“Yaşamanın sırlarını bileydin
Ölümün sırlarını da çözerdin;
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok:
Yarın, akılsız, neyi bileceksin?” (Ömer Hayyam)
Sinemanın en değerli yönetmenlerinden Andrei Tarkovski’nin, yakın dönem Türk sinemasını en çok etkilemiş yönetmen olduğu söylense de, bu etkinin çok yüzeysel olduğunu söylemeliyim. “Bence insan, özü itibarıyla manevi bir varlıktır ve hayatının anlamı da bu maneviyatı geliştirmekte yatar. Bunu yapmazsa, toplum çöker. Sanata muazzam bir görev düştüğüne inanıyorum. Bu görev, maneviyatın diriltilmesi görevidir.” diyen Tarkovski’den etkilendiğini iddia edenlerin, “maneviyatı öldürmek ve toplumu çökertmek” için film çekmelerini izah etmenin hayli güç olduğunu düşünüyorum. Çekilen her on filmden dokuzunun “kültür endüstrisi” ürünü olduğu Yeşilçam geleneğinden kopamayan günümüz Türk sineması, hamasetin ve yanlış anlaşılmaların iç içe geçtiği, ilkokul müsameresi düzeyinden ileri gidememiş, iyi bir şeyler ortaya koymak için yola çıkan bir avuç insanın çalışmaları ise “TV dizileri, magazin, futbol ve eğlence” yapımlarının arasında kaybolan izleyiciye ulaşamamaktadır. Çoğunun yüzüne bakılmayan, boş salonlara oynayan, hakkında tek satır olumlu yazı yazılmayan bu filmlerin, ülke dışında “ödüllendirilmesinin” ardından ülkemizde de değer kazanması ve üzerine methiyeler düzülmesi ise acı vericidir.
“Cahil olup, başkasının kalbinin sana rehberlik etmesi daha iyi değil mi? Bilgeliğin arttığı yerde keder de artar ve bilgisini arttıran, derdini de arttırır.” (filmden)
Yönetmenin “umutsuzluğun hâkim olduğu, insanların ezildiği, adaletsizlik ve yoksulluktan kıvrandığı bir dönemde sanatında geleceğe dair bir umut, bir inanç, yüksek bir ahlaki ideal yaratmış” dediği Ortaçağ’da yaşamış Rus ikona ressamı Andrei Rublev’in hayat hikâyesi üzerinden insanın yeryüzündeki bitmek bilmeyen arayışını anlatmaya çalıştığı filmin siyah-beyaz çekilmiş kısımları gündelik yaşamın çıkmazları içinde kıvranan ve kurtuluş yolu bulamayan cahil insanı, renkli çekilen son kısmı ise aydınlanmasını gerçekleştirmiş insanı simgeler. Hayli uzun bir süreye sahip filmi, her yönüyle ele almak ve tüketmeye çalışmak yerine hayatın anlamını arayan insanın macerasının anlatılması yönünü ele almayı düşünüyorum.
“Andrei’ye Göre Hırs” adını taşıyan bir sahne ile başlayan filmde kendisini kovalayanlardan kaçan bir adam, peşindekilerden kurtulabilmek için girdiği yerde bir balona biner ve birden havalanır. İçine düştüğü kötü durumu unutarak “uçuyorum, uçuyorum, beni takip edin” diyen adamın birdenbire kapıldığı kibri anlatmaya kelimeler yetmez. Gündelik yaşamın ardında karanlık, bilinmeyen tehlike vardır. Sıradan insan bu sınırlar içinde kalmaktan memnundur, alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıdır, macera çağrısına cevap vermekten, bilinmeyenden korkar. Din adamlarının ve egemenlerin kitleleri kendilerine bağlamak, sömürmek, gündelik yaşamın çıkmazları içinde bırakmak ve kendini tanımaktan uzak tutmak için zalimce hareket ederek, işbirliği yapmaları geçmişte hep görülmüştür. Balonun yere çakılmasıyla sonuçlanan bu sahne ile yaptıkları hırs ve kibre yol açan ruhban sınıfının varlığı eleştirilir ve şeytanın elindeki kement olarak tanımlanan hırs ve kibrin arayış içerisindeki insanı engelleyen en kötü duygu olduğu vurgulanır. İnsanın arayışını engelleyen hırs, ne demektir, binlerce yıllık Doğu bilgeliğinin en önemli eserlerinden Kelile ve Dimne’de şöyle anlatılır:
“Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam can havliyle kendini kuyuya atmış. Son anda iki dal parçasına tutunmuşken, ayaklarının içerde bir şeylere değdiğini fark etmiş. Bakınca bir de ne görsün, dört yılan kafalarını deliklerinden çıkarmış, dipte ise bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz, elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış, ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, farelerin kemirdiği dal koparsa ejderhanın ağzına girecek olmasına karşın kötü halini unutup çare aramayı bırakmış. Böyle oyalanıp aymaz aymaz sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş canavarın ağzına ve işi bitmiş… Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler, korkular ve felaketlerle dolu dünyadır. Dört yılan, bedendeki dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir, koklar, görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit bulamaz! O ahreti unutmuş, asıl yolundan sapmıştır artık.” (Kelile ve Dimne)
Bir canlı türü olarak çok zayıf yaratılmış olmasına, sıkıntılar, acılar, savaşlar, hastalıklar ve güvenilmez duygular içinde gündelik yaşamını sürdürmeye çalışmasına karşın kolayca kibre kapılan insanın bu sıkıntılardan ve acılardan kurtulması için önünde iki yol bunmaktadır. Çoğunluğun gittiği yol, aklını kullanmaktan kaçınma, rüzgârın önündeki bir yaprak misali kendini hayatın savruluşuna bırakma yani cehalet yoludur. Bunu bir yol olarak adlandırmak her ne kadar akılcı bir tutum olmasa da gerçeğin layıkıyla isimlendirilmesi her zaman mümkün olmuyor. Kant’ın ‘’Kendi aklını kullanabilme cesareti göster’’ çağrısı yaptığı kitle tam olarak budur. Ancak bu çağrıyı yanıtlamak, gündelik yaşamın alışkanlığından kurtulmak o kadar zordur ki, içinde bulunulan kısırdöngüden çıkmaktansa aldanışların içerisinde yaşamak yeğ tutulur.
“Kişi, başkalarının “aklını” kullanmak daha kolay geldiği için haksızlığa, adaletsizliğe, sömürüye “kendi başına gelene kadar” karşı çıkamaz. Tembellik ve korkaklık nedeniyle insanların çoğu yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalmak istediklerinden dolayı kitlelere egemen olmak çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan vasiler, insanların çoğunun ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.” (Kant)
İyi olmasına karşın azınlığın gittiği diğer yol kendini, insanları, dünyayı tanımak ve insanileşmek isteyenlerin yoludur. Bu yolda önemli olan başarı değil yola çıkmış olmak, gündelik yaşamın içerisinden çıkmak ve samimiyetle çaba göstermektir denilebilir. Her insan hayatının çeşitli dönemlerinde bu yolculuğa çıkmak için macera çağrısı alabilir. Bu çağrılar ısrarlı, sürekli, açık veya gizli olabileceği gibi tam tersi de olabilir. Gündelik yaşamın rahatlığından ve aldatıcı sıcaklığından vazgeçmek, alışkanlıklarının zincirini kırmak, bilinmeyene yolculuk etmek için macera çağrısına yanıt vermek kolay değildir. 54 yaşında kanserden ölen Tarkovski, “İnsan bu sorularla ilgileniyorsa, kendi kendine bu soruları sormakla kalıyor olsa da, manen kurtulmuş demektir. Önemli olan cevap değildir.” diyerek kendi arayışına ilişkin ipuçları vermiştir.
“Memnun ol, genç adam, gençliğinden ve bırak, bu gençlik günlerinde yüreğin seni neşelendirsin. Yüreğinin yollarında yürü, gözlerin yardımıyla ama bil ki tüm bunlar sonunda Tanrı seni yargılayacaktır. Şimdi yaratıcıyı hatırla, gençliğinde zor günler gelmeden önce ve yıllar geçerken, diyeceksin ki bunlardan haz almıyorum. Yaratıcıyı hatırla; gümüş ip kaybedilmeden önce, altın kupa kırılmadan, ibrik şelalede parçalanmadan ya da değirmendeki teker kırılmadan önce. O zaman toz dünyaya, zaten olduğu yere ve ruh da Tanrı’ya, onu verene geri dönecek.” (filmden)
İnsan her zaman hastalık veya yaşlılık sebebiyle ya da bazı önemli işleri yerine getirdikten sonra öleceğini düşünür. İnsan genç ve sağlıklı iken öleceğini bilse bu kez ‘’niçin’’ sorusunu soracaktır, oysa ölmek için bir sebep aranmaması gerektiği, bütün hastalıklara çare bulunsa bile ölüme çare bulunamayacağı, “her canlının ölümü tadacağı” bilinirken, insanların yaşamın okul, askerlik, iş, evlilik, çocuk, çocukların okulu, evliliği, torunlar gibi belirli aşamalarını geçip yaşlandıktan sonra öleceğini düşünmesi aldanış içerisinde olduğunun göstergesi değil midir? Bu aldanış, gündelik yaşamın ta kendisidir. Macera çağrısı bu sahte dünyanın yıkılmasını sağlayacak olsa da aldanışlar içerisinde yaşamak insanlar için daha kolaydır. İnsanların “ölmeyi” düşündükleri yaşta bulunanların sayısı genellikle bakıma muhtaç, toplumun yüzde 4’ü gibi az bir kısmını oluşturmasına karşın herkes kendisini bu küçük yüzde içerisinde görmektedir. Oysa arayıştan kaçma ve çağrıya kulak tıkama ömrünün geri kalanında rahatsızlık duymasına, hayatının anlamsızlaşmasına ve pişmanlık içinde ölmesine neden olacaktır ancak insan bu pişmanlıktan kaçabileceği yanılgısına kapılabilir. Geçmiş toplumlarda her insan, o an için kendinden uzak olduğunu düşünse de öleceğini tamamen unutmazdı. En büyük “başarısı” insanları ölüm düşüncesinden ve böylece insanlığından uzaklaştırmak olan kapitalizm, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde toplumu bozmuş ve parçalamış, kültür endüstrisi ürünlerini kullanarak “çağrının” kalabalıkta kaybolması için seferber olmuştur. Böylece modern toplumlarda anlam kaybolmuş, görüntü öne çıkarılmış ve “beden” her şey demek olmuştur. Vücut çalışmaları, estetik, burun, meme, kalça ameliyatları, makyaj ve dövme sanayi, sinema, reklam, moda üzerinden her şeyin metalaştırılması insanın yalnızlığını da beraberinde getirmiştir. Modern insan, insanlardan uzaklaşarak evcil hayvanlarla oyalanmakla, alışveriş yaparak sıkıntısını atmaya çalışmakla, film, müzik ve futbol yıldızlarını, moda ikonlarını takip etmekle ve sürekli tüketmekle “toplumun” eksikliğinin, pişmanlığının ve ruhsal açlığının yerine başka şeyleri koymaya çalışmaktadır.
“68 kuşağının çiçek çocuklarla, hippilikle tanışıp, bir tür düzensiz mistisizmin ardından Doğu’ya, Hindistan’a kaçışa yönelmesi manevi bir açlığın göstergesidir. Ruhun ihmali insanları ister istemez maneviyat arayışına yöneltmiştir. Fakat bu durum beraberinde bazı problemler getirmektedir. Belli bir inisiyatik temeli, geleneği, usta/çırak ilişkisi olmayan sahte bir ezoterizm, doğal olarak majisyenliğe, okültizme ve uyuşma felsefesine doğru genişlemektedir. Müzikte, sanatta bunların yansıması görülmüştür ve daha çok görülecektir. Uyuşma ve kaçma isteği vardır çünkü madde ormanını andıran şehirlerde yaşayan insanın zihni, taptığı maddeler çoğaldıkça parçalanmıştır. İşin ilginç yanı, kapitalist zihniyet de şu anda bir pazar olarak mistisizme/ezoterizme eğilmiştir. Bazı politikalar bunun üzerine inşa edilmektedir. Modern dönemdeki mistik yönelimlerin de manipülasyona açık tarafları bulunmakta ve bunun üzerine planlar yapılmaktadır. Uzun yıllar kutsal yapısı içerisinde Doğu’da yapılan meditasyon, yoga vs. yöntemler Hindistan’dan alınıp Batı’ya getirildiğinde, kapitalist niyetlere alet edilmiş ve büyük şirketler tarafından bir insanın aydınlanmasından ziyade, daha fazla mal ve meta çıkarma amacıyla kullanılır hale gelmiştir. Dolayısıyla Batı’nın kendi kapitalist bünyesine adapte ettiği bu yeni ‘’’rahatlatıcılara’’ artık guru veya şeyh denilmemekte, ‘’ruhani koç’’ ya da ‘’maneviyat koçu’’ denilmektedir. Aynı durum İslam ezoterizmi için de söz konusudur. Yıllarca Hindistan’dan guru ithal eden Batı, İslam medeniyetinden de bazı şeyhler ithal etmekte veya manipüle ederek kendine uydurmakta, gelenekle asla ilgisi olmayan felsefeler geliştirmekte ve kendi uydurduklarını pazarlamaya çalışmaktadır.” (Mahmud Erol Kılıç, Cogito, Sayı: 46)
Diğer günahlar gibi açık olmayan kibir, şeytanın en sevdiği günahtır. Andrei’nin yol arkadaşlarından olan ve korkusunu iman etmek zanneden Kirill, Andrei’nin yetenekli olduğunu, ince ince, güzel güzel boyadığını kabullenmesine karşın bir eksiklik olduğunu, ruhunun derinliklerinden gelen bir iman olmadığını düşünmekte ve kendisini daha yetenekli görmektedir. Bir gün Moskova’daki bir kiliseyi boyaması için yardımcı olmasını isteyen bir adama, “Manastıra gelip cemaatin, kardeşliğin ve Andrei’nin gözü önünde özellikle beni istediğini söylersen sana köle gibi hizmet ederim.’’ der ve ekler: ‘’Köpek gibi, ölene dek.’’ Böylece herkesin gözünde ne olduğu vurgulanmış olur.
“Kahramanların çıktıkları yolculuklardaki son sınav; geri dönüp, öğrendiklerini topluma geri vermeleridir. Büyük uğraşlarla kazanılan ödül paylaşılmalı, topluluğun dönüşümü için hizmete sokulmalıdır. Mitoslar aracılığı ile kahramanların bize öğrettiği, günümüzde benliği umarsızca şişiren yaşam politikalarının ürettiği açgözlülüğün haklılaştırılması pratiğinden sakınılması gerekliliğidir. “Bireyselleşmiş” benliğe tapınma ile büyülenmiş yaşamlar aslında kaybedilen yaşamın büyüsünün -ki artık tinsellik olarak adlandırılabilir- bedelini içten içe kemiren ve bugün ciddi bir sorun olan depresyonla ödemektedirler.” (Joseph Campbell)
Arkadaşının arkasından konuşan, kendisi kadar korkmadığı için onun imanını sorgulayan, Kirill’in gün ışığında mum yakması, kibirden gözlerinin kör olmuş olmasını simgeler. Kirill, Moskova prensinin emriyle kendisinin çağrılacağından ve bunun herkesin gözlerinin önünde yapacağından emin bir halde beklemektedir. Ancak eti kemiklerine yapışık kaldığı ve sıcaklık verdiği sürece ne manastır duvarları ne de çölün ıssızlığı şehvetine ve kibrine çare olamaz. Büyük gün gelip Moskova prensinin habercisi manastıra ulaştığında Kirill’in oyununa gelmeyen haberci, yardımcı olarak Andrei’yi ister. Bu durum karşısında artık manastırda kalamayacağını anlayan Kirill son hamlesini yapar ve yeteneklerini para karşılığı sattığı bahanesiyle Andrei’ye, manastırı bir pazaryerine ve hırsızlar evine çevirdiklerini söyleyerek rahiplere hakaret etmeye başlar. Sözlerini ‘’Laik dünyaya geri döneceğim.’’ diyerek bitirir ama başrahip tüm bu hakaretlere ve aşağılamalara boyun eğecek birisi değildir, hele bunlar manastırın ekmeğini yiyen bir kişiden geliyorsa. ‘’Git buradan seni köpek. Gözüm görmesin, seni yılan.” diyerek Kirill’i manastırdan kovar. Bu çıkışı beklemeyen ve manastırdan ayrılmak zorunda kalan Kirill, Andrei’nin dünyevi yanını temsil eder.
(İslam’da ruhban sınıfı olmadığından laik-manastır ayrımı yoktur. Hıristiyanlık’ta ise manastır yaşamı dışında kalan köy, kasaba ve şehir yaşamı “laik” olarak isimlendirilirdi. Manastırda yaşayan ruhban, temizlik, tamirat veya alışveriş için manastıra gelenlere “Lai kardeş” derlerdi. Kirill’in laik dünyaya dönecek olması, ruhbanlıktan ayrılması ve halkın arasına karışması anlamına gelir.)
Teklifi kabul eden Andrei, çalışacağı katedralin içine doğru gider. Burası yeniden doğmak üzere hazırlanmasının, bir avuç toprak olduğunu hatırlamasının kolaylaşacağı yerdir. Bu hatırlama Araf suresinde sözü edilen bir hatırlama sayılabilir. Araf suresi 172. ve 173. ayetlerde, Allah’ın her insana, anne rahmine düşer düşmez “Ben sizin Rabbinizim” dediği, doğmuş her insanın “evet, buna şahit olduk” diye söz verdiği anlatılır. Bu hatırlatmanın gerekçesi olarak da “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik. Daha önce babalarımız Allah’a şirk koştu, biz onların izinden gittik, onlar yüzünden bizi helak mi edeceksin?” denmemesi için olduğu vurgulanmıştır. Bazı yorumlarda bu şahitliğin, insana verilen akıl olduğu, aklını kullanabilen her insanın dünyanın Allah tarafından yaratılmış olduğunu anlayabileceği ve buna şahitlik edebileceği dile getirilmişken, bunun somut bir anlaşma olduğuna yönelik görüşler ağır basmaktadır. İsrailoğulları benzer temayı daha güçlü bir şekilde işlemişler, bu “anlaşmanın” Tanrı’ya da mesuliyet yüklediğine, şahitlik sonucu yeryüzündeki hâkimiyetin kendilerine olması gerektiğine ancak başlarına gelen sıkıntıların üzerlerine düşeni yerine getirmemekten kaynaklandığına inanmışlardır.
“Kahramanın çabası Tanrı’nın keşfedilmesidir. Aydınlanmanın sonunda anlaşılacak olan, kişinin ‘’Tanrı’sı olan Rabbini bütün yüreğiyle, bütün canıyla ve bütün aklıyla sevmesi gerektiğidir.” (Matta 22: 37)
Buna göre, insan dünyadaki hareketlerinden kendisinin sorumlu olduğunu kabul edecektir ancak unutanlar için peygamberler, daha insan yaratılmadan önce onun özüne yerleştirilen ve dünyaya geldikten sonra bilincinde ve vicdanında yerleşik bulunan sözleşmeyi ona hatırlatmakla görevlendirilmişlerdir. İlk peygamberden itibaren çeşitli zamanlarda, farklı bölgelere gönderilen bu peygamberlerin çoğu, kendilerini uyarmakla görevlendirildikleri toplumların içinden seçilmişlerdir. Peygamberlerin insanüstü vasıflara sahip melekler arasından değil de insanlar arasından seçilmiş olmaları “inkârcılar” tarafından şaşkınlıkla karşılanmışsa da Kur’an’da, “Sizi uyarması ve sizin de Allah’a karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir adam aracılığı ile Rabbinizden size bir vahiy ve öğüt gelmesine şaştınız mı?” denilmiştir. Buradan hareketle yeryüzündeki davranışlarından sorumlu olan insanın “özgür iradeye” sahip olduğunu Kant şöyle anlatmıştır:
“Yalnızca fizik kanunlarının egemen olduğu bir evrende doğa, her tür devinimi ve eylemi fiziksel zorunluluk çerçevesinde belirler. Elimizden bıraktığımız bir elmanın zorunlu olarak yere düşmesi, kalbimizin düzenli bir şekilde kan pompalaması zorunlu devinimlerdir ve istemden bağımsızdır. Fizikselliğin içinde özgür irade olamaz. Ancak eğer varlık alanında fiziksellik dışında hiçbir kanun veya kural yoksa insanlar da fiziksel veya mekanik nesnelere dönerler. Böyle bir durumda örneğin, dünyadaki adaletsizlikleri veya zalim insanların eylemlerini yalnızca fizik ya da fizyoloji ile açıklamak durumunda kalırız. Özgür iradenin veya tercihlerin olmadığı yerde doğru ve yanlış anlamını tümüyle kaybeder. İnsan bedeni elbette fiziksel kanunların etkisi altındadır ancak akıl sahibi bir varlık olan insan, ahlaki olarak seçim yapma ve karar verebilme kapasitesine de sahiptir. Bedenimiz yer çekimi kanunlarına uymama gibi özgürlüğe sahip olamaz fakat ahlaki yönümüzün açıklaması fiziksel kanunlar yoluyla değil “evrensel ahlaki kanunlar” aracılığıyla yapılabilir.” (Kant)
Bunlar ışığında İslami açıdan bakıldığında “Tanrı” düşüncesinin en başından itibaren kahramanın kalbinde olduğu bilinirse, macera çağrısının ve tehlikeli yolculuğun bir bağlanma değil “yeniden bağlanma” çabası olduğu bilinir. Genellikle tapınaklara giden yolların ve girişlerinin ejderhalar, aslanlar, kılıçlarını çekmiş kahramanlar gibi heybetli heykellerle kuşatılmış olması içeridekileri göğüsleyemeyecek olanları uzakta tutmak içindir. Herhangi birinin “eşik muhafızlarının” yanından yürüyüp geçebileceği gerçeği onların önemini azaltmaz çünkü davetsiz misafir gerçeği anlama yeteneğinden yoksunsa, zaten dışarıda kalmıştır.
“Bir Tanrı’yı anlamaktan aciz kişi onu şeytan olarak görür ve böylece ona yaklaşmaktan kaçınır.” (Joseph Campbell)
Andrei’ye yapılan teklif aynı zamanda manastırın şöhretini de artırdığından çağrıyı kabul etmek zorunda kalmış, gündelik yaşamın baskısından, tekdüzeliğinden, kavrayıcılığından kurtulmuştur ancak arayışını nasıl gerçekleştirebileceği noktasında kararsız kaldığı için verdiği sözü tutamayarak, işlerini zamanında bitiremeyecek hale gelmiştir. “Kıyamet günü” çizimleriyle insanları korkutmak istemeyen Andrei, ‘’Bunları boyayamam”, der ancak “akıl hocası” Danill, yaptığının dürüst olmadığını, teklifi kabul ettiyse görevini yapması gerektiğini söyleyerek gündelik yaşamın sınırlarını belirleyerek, bilinmeyenden uzaklaştıran görevini yerine getirir ve maceraya atılmasını engeller. Yine de hırsları olmayan, kendisini tanımak isteyen Andrei, bütün işlerini bırakarak uzun bir yolculuğa çıkar.
Arapça bilen ve tasavvuf hakkında bilgisi olduğunu düşündüğüm yönetmen, ezoterik bilgiye ulaşma çabasını “ruhun mükemmelliğini arzulamayan hiçbir insan değerli değildir; bir tarla faresi ya da bir tilki kadar önemsizdir’’ sözleriyle dile getirirken, filmde insanın “Tanrı’ya ulaşma’’ çabasını anlatmaya çalışıyor. Ezoterik düşüncede yer alan sınav düşüncesine göre bir kişinin başına gelen her şey onun ihtiyacı olduğu içindir; onunla pişecek, direnci artacaktır. Yunus’un “hamdım, piştim, oldum” sözleri bu yolculuğu simgeler. Kişinin başına gelenleri sorgulama, reddetme veya beğenmeme hakkı yoktur. Tasavvuf ehli, neyin kendileri için hayırlı olduğunu bilmediklerinden, bir şey isteyecek şekilde dua etmekten kaçınırlar, başlarına gelen olaylar ne olursa olsun, bir sınav olarak görürler ve sınanmamış insanın eksik olduğunu düşünürlerdi. İnsanın çaba ve bir ölçüde acı çekerek deneyim kazandığını ancak bu zorluklarla gebe kaldıktan sonra “meyve” verdiğini düşünülerdi.
Bir arayış içerisinde olan ancak belirsizliğin korkuttuğu Andrei, sağır bir kızı kurtarmak uğruna bir adamı öldürünce, artık geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş olur. Bunu bir sınav olarak değerlendirdiğimizde, sağır kızı kurtarırken bir adamı öldürmesi Musa peygamberin hikâyesi ile örtüşen Andrei’nin maceraya atılması için “zorlanması” olarak görülmelidir. Her şeyden vazgeçerek ve aradığını bulamayarak manastıra döner. “Biliyorum, Tanrı merhametlidir ve beni affedecektir. Tanrı’ya bir sessizlik sözü vermeliyim. İnsanlara söyleyecek başka bir şeyim kalmadı.” diyerek, onu her gördüğünde günahlarını hatırlamak için kurtardığı kızı da yanında getirerek ve sessizliği kendisine dayanak yaparak inzivaya çekilir. Andrei’nin kor halindeki taşları suya atması ve içindeki ateşi söndürmeye çalışması sağır ve dilsiz kızla simgelenir.
Bu esnada kendisine görkemli bir çan yapılmasını isteyen Moskova Prensi’nin adamları iyi bir çan ustası bulmak için ülkeyi dolaşmaktadırlar. Ustaların çoğunun hastalık, yaşlılık, yoksulluk veya savaşlar sonucu ölmüş olması karşısında çaresiz kalan adamlar bir çocuğa rastlarlar. Çocuk, babasının kendisine çan yapmanın sırrını söylediğine inanmaktadır. İmkânsız olan gerçekleşir ve Büyük Prens tüm adamlarını emrine verdiği çocuğa bir şans vermek zorunda kalır. Uzun uğraşlar sonucu döküm işlemleri tamamlanır ancak çan’ın ortaya çıkarılacağı büyük gün geldiğinde çocuğun başarılı olamadığı görülür. Herkes hayal kırıklığı içerisindeyken, sırrı bilmek değil sırra bağlanmak olduğunu bilmeyen, kendisini çamurlara atarak ağlayan çocuk, babasının ölüm döşeğinde kendisini kandırdığına inanmaktadır. Oysa insanın peşinden koştuğu ve aradığı “sır” kendisini tanımaktan başka bir şey değildir. Kahramanın yolculuğu her zaman içseldir, yeryüzünde, yeraltında ya da bilinmeyen yerlerde geçiyor olsa da.
Hz. İsa’ya nispet edilen şu söz âlimliğin sadece bilgi yüklenmek olmayıp bir karakter inşası, bir duruş ve kıymetli olanla olmayanı ayırt edebilme melekesi olduğuna işaret etmektedir:
“Bunun Allah’ın ilminden ve kudretinden kaynaklandığını bildiği halde, rızkından hoşnut olmayan ve bulunduğu konumu küçümseyen kimse nasıl ilim ehlinden olur? Allah’ın kendisi hakkında takdir ettiklerinin doğruluğundan şüphe eden ve kendisine verilenlere razı olmayan kimse nasıl ilim ehlinden olur? Dünyaya daha fazla rağbet ederek, dünyayı ahretten daha fazla seven kişi nasıl ilim ehlinden olur? Dönüş yeri ahret olduğu halde dünyaya meyledip zararlı şeyleri faydalı olanlardan daha çok seven kimse nasıl ilim ehlinden olur? İlmi, kendisiyle amel etmek için değil, övünmek için öğrenen kişi nasıl ilim ehlinden olur?” (Darimi, Mukaddime 34)
İnsanın iyi insan olmak gerektiğini bilmesi iyi insan olması zorunluluğunu doğurmaz. Günümüzde kapitalizm toplumları parçalayıp, bencilliği aşılarken dinler de bundan nasibini almaktadır. Kendisinden başkasına hiçbir faydası olmayan ve kendisini “dindar” zanneden insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Oysa örneğin İslam, “birbirini sevmeyi” tam olarak iman etmiş olmanın şartlarından biri olarak saymışken, insanlardan uzaklaşan, insanlardan nefret eden, insanlara yardım eli uzatmayan Müslümanlar ortalığı sarmaktadır. Kimse kendisine kötü olduğunun söylenmesini istemez ve ister inansın ister inanmasın hiç kimse bir cennet ve cehennem ihtimali karşısında kendisini cehenneme yakıştırmaz ancak günümüzde iman etmek için her şeyi anlamayı kabul etmek gerektiği düşünülmektedir. “Anlamak için inanıyorum” diyen Augustinus’un dönemi sonra ermiş, “inanmak için anlamak istiyorum” denilen dönem başlamıştır. Bu durumu, Kutlu Kişi’nin (Buda) anlattığı ölüm döşeğindeyken tedavisi için cerrah çağrılan zehirli okla vurulan adamın öyküsü ile ifade etmek gerekirse; ‘’Bana bu oku kimin attığını, beni bir kşatriyanın mı yoksa bir brahmanın mı vurduğunu, ailesinin kimler olduğunu, kendisinin büyük mü, küçük mü yoksa orta boylu mu olduğunu, hangi köyden veya kentten olduğunu, bu okun hangi tür yayla atıldığını, yayda nasıl bir kiriş kullanıldığını, oka ne tür tüy takıldığını, okun temreninin ne şekilde yapıldığını öğrenmeden bu okun çıkartılmasına izin vermem.‘’ Kutlu Kişi, ‘’Bu adam bu şeyleri bilmeden ölüyordu.’’ diye devam eder, ‘’Tıpkı şu ya da bu felsefi sorunu çözmeden kutsiyet yoluna girmeyi reddeden kişi gibi.’’
“Başta Rublev’in inancı yalnızca entelektüeldi. Manastırda ona öğretilmiş olan idealdi, Kutsal Üçlü ve Aziz Serge manastırının kurucusu ve ideologu olan Sergey Radonejski’nin öğretileriydi. Rublev manastırdan çıktığında bu ilme sahipti, ama nasıl kullanacağını bilmiyordu. Gerçek hayatta her şey farklıydı, tepetaklak duruyordu. Sona doğru, bu ideale, insanlar arasında sevgi ve kardeşlik idealine, sırf halkıyla birlikte bu ideal uğruna acı çekebilmiş olduğu için daha fazla inanıyordu. Ve bu andan itibaren -bizim filmimizin sonu da budur- Rublev’in ideali, kendisi adına sarsılmaz bir hale gelir, Rublev’i bu idealden hiçbir şey ayıramaz. Aslına bakarsanız bu fikir, simgesini, son sahnede hiç kimsenin kendisine bir şey öğretmediği, her şeyi kendi kendine yapmak zorunda kaldığını söyleyen çocukta bulur.” (Andrei Tarkovski)
Burada çocuğun ‘’babası’’ ile kastedilen çıktığı yolculukta kendini arayan Andrei için Tanrı’nın simgeleştirilmesidir. Kahramanın erginlenme ve aydınlanma sürecini yaşadıktan sonra topluma geri dönebilmesi için babanın gönlünü anlaması (merhamet) gerekmektedir. Çocuğun hayal kırıklığını gören Andrei’nin onu teselli etmesi ve yanına alarak yeniden yaşam sevinciyle dolu olarak topluma geri dönmesinin açıklaması budur. En ünlü eserlerini bu andan sonra ve aydınlanmanın verdiği iç huzuru ile yapar. Kendini ve Tanrı’yı tanımış, korkmak değil sevmek gerektiğini anlamıştır. Siyah-beyaz olan film, Andrei’nin aydınlanmasına tanıklık etmek adına bu aşamadan itibaren renkli olarak devam eder. Bu aynı zamanda seyircinin de aydınlanması, çıktığı içsel yolculuğun sona ermesidir.
“Yoksa siz, Cennet’e, sizden öncekilerin geçtiği sınavlardan geçmeden mi gireceğinizi sanıyorsunuz?” (Bakara 214)
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
”İnanan” bir insanın mutlak gerçekliği vardır ve idealler bu gerçeklik üzerine inşa edilir. Peki ölüm ve yaşamın sınırı hakkında bile şüpheleri olan birinin içsel aydınlanması nasıl gelişir?
#hüseyin
Sanırım bu dünyada yanıtlanması en zor soru bu olsa gerek. Kanaatimce, bu soruya tüm hayatı boyunca yanıt arayan ve bu arayışlarını insanoğlu ile sanatı aracılığıyla paylaşan büyük üstad Ingmar Bergman’ın filmleri bizlere güzel birer örnek olabilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bilim dışında sorularımıza cevap arayabileceğimiz objektif ve disiplinli bir araç
bulmak pek zor. Ancak şunu da kabul ediyorum ki, bilimin objektifi de aslında bizim kendi gözümüzden başkası değil. Biz evrene nasıl bakıyorsak, evren de bize öyle bakıyor. Her soru soran, aslında evrenle ve kendisiyle bir tür diyalektik ilişkiye girmiş oluyor. Sanat ise bu ilişkimizin en güzel sonucu. Sanat işte bu sizin sorduğunuz soruya binlerce yıldır yanıtlar üretmeye çalışıyor. Elbette sonuçta hepsi ”insanca, pek insanca” şeyler oluyor.
Benim görüşüme göre, aydınlanmak aslında bir tür ayrıcalıktır. Çünkü şu dünyada ışık ve karanlığın içerisinde ne gördüğünüz, nerede durduğunuza bağlı; nerede durduğunuz ise nerede var olduğunuza. Biz milyonlarca yıllık bir sürecin biyolojik kazanımlarıyla şu günlere erişmiş, fakat şu an için aşılması zor zihinsel ve bedensel sınırları olan canlılarız.
Yine de ben hem kişisel hem de kolektif bir aydınlanmanın, şimdiye kadar keşfedilmemiş bir gerçeklikle tanışmamızdan sonra, yani algılarımızda sıçrama yaratacak ve şuurumuzu organik sınırlarımızın ötesine taşıyacak bir bilimsel ilerleme ile gerçekleşeceğine inanıyorum. Ray Kurzweil gibi fütüristik düşünürler buna Singularity diyorlar. Belki de önümüzdeki yüzyılda insanlığın kaderi, bu kavramın olguya dönüşmesine bağlı.