Anasayfa / Manşet / Şeytanın Müziği: Rock’n’ Roll ya da Üstinsanın Estetik Metafiziği

Şeytanın Müziği: Rock’n’ Roll ya da Üstinsanın Estetik Metafiziği

friedrich-nietzsche

İddia ederim ki benim üstinsan dediğime siz şeytan diyeceksiniz. – Friedrich Nietzsche

Kalıcı olan tüm kültürel ürünler tabandan yetişir, iktidarın göğünden zembille inmez. Tepeden dayatılan hiçbir uygulama kitleler tarafından uzun vadede kabul görmez. Örneğin, tek parti döneminde İnönü radyodan ısrarla klasik batı müziği yayınları yaptırmasına rağmen hali hazırda bu türe meyilli olmayan hiç kimseye bu müziği sevdirmeyi başaramamıştır. Oysa ülkeye müzikal Mısır filmleri vasıtasıyla giren arabesk kültür tüm ülkeyi bir anda kasıp kavurmuştur. İktidar ne kadar çetrefilli planlar kurarsa kursun bir toplumun kültürel yapısını halkın ihtiyaçlarından başka hiçbir şey belirleyemez. Dolayısıyla, kestirme yolu seçip her şeyi iktidarın oyunları şeklinde değerlendirmektense olguların sebep ve sonuçlarını ideolojilerden bağımsız teknik bir tavırla incelemek çok daha verimli sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır. Elbette kültürel süreçlerde iktidarın hiç payı olmadığını söylemek abesle iştigaldir ancak tüm sorumluluğu iktidara yüklemek de bireyin öznel tabiatının gücünü göz ardı etmek anlamına gelir. Günümüzde insanları aptallaştırıp uyuşturmakla itham ettiğimiz kapitalist popüler kültürün kökenlerini çoğunlukla yapıldığı üzere iktidarın zekice manipülasyonlarında değil, bizzat halkların öznel ihtiyaçlarında aramalıyız.

Kansas’ın Wichita ilindeki St. George Ortodoks Hristiyan Katedrali başrahibi Paul O’Callaghan, Antioch Mezhebi resmi bülteni olan The Word Magazine’de kaleme aldığı Ekim 1988 tarihli “Rock’n’ roll, Satanizm ve Çocuklarımız” adlı makalesinde rock’n’roll müziği üzerine şu ifadeleri kullanmıştır:

Rock’n’ roll, 1950’lerde ilk kez ortaya çıktığından bu yana tartışmalı bir mesele olmuş ve ebeveynler ile çocuklar arasında bir çatışma kaynağı olagelmiştir. Elvis Presley’nin, 1956’da “The Ed Sullivan Show”daki ilk performansında, kameralar yalnızca belinin üst kısmını kadraja almıştı çünkü yetişkinler onun kalçalarını sallama biçiminden oldukça huzursuz olmuşlardı. Çocuklar ise buna bayılıyordu!

Rahip O’Callaghan yazdığı metinde özet olarak, Elvis ile başlayıp the Beatles’a, the Rolling Stones’a, Hippilere, Punk, Rockabilly ve Heavy Metal’e uzanan tüm süreçleri şeytanın bir oyunu olarak gördüğünü belirtmiş, uyuşturucuyu, eşcinselliği, şehveti, şiddeti ve en kötüsü de açıkça isyanı yücelten bu müziklerin satanizmin zaferi olduğunu dile getirmiştir. İnsan aklının girift tabiatına tebessüm etmenin ötesinde böylesi evhamlı bir yorumu ciddiye alacak değiliz ancak muhafazakâr kesimin rock ‘n’ roll müziğe verdiği tepkiyi göstermesi bakımından bu yorumu mihenk taşı kabul ederek devam edeceğiz.

R&B – Armoni Çatışması ve Katharsis

Bütün bir Amerikan müziği tek bir terimle özetlenebilir: R&B (Rhythm and Blues). Blues, Boogie-Woogie, Swing, Rock ‘n’ Roll ve hatta aşırı muhafazakâr Hillbilly kesimin tercihi olan Country müziğinin dahi temelinde ritim duygusu yatar. Ritim, tüm müzik türlerinde ister istemez bulunan bir öğe olmasına karşın doğrudan bu öğe üzerine inşa edilen ve onun gelişmiş türevleriyle kendini ortaya koyan anlayış Amerikan müziğinde kendini gösterir. Birçok müzikolog tarafından, Amerikan müziğindeki temel ritimlerin köle ticareti sonucu Afrika müziğinden geldiği haklı olarak kabul edilmekle birlikte aslında insanın kanını kaynatan ritimleri öne çıkaran bu anlayış teknik farklılıklar dışında ne yeni bir türdür ne de yalnızca Afrika’ya aittir.

Ortaçağ Avrupa’sında tüccarlar ve serfler (toprak ağalarına hizmet eden köylüler) için düzenlenen şenliklerde ve müzikli danslı şiirler okuyan halk ozanlarının uygulamalarında ritim öğesi güçlü lirik bir müzik türü icra edilir. Dönemin Guillaume de Machaut gibi önemli bestecileri dahi ritmik müziğin cazibesine sırtını dönmüş değildir. Öte yandan, ritmik müzik feodal derebeyleri tarafından pek de hoş görülmez. Kitlelerin ateşlenmesine yol açan bu müzik türünü tehlikeli bulurlar. Kaldı ki, bu şekilde düşünenler yalnızca toprak ağaları değildir, filozoflar da benzer bir yaklaşım sergilerler. Ritmik müzik bilhassa Rönesans’tan itibaren Avrupa’da yüzyıllar boyunca aşağı kültürün ürünü sayılarak hor görülmüştür. Kültürel zemini aristokratik olan Avrupa, ses uyumu açısından zayıf olup ritme dayalı olan müziği, akıl yönünden düşük hayvani dürtüleriyle yaşayan alt sınıflara özgü olarak değerlendirmiş ve çetrefilli ses uyumları tasarlayabilen yetkin bir aklın müziğini, armonik müziği tercih etmiştir. Yüksek kültür ve düşük kültür arasındaki çatışma, yirminci yüzyıla gelindiğinde Avrupa çıkışlı Klasik Batı Müziği ve Popüler Amerikan Müziği arasındaki çatışmaya dönüşmüştür.

Biz bu metinde Nietzsche’nin ve müzik üzerine düşüncelerini temel alarak hareket edecek ve genelde Amerikan popüler kültürünü, özelde rock ‘n’ roll müziği tragedya üzerinden dolambaçlı bir yol izleyerek yorumlamaya çalışacağız. Karşılaşacağımız en büyük sorunlar şunlardır: Nietzsche’nin müzik teorisini Yunan kültüründen olduğu kadar klasik batı müziği üzerinden yoğurmuş olması. Wagner’in dramayı müzikle güçlendirme yöntemini başlangıçta övüp daha sonradan yozlaşmış bir medeniyetin son çırpınışları ilan etmesi. Ecce Homo’da Tragedyanın Doğuşu eserinden “Hegel kokuyor”, diye bahsetmesi (Diyalektik bir eser olduğunu ima ediyor). Son olarak da Dionizyak olanı biçime değil, hissiyata dair bir kavram olarak tanımladığı için ne zaman nerede belirdiğini kestirmekteki güçlük. Haliyle metnimizde Nietzsche’nin görüşlerinden uzaklaşarak yorum tuzağına düşme tehlikesi bir hayli büyüktür, yine de yorum kendi içinde tutarlı, özgün, ufuk açıcı ve en önemlisi cezbedici olduğu ölçüde Nietzsche düşüncesiyle ahenk içinde olacaktır.

Nietzsche, Homeros’un epik şiirlerini, sözün imge uyandırma yetisi dolayısıyla Apollonik, en eski lirik şair olan Arkhilokhos’un eserlerini ise sözün müzik vasıtasıyla esriklik uyandırması dolayısıyla Dionizyak olarak tanımlar. Apollonik olan görsel estetikle ilgilidir. Dionizyak olansa temelde Yunan halk müziğindeki coşku ve esriklik uyandıran hüzne dairdir ve var oluşun başlangıcındaki ilk-çelişkiyi, ilk-acıyı duyumsatma işlevini üstlenir. Öte yandan, Nietzsche, Olympos’un orjilere özgü flüt tarzını ve ortaçağ Avrupa’sında serflere hitap eden şenliklerdeki lirik müziği de Dionizyak olarak niteler. Bu müzik türlerinde esriklik ve coşku yer aldığı halde, öncekinden farklı olarak hüzün kodu bulunmaz, daha çok taşkınca bir kendinden geçme hali hâkimdir. Esriklik ve coşkuyu hüzünle değil, hiç durmadan tekrar eden hipnotik bir ritim ve uyuşturucu melodilerle ele geçirirler. Tüm yüce sanatların şükran duygusundan ileri geldiği düşüncesinde olan Nietzsche Dionizyak müziği yaşamın övülmesi olarak değerlendirir (Bu aynı zamanda fazlasıyla gelişmiş bir tür olan Jazz müziğinin de mottosudur). Buradaki soru işareti, hüzün kodu olmadan da esriklik yaratan ritmik müziğin Dionizyak sayılıp sayılmayacağı üzerinedir. Nietzsche yazmış olduğu “Dionysos Dithyrambosları”yla aslında ritmik lirik türe övgü düzmektedir. Şarap ve bereket tanrısı Dionysos’a tapınanların uyarıcı ritimler ve esrik melodiler eşliğinde fallus heykelinin etrafında dans etmesi, bu müzikte ikamet eden ruh halini en iyi ifade eden imgedir. Bunu daha iyi kavrayabilmek üzere, Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü araştırma görevlisi Çağatay Yücel’in “Dionysos Bayramları, Şenlikleri” başlıklı çalışmasından şu bölüme bir göz atalım:

Aralık ayında kutlanan ikinci Dionysos bayramında bir geçit alayı eşliğinde erkeklik organını simgeleyen fallus taşınır ve kırlık bir alana gidilirdi. Burada fallik türküler ve şiirler söylenir, şakalar yapılır, düzenlenen oyunlarla ekilen tohumun bereketi sağlanırdı. Kır Dionysiası Aralık ayı ve Ocak başına denk gelen Poseidon ayında düzenlenmektedir. Bu festivalde, Atina civarındaki kırsal yerlerde Attika’nın çeşitli köylerinde çeşitli zamanlarda (Aralık ayı, Poseiddon ayıydı) Posedion ayı süresince yerini aldı. Yunan kabileleri arasında büyük öneme sahip olaylardan biri olan bu festival her kabilenin kendi geleneklerine ve değerlerine göre kutlanmakta ve kutlamalar her bölgede ya da demos’da (halk) yerel yöneticiler tarafından düzenlenmektedir. Bu festivalde komoi veya insanların çılgınca yiyip içtikleri, eğlendikleri gösteriler Dionysos şerefine yapılırdı ve bunun yanında dinsel şarkılar söylenirdi. Aristoteles’e göre bu eğlencelerin liderlerinden dolayı ve onların sayesinde komedya evrim geçirmiş ve gelişmiştir. Yine bu festivallerde kurbanlar kesilir, şarap içilir ve tanrıya armağanlar sunulurdu.

Kutlamalardan en önemlileri Eleusis, Salamis ve Ikaria kentlerinde yapılanlardır. Ikaria’daki festival daha çok Dionysos’un Kıta Yunanistan’a varışı ve tragedyanın doğuşuyla bağlantılıdır. Düzenlenen şenlik süresince Dionysos onuruna kurbanlar sunulmakta, geçit törenleri yapılmakta ve tanrının hediyesi şarap içilmektedir. Kır Dionysiası sırasında düzenlenen geçit törenine dair en kesin betimleme ile Aristophanes’in “Akherneia” oyununda karşılaşılmaktadır. Burada Dikaiopolis, bir geçit törenine katılmaktadır. Geçit töreninin en önünde kaniforos olarak kızı gitmekte ve elinde taşıdığı pasta ya da düz şekilli bir somunun üzerine kepçe ile lapa dökmektedir. Onun arkasında falloforos olarak kölesi yer almaktai bir direk üzerindeki phallos imgesini taşımaktadır, son olarak da halkı temsil eden ve bereketin sembolü phalese şarkılar söyleyen Dikaiopolis gelmektedir.

Kır dionysiası’nın kökeninin bir bereket festivaline dayandığı ve geçit törenlerinde taşınan phallos betimlerinin de bu geri planı yansıttığı düşünülmektedir. Bu festival, tragedyanın desteklendiği ve beslendiği bir olaydır. Festivale ait yazıtların büyük bölümünün M.Ö 4. yy’a ait olması, bu dönemde dramın özel bir popülerlik kazanmasıyla ilişkili olabilir.

Nietzsche, Apollonik ve Dionizyak olanın birbirlerinden ayrılamayacağını, birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını ve birinin ortaya çıktığı yerde diğerinin de zorunlu olarak belireceğini yazmıştır. Tragedyanın ortaya çıkışının bu şenliklerin başladığı döneme denk gelmesi, bu hipotezi doğrular niteliktedir. Öte yandan, daha önce koymuş olduğumuz soru işareti hâlâ varlığını sürdürür: Hüzün kodunun Dionizyak etki için zorunlu olup olmadığı sorusu. Bu şenliklerde hüzün kodu mevcut değildir ancak barındırdığı esriklik öğesi tragedya için gerekli zemini hazırlamıştır. Şimdilik bu soruyu yanıtsız bırakarak hüzün kodunun zorunlu olmadığı varsayımı üzerinden hareket edeceğiz. Eğer zorunluysa bu zorunluluğu Blues müziğin karşıladığını, eğer zorunlu değilse Boogie-Woogie, Jazz ve Swing müziğiyle ritmik esrikliğin yakalanabildiğini ve Rock ‘n’ Roll müziğin de bu ikinci kulvardan türemiş olduğunu not düşelim.

Müzik ve trajik mitos, bir halkın Dionizyak yeteneğinin eşit ölçüde ifadeleridir ve birbirlerinden ayrılamazlar. Uyumsuz akorun dahi çekicilikle tınladığı bir alanı aydınlatır, olası en kötü dünyanın varlığını bile haklı çıkarırlar.” Nietzsche.

Nietzsche’nin yaşamın övülmesi olgusuna yaklaşımını Tragedya üzerine düşünceleriyle pekiştirmek pekâlâ mümkündür. Yirminci yüzyıl filozof ve sanatkârları tarafından düşman ilan edilen “Katharsis” kavramı, kapitalist sistemin henüz kendini açıkça göstermeyip hümanist liberal ideolojilerin arkasına gizlendiği on dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Nietzsche’nin gözünde bizdekine kıyasla bambaşka bir anlam taşır ve ritmik müziğe olan ilgisini açıklamak bakımından da büyük bir öneme sahiptir.

Nietzsche’ye göre evrenin sebebi ve amacı üstinsandır. Yüce gönüllü ve soylu insan tasarımı olarak üstinsan, hem mal mülk gibi maddi hazların hem de vicdan, adalet, hak gibi Hristiyan ahlaktan türemiş yaşam düşmanı değerlerin kölesi olmaktan sıyrılıp iyinin ve kötünün ötesinde yaşama sevinciyle var olabilen insandır. Ancak mevcut insan bu yüksekliğe erişebilmek için gerekli donanıma sahip değildir, hayatın acımasızlığı karşısında aciz kaldıkça kendini teselli edebilmek için ipe sapa gelmez ideolojiler ve etik sistemler üretmektedir, ki işte tam olarak bunlardır yaşama sevincine ket vuran en büyük engeller. Nietzsche “Şen Bilim” eserinde, “Günün birinde insanlık komedisine gülüp geçebilecek gönlü hafif olanların zamanı da gelecek ancak insan henüz buna hazır değil, insan hâlâ trajik ahlakın boyunduruğu altında.” diye yazar. Katharsis’in önemi bu noktada belirginleşir. Hedefini bulamayan yaşam gücünün acizliğinin ifadesidir katharsis, hayatın özündeki ikircikli yapının duyumsanmasını sağlayan en yetkin araçtır. Trajik kahramanın sahip olduğu iki büyük değer yargısı birbiriyle çarpışır ve biri diğerini yok eder. Kahraman her halükârda kaybeder ve bu trajik duygunun dışavurumu ancak katharsis sayesinde mümkündür. Bu duygunun sanal olarak sahnede tatmin edilmesi, bireyin gerçek hayatta dengeli bir ruh haliyle yaşamasını, başına gelen adaletsizliklere gülüp geçmesini ve en kötü koşullarda bile yaşama sevincini muhafaza etmesini mümkün kılar. Öte yandan, bu duygu uzun süre tatminden mahrum kalırsa çelişkili değer yargılarının alanı olan benlik gerilime dayanamayıp parçalanmaya ve sahnede eksik kalan trajik hissiyat günlük hayata sızmaya başlar. Nietzsche’nin Sokrat öncesi trajik Yunan aklını her fırsatta övmesinin sebebi, benliğin özündeki bu çatışmayı kavramış ve onu yoluyla tatmin edebilmiş olmalarındandır. Oysa diyalektik düşüncenin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan aristokratik dünya görüşü tragedyayı kötüyü övüyor deyip yasaklayacak kadar ileri gitmiştir (bkz. Platon – Devlet).

Aristokratik aklın haklı olduğu noktalar yok mudur? Elbette vardır, Platon’un deyişiyle, kötüden bahsetmek kötünün gündemde kalmasına sebep olur, dolayısıyla şairler yalnızca iyiden bahsetmeli ki insanlar kötüyü hiç bilmesin. Kötünün henüz bilinmediği ideal bir dünyada Platon’un bu yöntemini uygulamak en mantıklısıdır ancak tüm diğer türleri gibi teoride haklı olup pratikte çuvallamasının en önemli sebebi, nesnel olabilmek için gerekli donanıma sahip olmayan bireyin öznel ihtiyaçlarını göz ardı edip yalnızca nesnel bakımdan doğru olanı ortaya koymasından ileri gelir. Neticede ideal bir dünyada değiliz. Başka bir deyişle, psikolojiyi hesaba katmayan tüm felsefeler yıkılmaya mahkûmdur.

Kapitalist sistemin zaferi bu noktada açık ve net hale gelir. Uluslararası dev firmaların hesaba kattığı tek şey yukarıda bahsettiğimiz öznel ihtiyaçlardır. İnsanın özünde kötü olan bir şeyler vardır ve bunun sanal yolla tatmin edilmesi gerekir. Bu gerçeği inkâr etmek bile bireyin kendini öykünün iyi adamı olarak görme arzusundan, yani öznel bir ihtiyaçtan ileri gelir. Dinler ve mitolojiler bireye kendi kendini tatmin edebilmesi ve dış dünyadan gelecek müdahalelere bağımlı olmaktan kurtulması için gerekli psikolojik araçları temin ederler. Oysa nesnellik iddiasındaki modern felsefe, bireyi etrafındaki dünyayı bilimsel nesnel bir bakışla yorumlamak zorunda bırakarak bireyin elinden, kendi kusurlu varlığına karşı memnuniyet duyabilmesi için ihtiyaç duyduğu tüm öznel araçları alır ve onu yüksek burjuvanın parlatılmış eğlence dünyasına ve reklamcılık sektörünün baştan çıkarıcılığına karşı savunmasız kılar. O noktadan sonra öznel ihtiyaçlar sanal tatminden mahrum kalır ve birey ya modanın (toplumsal olanın) kölesi haline gelir ya da yığınlaşmaya karşı durabilmek için isyan eder ve hayatını modanın iktidar baskısı altında hınç içinde sürdürür.

Tragedyanın Doğuşu kitabım, hakikatle birlikte yaşanamaz inancına dayanır. Hakikat arzusu dekadans belirtisidir. Yaşamın tek yolu sanattan geçer. Düşün yok edilmesi, işte bilimin varmak istediği nokta! Buna erişilseydi her şey susardı. Bereket sanat var. Sanatı doğuran nedir? Bilginin ilacı olarak doğmuştur sanat. Yaşam ancak estetik hayaletler yoluyla mümkündür.” Nietzsche.

Yeniden tragedyaya dönecek olursak, katharsis, batma (ve batırma) arzusu duyan (Hristiyan) bireyin eğreti dürtülerini tatmin edip yatıştırmak için olmazsa olmaz bir araçtır. ’un bunu farklı amaçlarla kullanıyor olmasıyla da salt ekonomik çıkarlar uğruna klişelerle dolu seviyesiz bir karikatürünü sunuyor olması aracın değerini düşürmez. Bıçak bir araçtır, bu aracı kullanarak yemek hazırlar ve misafirlerimi doyurabilir ya da yine aynı araçla misafirlerimi tehdit edip önlerindeki yemeği gasp edebilirim. Bir araca değerini veren kullanıcısıdır. Bundan dolayı, ’un bu aracı kullanma şekline bakarak aracın kendisini kötülemenin sıkıntılı bir yorum olduğuna inanıyorum.

Fazlasıyla ilginç bir başka sıkıntı da şudur: Bireyin öznel ihtiyaçlarını görmezden gelerek seyirciye bilgi verme, bir şeyleri düşündürtme, politik bilinç aşılama ya da varoluşçu bir tavırla hayatın anlamsızlığını gösterme benzeri amaçlar güden katharsis’ten yoksun, duygulardan ziyade akla hitap eden kavramsal, soyut, felsefi modern sanat türleri aslında aristokratik diyalektik aklın ve Avrupa’daki yüksek kültürün bir ifadesi olmasına rağmen çelişkili bir biçimde alt sınıfların tercih ettiği bir sanat anlayışı olarak karşımıza çıkar. Bilgi edinmenin yolu kitap okumak ve gözlem yapmaktır. Sinema ve bilhassa tiyatronun bu tür bir amaç gütmesi yaşama sevincine edilmiş bir hakaret gibidir. Aslında sanatın her türüne sınırsız ve sürekli olarak ihtiyaç vardır ve biri diğerinden daha değersiz değildir çünkü her yarayı aynı merhem tedavi etmez. Öte yandan, bir yandan akılcı kavramsal aristokrat sanata, diğer yandan intikam öyküleriyle dolu görsel şiddete dayalı Hollywood filmlerine ilginin arttığı ve trajik katharsis’in gözden düştüğü çiğ bir sanatın çağında sahnede eksik kalan trajik doyumun gerçek hayatta tüketim çılgınlığı ve sınıf çatışmaları şeklinde kendini gösterdiğini görmek düşündürücü. Aslında Hollywood’da katharsis bakımından güçlü filmlerin üretildiği bir dönem yok değildir. Örneğin 1949 tarihli White Heat filminin final sahnesinde James Cagney’nin son repliği yüzeysel göründüğü ölçüde eşine az rastlanır türden derin bir trajik hissiyata sahiptir: “Başardım anne! Dünyanın zirvesi!” Cagney’nin canlandırdığı karakter alev almış petrol tankerlerinin arasındadır ve bu repliğin hemen ardından havaya uçar. Citizen Kane’deki trajiğe değinmiyorum bile!

Elbette yorumlar çeşitlenebilir. Örneğin, Zizek gibi modern sonrası filozoflar, sinemayı arzuları tatmin eden değil, onları uyandıran ve bir kalıba sokan araçlar olarak tanımlamaktadırlar. Fakat konuya bu şekilde yaklaşacak olursak ister istemez Platon felsefesine geri dönmek zorunda kalırız. Mademki sanat arzuların uyandırılmasına ve tüketime hizmet ediyor, öyleyse Platon’un yaptığı gibi işi “iyi”yi göstermeyen, kötüyü gösterip şehveti kamçılayan tüm sanat dallarını yasaklamaya kadar götürmek gerekir ki günümüz bireylerinin böyle bir uygulamayı kabulleneceğini hayal etmek oldukça güç. Öte yandan, bireyin narsistik dürtülerine bu kadar hâkim bir düşünür olan Zizek’in eleştirisinin katharsis’e ya da genel olarak kötüyü gösteren sanata değil de yalnızca “endüstrileşmiş” bir sanata yönelik olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır.

Nietzsche’nin tragedya hayranlığı aslında dionizyak olana giden yolda bir köprüden ibarettir. Alt tabakaya hitap eden dionizyak ritmik müzik, insanın doğasındaki “kötü”yü, başka bir deyişle yaşam gücünü sınırları belirli sanal bir etkinlik içinde tatmin edip yatıştırmak için eşi bulunmaz bir araçtır. Bir bakıma, barışın ve huzurun anahtarı hayata karşı hınç duyan Hristiyan ahlakın sanal olarak tatmin edilmesindedir. Bu müziğin ortaçağdaki uygulanışıyla günümüzdeki uygulanışı arasındaki tek fark, günümüzde diğer her şey gibi müziğin de endüstrileşmiş olmasıdır. Ortaçağda bu müziği icra edenler hiçbir kuruma bağlı olmayan göçebe ozanlarken, günümüzde kapitalist firmaların himayesindeki “şöhret” sanatçılardır. Ortaçağda bu müzikten geçinenler bağımsız ozanlarken, günümüzde dev prodüksiyon şirketleridir. Özetle, ortaçağda ritmik müzik alt sınıfların yaşama tutunmasını sağlayan bir araçken, günümüzde büyük firmaların yaşama tutunmasını sağlamaktadır. Eleştirilmesi gereken yönü budur, yoksa yatıştırıcı, uyuşturucu etkisi değil. Doyumdan sonra herkes rahatlar, rahatlamayı eleştirmek hedefini şaşırmış gülünç bir öfkenin ürünüdür. Kaldı ki, günümüzde pek de yatıştırıcı bir etki uyandırdığı söylenemez çünkü müzik dahi hem iktidarın hem de iktidar karşıtlarının ekonomik-politik amaçlarına alet olmaktan kurtulamamakta, başka bir deyişle ilaca zehir karışmaktadır.

Siyaset, felsefe ya da hepsinin özeti olarak ahlak, özellikle de Hristiyan ahlak, Nietzsche’ye göre “yaşamın olumsuzlanması” anlamına gelir. Yaşam, doğası gereği ahlak dışı bir şeydir, ister yaratılış ister evrim teorisi üzerinden yorumlansın, yaşamın özü YUTMA eylemidir. Yaratılış teorisinde yutulan nesne yasak meyvedir, evrimsel biyoloji ise canlılardaki en temel dürtünün yutmaya yönelik olduğunu, bir hücrenin diğer hücreyi yutma dürtüsü duyduğunu tespit etmiştir ki Discovery Channel’daki hayvan belgeselleri bunu somut olarak örnekler. Ahlak, yaşamı daima haksız çıkarmaya çalışan art niyetli bir olgu olarak kendini akıl tarafından dayatan kurallar bütünüdür. Nietzsche düşüncesinde en yüce ahlak, felsefe değil, sanattır. Öyle ki, uyulması gereken kurallar tasarlamaya gerek kalmadan insanın altruist (bencil olmayan) davranışlar gösterebilecek duygusal olgunluğa erişmesi yalnızca sanat vasıtasıyla duygularının yeterince doyurulmasıyla mümkündür. Ayrıca Nietzsche, sanatın bu yönünü yalnızca duygusal boşalma sağlayan basit bir araç olarak görmeyip bunu gerçek metafizik ilan eder.

Sanat doğanın taklidi değil, metafizik ilavesidir.” –Nietzsche. (Marx’ın artı-değer konseptiyle karşılaştırın. Yaşama sevinci, Marx’ta maddi çıkar eşitliğine dayanırken, Nietzsche’de kendi kendini kandırma yetisine dayanır. Sanatsal hassasiyetten yoksun bir ekonomi teorisi ortaya koyan Marx, yaşama sevincini başkaları tarafından çalınan bir şey olarak değerlendirir, kaldı ki diyalektik çıkışlı modern toplum düzeninin geldiği nokta göz önüne alınınca haklıdır da. Öte yandan, Nietzsche’de yaşama sevinci düzen ne olursa olsun bireyin kendisi tarafından istenç sayesinde yaratılan bir şeydir. Ayrıca Lacan’ın nesne-a konseptiyle de karşılaştırın. Nietzsche’de sanat, yani istenç, acı verici gerçekliğin yücelmesini sağlayan metafizik bir ilaveyken, Lacan’da sonsuza dek eklenmeye devam eden nesne-a ilavesi şuur-dışı arzuyu uyanık tutma işlevindedir.)

Benzer bir düşünceyi bir de Arap-Yunan kültürü üzerinden açıklamaya çalışalım.

Akıl kelimesinin Arapça karşılığı “ikâl”dir, bu kelime aynı zamanda develeri bağlamak amacıyla kullanılan ip anlamına gelir. Tasavvuf düşüncesinden ele alacak olursak, özgürlüğün tek düşmanı diyalektik akıldır, Latincesiyle ratio’dur, cogito’dur. Hayvan, bağlı olduğu ipi fark edince panikler ve kurtulmak için tutkuyla çırpınmaya başlar. Kurtulabilmek için öncelikle yatışması icap eder ve onu yatıştıracak olan araç akıl değil, sanattır. Öncelikle ruhunu beslemek, gönlünü doyurmak gerekir, ancak ondan sonra sakinler ve ipi çözmeyi akıl edebilecek bir ruh hâline kavuşur. Odysseus’u büyük bir kahraman yapan alamet-i farikası aklı değil, “Apatheia”sıdır (a-pathos): yani bir çeşit tevekkül, duygusal ıstıraptan azat olma durumu. Bu yüce ruh hâli ancak duyguların yeterince doyuma ulaşmış olmasıyla mümkündür. Duyguları denklem dışı bırakan tek ideolojiyse, nesnellik taslayan aydınlanmacı ideolojidir. Bu dünyadaki tüm despotlar aklı zehir gibi çalıştığı hâlde duyguları hiç gelişmemiş, hayatlarının hiçbir döneminde kimseden şefkat görmemiş adamlardır, bilhassa dinleri siyasete alet eden tiranların hepsi de teknik olarak dünyayı modernist bir bakma biçimiyle yorumlayan, Medici’ler ya da Borgia’lar gibi mafya karakterli kimselerdir. Dine siyaset bulaştıran adamla, sanata siyaset bulaştıran adam aynı adamdır. Akıl her şeyin üstündedir ve akıllı olan da yalnızca kendileridir. Modernist zihniyette akıl hükümdardır, mutlak monarşiye sahiptir, her şeyi ezer geçer. Öte yandan, mesela romantik bakış açısında akıl, gönle hizmet ettiği müddetçe değerlidir, ondan ruhu besleyecek metaforlar üretmesi beklenir. Hükümdar ruhtur, gönüldür, akıl yalnızca vezir olabilir. Başka birçok açıdan farklı olsa da bu bakımdan romantik sanat, tasavvufa yakın sayılabilir. Gerçi romantizme taban tabana zıt bir şekilde, tasavvufta insanın yutma arzusundan azat olmak yönünde kendini eğitmesi şeklinde bir uygulama da bulunur ancak tüketim çağının iradesiz çocukları olarak biz işin o yönünü beceremeyeceğimize göre (becereni hiç görmedik) yalnızca düşünsel boyutundan beslenelim ve insanın öznel doğasına bakışında sanatla arasındaki bağlantıyı göstermekle yetinelim.

Sanat deyince ister istemez kavram karmaşasına düşmek kaçınılmaz hale geliyor. Herkes aynı sözcüğü kullanıyor ama herkes başka şey anlıyor. İşin doğrusunu bir çırpıda özetleyiverelim: Sanat, akademisyenler için neşter vurulup incelenecek bir kadavra, tek derdi ekmek olan tüccarlar ve politikacılar için provokasyon ve kitle kontrol silahı, diyalektikçiler için beyin jimnastiği, dindarlar için küfür ve yapının ötesine (yaşama sevincine) özlem duyan dinsizler için dindir.

İki Savaş Sonrası Pesimizme İsyan Olarak Rock ‘n’ Roll

Liberal sömürgeci ideolojiler (yutma eylemini hatırlayın) özgürlük, eşitlik sloganlarıyla dünyayı iki büyük savaşa sürükledikten sonra Avrupa’da Rönesans’tan beri süregelen hümanist değerlere yönelik derin bir kuşku oluşur. Eski değer yargıları sorgulanır hale gelir ve çözüm tümden hepsini reddetmekte bulunur. Sanatsal alanda bu öncelikle Dada ve akımlarıyla, ardından varoluşçu felsefeyle ve absürt tiyatroyla kendini gösterir. Elbette tüm değerlerin reddedilmesi sonucu insanın hayatı anlamlandırma araçlarında büyük bir boşluk oluşur. Nietzsche’nin “tanrı öldü, onu biz öldürdük, yerini neyle dolduracağız” söylemi gözle görülür hale gelir. Sartre, varoluşçuluğu yeni hümanizm ilan ederek bu boşluğu fazlasıyla politik angaje sanatla doldurmaya çalışırken, Camus hayatın kısır döngüsel doğasını (Sisifos alegorisi) olduğu gibi kabullenmeyi ve absürt olandan zevk almaya çalışmayı önerir. Beckett, en pesimist yaklaşımı gerçekleştirerek Godot’yu beklemekten bıktığını ifade ederken, Ionesco görece olumlu bir adım atarak Gergedanlar piyesinde her alanda yığınlaşmaya karşıt bir tavır koyar ve diyalektik kanının aksine anti-konformizmi değil, bireyselliği yüceltir.

Avrupa’daki karanlık portreyi Nietzsche’nin Güç İstenci kavramıyla yorumlayacak olursak, tüm eski değerleri reddedip nihilizmi sanatsal yaratının amacı ilan etmeleri aslında tersine bir güç istencidir. Reddedilen kültür zaten nihilizmin kendisidir, dolayısıyla temelde hiçbir şey değişmemiştir. Önceden yüce değerler gibi görülen diyalektik modern ideallerin sorunlu olduğu fark edilmiş ve onlardan yüz çevrilmiştir fakat yeniden doğmak için ele geçen bu fırsat değerlendirilememiş ve güç istenci yolundan saparak hiçlik istencine dönüşmüştür. Güç istenci temelde hayata tutunmayı sağlayan itici bir içsel gücü ifade eder, dolayısıyla hiçlik istenci sorunlu bir güç istenci türüdür, yine de o da bir güç istencidir. İstememeyi istemek de yine istemektir. Kişinin şimdiye dek olduğundan farklı olmayı istemesidir. Kişinin kendini alt etmeyi istemesidir.

Aksi yöndeki tüm çabalara karşın Avrupa’da gayet karamsar, bunalımlı bir hava esmektedir. Aynı tarihlerde Amerika’da da yoğun bir karamsarlık göze çarpar ancak içeriği büsbütün farklıdır. Amerika’da hayatın anlamsızlığından ziyade soğuk savaşın komünist korkusu kaynaklı paranoyak bir karamsarlık hâkimdir. Birçokları komünist şüphesiyle kara listelere alınırken, alkol yasağı döneminde karaborsadan köşeyi dönmüş mafya aileler 40’larda sahipsiz vatandaşların arsalarına türlü dolaplarla el koyarak cennet tadında beton siteler inşa etmektedir. Görünürdeki Amerikan Rüyasının gerçek yüzü, birtakım aykırı Hollywood yönetmenleri tarafından, daha sonradan film noir adı verilecek olan trajik filmlerle ifşa edilir. Bu filmlerde çoğunlukla Amerikan Rüyasının peşinde koşan arriviste diyebileceğimiz (sosyal alanda tırmanıcı) tipler konu edilir ve hemen hepsi de kötü sonla biter. Bu filmlerde işlenen trajik hissiyatın ne kadar etkisi vardır, söylemesi güç ancak Nietzsche’deki anlamıyla yaşam gücünü yücelten Rock ‘n’ Roll müziğin doğuşu tam da bu döneme denk gelir. Yıkılmış değerlerin ardından yeniden hayatı sevebilmek için elle tutulur bir felsefe üretmekte başarısız olan diyalektik Avrupa’da değil de Amerikan Rüyasının trajedisini hisseden ellilerin Amerikan neslinde ortaya çıkmış olması tesadüf olmasa gerek. Uzun bir kâbusun ardından nihayet yaşama sevinci hapishanesinin parmaklıklarını aralamış ve yeniden yeryüzünde yürümeye başlamıştır.

Rock ‘n’ Roll, seven sevmeyen herkes tarafından bir isyan müziği olarak tanımlanır ve bu oldukça açıktır ancak neye isyan ettiği noktasında fikir birliğine varabilenler pek azdır. Öyle ki, ülkemizdeki batılılaşma sürecine direnç gösteren arabesk müziğin isyanıyla arasında benzerlik kuranlar dahi olmuştur. Oysa Rock ‘n’ Roll’un isyanı ne kültürel bir isyandır ne de sınıfsal. En azından doğumunun ilk yıllarında Rock ‘n’ Roll’un isyan ettiği tek bir şey vardır: Diyalektik Akıl!

Nietzsche, Hristiyanlığı, yaşama sevinci duyamayan hınç içindeki zayıfların diyalektik kanıtlama ve ahlakla iktidarı ele geçirmesi olarak tanımlar (Nietzsche’de zayıflık/güçlülük ekonomik politik ya da fiziksel güce işaret etmez, yaşama sevinciyle alakalıdır) ve ona göre tüm kötülüklerin, yani Hristiyan modern felsefenin anası da diyalektik yöntemin yaratıcısı olan Sokrat’tan başkası değildir. Putların Alacakaranlığı’nda Sokrat’ı insanları ikna edemeyen, yalnızca bıkkınlık veren sorularıyla bezdirerek yaşama sevinçlerini söndüren art niyetli biri olarak betimler. Tanrı öldü, onu biz öldürdük, derken fenerli delinin kiliseyi işaret etmesindeki maksat, kilise ideolojisinin neo-platoncu gelenekten geliyor olması, yani diyalektik olmasıdır. Hatta kilisenin skolastik felsefesine isyan edip hümanist felsefeyi kuran Rönesans filozoflarını da aynı ölçüde nihilist olarak görür. Hümanistler, tanrının yerine insanı koyma çabasını temsil ederler. Putlaştırma ve ahlaki yük taşıma devam ettiği için onlar da nihilizme aittir. Hedefi tutturamamışlardır. Ne gülmeyi ne oynamayı ne de dans etmeyi bilirler.

Eşek ve Deve çöl hayvanlarıdır, nihilizme aittirler ve yük taşırlar. Eşek, her şeyden önce Hristiyan bir hayvandır, “Yaşamdan Üstün” olduğu söylenen değerlerin ağırlığını taşır. Olumlamanın yük taşımak olduğunu zanneder. Tanrı öldükten sonraysa kendi kendini yüklemeye başlar, “hümanist” değerlerin ağırlığını taşır, hakikati taşıdığını iddia eder, o zamandan beri üstün insanlar arasında tanrı zannedilegelmiştir. Eşek, Dionizyak “Evet”in bir karikatürü, ona karşı bir ihanettir.Nietzsche.

Nietzsche “Şen Bilim” eserinde, yüce gönüllü insanların entelektüel vicdana sahip olmadığını belirtir. Toplum tarafından dayatılan değer yargılarının bilincine varmadan, hatta bunları kafaya takmadan, herhangi bir şeye inanıp, inancına göre yaşamayı, saf ve doğal olan yöntem şeklinde niteler. İyi kalpliliğin ve yüce gönüllüğün ancak değer yargılarında gevşekliğe izin veren insanda ortaya çıkabileceğinin altını çizer. Diyalektik akla yöneltilmiş esaslı bir eleştiridir bu. Belirsizlikten rahatsız olmamaktır yaşama sevincinin kaynağı.

“Yüce ruhlu insanı alçak insandan ayıran tek şey yargılarında KESİNLİK aramamasıdır.” Nietzsche.

Nietzsche’nin tanrısallık atfettiği herhangi bir şey varsa bu, yaşama sevinciyle alakalı, hayatı olumlayan bir tanrıdır, kilisenin tanrısıysa gerçek olanı gölgeleyen, hayatı olumsuzlayan kara bir noktadır. Bizim bütün kültürümüz nihilisttir derken, nihilizmi övüyor falan değildir aksine yaşama sevincini düşman gören bir kültürü işaret eder. İşte Rock ‘n’ Roll müzik her şeyden çok, dünyayı savaştan savaşa sürükleyen baskıcı, akılcı, karanlık ve nihilist olan bu diyalektik kültüre isyan eder ve işte tam da bu yüzden, diyalektik aklın nazarında kötüdür. Sağcılara göre şeytan, solculara göre Amerikancı popüler kültürdür fakat her halükârda hor görülendir.

Nietzsche her ne kadar diyalektik aklı düşman ilan etmişse de, diyalektik aklın düştüğü tuzağa düşüp düşmanından nefret etmeyi de reddeder çünkü aslında yaşama sevincinin tek gerçek düşmanı Hınç’tır.

“Dindarlarda akla karşı nefret duyma yatkınlığı gözlemledim. Onların entelektüel vicdanı da budur. Oysa Rerum Concordia Discors (Şeylerin Uyumsuz Uyumu – ) ortasında, sorgulama takıntısı olmamak, en azından sorgulayan insandan nefret etmeksizin, hatta onu tatsız tuzsuz komik biri gibi görmek. İşte aradığım duygu bu!” Nietzsche.

Sanat Hakikatin Tersidir

Eğer cehenneme gideceksem, oraya piyano çalarak gideceğim.Jerry Lee Lewis

Nietzsche’ye göre tüm ideolojiler dünyanın gerçek doğasını görmemizi engelleyen romantik araçlardır. Dayanılması zor bir dünyaya tahammül edebilmeye hizmet ederler. Nietzsche bu araçların hepsini hor görür, öte yandan bu araçlar olmadan yaşama lüksüne yalnızca ileri düzeyde bireysellik bilinci geliştirmiş üstinsanın sahip olabileceğini düşünür. Sıradan insanlar bu araçlardan mahrum kaldıklarında hayata karşı hınç duymaya başlarlar. Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe eserinde bu hıncı şu sözlerle ifade eder:

Bir günahtan daha zararlı olan nedir? Zayıf ve hasta olanların iktidarı: Hristiyanlık!

Hristiyanlığı, hınca ait dürtüleri formüle edip ahlaksal bir sisteme dönüştürmüş diyalektik bir yeryüzü yorumu olarak görür. İyi olan hiçbir şey hıncın alanına ait olamaz. “Hiçbir adalete sığmayan sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilir?” diye sorar.

İdeolojiler gerçek dünyanın ahlak dışı acımasız tabiatını gizleyen romantik araçlardır fakat bunu ahlaksal sistemler dayatarak yaparlar, ki bu da yaşama sevincine düşman bir uygulamadır. Oysa sanat aynı şeyi ahlaki kurallar dayatmadan, bireyi duygusal doyuma ulaştırmak aracılığıyla yapar.

Önceki bölümlerde kısaca bahsettiğimiz YUTMA eylemine geri dönelim: Yutma eylemi hayatın başlangıcındaki ilk-acıya dair bir şeydir. Varoluş kendini yok ederek yaratır ve bu durum Apollon-Dionysos düalizminin kökenidir. Tragedyanın Doğuşu eserinin üçüncü bölümünden doğrudan aktarıyorum:

Kral Midas, Dionysos’un elçisi bilge Silenos’u ormanda uzun süre kovalamış ama yakalayamamış. Nihayet günün birinde yetişmiş ve sormuş Silenos’a: İnsan için en iyi olan nedir? Kaskatı kesilmiş Silenos, sonra kulakları çınlatan bir kahkahayla şu sözler dökülmüş ağzından. –Bir günlük ömrü olan zavallı tür, rastlantının ve kederin çocukları… Duymamanın senin için en hayırlısı olan şeyi söylemeye niye zorluyorsun beni? İnsan için en iyi şey, doğmamış olmaktır, var olmamak, hiç olmak. En iyi ikinci şeyse en kısa zamanda ölmek.

Nietzsche bu halk efsanesi üzerinden şu çıkarıma varır: Yunanlılar, var oluşun özündeki dehşeti biliyor ve duyumsuyorlardı. Yaşamaya devam edebilmek için bu dehşetin üstünü örtmeye ihtiyaçları vardı. O yüzden de Olympos’taki parlak düş dünyasını icat ettiler. Yunanlıların trajik mitos çağına bu kadar büyük bir hayranlık duyması bu düalizme dayanır. Yunanlılar bir yandan var oluşun özündeki Dionizyak acıyı duyumsuyor bir yandan da Apolloncu estetiği icat ederek o acının üstünü örtüyor ve bu sayede doyurulmuş bir ruh haliyle yaşamaya devam edebiliyorlardı. Kral Midas ormanda bir flüt sesi duyar, bu iç acıtan ses ona Dionizyak olan vasıtasıyla ilk-acıyı hissettirir ve Kral Midas şimdi ve burada yok olma arzusuyla esrikleşir. Tam kendini öldürecekken, Apollon çıkagelir ve ona dünyanın tüm güzel görüntülerini göstererek yaşama arzusu duymasını sağlar. Nietzsche’ye göre insanın en büyük trajedisidir bu. Aynı anda şimdi ve burada yok olma dürtüsü ile sonsuza dek yaşama dürtüsü arasında bölünmek. Nietzsche için trajedi bizzat hayatın kendisidir.

Dionizyak-Apollonik birlikteliğini bir de Titanlar ve Olymposlular çatışması üzerinden açıklayalım: Chaos’tan doğan ilk Titan Gaia’nın oğlu ve kocası olan Uranüs’tür. Uranüs kendi oğlu Chronus tarafından iktidardan indirilerek hadım edilir. Chronus, nasıl ki babasını hadım ettiyse, kendi çocuklarının da onu hadım edeceğinden korkarak çocuklarını yemeye başlar. Ardından, Chronus’un oğlu Zeus, baba-oğul döngüsünü sonlandırmak amacıyla Chronus’a zarar vermeyip onu yalnızca Tartarus’a kapatır ve Olympos’a yerleşir. Zeus’la birlikte Titanlar dönemi kapanmış olur ve Olymposlular dönemi başlar. Titanlar yaratılışın ilk-acısını duyumsamaları bakımından Dionizyak olanı, Olymposlular ise korkunç hakikatin üstünü biçimsel bir estetikle örtmeleri bakımından Apollonik olanı temsil ederler. Yutma eyleminin alegorisi Chronus’un üstü Olympos’un estetik bakımdan güzel manzarasıyla örtülmüştür. Çözüm ahlakla değil, sanatla elde edilmiştir. Oysa korkunç gerçek (Chronus) hâlâ derinlerde (Tartarus zindanlarında) ikamet etmeye devam etmektedir.

Nietzsche’nin hakikat arzusunu neden dekadans belirtisi olarak tanımladığı şimdi daha açık seçik görülüyor olsa gerek. Hakikat derinlerde yatmakta olan yok edici YUTMA dürtüsüdür. Hakikati aramak o dürtüyü serbest bırakmak, yani yok olma arzusu duymak anlamına gelir. Öte yandan, onun varlığını tümüyle göz ardı etmek de sağlıksız bir yöntemdir. Bir yandan dionizyak sanat aracılığıyla ilkel dürtünün sanal olarak doyurulması, diğer yandan apollonik sanatla üstünün örtülmesi, Yunanlıların trajik çağında uygulanan yöntem budur. Fakat sonra Sokrat diye bir adam çıkar, bu dürtü sanki hiç yokmuş gibi diyalektik kanıtlama aracılığıyla ideal devlet şeklini tasarlar ve hem ahlakçı dünya görüşünün hem de modern felsefenin temellerini atar (Platon’dur aslında bunu Sokrat’ın adını kullanarak yapan).

Dionysos-Apollon düalizmi ayrıca şu ikilemlere de tekabül eder: Titanlar-Olymposlular, Lirik şiir-Epik şiir, Asyalı(barbar)-Helen, Doğu-Batı, Müzik-Heykel, Sarhoşluk-Hayal gücü, Aşırılık-Ölçü, Bütünsellik-Bireysellik, Acı-Haz, etc.

Benim felsefem Platon’un tam tersidir. Bir şey gerçek yaşamdan uzak olduğu ölçüde iyi ve güzeldir. – Nietzsche.

Platon’da görünen dünya ideaların kusurlu bir yansımasıdır. Gerçek olan idealardır. Yani görünen dünya hor görülür ve ideal olanın (öte dünyanın) ahlaki sorumluluğu altında yaşamak gerekir. Nietzsche’de ise tam aksine görünen dünya gerçek olandır ve gerçek olan hor görülür. İdealar sanatla üretilen yapaylıktır ve bu yapaylık yaşama sevincine hizmet ettiği müddetçe iyi ve güzeldir. Başka bir deyişle; gerçek acıdır, yalan tatlı. Doğa pisliktir, yapay sanat!

“Apolloncu güzelin ereği, yaşama sızıp onu büyülemektir. Bu büyücülük temelde olumsuzdur çünkü var olanı hor görmektir, zor ve acılı olanın üzerine bir tül atmaktır, bütün kırışıklıkların düzenlenmesidir.

Her kadında bir Helena görmek! Zor ve acılı olanın yadsınması, gerçeğe uygun görünüşün yadsınması, işte güzel budur.

Nedir güzel görünüş? Bir şeyin içinde devinen bütün şiddet ve açlık, güçler çatışması ve bükülmelerin gözden silinmesidir.” – Nietzsche.

Nietzsche’nin gözünde; herkes derine inebilir, zor olan derine indikten sonra yeniden yüzeye çıkabilmektir. İnsan doğası çatışma içerir. Çelişkili dürtüler içinde bocalayan uyumsuz bir akordur insan, dolayısıyla önce kendi doğasındaki hıncı yatıştırmalı (–Dionizyak sanatın amacı) ve ardından kendi kusurlu varlığının üzerine bir güzellik örtüsü serecek harika bir yanılsama yaratmalıdır (–bu da Apolloncu sanatın amacıdır). Yaşam ancak bu sayede mümkün olur.

Dionizyak ve Apollonik, müzik ile mitos, birinin yozlaşması diğerini kötürüm bırakır. Trajik mitosun anlamı diyalektikçilerin yaptığı üzere ahlakın alanında aranmamalıdır. Trajiğin anlamı çirkin ve uyumsuz olanın, istencin sonsuz gücünü ifşa ederek dionizyak haz uyandırmasındadır. Birey bu doyumdan mahrum kaldığı müddetçe hiçbir ahlaki sistem onu “iyi” davranmaya ikna edemez. Duygusal doyumu tatmamış olan kişi baktığı her yerde entrikalar, gizli çıkarlar ve art niyet görür.

Ahlaksal dünya düzeni çağrısı, güçlü bir sanat büyüsünün dinleyiciyi cezbetmesi gereken yerde drama yazarının politik eğilimler göstermesine sebep oldu. Bunun sonucunda sanat, parlamentodaki hatip kürsüsünün önünde suçun ve günahın yargılanışında ortaya çıkan türden duygulanımlara teslim edildi. Gerçek sanatsal amaçlara böylesi bir yabancılaşma, adeta bu eğilime tapılmasına yol açtı.Nietzsche.

Sıradan yaradılışlı insanlar yüce gönüllülükle donanmış duygulardan bahsedildiğini duyunca kaşlarını çatar ve şöyle düşünürler, “Amacının ucu bucağı görünmese de böyle konuşmaktan bir çıkarı olmalı.” Soylu duyguları olanların belli etmeden kazanç peşinde koştuklarını düşünerek onlardan kuşku duyarlar. Nadiren bencil bir amacının, çıkarının olmadığına ikna olduklarındaysa soylu insanı bir tür budala olarak görürler. Gözleri parlayarak güle oynaya aşağılarlar onu. “İnsan nasıl olur da kazançlı olmamaktan keyif alır, nasıl olur da kazançsız olmayı ister? Bu soylu duyguda bir akıl bozukluğu olsa gerek.” Oysa yavrusunu koruyan bir anne ya da kızışma döneminde dişisini ölümüne izleyen hayvan ölümü düşünmez, dişiden alacağı zevk ve bu zevkten mahrum kalma korkusuyla aptal olur, tıpkı yüce gönüllü insan gibi. Alınan zevk o denli güçlüdür ki akıl susmak zorunda kalır.Nietzsche.

Rolling Stone dergisinden Robert Palmer, Aralık 1979 tarihli röportajında Jerry Lee Lewis’e sorar: “Bir günahkâr olduğunuza ve rock & roll yaptığınız için cehenneme gideceğinize inandığınız doğru mu?” Lewis, onu büyük bir dikkatle süzdükten sonra yanıtlar: “Evet, öyle. Doğru olanın ne olduğunu biliyorum. Ben iyi bir Hristiyan olarak yetiştirildim. Ama o yoldan gidemedim… Çok zayıfım, sanırım.” Bunun üzerine muhabir rock&roll müziğin neden lanetlenmesine sebep olacağı konusunda diretir. Lewis ona sanki dünyanın en saçma sorusunu sormuşçasına bakar ve yanıtlar: “İsa Mesih’i whole lotta shakin’ yaparken hayal edemiyorum.”

Müzik Endüstrisi ve Olympos Tanrıları

Blues müziğin kökleri XIX. yüzyıl Amerika’sının güneyindeki çiftliklere uzanmaktadır. Türün mucitleri pamuk ve sebze çiftliklerinde ter dökerken şarkılar söyleyen Afrikalı-Amerikalı köle ya da eski mahkûmlardır. Afrika’nın duygusal hüzünlü şarkılarından evrildiği kabul edilmektedir. Kırsal hayat öğeleri, vurmalı ritimler, dini duygular uyandıran ilahi tarzı, country dans müziği türün bileşenlerinden birkaçıdır. Çoğunlukla kederli bir tür gibi görülse de aslında güçlükleri aşmak, hayal kırıklıklarını defetmek, üzüntülerini ifade edip rahatlamak, saçlarını rüzgârda dağıtmak ve duygusal esriklik içinde mutlu olmak temaları ağırlıktadır. Örneğin, Bukka White’ın Parchman Farm parçasında, Parchman çiftliğinde karısını kaybeden bir çiftçinin bu çiftlikte çalışmaya devam etmek zorunda olduğu için duyduğu üzüntü dile getirilir, şarkının sözleri günün birinde yurduma döneceğimi umuyorum, diye özlem ifadesiyle biter. Big Bill Broonzy, Just a Dream parçasında gördüğü bir rüyadan bahseder. Rüyasında bir melekle hoş vakit geçirmiştir fakat uyandığında meleği yanında bulamadığı için üzülmektedir. Rüyasında lotodan para kazandığını görmüş fakat uyandığında tek bir penny’si dahi olmadığını görmüştür. Rüyasında evlenmiş ve bir aile kurmuştur, on tane çocuğu vardır ve onu da kendisine tıpatıp benzemektedir fakat uyandığında yalnız olduğunu görür.

Blues müziğini üretici kesime hitap ettiği için ülkemizdeki arabesk müziğe benzetenler vardır ancak arabeskin aksine Blues’da hayata karşı hınç duyguları söz konusu değildir. Hiç kimse batsın bu dünya, diye haykırmaz. Tüm adaletsizliklere rağmen hayatı sevmeye çalışanların müziğidir Blues. Bu bakımdan, arabeskten ziyade Anadolu halk müziğine benzetilebilir belki.

New Orleans’taki köle pazarlarından nehir teknesiyle Mississippi deltasının yukarı bölgelerine taşınan köleler sebebiyle Jazz müziğinin de doğum yeri Memphis ve Jackson arasında kalan delta bölgesi olmuştur. Jazz ve Blues birbirleriyle sürekli bir ilişki içinde olmuş ancak Jazz müziğin aksine Blues 1930 ve 40’lara dek güney bölgelerinde kalmış ve orta-batıya yayılmamıştır. Sonrasında yukarı sanayi bölgelerine çıkıldıkça şehirli Blues tarzı gelişmeye başlamış, Memphis Blues, Chicago Blues ve diğer yerel Blues türleri ortaya çıkmıştır. John Lee Hooker ve Muddy Waters, 1940’larda Blues müziği akustikten elektrikli gitara geçiren ilk isimler olmuştur. Blues, on yıl içinde önce rhythm ‘n blues türünü doğurmuş ve nihayetinde rock ‘n roll müziğe dönüşmüştür.

Sözü geçen yıllar yakın tarihmiş gibi görünse de aslında XIX. yüzyıl ortalarında ortaya çıkan Ku Klux Klan zihniyeti siyahi düşmanlığının yoğun olarak devam ettiği yıllardır bunlar. İlginç olan, siyahlar kendilerini isyan edip teröre başvurarak değil, sanatla, müzikle ve maruz kaldıkları tüm haksızlıklara rağmen sahip oldukları muazzam yaşama sevinciyle kabul ettirmişlerdir. Blues ve Jazz müziğin mottosudur bu: Yaşamın övülmesi!

Jerry Lee Lewis, hayranlık duyduğu siyahi müzikten ödünç aldığı melodi ve ritimleri ilk kez piyanoda kullandığında bunu siyahi müziği şehvetli ve şeytani olarak gören redneck’ler tarafından linç edilme riskini göze alarak yapmıştır. Whole Lotta Shakin’ Goin’ On parçası güneydeki tüm radyo istasyonlarında yasaklanır. Olaya din provokasyonu yapan vaizlerin de karışmasıyla işler çığırından çıkar. Her şeye rağmen kuzeydeki sanayileşmiş şehirlerde tanınmasıyla Jerry Lee kendini topluma kabul ettirmeyi başarır. Öte yandan, kendisi yirmi iki yaşındayken on üç yaşındaki kuzeniyle yaptığı evlilik ileriki yıllarda başına bela olur. Amerika’da kimse bu ilişkisini ahlakdışı olarak görmezken, İngiltere turnesinde büyük bir tepkiyle karşılaşır. Yalnızca üç konserin ardından medya baskısı yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Skandal, Amerika’ya döndükten sonra da peşini bırakmaz. Radyolarda parçaları çalınmamaya başlar, konser veremez hale gelir. İnsanlar onu müziğiyle değil, hayatıyla yargılamışlardır ve bu yargılama ahlak kökenli bir yargılamadır. Oysa yaşama sevincini onun müziği kadar yücelten başka bir örnek daha göstermek oldukça güçtür.

Bu arada, Jazz müzik, Al Capone ve Mickey Cohen gibi kingpinlerin hüküm sürdüğü Los Angeles, Chicago ve New York gibi bölgelerde gece kulübü müziği olmaya doğru evrilmektedir. Frank Sinatra, Julie London gibi büyük jazz vokallerinin parlamasıyla jazz müzik artık güneyli kökenlerini kaybetmeye, vodvil kültürle birleşmeye ve yüksek burjuvanın eğlence dünyasının bir parçası olmaya başlar.

Kapitalist sistemle yaşanan bütünleşme bununla sınırlı kalmaz. Kökenlerini koruyan sanatçılar da devleşmekte olan müzik endüstrisinin bir parçasıdır ve özünde yaşama sevinciyle ilgili olan Amerikan müziği gün geçtikçe ekonomik çıkarların söz sahibi olduğu bir arzu nesnesine dönüşür. Bu müziğin yaşama sevinci verme gücü, tüm değer yargılarının küresel ölçekte yıkıldığı karanlık bir çağda pazar değeri en yüksek ürün olmasını sağlar.

Mr. Mojo Risin

60’larda ortaya çıkan hippiler küresel ölçekteki çıkar ilişkileriyle gözü dönmüş komünist, faşist, kapitalist, özetle yaşama sevincinin mümkün olmadığı politik bir dünyaya topyekûn başkaldırarak, ahlak ve siyasetten tümüyle arınmış alabildiğine özgürlükçü apolitik bir komün hayatı ortaya koyarlar. Vejetaryenlik, savaş karşıtlığı, LSD kullanımı gibi uygulamalarla aslında yapmaya çalıştıkları, diyalektik aklın hükmettiği zindansı bir dünyayı hem yaşam tarzıyla hem de algılama biçimi bakımından reddetmektir. Sonraki yıllarda güçlenen Punk müzikten farkları, politik bir anarşizmi de reddediyor olmalarıdır. Ortaya koydukları politik duruş, politikadan uzak durmaya dayanmaktadır.

1965 yılında kurulan The Doors grubunun mottosu “Eğer algının kapıları temizlenseydi, her şey insana olduğu gibi görünürdü: Sonsuz!”, Aldous Huxley’in The Doors of Perception kitabından ve İngiliz romantik şair William Blake’in The Marriage of Heaven and Hell şiirinden bir alıntıdır. Grubun vokali Jim Morrison üzerine çuvallar dolusu kitap yazılmış olduğu için tekrara düşmemek gayesiyle fazla detaya inmeden sadece tek bir noktayı vurgulayalım. L.A. Woman parçasının sözlerindeki en akılda kalıcı kısım “Mr. Mojo Risin” aslında Morrison’un yeryüzündeki kısa ziyaretinin anahtar kelimelerini vermektedir. Fransız şair Arthur Rimbaud’dan bir hayli etkilenmiş olduğu bilinen Jim Morrison diyalektik şuura başkaldıran şuur-dışı arzunun ve yaşama sevincinin kişileşmiş hali gibidir. Ne yazık ki, tüm diğer sanatçılar gibi o da çok geçmeden televizyon kültürünün, bir başka deyişle müzik endüstrisinin cazibeli bir ürünü olmaktan kurtulamamıştır.

Dikkat edilirse, diyalektik aklın hâkimiyeti arttıkça, akla isyan edenlerin niceliksel ve niteliksel şiddetinin de arttığı görülecektir. Rock ‘n’ roll, ilerleyen yıllarda giderek farklı birçok alt türe ayrılmaya devam eder. Ayrıca elektronik müzik gibi araçsal altyapısı teknolojik bir çağa hitap eden yeni müzik türleri de ortaya çıkmaktadır fakat müzik artık özgürlüğünü kaybetmiş, kapital karşısında yenik düşmüş ve yaşama sevinci duyamayan yığınlara pazarlanacak bir ürün haline gelmiştir.

Son olarak Nietzsche’nin, Wagner’in dramayı müzikle destekleme yönteminden başlangıçta büyülenip sonradan dekadansın belirtisi ilan etmesi üzerinde duralım: Nietzsche’nin Wagner’den etkilenmesinin tek sebebi drama-müzik birlikteliği değildir, aynı zamanda işlediği konuların mitos boyutunun güçlü olmasıdır. Trajik mitos ve müzik, Nietzsche’nin kutsal ilan ettiği iki araç Wagner estetiğinde bir araya gelmektedir. Wagner’in icat ettiği bu yöntem XX. yüzyılda en yetkin olarak Hollywood tarafından kullanılagelmiştir. Nietzsche, bu yöntemin dehasının yanında, barındırdığı tehlikeleri de görmüş olsa gerek. Örneğin, Tannhäuser operasının içeriğine kısaca bir göz atalım:

Tannhäuser, yıllardır tanrıça Venüs’ün mağarasında sefahat içinde yaşamaktadır. Günün birinde, ölümlü olduğunu hatırlar ve zaten kısacık olan vaktini zevk âlemlerinde boşa harcadığı hissiyatına kapılır. Hovardalıkları yüzünden suçluluk duyar ve dünyevi sorumluluklarını yerine getirmek üzere yıllar önce terk etmiş olduğu gerçek dünyaya geri dönmeye karar verir. O sırada tanrıça uyanır ve “Beni bırakıp nereye gidiyorsun?”, diye sorar. “Bu mağaranın ötesinde sana mutluluk ve huzur yok!”

Tannhäuser kararını dile getirir ve o güne dek kendisine türlü hazlar verdiği için tanrıçaya teşekkür ettikten sonra ayrılmaya davranır fakat tanrıça gitmesine izin vermez. Tannhäuser yalvarıp yakarır, “Azat et beni, bırak dünyaya döneyim”, diye sayıklayıp durur. Derken, Venüs’ün şarkısını işitir. En başından Venüs’e tutulmasına sebep olmuş olan o büyülü şarkıyı! Ruh hâli aniden değişir! En yüksek duvarlarla korunan fethedilmesi imkânsız şehirlerin bile kendi rızalarıyla düşmanı içeri buyur etmesini sağlayabilecek türden ılık bir teslimiyet dürtüsü kabarır göğsünde. İliklerine kadar nüfuz eden haz dalgasıyla hummalı bir coşkuya tutulur ve her şeyi unutuverir.

Bir süre daha zevk içinde yaşarlar fakat aradan zaman geçtikçe şarkının büyüsü etkisini yitirir ve Tannhäuser yeniden hüzünlenerek kefaretini ödemek amacıyla dünyaya dönmek ister. Yolculuk özlemi duyduğu her defasında, Venüs hoş kokulu ezgileriyle onu baştan çıkarır ve kalmasını sağlar. Tannhäuser ise şarkıyı her işittiğinde, derin kederini unutup coşkuyla Venüs’ün aşkına övgüler düzmeye başlar. Onun uğruna tüm dünyayı karşısına alacağına ve ilelebet onun sadık savaşçısı olacağına ant içerken fevkalbeşer bir güzelliğe bürünür.

Arzunun yüceltildiği ilk perde, Nietzsche’nin estetik-metafizik görüşleriyle uyum içindedir ve müziğin ana melodisi de Tannhäuser’ın Venüs’ün aşkına övgüler düzdüğü ereksiyon halinin ifadesi olarak fazlasıyla taşkın, coşkulu bir üsluba sahiptir. Lakin ilerleyen sahnelerde anlatıdaki trajik çatışmanın Hristiyanlığın ödev duygusu ile Venüs’ün haz vericiliği arasında tasarlandığı ortaya çıkar. Neticede öykü boyunca haz en ağır şekilde Hristiyan idealler tarafından yargılanır ve arzu ölüme mahkûm edilir. Buradaki en büyük çelişki, arzunun ölüme mahkûm edilmesini anlatan içeriğin oldukça arzu uyandırıcı bir üslupla temsil ediliyor oluşudur. Öykünün asıl yücelttiği Hristiyan nihilizmdir ve bunu ikiyüzlü bir şekilde arzuyu kullanarak yapar.

Benzer bir ikiyüzlülük Hollywood sinemasının genelinde de hâkimdir. Arzuyu hiçbir ahlaki kaygı taşımadan (ama intikam gibi hınç uyandırıcı temalara da temas etmeden) sonuna kadar götüren filmler nadir bulunur. Bunun yolu her şeyden önce insan ruhunun derinliklerine hâkim olup yüzeysel bir üslupla yazmaktır. Nietzsche’ye göre sanat, derin olandan uzaklaştığı ölçüde değerlidir. Derinlerde sayısız iç çatışma, şiddet ve hınçtan başka bir şey bulunmaz. Sanatın amacı tüm bu dürtüleri yüzeysel olarak temsil edip doyurmak ve acısını dindirmektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz White Heat örneğinde, karakter ne kadar ahlak dışı olursa olsun arzusunun peşinden gider ve dünyanın zirvesine ulaştığında (orgazm anı) petrol tankerleriyle birlikte patlar, havaya uçar. Arzunun doyumu gerçek anlamıyla bu filmde tamamlanır. Karakterin ölümü başka hiçbir sebepten değil, bizzat kendi arzusunun gücünden kaynaklanır.

Apollonik-Dionizyak formülünün müziğe dair günümüzdeki kullanımıyla antikitedeki kullanımını karşılaştıracak olursak, antikitede Yunanlılar hayatın özündeki korkunç hakikati önce dionizyak olan vasıtasıyla duygusal olarak tatmin ediyor, ardından icat ettikleri Olympos tanrılarının düşüyle apollonik olarak üstünü örtüyorlardı. Oysa günümüzde tiyatroda olsun sinemada olsun trajik hissiyat ya tatminden mahrum bırakılıyor ya da politik, ahlaki fikirler aşılamak şartıyla tatmin ediliyor, dionizyak olan yalnızca müzik aracılığıyla ortaya çıkabiliyor ve bu müziği icra eden şöhretler, düşlerimizin nesnesi olan Olympos tanrılarına dönüşüyor. Haliyle onların müziğinden bir parçacık olsun beslenebilmek için bir çuval para ödemek zorunda kalıyoruz, üstüne üstlük hayali tanrılar olmayıp, kanlı canlı gerçek insanlar oldukları için sahnenin sınırları içinde kalması gereken dürtülerin gerçek hayata sızmasına da sebep oluyorlar. Oysa Yunanlılar dionizyak müziği bayramlarda ücretsiz olarak icra ediyorlardı, dahası Olympos tanrıları da yalnızca düşsel bir haz kaynağı olarak dünyaya bakışlarında ikamet ediyordu, televizyon ekranlarında dev firmaların reytinglerini arttırmaya hizmet etmiyorlardı.

William Shakespeare’in On İkinci Gece’sinden bir alıntıyla bitirelim:

Müzik aşkın gıdasıymış madem, çalın! Verin o gıdayı bana, durmadan verin. Fazlasından hasta düşsün, ölsün şu heves. Yine o nağme! Uzaklaşıyor, ölüyor. Ah, o ses!

İlkay Atay

ilkayatay87@gmail.com

Yazarın diğer incelemelerini okumak için tıklayınız.

antik yunan felsefesi Apollonik üstinsan düşüncesi Dionysos-Apollon estetik haz Jerry Lee Lewis nietzsche ve yaşam felsefesi tragedya wagner müziği yaşama sevinci

Hakkında Editör

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

double-indemnity-poster

Double Indemnity (1944, Billy Wilder) – 3. Bölüm

Yazı dizisinin diğer bölümlerini okumak için tıklayınız: 1. bölüm ve 2. bölüm. Kapitalist Sistemin Hırslı ...

3 Yorum

  1. Hakan Bilge

    SanatLog’da şimdiye dek okuduğum en iyi yazılardan biri diyebilirim. Kesinlikle üzerinde durulması, düşünülüp tartışılması gereken yazılardan biri. Eline sağlık İlkay dostum.

  2. kusagami

    İlkay Hocam ellerine gözlerine sağlık diyorum. Bu metnin defalarca okunup özümsenmesi, üzerinde düşünülmesi ve yorumlanması gerektiğine inanıyorum Hakan yoldaşım gibi. Çok teşekkür ederim.

  3. ilkay

    Okuyan, üzerine düşünen herkese ben teşekkür ederim. Havadaki yaşama sevincinin artmasına az da olsa katkı verebilirsem benden mutlusu yok. Herkese selamlar.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>