Kendimi «Güzellik» denilen yegâne hakikatin, yegâne hikmetin tâ ilk kaynağı başında hissediyorum ve bu tanrısal pınarın bütün tazeliği, bütün serinliği vücudumu kaplamışçasına ürpermeler içinde kalıyorum.’’ (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Anadolu toprakları için ‘’Tokat’tan İzmir’e kadar adından söz etmeye değer bir tek kent bile yok, meydanlar yıkılmış, kentler ıssız, kırsal kesimler çevreden kopuk…‘’ diyen Tavernier, seyahatnamesine ‘’Asya’da ya iklim ve toprak özellikleri, ya da çalışmaktansa yoksul yaşamayı yeğleyen insanların tembelliği nedeniyle hiç işlenmemiş ve ıssız yerlere rastlanıyor’’ cümlesiyle başlamayı tercih edebilecek kadar önyargılı yazıyor. Aşağıdaki alıntı oryantalist imgelerin yaratıcılarından seyyah Tavernier’in zihniyetini göz önüne sermeye yetecektir:
‘’Sabah serinliğinde Scalanova’dan yola çıktık ve bir önceki gün yemek yediğimiz camiye karnımız zil çalarak ulaştık. Kafilemizde yer alan bazı rahatına düşkün kişiler her yeri kavuran güneşin bulunmadığı, daha önce bize yemek ikram edilen gölgelik setten daha iyi bir yeri düşünemiyorlardı. Ancak ben aynı kanıyı paylaşmadım ve bana oldukça rahat görünen bir kayanın üstünde yemek konusunda onları kandırmaya çalıştım. Ama sonunda çoğunluğun istediği oldu, ikinci kez caminin setine gittik, yemeklerimizle birlikte bir tulum şarap ve bir tulum su getirttik ve ötesini düşünmeden yiyip içmeye başladık. Daha henüz ilk lokmalarımızı yerken, iki yüz adım ileride, camiye çok yakın olan köyden gelen üç dört Türk gördüm. Ülkeyi diğerlerinden çok daha iyi tanıdığım için, bizimle kavgaya geldikleri konusunda kafileyi uyardım ve hemen şarap tulumunu sakladım, çünkü o sırada Türklerin Ramazan ayında olduklarını ve bu ayda şarap içmenin çok daha sıkı yasaklandığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Türklerin gelişiyle ilgili kanımda yanılmamıştım. Bizim set çevresinde yemek yiyeceğimizden kuşkusu bulunmayan yeniçeri bizi kadıya şikâyet etmiş. Bu kaba ve kılıksız Türkler yörenin yeniçerileriydi, kadı onları kutsal kabul ettiği bir yerde bizi şarap içerken yakalamaları için göndermişti ve onlara göre burada yaptığımız şey günahtı. ‘’Hıristiyan köpekleri’’ diye bağırdılar bize yaklaşırken, ‘’saygısızlar, caminin içinde yiyip içseydiniz bari.’’ Sonra ‘’köpekler, şarap içiyorsunuz’’ diye devam ettiler.
‘’Hayır’’ diye yanıt verdim hemen, dillerini biraz bildiğimden diğerleri adına da konuşarak, ‘’asla şarap içmiyoruz’’ (zira şarabı saklamıştım), su içiyoruz, buyurun tadın’’ dedim en kötü davranan kimseye ve aynı anda bu Türklerden birine de bir kaş göz işareti yaptım. Türk kendisine özel bir şey vaat ettiğimi hemen anladı ve arkadaşlarına dönerek ‘’Valla doğru söylüyorlar, içtikleri hiç de şarap değil.’’ dedi. Yine de bizi kadı efendinin karşısına çıkarmak için emir aldıklarından, onları izlemek zorunda kaldık. Üç kişiyle birlikte köye giderek kadı efendinin sorduklarına yanıt vermek görevi bana düştü. Kadı da yeniçerilerin başlattığı sitemleri oldukça sert biçimde yineledi; ne var ki, yeniçeriler hep bir ağızdan hiç şarabımızın olmadığını söyleyince çok şaşırdı, çok kızdı; bizimle anlaştıklarından kuşkulanarak buna inanmak istemedi. Aslında, yolda ustaca bir hareketle göz işareti yaptığım Türk’ün cebine sekiz duka altını koymuştum; bu kadar yüksek bir armağan beklemediği için kendinden geçen Türk, arkadaşlarını mantıklı davranarak bizim aleyhimize bir şey söylememeleri konusunda kandırmıştı. Kadı, hoşuna gitmeyen bu rapor üzerine, ülke göreneklerini uygulamayarak bize kahve ikram etmeyerek bizi yardımcısına gönderdi. İzmirli tüccarlardan ve konsoloslardan küçük rüşvetler alan yardımcısı bizi çok iyi karşıladı ve hemen sofra kurdurdu. Kadı efendinin yeni geldiğini, göreve yeni başladığı için her şeye gereksinim duyduğunu ve küçük bir şeyin bile onu mutlu edeceğini söyledi. İşi kapatmak için yardımcıya yirmi beş duka altını verdik; görünüşe göre yardımcı kadıyla ilişkiyi yoluna koydu ve böylece bizim bu kötü durumdan yakamızı kolay sıyıramayacağımızdan çok korkan kafile arkadaşlarımızın yanına dönebildik.’’(Jean-Baptiste Tavernier, Tavernier Seyahatnamesi)
Ramazan ayında olduklarını bildikleri halde cami bahçesinde yemek yiyen hatta şarap içen Tavernier ve arkadaşları cami bahçesinde içki içtiklerini, saygısız davrandığını gizlememiştir ancak bundan dolayı kendisini suçlu hissetmez. Gelen köylüler için kavga etmeye geliyorlardı diyerek niyet okuması yapmasına karşın bir kavgadan bahsetmez. Türklerin bir yabancının göz kırpması karşısında arkadaşlarını sattığını, kadı dâhil herkesin rüşvet aldığını iddia ederken kibrinden dolayı suçlu olarak çıkarıldıkları kadı’nın kendilerine kahve ikram etmemiş olmasını garip karşılayabiliyor. Oysa kendisi bir dinin kutsal mekânında içki içiyor, yalan söylüyor, iftira atıyor, rüşvet veriyor ama suçlu hep Türkler oluyor. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde anlatılanları Tavernier görebilmiş olsaydı mutlu olurdu diye düşünüyorum. Avrupalılar da yıllar boyunca hayallerinde yaşattıkları Doğu’yu kanlı canlı karşılarında gördüklerinde kanaatlerinin doğrulanmasından dolayı mutlu olmuşlardır.
Doktorun kalabalıktan kaçabilmek için telefonuyla konuşuyormuş gibi yapması, komiserin zanlıları sorgularken diğer polisin gizlice cep telefonuna bakarak belki de gelen mesajlarını veya paylaşımlarını kontrol etmesi, otopsi yapılırken dışarıda oyun oynayan çocukların gösterilerek hayatın devam ettiği vurgusu yapılması, hastane aşçısının çocuğa yemek vermesi, hamamdan çıkan doktorun çorba içmek için uğradığı lokantanın aşçısının müşterinin çorbasına tuz koyması gibi içtenlikli ve samimi sahneler filmin oryantalist yüzünü gizlemek için kullanılmıştır, düşüncesindeyim.
17. yüzyılda Türkiye’ye gelen İtalyan seyyah Giambattista Casti ‘’erkek hamama ya da başka bir yere gitmekte olan karısına sokakta rastlasa, ona yaklaşmaya ve konuşmaya cüret edemez ya onu tanımazlıktan gelir ya da karısı olduğunu bilmeyenlere karşı rezalet yaratmaktan korkarak yanından geçerken alçak sesle bir iki kelime söylemekle yetinir’’ diye yazar ve Türklerin bu konuda çok hassas olduğunu belirtir. Filmin bir sahnesinde eşinin aradığı komiserin nedensizce utanması, sıkılması, rahat konuşamaması, sesinin iyice cılızlaşması ve kekelemesindeki mantığı anlamlandıramamışken İtalyan seyyahın yazdıklarının imdadıma yetiştiğini söylemeliyim:
‘’Ressamın arkadaşlarından birisi, o zamana kadar hiç bilinmeyen bir fotoğraf makinesi sayesinde para kazanmak için Paris’ten İstanbul’a gelmiş. O, daima kalabalık olan yerleri seçermiş. Bir gün mucizevî makinesini, tatlı suların gölgelikleri altına getirip yerleştirmiş. Fotoğrafçı başından geçen macerayı ressam dostuma şöyle anlatmış:
Bir ara gözüm çimenler üzerinde oynayan şirin bir çocuğa takıldı. Hemen makinemi ayarladım, çocuğun çok güzel bir fotoğrafını çektim. Bu derece başarılı resmi etrafımdaki meraklılara gösterdim. Çocuğunun başına biriken kalabalığı gören anne, tabii bir tecessüs ile kalabalığa yaklaştı. Çocuğunun fotoğrafını görünce şaşırdı. Bunu belki de bir büyücü marifeti zannetti. Ben Türkçe bilmiyordum. O kadar ki, hanımın bana iltifatta bulunduğunu bile anlayamadım. Sadece, hanımın yanındaki zenci kadının bana bir işaret yaptığını gördüm. Biraz sonra hanım çocuğu ve zenci kadın ile birlikte bir arabaya bindiler ve Üsküdar istikametine doğru gitmeye başladılar. Ben zenci kadının işaretinden cesaret almıştım. Taşınması hayli güç olan makinemi koltuğumun altına alarak onları takibe koyuldum.
Üsküdar’ın ilk evlerine vardıklarında, uzaktan arabanın durduğunu ve hep birlikte denize bakan bir köşke girdiklerini gördüm. Bu sırada zenci kadın bana saklanmamı ve beklememi belirten bir işaret verdi. Karanlık iyice basıncaya kadar bekledim. Bir süre sonra kapı aralandı ve ben içeriye alındım.
Çocuğun annesi beni salonda karşıladı. Konuşmasına el işaretleri ekleyerek, kendisinin de bir fotoğrafının çekilmesini istediğini anlatmaya çalıştı. Ben fotoğraf makinesinin ancak güneş ışığı altında resim çekebileceğini ifade etmeye uğraştım. Sözlerimin manasını zorlukla anlayan hanım ‘’Peki, biz de güneşin çıkmasını bekleriz’’, dedi. Allah’tan ki kadın dulmuş. Bu yüzden şeriatın müsamahakâr bir kaidesinden yararlanabildi. Yoksa recmedilerek (taşa tutularak) öldürülecekti.
Ertesi sabah, kafesli pencerelerin arasından sızan güneş ışığından yararlanarak hanımın resmini çekmeye hazırlandım. Hanımın büyücek bir çocuğu olmasına rağmen kendisi yine de gençti. Tam resmi çekeceğim anda, sokak kapısı çalındı. Hanım ‘’Aman, hemen saklanın’’, diye bağırdı. Beni zenci kadının da yardımı ile elimdeki fotoğraf makinesi ile birlikte apar topar yatak odasına bitişik bir sandık odasına soktular. Bu küçücük odada kendimi hayli karanlık düşüncelere kaptırmaya bol bol vakit buldum. Ben hanımın dul olduğunu henüz bilmiyordum. Kocasının gitmiş olduğu bir seyahatten ansızın döndüğünü zannettim. Aklıma daha da kötü ihtimaller gelmiyor değildi. Belki de, bu eve bir gece önce bir gâvurun gizlice girdiği tespit edilmiş olabilir ve ev polis tarafından gözetlenebilirdi.
Bu endişelerle dışarıdan gelen sesleri pür dikkat dinlemeye başladım. Türk evleri ahşap olduğundan konuşanların kadın olduklarını kolaylıkla anlayabildim. Böylece içim biraz rahatladı. Gerçekte hanımı kadın dostlarından birisi ziyarete gelmişti. İstanbul’un işsiz güçsüz kadınlarının misafirliği neredeyse bütün bir gün sürüyor. Benim misafire gözükmem tehlikeli olabilirdi. Belki de ziyaretçi hanım çirkin veya yaşlı idi. Bu düşünceler içinde neredeyse ağlayacak duruma girmiştim.
Akşama doğru bıktırıcı misafir yemeğini yiyip, serinleticisini içtikten ve biraz da dedikoduya doyduktan sonra evden ayrıldı. Böylece ben de gizlendiğim bu daracık yerden çıkartılabildim. Ama epey zaman isteyen fotoğraf çekme işine yeniden başlamak için artık vakit geçmişti. Ayrıca saatlerden beri aç ve susuzdum. Bu sebeple resim işini ertesi sabaha bırakmak zorunluluğu doğdu.
Bu evde geçirdiğim üçüncü gece olmuştu. Bu işten artık iyice bıkmaya başlamıştım. Türk kadınları genellikle yeknesak bir şekilde konuşurlar. Bir de konuştukları dil bilinmiyorsa onlarla uzunca bir zaman geçirmek çok zordur. Resmi çekmeyi nihayet başarmıştım. Artık gidebilirdim. Ama ev sahibem buna yanaşır görünmüyordu. Ona Beyoğlu’nda önemli bazı işlerin beni beklediğini anlatmaya çalıştım. Fakat güpegündüz evden çıkmam imkânsızdı. Akşam hanım yeni bir minnettarlık vesilesi daha yarattı ve çok mutena bir yemek daha ikram etti. Bu yüzden o gece de evden ayrılamadım. Fakat ertesi günü evden gitmek hususundaki kesin kararımı dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Tabii ki yine akşamı beklemek gerekti. Bu arada fotoğraf makinemin saklanmış olduğunu fark ettim. İstanbul’da bir eşi daha bulunamayacak olan bu kıymetli makineyi almadan bu evden nasıl çıkabilirdim?
Üstelik bu makine benim geçim kapımdı. Üsküdar’ın kadınları duygusal ilişkilerinde hayli cüretkâr oluyorlar. Benim dilimden birkaç kelimeyi kapmış olan hanım bana, eğer kendisini bırakıp gidecek olursam, namusuna tecavüz etmek maksadı ile evine gizlice girdiğimi bağırarak komşulara duyuracağını söyledi. Bu derece tedirgin edici hissi rabıta sabrımı sonuna getirdi. Bu sebeple hamının uyuduğu bir sırada, makinemi de bırakarak pencereden kaçmayı başardım.
Bu Müslüman toplum içinde, kadın yüzünden olan rekabetler, kıskançlıklar, kinler, zaman zaman cinayetlere sebep oluyor.’’ (Gerard de Nerval, Doğu’ya Seyahat)
Nerval’den yüzlerce yıl sonra Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de aynı izlek etrafında dolaşılıyor ve ‘’Müslüman toplum içinde kadın yüzünden cinayetler işlendiği’’ komiserin de ‘’nerede bir olay varsa kadına bakacaksın’’ sözleriyle hayat buluyor. Anadolu’da bir cinayete kurban giden adamın aldatılmaların en büyüğünü yaşamış olması ne anlama geliyor? Adamın karısı tarafından evlendiği günden beri aldatıldığı yetmiyormuş gibi oğlu bildiği çocuğun da kendisinin olmamasının mantığı nedir? Egemen güçlerin bu topluma reva gördüğü magazin basını denilen paçavralar, TV ekranları, dergiler, filmlerle her an pompaladığı rezilliklerden ne farkı var böyle bir olay örgüsünün tercih edilmesinin? Türkiye’de son elli yılda filmde anlatıldığı gibi kaç cinayet vakası yaşanmıştır ve niçin böyle bir konu seçilmiştir? Müslüman kadının kocasını aldatması hatta başkasından çocuk yapması… İslam’a rağmen Doğu’da her türlü rezilliğin yaşandığının ve gizli fantezilerin gerçekleştirildiğinin dile getirilmesi demek değil midir?
‘’Niçin adalet timsali olarak dünyaya örnek göstereceğimiz bir İslam ülkesi yok? Neden ırk, dil, din ayrımı yapılmadan insan haklarının el üstünde tutulduğu bir ülkemiz yok? Neden kadınların en fazla şiddete uğradığı, gelir uçurumunun en fazla olduğu, rüşvet ve yolsuzluğun en yaygın olduğu, eğitimde kalitesizliğin, fakirliğin en ağır olduğu ülkeler İslam dünyasında? Neden dünyada işçi ölümleri en fazla İslam ülkelerinde? Verimliliğimiz neden dünya ortalamasının yarısı kadar? En az gelişmiş ülkelerin yarısı neden İslam dünyasında? Müslüman yönetimler niçin hep kaos ve diktatörlük arasında gidip geliyor? Niye adam gibi demokratik bir İslam ülkesi yok? Estetiği ile örnek gösterilecek bir şehrimiz var mı? İslam’ın şekil şartlarını iyi kötü yerine getirsek de ahlak, adalet ve demokrasi değerleri açısından halimiz pek feci. İnsan hakları, adalet, hayat hakkı, çevreye saygı, yargının bağımsızlığı, kadının durumu gibi İslam’ın da öngördüğü değerler açısından 208 ülkeyi karşılaştıran bir araştırmaya göre en İslamî ülkeler Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda. Türkiye 103, Suudi Arabistan 131, İran 163’üncü sırada.’’
Bugün bir gazetede yukarıdaki soruların sorulduğu bir yazı okudum. Bu tür soruları sormak Batı’nın çizdiği çerçeveyi en başından kabul etmek demektir. Evet, bu durum üzeri örtülerek gizlenmemelidir ancak ‘’egemen güçlerin’’ bu yozlaşmadaki rolünün göz ardı edilerek topluma salt Batı’nın gözleriyle ve değer yargılarıyla bakmak ve sürekli aşağılamak, küçümsemek kimlerin ekmeğine yağ sürmektedir? İşbirlikçi yöneticilerin ve burjuvazinin her geçen gün köşeye sıkıştırdığı, baskı altına aldığı, açlık sınırına sürüklediği, yiyecek bir dilim ekmek bulamayan ve kendini temsil etme fırsatı bulunmayan kitleler hakkında her gün anketler düzenlenerek ‘’üstün, yüce, dürüst, ahlaklı, üretken’’ Batı’nın değer yargılarını doğrulamak ve halkını aşağılamak kimlerin işine gelmektedir? Örneğin ‘’tüketici hakları’’ denilen kavram bu topraklara son üç beş yılda girmiştir. Kendisine dayatılan karşısında tercih hakkı bulunmayan, kazancı düşük olmasına karşın en yüksek fiyata satın almak durumunda kalan, üstüne üstlük ayıplı olmasına karşın çaresizce kabullenmek zorunda kalan kitlelerin herkese güvensizlik duyması doğal değil midir? Kitlelerin televizyonlar, ucuz romanlar, peş para etmez filmler, tuvalet kâğıdından öte değeri olmayan gazetelerle uyuşturulduğu ve geriletildiği bir düzende anket yapmak hangi gerçekleri ortaya çıkarabilir?
“Avrupa ülkeleri gibi dört başı mamur toplumlara yeni sözler söylemeyi düşünmeden önce ekonomik, bilimsel ve toplumsal gelişmemizi tamamlamak gerektiğini ileri sürmek gülünçtür. Zaten konuşmamda da özellikle belirttim: Ekonomik ve toplumsal başarılar alanında Rusya’yı Batılı milletlerle kıyaslamaya kalkışmıyorum, sadece diyorum ki kendine özgü sağduyusu ve ağırbaşlılığıyla Rus halkının dehası, evrensel insanlık ülküsünden yana çıkmaya bütün milletler arasında belki de en yatkın olanıdır; çünkü Rus halkının tutumu karşıtlıkları affeden, birbirine benzemezliklere hayat hakkı tanıyan, aykırılıkları hoş gören bir tutumdur; çelişmeleri yumuşatmaya, insanlar arasında kardeşlik bağlarını canlı tutmaya eğilimlidir. Ekonomik bir özellik değil, ahlaki bir özelliktir bu. Rus halkının bu yanını inkâr edebilir miyiz? Rus Milleti kendini halktan ayırmış, Avrupalılaşmış aydınların yan gelip yatmaları, gelişmeleri, güç kazanmaları için emek vermeye mahkûm bilinçsiz bir sürü müdür? Kim söyleyebilir öyle olduğunu? Halkın çoğunluğunun kendi başına ölü bir durağanlığı temsil ettiğini, bu halktan hiçbir şey beklenemeyeceğini, bu halka hiçbir şekilde bel bağlanamayacağını kim iddia edebilir?” (Dostoyevski, Puşkin Üzerine Konuşma)
‘’Rus Milleti kendini halktan ayırmış, Avrupalılaşmış aydınların yan gelip yatmaları, gelişmeleri, güç kazanmaları için emek vermeye mahkûm bilinçsiz bir sürü müdür?’’ diye soran Dostoyevski’nin sözlerini yeterli bulmayanlar ve sonuçlara odaklananlar için bir örnek vermek istiyorum: Yıllar önce şehirlerarası otobüslerde sigara içmenin yasak olmadığı hatta doğal karşılandığı zamanlarda otobüslerde hiç durmadan ağlayan bebekler yolculuğu çekilmez kılardı. Oysa bebeklerin ağlamasına yol açan esas şeyin yoğun sigara dumanı olduğu görmezden gelinerek sadece ağlayan bebeklere odaklanmak ‘’hayattan bir kesit’’ olarak isimlendirilebilir mi?
Anne-babalarının isimlerini beğenmeyen, atalarının dinlerinden nefret eden, örf, adet ve geleneklerini küçümseyen ve bunu çağdaşlaşma adına yapan, çocuğuna isim seçerken son yirmi yıldır oluşturulan bir avuç isimden birini seçen, büyüklerine saygı göstermeyen, haysiyet, fedakârlık, yardımlaşma kavramlarının her geçen gün unutulduğu, milyonlarca hatta milyarlarca insan açlık sınırında yaşarken sadece kendini düşünen ve ‘’hayat tarzı’’ söyleminden başka bir şeyi olmayan bir kitle hızla büyüyor ve kendi toplumunu Batı’nın gösterdiğiyle ve gösterdiği kadar tanıyor.
Kendi toplumunu küçümsemekle Batılı olunmadığını ve olunamayacağını, Atatürk’ün izinden gittiğini söyleyenlerin kendi halkını bidon kafalı, kısa bacaklı, kıllı, koyun sürüsü olarak nitelemesinin kendilerini Batı’nın gözünde makbul yapmadığını söyleyerek kendilerini bu halkın üzerinde gören ahmakların anlayabilmesi için Mustafa Kemal Atatürk’ün 1922 yılında TBMM kürsüsünden neler söylediğini bir kez daha hatırlatmakta fayda görüyorum:
“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.
Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye’yi yok etmeye girişenler, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, düşünceler, Türkiye’nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.
Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatıyla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı’ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan Doğu maneviyatından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bundan, bu büyük memleketi, bu milleti çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka bir sonuç beklenemez. Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, acz ile başlamıştır.
Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye’de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki: ‘Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Filmin daha ne kadar ileri gidebileceğini düşünürken doktorun hamamda görülmesiyle oryantalist dizgenin son noktası da konmuş oldu. Harem ile birlikte Doğu’nun sınırsız cinsel yaşamına gönderme yapan hamam, Oryantalist zihniyet için insanların şehevi zevklerini tatmin ettikleri mekânlar olarak yer almaktadır. Osmanlı toplumunda hamam erkeklerin günlük hayatında önemli bir yere sahip olmuşken hamam denilince kadınlar akla gelmekte, hamamlar, harem gibi Doğu’daki cinselliğin ve dişiliğin simgesi sayılmıştır.
“Oryantalist resimlerde sık rastlanan savaş sahnelerinde, Doğuluların vahşeti ve zulmü, yine Batı müdahalesini haklı çıkartacak şekilde ve Batının sömürgeleştirme politikasındaki vahşete hiç değinmeden harem, hamam, köle pazarı sahneleri ise Hıristiyan-Batı dekoru içinde ele alamayacakları erotizm meraklarının Doğu dekoru içinde şekillenmesidir.” (J.N. Erzen, Resimde Doğu Merakı: Oryantalizm)
‘’Hani her yerde duyarız, Mülkiyeliler birbirini tutar, Galatasaraylılar birbirini tutar diye ya, ne demektir bu, hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm: Aslında bu birbirini tutma hikâyesi suç ortaklığı gibi bir şey! Bunlar, basit ve kaba saydıkları halk karşısında, kendilerini seçkin, ayrıcalıklı, Batılı ve Avrupalı buluyorlar; böyle bulunca da, elbet, gurbet eldeki iki yabancı gibi, halk içinde ve karşısında birbirlerine destek oluyorlar. Ama bu arada Düyun-u Umumiye’de çalışıyorlarmış, Osmanlı Bankasının hatırlı memurları oluyorlarmış, bu nedenle de ‘fiilen’ emperyalizme hizmet ediyorlarmış, ne gam? Yaşasın Galatasaraylılık ruhu!’’ (Attila İlhan, Hangi Batı)
Bir Zamanlar Anadolu’da masum ve zararsız olarak görülmemelidir. Doğu’yu anlama ve algılama biçimlerini etkileyerek, gösterdiği hemen her şeyi bozmuş, değiştirmiş, çarpıtmış ve seyirciyi gerçek ile klişe arasındaki farkı ayırt edemez hale sokmuştur. Genel olarak Batılı seyyahların metinlerindeki Doğu betimlemeleriyle ortak özellikler paylaştığı görülen film pis, düzensiz, ilkel, elektriği, suyu olmayan, hayatın tesadüfî yaşandığı, medeniyetten uzak ve mahrumiyetler içinde bir Anadolu anlatmaktadır. Bu anlatımın içerisine sinsi, korkak, ikiyüzlü, dalavereci ahlaksız, açgözlü, sadakatsiz, güvenilmez, yalancı, dalkavuk, cahil, kaderci ve batıl inançlara sahip insanları yerleştirmektedir.
Bu karakterlere kısaca değinirsek, komiser hasta olduğu için öz oğlunu görmek istemez. Evine uğramaz, karısını hayatla mücadelede yalnız bırakmıştır. Savcının yanında kibar olmaya çalışır ama arkasından konuşmaktan çekinmez. Otoritenin önünde esas duruşta beklerken astlarını ezmeyi, küfretmeyi, fikirlerine saygı duymamayı doğal sayar çünkü amirleri de kendisine aynı şekilde davranmaktadır.
Asker ise başına dert açılmadığı müddetçe kenarda bekleyen, gereksiz işlerle uğraşan, film boyunca komiserin gösterdiği mevkilere ışık yansıtmaktan, komiserin bozulan arabasını itmekten, kâtibin üzerine bilgisayar koyduğu tabureyi taşımaktan başka bir rolü olmayan asker kilometreleri tek tek sayar, yedek bisküvi ve benzin almayı unutmaz ama cinayet mahallinin adını koyamaz. Savcının ve doktorun sohbet etmek için muhatap kabul etmediği inisiyatif alamayan, aciz bir karakter olarak işlenen asker niçin polisin soruşturduğu olayın peşine takılmıştır, anlamak güç.
Olay yerindeki en büyük otorite olan savcının önünde bürokrasinin en alt kademesinde yer alan iki şoförün ağız dalaşına girişmesi, kavga etmesi, birbirlerini suçlaması Doğu’da hiyerarşi yoktur, düzen yoktur, işler rastgele yürür, başıbozukluk her yere egemendir tezinin vurgulanmasıdır. Ceset aramaya gitmelerine karşın ceset torbasının unutulması, tek işi kazma-kürek getirmek olan adamların ikisinin de kürek getirmesi, sorumlusunun olmadığı işlerin hep kötü gitmesi, işini düzgün yapmaya çalışan herkesin hevesinin kırıldığı bir bürokratik sistem Doğu’ya özgüdür tezi ısrarla işlenir.
Elma yuvarlanır, poşet uçuşur, bidon yuvarlanır yani Doğu’da kimse kendi kaderine sahip değildir, rüzgârın önündeki çöp gibi savrulur demenin değişi/spanp style=”text-align: justify;”k bir yoludur. Cesedin bulunduğu suç mahalline hemen herkes girer. Delil toplanmaz zaten. Acemilik, amatörlük diz boyudur. Şoför, amele, polis, asker, muhtar hemen her yerde karşımıza çıkan, beceriksiz, yeteneksiz, hatır gönülle işe girmiş insanlar yığını her yerdedir. Muhtar köylünün, savcı polisin, pşe olis askerin, şoför kâtibin, hastabakıcı başhekimin; hemen herkes birbirinin arkasından konuşur, en ufak kusuru bile başkasının üzerine atar.
Doktor kimsenin arkasından konuşmaz, Doktor rasyonel aklın temsilcisi olan Batı’yı temsil eder. Zaten konuşacağı kimse de yoktur. Atandığı bozkırda sıkışıp kalmıştır. Herkes yaşayıp gitmekte, doktor ise her geçen gün ölmektedir. O da eşiyle ayrılmıştır. ‘’Çocuk istemedim’’ sözlerinden sonra savcının ‘’iyi olmuş’’ demesini anlayamaz. Bu temenninin ‘’boşanmış’’ olmasından dolayı söylendiğini zanneder. Koca Anadolu’da acaba bunu doktorun anladığı gibi anlayacak başka bir erkek daha var mıdır, bilemiyorum. Bu sahne ile Doğu-Batı akıllarının uyumsuzluğu simgelenmiş olur. Ölüm sebebini kesinleştirecek yegâne şeyin otopsi olduğu iddiasındaki doktor, kendisinin yaptığı otopside ölüm sebebini gizlemeyi tercih eder. Vücuttaki kan her yerde aynı olmasına karşın doktorun yüzüne ölünün bağırsakları çıkartılırken kan sıçraması Doğu’ya yakınlık gösterdiğinde Doğu seni de kirletir mesajının verilmesinden başka bir şey değildir.
Kadının ‘’ben 4–5 ay sonra, şu tarihte öleceğim’’ demesi ve o gün geldiğinde de ölmesi masaldaki olağanüstü unsurlardan bir tanesidir. Savcının bu olağanüstü, masalsı, saçma şeye inanmış olması ve yıllar boyu olayı anlattığı arkadaşlarının da şüphe duymaması onların da inandığını göstermektedir. Böyle bir şeye ancak Doğu’da inanılır çünkü doktorun da deyişiyle ‘’kimse durduk yere ölmez.’’ Ölü adamın daha sonra görüldüğünün iddia edilmesi ve bunun insanlar arasında gerçekmiş gibi anlatılmaya başlanması masalın diğer olağanüstü motif ve Doğu’nun akıl dışılığına gönderme yapan diğer sahnedir. Ancak bu ‘’olağanüstülük’’ rasyonel, şüpheci ve modern doktor karşısında hemencecik parçalanmaya başlar.
Savcının muhtarın evinde tuvalete gitme sahnesi gariptir. İki adımlık yolda yürüyemez, ayağını sertçe yere birkaç kez vurur, yürüyüşü bozulur ve kapıdan içeri girerken iki büklüm hal alır. Verilmek istenen mesaj açıktır. Anadolu insanının böylesine pis bir yerde tuvaletini yaptığı, güya temizlendiği gösterilir. Ayağını temizlemek istiyormuş gibi yere vurması sanki bir pisliğe basmış olduğu izlenimini vermek içindir.
On binlerce Osmanlı askerinin dikili tarlalardan geçerken bir meyve dahi koparmadığı tarihi bir gerçeklik olarak önümüzde dururken gördüğü her yerde elma, kavun, bazlama götürmeyi tercih eden, şoför maaşıyla iki katlı ev yapan arkadaşını kıskanmaktan gözleri kör olmuş hasis, saygısız Arap karakteri (ismi bile Batılının oryantalist yönüne hitap etmiyor mu?) nasıl bir tip olarak ve Anadolu’yu temsilen sinemada anlatılabilir hale gelindiğini anlayamıyorum. Yüzündeki şark çıbanıyla kendisini Clark Gable’a benzetebilme cüreti gösterebilen cahil savcı sadece kendini komik duruma düşürmüştür
Ezan yok, İslami hiçbir gönderme yok. Kola reklamlarında bile kısmet, hayırlısı, canın sağolsun, hayırdır inşallah, kolay gelsin, helal olsun, içinde hep iyimserlik olan, hep umut, hep mutluluk taşıyan, iyimserlik, fedakârlık, dayanışma gibi kavramlar bu toplumun baskın bir özelliği olarak görülüp bu yönde bir satış tekniği benimsenmişken Bir Zamanlar Anadolu’da filminde Ercan Kesal’ın oynadığı köy muhtarının elektrikler kesilince besleme çekmesi ve Arap karakterinin cesedi kaldırırken ağız alışkanlığıyla bismillah demesi dışında hiçbir İslami göstergenin kendine yer bulamaması ilginç değil midir?
Kırık ahizesi bantla yapıştırılmış üç kuruşluk telefon, kenarındaki derinin yırtık olduğu makam koltuğu, asılı bağlanmış kravat gibi ıvır zıvırlar unutulmamışken İslami göndermelerin ‘’unutulması’’, oryantalist literatürde İslam savunulamayacağına göre –öyle olsa olumlu girdiler yapılırdı diye değerlendiriyorum- gelebilecek tepkilerden korkulduğu için İslam yok sayılmıştır, düşüncesindeyim. Kış Uykusu filminde de Aydın karakterinin topluma önderlik etmesi gereken din adamlarının pisliği, yetersizliği, üçkâğıtçılığı üzerine yazı yazdıktan sonra tepkilerin geldiğini söylediği kız kardeşinin bilmediğin şeylere niye bulaşıyorsun itirazına ‘’ama ben dinin kendisine bir şey demedim ki’’ diyerek korkması bu görüşü güçlendirir mahiyettedir.
Görevini başkalarına yaptıran tembel savcıdaki yoksulluğun, cahilliğin ve gelişmemişliğin göstergesi şark çıbanı, kirli sakallı bürokratlar, pejmürde kıyafetler, kirli, boyasız, kötü aydınlatılmış, koridorlarda bekleyen ve sıra bilmeyen, sürekli bir itiş kakış içerisindeki insan kalabalığı, bakımsız odalar, eski arabalar, morgdaki kırık ayna, katilin ‘’benim çocuğum’’ dediği çocuğun yüzündeki yetersiz beslenmenin göstergesi beyaz lekeler nasıl bir Anadolu anlatmaktadır?
Anadolu’yu anlattığını iddia eden ancak oryantalist birikimin imge dağarcığını zenginleştirici etki yapmaktan ileri gidemeyen ve Ercan Kesal’ın insancıl dokunuşlarının kurtarmaya yetmediği Bir Zamanlar Anadolu’da filmi hakkındaki fikrimi bir Bektaşi fıkrasıyla bitirmek istiyorum:
Dilencinin biri, bir Bektaşi dervişine; “On para ver, sana dua edeyim.” der. Bektaşi onluğu verir ancak “Duanı istemem.” der. Şaşıran dilenci; “Hayır duamı niçin istemiyorsun?” deyince Bektaşi: ‘’Senin duan Allah katında makbul olsaydı, kendine dua ederdin de dilencilikten kurtulurdun.” der.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer sinema incelemelerini okumak için tıklayınız.
Kingdom of Heaven (2005, Ridley Scott)
27 Mayıs 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Ülkemizde eleştiri, olumsuz anlamda kullanılan kavramların başında gelmektedir. Ortada bir eser varsa ve o eser kendini tanıtmak, anlatmak ve insanlara ulaşmak istiyorsa orada eleştiri de olacaktır, olması gereklidir ancak ülkemizde bir eser ortaya koyan insanlar eleştiri sözünü duyar duymaz irkilmekte, eleştiriyi en başından reddetmekte ve nihai olarak da ‘’iyisini biliyorsan gel de sen yap’’ ucuzluğuna başvurmaktadırlar. Eleştirinin esamisinin bile okunmadığı sinema alanında, medyada düzenli olarak sinema ‘’eleştirisi’’ yapan birçok yazarın suya sabuna dokunmayan yazılarının bile benzer akıbetlere uğraması, üzerinde durulması gereken bir tahammülsüzlük durumudur.
İnsanın yeryüzündeki mücadelesinde, insanileşmenin, onurun ve adaletin değil zamanın boşa harcanması, kitlelerin uyuşturulması, kötünün övülmesi, kadınların cinsel nesne olarak kullanılması, seri üretim ürünlerle düşüncenin geriletilmesi ve kitleler arasında yanlış bilincin yayılması başta olmak üzere sömürünün, hırsızlığın ve korkunun yanında yer alan ülkemiz sinemasının faydasından çok zarar verdiğini söylemek mümkündür. Yedi bin civarında filme sahip olan sinemamızda ‘’nitelikli’’ diyebileceğimiz film sayısının yüzde beşi geçmeyeceğini düşünüyorum. Çekilen her yüz filmden doksan beşinin faydadan çok zarar getirdiği bir ‘’endüstrinin’’ kimin yanında durduğunu, kimin sözcülüğünü ve kimin çıkarlarının bekçiliğini yaptığını anlamak için fazla düşünmeye gerek yoktur. Günümüz itibariyle ülkemizde en çok izlenen beş filme baktığımızda aralarında sömürüye, yabancılaşmaya, haksızlığa karşı çıkan, insanın onurlu mücadelesini ele alan hiçbir film olmaması ve bu filmleri sinema salonlarında izleyenlerin ezici çoğunluğunun üniversite öğrencisi veya üniversite eğitimi almış kişilerden oluşması düşündürücü ve üzücü değil midir?
Sinema eleştirmeninin sorumluluğu, yönetmene, oyuncuya, yapımcıya, özel gösterim veya ücretsiz bilet sağlayana, tanıtım maksatlı ürünler temin edene, cömert ikramlar, konaklama ve yeme içme ücretini karşılayana değil halka yani seyirciye olmalıdır. Nitelikli eleştirmenlerin bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olduğu ülkemizdeki sinemanın ve sinema eleştirisinin durumunu anlamak adına yorumsuz olarak aktardığım aşağıdaki satırların okunması yeterli olacaktır, düşüncesindeyim:
‘’Kelebeğin Rüyası filminin basın gösterimi için gösterişli bir AVM sinemasındayız. Gösterim saati 10.00 olarak açıklanmasına rağmen aradan yarım saat geçtiği halde tık yok, herkes sabahın köründe kalkıp gelmiş bekliyor. Filmi izleyecek, dönüp yazısını yazacak… O esnada salon sorumlusu dedikleri yüksek tahsilli olduğu belli genç adam bir açıklama yapıyor “salondaki koltukları siz rahat edin diye yepyeni koltuklarla değiştirdik, o yüzden bekletiyoruz.” Basın gösterimlerinin en görmüş geçirmişi Atilla Dorsay itiraz ediyor, “yalan söylüyorsunuz, hatırlı birileri yetişsin diye bekletiyorsunuz bizi!”
Normalde karşınızdaki Atilla Dorsay gibi mesleğin aksakalıysa ezilir büzülür açıklama yaparsınız ama genç adam birden parlıyor “hadi oradan, ne yalanı, kapa çeneni, zaten hep sen gider yapıyorsun!” Atilla Dorsay’ın gider yapması? Bir an kendime yabancılaşıyorum, sonra salona giriyoruz ve eski pis koltuklarda filmi izlemeye başlıyoruz. Atilla Bey doğrusunu söylemiş, hem yalancı hem de terbiyesiz olan o gençmiş meğer!’’ (Murat Tolga Şen, Atilla Dorsay’a Saldırmak)
Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu isimli filmiyle Cannes’da Altın Palmiye ödülünü almış olması sinemamızın yüzüncü yılında gurur duymamıza neden olmuşsa da başarıyı getiren bireysel çabalar olmuştur. Yılmaz Güney 1982’de Altın Palmiye ödülünü nasıl sadece kendisinin ve ekibinin gayretleriyle almışsa Nuri Bilge Ceylan da benzer şekilde ödüle ulaşmıştır. Türk sineması diyebileceğimiz çizgisi, tutarlılığı, bakış açısı olan bir sinema yoktur ancak olmayan Türk sinemasının nasıl olduğunu anlamakta zorlansam da yönetmenleri, oyuncuları, akademisyenleri vardır ancak eleştirmenleri yoktur. Konuyu fazla uzatmadan ciddi eleştirilerinin medya üzerinden değil de bloglar vasıtasıyla yapıldığını söyleyerek film hakkında devam edebilirim.
1096 yılında başlayan ilk haçlı seferi Kudüs’te bir Latin Krallığı kurulmasıyla sonuçlanmışsa da yaşanan büyük şokun etkisinden kurtularak tek bir komuta altında toplanmaya başlayan İslam ordularının başına geçen Selahaddin Eyyübi’nin, Kudüs’ü ‘’kılıçla alacağına’’ dair ettiği yeminin etkileri Avrupa’nın derinliklerine kadar ulaşmıştır. Kingdom of Heaven’in (2005, Cennetin Krallığı) anlattığı zaman diliminin başlangıcı Kudüs Latin Krallığını desteklemek maksadıyla yeni bir haçlı seferi düzenlenmesi için çağrı yapıldığı 1184’li yıllara denk düşmektedir.
Bir kasabada demircilik yapmakta olan Balian’ın karısı intihar etmiş, canına kıyanların büyük günah işledikleri için cehenneme gideceğini söyleyen Kilise’nin köydeki uygulayıcısı papaz olan abisi tarafından kafası kesilmiş ve bedeninden ayrı gömülmüştür. Bir şövalye, çaresizlik içindeki Balian’ı o günlerde ziyaret eder ve kendisiyle Kudüs’e gelmesini ister. Balian, babası olduğunu öğrendiği Şövalye’nin teklifini reddeder. Bu durum klasik anlatıda gündelik yaşamın bilindik ortamından ayrılarak bir maceraya atılacak cesareti bulamayan kahramanın ‘’çağrıyı’’ reddetmesine uygun düşer. Böyle durumlarda kahramanın önünde iki yol vardır. Ya macera çağrısı kahraman tarafından kabul edilene kadar sürekli olarak tekrarlanacak ve kahraman çağrıyı kabul ederek nihayetinde maceraya atılacaktır ya da kaçırdığı fırsat için bir ömür pişmanlıklar içinde yaşayacaktır. Karısının günahkâr bedeninin cehennemde yanacağını söyleyen kardeşini öldüren ve artık içinde yaşayamayacağı evini ateşe veren ve son çare olarak İsa’nın Mezarı’na ulaşarak karısı ve kendisinin bağışlanması için dua etmek isteyen Balian, babasının teklifini kabul etmekten başka çıkar yol bulamaz ve onlara katılır. Abisinin kışkırtıcı tavırları ve karısının büyük günah işlediğini düşünmesi macera çağrısına yanıtlaması için zorlayıcı etki yapan dış unsurlar olmuştur.
‘’Kahraman, öykünün ana karakteridir; hayatını yolculuğa adar, kendi gündelik dünyasından ayrılır; bilinmeyen, tekinsiz, tehlikeli bir evrene geçer ve öykünün sonunda değişmiş olarak geri döner. Hikâyedeki kişinin gerçek bir kahraman olabilmesi için öncelikle serüvene çağrıya olumlu yanıt vermesi, meydan okumayı kabullenerek arayışa çıkması gerekir. İster aşkı bulmak, ödül elde etmek, hataları düzeltmek gibi kendi kişisel amaçları için harekete geçsin, isterse özgürlük ve adalet getirmek, insanların yaşamlarını kurtarmak, dünyayı tehlikelerden uzaklaştırmak gibi toplumsal yararlar uğruna yola çıksın, kahraman en sonunda başkaları için hayatını feda etmeyi öğrenmelidir.’’ (Ömer Tecimer, Sinema Modern Mitoloji)
Çok sevdiği ve hâlâ kalbinde yaşattığı karısının cehenneme gitmiş olabileceği düşüncesine katlanamayan ve inancını yitirmek üzere olan Balian’ın maceraya atılarak babası tarafından şövalye ilan edilmesi demirci Balian’ın inisiyasyonu ve içsel yolculuğu olarak yorumlanmalıdır. Film boyunca Balian çetin sınavlardan geçerek kendini tanıyacak, aydınlanacak ve Tanrı’nın Krallığı’nın yeryüzünde değil vicdanlarda kurulması gerektiğini anlayarak Kudüs’ten bambaşka bir insan olarak geri dönecektir. Balian’ın ‘’demirci’’ olması boşuna değildir. ‘’Demirci’’ kralın kutsal silahını döven kişi olmakla birlikte savaşçıdır, şamandır, büyücüdür, yol göstericidir ve hem kutsal hem de şeytani güçleri olduğuna inanılır.
‘’Demirci ‘’ateşin efendisi’’dir. Maddeyi bir halden diğerine ateş aracılığıyla geçirir. Üstelik demirci, mucizevî denecek kadar kısa bir sürede maden filizlerinin ‘’büyümesini’’ hızlandırır, onları ‘’olgunlaştırır’’. Demir, daha hızlı yapmanın olduğu kadar, doğada var olandan farklı bir şey yapmanın da bir yolu olarak ortaya çıkar. İnsan, doğayı değiştirme sorumluluğunu üstlenerek zamanın yerini almıştır, eon’ların yeraltının derinliklerinde ‘’olgunlaşmak’’ için ihtiyaç duyduklarını zanaatkâr birkaç haftada verebileceği kanısındadır çünkü yeraltı rahminin yerini fırın almıştır.’’ (M.Eliada, Demirciler ve Simyacılar)
Balian’ın son sınavı içinde bulunduğu geminin batması ve bu felaketten sağ olarak kurtulmasıdır. Böylece demirci Balian’ın ölümü ve şövalye Balian’ın doğumu simgelenerek kutsal topraklara sıradan bir günahkâr olarak ayak basması önlenmiş olur. ‘’Sudan doğuş’’ hem vaftizi hem de ikinci doğumu ifade ettiğinden ‘’Tanrı’nın Krallığı’’ yolundaki Balian, Hıristiyan öğretiye uygun olarak yeniden biçimlendirilmiş oluyor.
‘’İsa ona şu karşılığı verdi. ‘’Sana doğrusunu söyleyeceğim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı’nın Krallığı’na giremez. Nikodim, ‘’Yaşlanmış olan bir adam nasıl doğabilir? Annesinin rahmine ikinci kez girip doğabilir mi? diye sordu. İsa ona şöyle cevap verdi. “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh’tan doğmadıkça Tanrı’nın Krallığı’na giremez.” (Yuhanna, 3:3-5)
Günahkârların, zina yapanların, cinsel sapıkların, eşcinsellerin, hırsızların, ayyaşların ve ahlaki çöküntü içinde olanlarınTanrı’nın Krallığı’na mirasçı olamayacakları ancak ‘’aklananlar’’ ve Tanrı’ya yaraşır bir yaşam sürenlerin bunu başarabileceğine olan inanç kitlelerin ‘’bağışlanmak’’ için akın akın Kudüs’e gitmek istemelerine yol açmıştır. Bunlardan biri olan Balian’ın da Kudüs yolculuğuna çıkmasının ardında yatan en önemli etken karısı için şefaat ve bağışlanma umudu değil midir?
Batı’da Hıristiyanlığın resmi olarak kabul edilmesinden ve özellikle kral Charlemagne ile halife Harun Reşid arasında ilişki kurulmasından itibaren bağışlanmak için İsa’nın Mezarı’nı ziyaret etmek isteyenler için hacı kervanları düzenlenmeye başlanmıştır. Hayli kalabalık olan bu kafileler bin bir türlü zorlukla yol alır, hastalıklar, baskınlar, doğal afetler ve kavgalar üzerlerinden eksik olmaz ve daha Kudüs’e varmadan darmadağın olurlardı. Yalnızca küçük bir azınlık bu çetin yolculuğu başararak amacına ulaşabildiğinden, İsa’nın Mezarı’nı ziyaret etmek isteyen ama yaşanan zorluklar nedeniyle bunu yerine getiremeyenler, hac yolunun güvenliğinin sağlanması konusunda Kilise’yi sorumlu tutmaya ve baskı yapmaya başlamışlardı.
Kendi egemenliğinde bulunmayan yolun güvenliğini sağlayamayan Kilise baskılar karşısında İsa’nın Mezarı’nın yalnızca ağır bir günah veya suç işleyenlerin ziyaret etmesi gerektiğini ilan etmekten ve daha hafif günahlar için ‘’yerel’’ hac mekânları tavsiye etmekten başka çıkar yol bulamadı. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor, bir yandan kervanlar devam ederken diğer yandan günahkâr ve suçluların ülke dışına çıkması sağlanmış oluyordu ki, bu yolculuktan geri dönenlerin ne kadar az olduğu bilinen tarihi bir gerçekliktir.
Ne kadar çile çekilirse, o kadar çok günahın affedileceği düşünüldüğü için hac yolunda yaşanan zorluklar coşkuyu artırıyor, gerçek inananlarla suçlu güruhu aynı kafilede birleşip büyük bir kütle meydana getiriyorlardı. Çoğunlukla Avrupa dışına sürülmek istenen binlerce azılı suçludan oluşan ve cehennem ateşinden kurtulabilecekleri umuduyla hareket eden birer eşkıya çetesinden başka bir şey olmayan bu aşağılık ve sefil güruh, geçtiği ülkelerin huzur ve düzeni için büyük bir tehlike oluşturuyordu.
Türklerin Anadolu’ya ve dolayısıyla hac yolunun geçtiği yerlere egemen olmasıyla bu kervanlara gösterilen müsamaha sona erdi. Kargaşa çıkaranlar, suç işleyenler ve halkın huzurunu bozanlar cezalandırılmaya, İsa’nın Mezarı’nı ziyaret edip işi bitenlerin Kudüs’te kalmasını engelleyici tedbirler alınmaya başlandı. Türklerin uygulamaları hacıların işine gelmemeye başlayınca, Türklerden kötü muamele gördüğünü söyleyen ve uğurda Roma’ya kadar giderek Papa’nın ayaklarına kapanan keşiş Pierre isimli birisinin önderliğinde İsa’nın Mezarı’nın günahkârlardan temizlenmesi gerektiği dile getirilmeye başlanmıştı.
Keşiş Pierre’in konuşması geniş kitleler üzerinde müthiş bir etki yaratıyor, insanlar onun kutsal bir görev için seçildiğine inanıyorlardı. Onu kabul eden ve tanrı tarafından verilen bu kutsal görevin gerçekleştirilebilmesi için istediği yerde dolaşarak halka gerekli telkinlerde bulunmasına izin veren Papa, kalabalık büyüdükçe bundan menfaat sağlayabilmek hevesindeydi. Bizans İmparatoru’na yardım göndererek Doğu ve Batı Kiliselerini kendi egemenliğinde yeniden bir araya getirmek isteyen Papa aristokratlarla işbirliği yaparak huzuru bozan suçlu güruhu savaşa sokmak suretiyle hem onların kökünü kazımayı ve düşman ordusuna büyük zarar verdirmeyi hesaplıyor hem de İsa’nın Mezarı düşman elinden kurtulursa siyasi ve dini kudretini artıracağına inanıyordu.
‘’Bir kâfiri öldürmeyi cinayet değil, cennete giden yolun açılması’’ olarak ilan eden Papa İkinci Urbanus’ın haçlı seferi çağrısına Avrupa’daki bir tek hükümdarın bile katılmaması ve düzenli birliklere komuta edenlerin büyük bir çoğunluğunun dini bir görevi yerine getirmekten çok egemenlik kurabilecekleri topraklar bulup ele geçirmek için yola çıkan açgözlülerden oluştuğu bilinen bir gerçektir. Böylece ülkesinde bir evi bile olmayan bu insanlar, kutsal topraklarda bir şehrin sahibi olabilecek ve içine doğdukları sefaletten kurtularak hep olmak istedikleri gibi olacaktır.
‘’Kitlesel bir deliliğe yakalanmış halkın o sıralarda gösterdiği coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildir. Bunların zekâca en geri kalanları ancak bu suretle Cennet’e gideceklerine inanırken, bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolayca zengin olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal efendilerinin gaddarlığından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler. Haksızlığa uğramış, toplumdan dışlanmış, bir zamanlar sahip oldukları zenginlikleri yitirmiş ve de zarara uğramış büyük kitle, Hıristiyanlığın iyiliği uğruna giriştikleri böylesine kutsal bir amaç nedeniyle tüm umut ve beklentilerinin gerçekleşmesini tamamen doğal bir hak olarak görüyor; bu durum da, tanrısal görevlerine duydukları sadakati bir kat daha artırıyordu.’’ (H.A.Nomiku, Haçlı Seferleri)
Avrupa’nın, dünyanın her yanına yayılarak karşısına çıkan her şeyi büyük bir açgözlülükle ele geçirme, ele geçiremediğini de yok etme düşüncesinin altında yatan en büyük etken kaybedecek hiçbir şeylerinin olmamasıdır. Kendi ülkelerinde bir avuç feodalin ve din adamının boyunduruğunda ‘’yaşayan’’ büyük çoğunluk, Doğu’da, Amerika kıtasında, Afrika’da ve Asya’da gördükleri düzen, saygı ve zenginlik karşısında kapıldıkları aşağılık duygusundan ancak karşılarına çıkan her şeyi yok etmekle kurtulabilmişlerdir. Meksika’nın fethi sırasında Cortes’in yardımcısı Castillo ‘’buradaki zenginlikler için geldik’’ derken Katolik din adamı Motolinia yerli halkın ‘’sinekler gibi’’ ölmesinin Hıristiyanlığın üstünlüğü olduğu iddiası karşısında ‘’Böylesine bir felaketin nedeni sorulacak olursa, bunun açgözlülük olduğunu, kasaya birkaç altın külçesi daha atma hırsı olduğunu söylerim’’ demekten kendini alamamıştır. Bu konudaki literatür hayli zengindir ve merak edenler Marc Ferro’nun Sömürgecilik Tarihi, Alaeddin Şenel’in Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Cemal Bali Akal’ın Modern Düşüncenin Doğuşu ve Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli kitaplarına göz atabilirler. 1880 yılında senatör Henry Dawes, Çeroki kabilesi hakkında şöyle diyebiliyordu:
‘’Bu milletin içinde kendi evi olmayan kişi yoktu. Bütün kabile, bir tek dolara bile sahip değil; ama yine de aralarında hiç yoksul bulunmuyordu. Kabile, kendi okul ve hastanelerini kendisi inşa ediyordu. Ama sistemin kusuru da gözler önündeydi. Varabilecekleri yere kadar ulaşmışlardı; çünkü üzerinde yaşadıkları topraklar hepsinin ortak malıydı. Kendi evini komşununkinden daha iyi ve güzel yapamıyorsan, ortada girişim ve atılım yok demektir. Böyle bir yaşam düzeninde uygarlığın temel dürtüsü olan bencillik ögesini bulamazsınız.’’
Uygarlığın temel dürtüsünü bencilliğe ve tüketime indirgeyen ‘’tek dişi kalmış’’ ve Engelhardt’ın deyimiyle ‘’Hıristiyan toplumların kurduğu’’ uygarlık hakkında Doğulu bir sesin ne dediğine kulak verelim:
‘’Her yıl altı milyon çocuk kötü beslenme nedeniyle henüz beş yaşına basamadan can veriyor. Hırsızlık, gasp, soygun, ırza geçme, daha birçok suç türü ve ahlaksızlık aldı başını gidiyor. Uyuşturucu tüccarları ilköğretim çağını yaşayan çocuklar arasından kendine körpe müşteriler arayışına girişti. Peki, medeniyetler ne yapıyor? Medeniyetler askeri harcamalar için her saat başı yüz milyon doları tanka, topa, tüfeğe ve mermiye harcıyor. Eğer medeniyet dedikleri buysa ben medeni olmaktan çoktan vazgeçtim. Olmaz olsun böyle medeniyet. Medeniyet intihar ediyor. Gümbür gümbür yıkılıyor medeniyet. (Hahambaşı İshak Haleva)
Böylece 1096 yılının ilkbaharından itibaren Avrupa’nın dört bir yanından çeşitli hevesler peşindeki bir milyon üç yüz bin kişilik kalabalık bir araya gelmiş oldu. Yağma, baskın ve taşkınlıklarla vahşice hareket eden, geçtikleri yerleri birbirine katan, ortalığı kan gölüne çeviren, hırsızlık, ırz düşmanlığı, cinayetlerden usanmayan bu şuursuz kalabalık İznik önüne gelince şehri kuşatarak ellerine geçirdikleri herkesi öldürdüler. Aylar süren kuşatmayla şehri ele geçiremeyince kuduz köpek misali esirlerin kafalarını ve kollarını kesmeye, karınlarını deşmeye, çocukları parçalamaya ve onlara işkence etmeye başlayınca dehşete kapılan İznik halkı ölümden kurtulmak için Bizans İmparatoru’na teslim olmaktan başka çare bulamamıştır. İznik’in ve İstanbul’un Latinlerce işgal edilmesi ve yapılan zulüm Latin ‘’şapkasına’’ olan nefreti geri dönülemeyecek şekilde artırmıştı.
‘’Sonra, her zaman görülmeyecek sıra dışı bir şey oldu; bizim şövalye silahtarlarımız ve fakir insanlarımız, ölü Sarakenlerin (Müslüman) karınlarını deşmeye başladılar. Amaçları sağ iken boğazlarından midelerine inmiş olan Bizans sikkelerini onların bağırsaklarından çıkarmaktı.’’ (Chartres’li Fulcher, I.Haçlı Seferi ve Kudüs Kuşatması)
Ayak bastıkları hemen her yerde eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma neden olan haçlı sürüsü bir süre sonra, her şeyi yakıp yıktıkları için kendileri de yiyecek bir şey bulamadığından açlığa mahkûm olmuştur. Hatta Keşiş Pierre firar etmek istemiş ancak yakalanarak meydan dayağına çekilmiştir. Firar edenlerin sayısının baş edilmeyecek kadar artması üzerine ‘’hain ve kaçakların parçalara ayrılıp açlıktan kırılan askerler için hazırlanan yemeğe et olarak katılacağı’’ şeklindeki akıl dışı emir bile çözülmeyi durdurmaya yetmemiştir. Karşılarına çıkan tüm çocukları kılıçtan geçiren, parçalara ayıran ve ateşte pişiren katil sürüsü için İranlı Sadi ‘’onları insan olarak tanımlamak dahi uygun olmaz’’ demiştir.
‘’İlk Haçlı seferi sırasında Tafur denilen yoksul düşmüş kimi Flemenkler, öldürdükleri Türkleri yiyorlardı. ‘’Askerlerimiz’’ diyordu Frenk tarihçi Raoul de Caen ‘’yetişkin puta taparları kazanlarda kaynatıyor, çocukları şişe geçiriyor ve kızartarak yiyorlardı.’’ (Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri)
Kudüs’e ayak basar basmaz İsa’nın Mezarı’na çıkan, gün ağarana kadar dua eden, af dileyen ve ‘’Tanrım, benden istediğin nedir’’ diye soran Balian, Tanrı’nın kendisiyle konuşmadığını düşünerek, inancını tamamen kaybetmiş olduğu sanısına kapılır. Karşılaştığı bir şövalye ona ‘’Tanrı’nın gerçek krallığının akıl ve kalpte yani vicdanlarda olduğunu’’ söylemesiyle umutlansa da karısının bağışlanıp bağışlanmadığından emin olamaz.
Kıraç ve verimsiz toprakların efendisi olarak babasının evine yerleşen Balian, verimsizliğin kaynağının ‘’susuzluk’’ olduğunu görür ve kuyu kazılması için emir verir hatta çalışmalara bizzat katılır ancak feodalin uyruğu ile birlikte çalışması ve kraliçenin perde arkasından hayranlıkla izlemesi dönemin gerçekleriyle bağdaşmaz. Balian soylu olarak yetiştirilmediğinden tebaası ile birlikte çalışıyor olması doğal görülebilirse de kraliçenin beğenmesi ve hayranlık duyması bir yana ayıplaması gerekirdi, diye düşünüyorum. Aynı zihniyet Haçlı seferlerinden yüzlerce yıl sonra Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında harekete geçecek, eski Yunan’dan miras aldığı sömürü, kölelik ve tüketim zihniyetini günümüzün hâkim anlayışı haline getirecektir. Kısa bir süre sonra yerin birkaç metre altında suya ulaşılır ve böylece ‘’sudan doğan’’ Balian sınavlarından birini daha başarıyla yerine getirmiş olur. Bu ‘’sınavı’’ açıklayabilmek için ‘’Tanrı’nın Krallığı’’ kavramının ne anlama geldiğine bakmak gerekecektir.
Yahudi düşüncesine göre Yahve, dünyanın sonuna doğru yeryüzüne müdahalede bulunarak alışılmış her şeyi değiştirecek, seçkin kullarını zulümden kurtaracak ve onları esareti altında inledikleri toplumların başına geçirmek suretiyle yeni bir düzen inşa edecektir. Eski Ahit’e göre tarihin en üst, en mükemmel ve en son noktası olarak kabul edilen ‘’Tanrının Krallığı’’ tarihin yegâne gayesidir ancak Yahve’nin bu müdahalesi Yahudilerin sözünde durması şartına bağlıdır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bazı Amerikalı yazarların ‘’tarihin sonu’’ iddialarını ortaya atan ‘’yazılar’’ kaleme alması Eski Ahit’teki bu kavrama dayanmaktadır.
Tanrı, sevgili kullarını tam bir eşitliğin, tam bir adaletin ve tam bir mutluluğun yaşanacağı yer olan kendi krallığında toplayacak ve onlara kaybettikleri her şeyi geri verecektir. Vaad edilmiş topraklara dönülecek, mabet yeniden inşa edilecek ve ölen İsrailoğulları dirilecektir. Tanrı, krallığını gerçekleştirdiğinde çöl ve kurak yerler yeşerecek, bozkırlar sevinecek, her taraf çiçeklerle kaplanacak, körlerin gözleri, sağırların kulakları açılacak, topallar geyikler gibi koşacak, dilsizler konuşacak, çölde sular fışkıracak, kızgın kumlar havuza dönüşecek, susuz topraklar su kaynağı olacaktır. Kurtla kuzu bir arada duracak, kaplan oğlakla yatacak, buzağı aslanla bir arada olacak ve bunların hepsini bir çocuk güdecektir. Emzikteki çocuk yılan deliğinin üstünde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğu üstüne koyacaktır. İnsanlar kılıçlarını saban demirlerine, mızraklarını ise bağ bıçaklarına dönüştürecekler ve Yahve’nin milleti artık kendinden olana kılıç kaldırmayacak, savaşlara karşı çıkılacaktır.
‘’İşte dininiz, katranlaşmış çalıya bir kıvılcım, işte Musa’nız’’ diyerek Yahudiliği reddeden bir bakışaçısına sahip Balian’ın kuyudan su çıkarması sahnesi Yahudi öğretisine göre kurulması beklenen Tanrı’nın Krallığı ‘’mitosu’’ yerine İsa’nın öğretisinin ikame edildiğini göstermesi bakımından anlam kazanmaktadır. Balian’ın gelişiyle susuz topraklar sulanır, kıraç tarlalar yeşerir ve Tanrı’nın Krallığının kurulacak olduğu izlenimi verilirken ilerleyen sahnelerde Hıristiyan din adamları tarafından dile getirilen Eski Ahit’te bahsedilen Tanrı’nın Krallığı deyiminin mecazi olduğu ve gerçek bir krallık ifade etmediği görüşü ağırlık kazanacaktır. Eski Ahit’te Tanrı’nın Krallığı dünyanın sonunda gerçekleşecek bir olayken, İsa’ya göre içinde bulunulan anda yaşanan bir gerçekliktir ve her şey insanın içinde başlamakta, orada bitmektedir. Kirlenmemiş bir kalbe, saf ve temiz duygulara sahip olmak Tanrı’nın Krallığı’na girmek için gerekli temel şeylerdir. Kilise babalarından Clement, ‘’Tanrı’nın Krallığı’’nı manevi ve ahlaki bir şey olarak görmekte, Origen ‘’Tanrı’nın Krallığı içinizdedir’’ diyerek kavramın her ruhun bireysel kurtuluşu olarak anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir. Buda’dan Zerdüşt’e Konfüçyüs’ten İsa’ya ve Hz.Muhammed’e kadar pek çok din ve öğreti ‘’içsel yolculuğun, kendini tanımanın, temizliğin ve ahlakın’’ önemli olduğunu vurgulamış ve insanın kendine yabancılaşmasının önüne geçmeye çalışmışlardır. Oysa yardımlaşmadan çok tüketmeyi esas alan kapitalizm yabancılaşma sürdüğü müddetçe varlığını sürdürebileceğinden insanları birbirine bağlayan her şeyi parçalamayı varoluşunun temel şartı olarak görmekte ve bunu sürdürebilmek için elinden geleni ardına koymamaktadır.
‘’Tanrı’nın Krallığı, göze görünür bir şekilde gelmez. İnsanlar da ‘’işte burada’’ ya da ‘’’işte şurada’’ demeyecekler. Çünkü Tanrı’nın Krallığı, içinizdedir.’’ (Luka 17.20-21)
Her an ölümü beklenen cüzam hastası Kudüs Kralının oğlu olmadığından yerine kız kardeşinin oğlunun geçmesi beklenmektedir. Kralın ölümüyle Latin Krallığı, çocuk yaştaki yeğenine geçse de, çocuğun da cüzamlı olduğu anlaşılır. ‘’Hiçbir krallık cehennemi yaşayacak oğluma değmez’’ diyen kraliçenin hiçbir şeyden haberi olmadan dünyanın en güvenli yeri olarak bildiği anne göğsünde oyun oynadığı bir sırada zehirleyerek oğlunu öldürmesi filmdeki en dramatik sahnedir. Annesinin kulağına zehir dökerek oğlunu öldürmesi, öz kardeşi tarafından zehirlenerek öldürülen Hamlet’in kral babasını akla getirse de orada dünyevi bir hırs varken burada dünyevi hırslardan kaçış olduğu unutulmamalıdır. Bu sahne ile Yahudi düşüncesinde yeryüzünde kurulması beklenen ‘’Tanrının Krallığı’’ fikrine başka bir darbe vurulur.
Cüzamlı kral, ölmeden önce Balian’ı yanına çağırmış ve kız kardeşiyle evlenmesini istemiştir. Böylece Latin Krallığı emin ellerde olacak, savaş yanlısı olanlar öldürülecektir. Bu teklif aslında sınavlardan birisidir ve Tanrı’nın Krallığı’nın önce ‘’vicdanlarda’’ kurulması gerektiği düşüncesindeki Balian bu ‘’ayartmayı’’ reddederek sınavı başarıyla geçer. Büyük çoğunluk Balian’ın kralın teklifini kabul etmesi gerektiğini düşünse de burada Hıristiyanlığa ve İsa peygambere açık bir öykünme olduğu göze çarpmaktadır. Bu hikâye İncil’de şöyle anlatılır:
‘’İsa kırk gün kırk gece oruç tutar ve İblis onu ‘’ayartmaya’’ çalışır: Önce mucizeler gerçekleştirmesini ister sonra ona mutlak iktidar vaat eder: ‘’Bütün buraların yönetimini ve zenginliğini sana vereceğim’’. Başka bir deyişle, İblis ona, kendisine tapması koşuluyla Roma İmparatorluğu’nu yok etme gücünü sunmaktadır’’ (Matta 4:1-9)
Çocuk ölünce kraliçe, kocası Gui’yi kral ilan eder. Gui krallık tacını giyer giymez savaşı başlatacak adımları atmaya başlar. Köyler basılır, evler yakılır, insanlar öldürülür hatta öldürülenler arasında Selahaddin’in kız kardeşi de bulunmaktadır. Selahaddin Gui’ye elçi göndererek ‘’kız kardeşinin ölümünden sorumlu olanların ve Kudüs’ün kendisine teslim edilmesini’’ ister. Asıl amacı savaşmak olan Gui savaşı kaçınılmaz hale getirecek son adımı atar ve elçiyi öldürerek orduya savaş emri verir.
Selahaddin üzerine yürüyen ve bir tapınakçı olan Gui, Balian’ı da unutmamıştır. Balian’ı öldürmek için gönderdiği tapınak şövalyelerinin ölürken çıkardıkları seslerin ‘’domuz’’ sesi olması dikkat çekicidir. Balian Kudüs’e ayak bastığında şehrin meydanında asılarak öldürülenlerin de tapınak şövalyeleri olması filmin tapınakçılara olumsuz bakışını göstermektedir. Yeri gelmişken Amerikan düşüncesinin kendi topraklarında ortaya çıkmamışsa hiçbir ideoloji ve görüşe değer vermeyen bir yapıya sahip olduğunu, sağcı Amerikan politikalarının sözcülüğünü yapan Scott biraderlerin de aynı doğrultuda hareket ettiklerini düşündüğümü söylemeliyim.
Selahaddin, ‘’savaşın sonuçlarına Allah karar verir ancak silah gücü, hazırlık, asker sayısı, hastalıklar ve su durumu bu kararda etkilidir’’ diyerek adamlarına tedbiri elden bırakmayacağını göstererek bir ders vermiştir. Ancak Selahaddin’in adamlarından birinin daha önceki savaşları kaybetmiş olmalarını ‘’günahkâr olmalarına’’ bağlamasının İslam düşünce sistemi ile bağdaşmadığını söylemeliyim. Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan Müslüman, günahkâr olduğu için başına şeytan tarafından sarılmış bir bela olduğuna inanamaz. Bu durum açık bir şirk’tir. Böyle bir bakış açısı taşımayan İslam’da şeytan başına buyruk hareket eden bir varlık değildir. Şeytan, birçok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin kaynağı kabul edilen varlık olarak tanımlanırken, İslam düşüncesinde Allah ile rekabet edebilecek güçlere sahip bir varlık değil insandan ve insani değerlerden ‘’uzaklaştıran, uzak olan’’ anlamlarına gelmektedir. Kapitalizm ile birlikte kendinden, türünden, üzerinde yaşadığı dünyadan, yeryüzündeki canlılardan, doğadan hemen hemen her şeyden gittikçe uzaklaşan insanoğlu suçu şeytana atmakla kurtulabileceğini zannetmektedir. Her ne kadar İslam’da olmasa da, tüm yanlışlığına karşın Müslümanlar arasında şeytana varlık ve güç atfeden bir zihniyetin var olduğunu kabul etmek gerekir.
Böylece iki ordu Hittin bölgesi yakınlarında karşılaşırlar ve tarih 5 Temmuz 1187’yi gösterirken Latinler büyük bir bozguna uğrarlar. Kral Gui dâhil pek çok şövalye esir düşer. Bu büyük zaferin ardından Kudüs üzerine yürüyen ancak hiç beklemediği bir savunma ile karşılaşan Selahaddin, Balian yüz yüze görüştüğünde sonsuza dek sürse de Kudüs’ü almak için mücadele edeceğini, Balian da en son adamı ölene kadar şehri savunacağını söylese de ikisi de artık Kudüs’teki Latin Krallığı’nın sonunun geldiğini sezmektedirler.
Şehri teslim etmekten çok Selahaddin’in, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra geçmişin intikamını alacağından korkan Balian bu düşüncesinde haklıdır çünkü Anadolu’yu yakıp yıktıktan sonra Kudüs’e ulaşan ve 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeyi başaran haçlılar tarihte eşine az rastlanır bir katliama sebebiyet vermiştir. Bu konuda Kudüs’ün alınmasında olaylara tanıklık etmiş olan Piskopos Raymond d’Agiles şöyle demektedir:
‘’Şehrin sokakları kesilmiş kol ve bacaklarla dolmuştu; yollarda öylesine ceset bolluğu vardı ki, insanın oralardan geçmesi mümkün olmuyordu. Bizimkiler Süleyman’ın Mabedi’nde öyle kan akıtmışlardı ki, cesetler kızıl bir ummanda yüzüyor, akıntının etkisi ile bir bu yana bir şu yana sürüklenip gidiyorlardı. Sağda solda yüzen bacaklarla kafalar bazen başka bir cesede yapışıyordu. İğrenç bir karmaşa her yere hâkim olmuştu. Gerçekleştirilen bu vahşete rağmen Haçlıların gözünde ilk günün olayları ‘’yetersiz’’ olarak değerlendirilmiş ve bir heyet toplanarakKatolik olmayan tüm halkın kılıçtan geçirilmesi kararı alınmıştır. Hemen uygulanmaya başlanan bu kararın yerine getirilmesi tam sekiz gün sürmüş, altmış binden fazla insan öldürülmüş, erkek, kadın, çocuk, hasta, ihtiyar hiç kimse bu vahşetten kurtulamamıştır.’’
Hiçbir Hıristiyan’ın rahatsız edilmemesini emreden, katliam ve yağma yapılmasını yasaklayan Selahaddin yalnızca Kahire’deki kız kardeşine haber göndererek şehrin yıkanıp arınması için elli deve yükü gülsuyu istemiştir. Haysiyetten yoksun derebeylerine gurur ve asaletin ne olduğunu gösteren, kahramanca kazandığı zaferini kanla, vahşetle sulamayan, ardında kişisel hiçbir mal varlığı bırakmayan Selahaddin’in kefen parası dâhil cenaze için tüm gerekenler borç para ile alınarak yerine getirilebilmiştir.
Özellikle 11 Eylül’ün ardından hemen her yerde ‘’terör’’ kelimesiyle özdeşleştirilmeye çalışılan İslam’a tipik Hollywood yaklaşımlarına göre nesnel yaklaşma isteğinin görüldüğü filmde bazı yanlışlıkların göze çarptığını söylemeliyim. Örneğin Selahaddin’in Fatiha suresini yanlış ve eksik okuduğu gözlerden kaçmayacak kadar belirgin ve Müslümanlar ne namaz kılmayı, ne saf tutmayı ne de dua etmeyi biliyorlar. Bunların en küçük ayrıntılara dikkat eden yönetmen ve ekibinin kötü niyetli olmaktan çok İslami ritüelleri önemsemedikleri için böyle olduğunu, saygı duyulmadan ve önemsemeden yapılan işlerin ‘’başkalarının’’ isteği doğrultusunda gerçekleştirildiğini de unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Ancak ‘’bir kral bir kralı öldürmez’’ diyen Selahaddin’in, vahim bir yanlışa düşerek esir aldığı kralı yarı çıplak vaziyette, bir eşeğe ters bindirerek ordusunun önünde dolaştırması iyi niyetli olarak okunması hayli güç bir sahnedir. Burada tapınakçıları aşağılama gayreti görülüyor olsa da Balian ile konuşurken ‘’…kralınız, nasıl bir kralsa artık…’’ diyerek dalga geçmesi mümkün olabilir mi? Bu denli soylu davranışlar sergileyen ve ben ‘’dinin barışıyım’’ diyen Selahaddin’in böylesine ucuz numaralara başvuruyor gösterilmesi filmin değerini azaltmıştır. Ayrıca Kudüs’ü kuşatmasına karşın ciddi bir saldırı planının olmadığının ima edilmesi, Balian’ın ‘’soylu direnişinin’’ öne çıkarılması için Selahaddin’in ‘’harcanması’’ gerektiği içindir. Aralarında benzerliğin şaşırtıcı olduğu bir metni aşağıya alıntılıyorum:
‘’Alparslan, ölüme meydan okuyarak savaşın ilk hattına kendisini atmaktan çekinmeyen cesur bir savaşçı olmasının yanı sıra karakter asaleti ve Allah korkusu ile savaş kahramanlığını kişiliğinde birleştiren homerik kahramanlar cinsinden güçlü serhat cengâveri ve ahlak dolu kraldı da. Her ne kadar Müslüman idi ise de, genel ahlak açısından, Konstantinopolis’teki her zaman pek çok Hıristiyan hükümdardan üstündü. Zira beklenen ahlak üstünlüklerini taşımayan bir kimsenin Hıristiyan olması ne ifade eder ki? Ve işte şimdi, olaylardan, hayatında İslam ahlakını gerçek anlamda ciddiyetle uygulayan bir Müslüman’ın, Hıristiyan ahlak kaidelerine saygı duymayan bir Hıristiyan’dan çok daha yüksek bir ahlak seviyesinde bulunabileceği kanıtlanmış bulunuyor.’’ (Pavlos Karolidis, Romanos Diogenis)
Hemen her karesinde Balian’ın vicdanlara seslenen bir adam olduğu hatta Kudüs’ü bile bu sebeple Selahaddin’e teslim ettiği vurgulanır. Filmin bakış açısına göre Balian zaten Hıristiyan oluşundan dolayı ‘’doğuştan’’ yüksek ahlaka sahip olduğundan karşısındaki kaybetmeye mahkûmdur. Hiçbir derinliği olmasa da Balian’ın karşısına karikatürize bir tip yerine (örneğin 300 Spartalı filminde olduğu gibi) ayakları yere basan bir karakter çıkartılmış olması olumlu olarak görülmelidir. Vicdanlı olmadıktan sonra ne ‘’Tanrının Krallığı’’, ne kutsal topraklar ne de ibadet etmenin bir anlamı olmayacağı vurgusu yapılan filmde Balian Selahaddin’e Kudüs’ün önemini sorduğundan aldığı yanıt ‘’Hiçbir şey ya da her şey’’ olur.
‘’Avrupalılar kişi ve de millet olarak, kendilerini Haçlıların ahfadı olarak görürken ‘’dedelerinin imansız Araplar ile savaşmış olmaları’’ nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri gibi, tüm insanlığın ve Tanrı’nın kendilerine sonsuza kadar minnet duymaları gerektiğine inanmaktadırlar. Oysa tüm tarih gelişimi içinde kendilerini insan olarak kabul eden kimseler için Haçlı Seferleri’nden daha aşağılık, daha barbar ve daha sefil bir devir yaşanmamıştır.’’ (H.A.Nomiku, Haçlı Seferleri)
Ümit Burnu’nun keşfiyle Türklerin egemenliğindeki ticaret yollarına rakip olacak şekilde Afrika içinden Hindistan’a bir güzergâh arayan Batılı güçleri engellemek maksadıyla o güne dek atalarının yaptığının aksine Doğu’ya sefer düzenlemeye karar veren Yavuz Sultan Selim altı ay içinde iki yüz parça gemi inşa edilerek donanmanın güçlendirilmesini emreder. Gizliliği sağlamak için gemilerin yapılacağı yer olan Haliç Tersanesi, kimse böyle bir şeyi tahmin edemeyeceği düşüncesiyle, mezarlıkların olduğu yöne doğru büyütülür ve çıkan kemikler kimselere duyurulmadan Doymazdere’ye gömülür. Batılı güçlerin sefer hazırlığından haberdar olması halinde aralarında birleşebileceği olasılığı Padişah’ı bu tedbirleri almaya zorlamıştır. Dönemin en güçlü ve kudretli devletinde yaşayan Müslümanları gizlilik uğruna mezarlarını bozacak ve Doğulu Hıristiyanları egemenleri olarak şapkalı Latinleri görmektense sarıklı Müslümanları tercih edecek kadar kendilerine yabancılaştıran olgunun haçlı seferlerinin yol açtığı travma olduğunu söylemeliyim.
‘’Eğer böylesine menfur, soysuz ve iblislerin kölesi olmuş bir kavim (Türkleri kastediyor) Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’nın güvenine mazhar olmuş ve İsa’nın yoluna baş koymuş bizlerin hakkından gelirse, bu bizim için ne büyük bir utanç olur biliyor musunuz?’’ (Chartres’li Fulcher, I.Haçlı Seferi ve Kudüs Kuşatması)
Keşiflerle ve sömürüyle sağlanan zenginlik Avrupa’da Hıristiyanlığın zaferi olarak görüldüğünden, Haçlı Seferleri başarısızlığa uğramışsa da eskatolojik umutları yok etmemiştir ve etmeyecektir de. Tommaso Campanella De Monarchia Hispanica (1600) isimli eserinde, Türkler üzerine yeni bir Haçlı Seferini finanse etmesi için İspanya kralına yalvardığı, 11 Eylül 2024 tarihi ile birlikte haçlı seferine çıkıldığı en yetkili ağızlardan ifade edildiği, bazı askeri birliklerinin atış talimi için kullandıkları hedef tahtalarına cami resimleri koyduğu, Batı’nın, Doğu, Türk ve İslam düşmanı eylem, söz ve tasarılarının toplumdan, insanlardan, kitlelerden elbirliği ile gizlenerek alçakça bir boyun eğiş ve kabulleniş hatta sorgulamaksızın destekleme çabaları içine girilmesi ‘’milli’’ yönü pek şüpheli burjuvazinin ve onun hizmetindeki ‘’aydın’’ tabakanın onursuzluğu ile açıklanabilir. Burjuvazi ne demektir sorusuna bakın Kemal Tahir nasıl cevap veriyor:
‘’…burjuva, ‘zengin’ demek değildir. Burjuva, ‘üretim’ çılgınlığına kapılmış, üretmek-satmak, üretmet-satmak için, ahlak, namus, din, aile, millet, insanlık gibi sosyal varlıkların topunu birden gözden çıkarmış bir rezillik toplamıdır. . Bunu yetiştirmek kolay değil! . . Yetiştirilemez bu meret! . . Onu, şartlar hazırlar! . . O şartların dışında hiçbir yerde, insandan sabun yapan canavar yetiştirilemez! Eğer burjuva, zaten böyle canavar olmamış olsaydı, Marx, emekçi çoğunluğunu, bu üretim çılgını azınlığın elinden kurtarmak için, ‘Sınıf olarak Burjuva sınıfı ile kafa kafaya gelmek zorunludur’ diye fetva verir miydi? Doğu’daki zengin’le, ekonomi’nin namusunda anlaşmak olasıdır, ama Batı’daki burjuva ile namusta anlaşmanın - bugüne kadar- yolu bulunamamıştır.’’ (İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri)
Bu zihniyetin saklanmasına örnek olarak ırkçılığın, onursuzluğun, haklara duyulan nefretin ve aşağılamanın filmi olan Indiana Jones serisinin 1989’daki ‘’Indiana Jones and the Last Crusade’’ adlı bölümü ülkemizde ‘’Son Macera’’ adıyla gösterilmiş, Batman - Whatever Happened To The Caped Crusader? isimli çizgi roman Batman - Pelerinli Süvari’ye Ne Oldu? adıyla yayımlanmış, en vahimlerinden biri olan World War Z filmindeki İsrail ve onu ifade eden tüm kavramlar ‘’Ortadoğu’’ olarak çevrilmiştir. Liste uzatılabilirse de söylediklerimin anlaşılabilmesi için bu örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum.
Emperyalizmin en büyük başarısı, kişinin kendi mülkiyetinde olmayan, başkalarının yaşadığı, başkalarının sahip olduğu ve ‘’bizlere’’ çok uzaktaki toprakların ele geçirilmesi olarak tanıtılmış olması yani kitleleri kendisinin var olmadığına ve kendilerine dokunmayacağına inandırmış olmasıdır. Sorun Fransa ile Cezayir, Portekiz ile Brezilya, Belçika ile Kongo arasındadır ve ‘’bizleri’’ ilgilendirmemektedir. İnsan kendisine ve türüne yabancılaştıkça aradaki ayrım daha da artacak ve bundan güçlenen yalnızca emperyalizm olacaktır.
İslam ordularının hezimete uğraması ve Kudüs’ün ele geçirilmesinden sonra Ebu Saad el-Haravi önderliğinde bir grup Bağdat’a ulaşır. 19 Ağustos 1099 Cuma günü arkadaşlarıyla beraber Bağdat camiine giderler. Namaz için camiyi dolduran kalabalık önünde El-Haravi ve arkadaşları Ramazan ayı olmasına karşın yemek yemeye başlarlar. Öfkeli bir kalabalık hınçla etraflarını sardıklarında El-Haravi ayağa kalkar ve etrafında toplananlara ‘’binlerce Müslüman’ın katledilmesi ve İslamiyet’in kutsal yerlerinin tahrip edilmesine tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar öfkelenebildiklerini’’ sorar. Sonrası… Sonrasını yazmaya gerek yok. Bu yazı vesilesiyle onurlu insan El-Haravi’yi anmak ve rahmet dilemek yerinde olacaktır. Umarım bir gün Türk sinemasında insanın insanileşmesine ve onurlu mücadelesine katkıda bulunan filmlerin sayısının arttığını görebiliriz.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın öteki film analizlerini okumak için yazar sayfasına bakınız.
span style=”color: #000000;”