Anasayfa / Edebiyat / Deneme / Çıplaklığın Çevirisi, Dillerin Dilsizliği

Çıplaklığın Çevirisi, Dillerin Dilsizliği

“Hiçbir gerçek yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez.”

Akşit Göktürk’ün “Çeviri: Dillerin Dili” kitabında geçen bu sözü, edebiyat metniyle diğer metinler arasındaki farkı da unutulmayacak biçimde özetliyor. (1)

Edebiyat metinlerinin çevrilmesindeki güçlüğü, yazarın yaşadığı ve yapıtlarında yansıyan zamanlar ve konumlarla, ulaştırılmak istendiği farklı dünyalar arasındaki uçuruma dayandırıyor:

“Bir yazın metninin alımlanmasında, aynı iletişim konumunun değişik dillerde oluşması düşünülemez. Neden? Yazarın, yalnız her yerde, her zaman geçerli kalabilecek bir bilgiyi anlatan değil, insan varoluşunun kültürel, tarihsel, yöresel koşulluluğunu da dile getirmiş olmasından dolayı.”

Küçücük bir kitapta tarihi, yaşamı, sözü, özü, biçimi, iletişimi, anlamı, işlevi, dille kurulan köprülerin insanları nasıl bağladığını ve ayırdığını anlatıyor. Günlük dildeki basit kullanımdan erişilmesi en zor yazınsal metinlere kadar uzanarak sözün başka dillere iletilmesinin kuramsal temellerini yansıtıyor.

Katharina Reiss’a dayanarak çevirmenin yerini anlatıyor:

“Çevirmen ise bu durumda, değişik bir çağda, değişik bir yörede, değişik bir kültürde hem özgün yapıt yazarı ile okurunun konumunu hem de o yazar ile çeviri dili okurunun konumunu kavrayabilmek, bu iki konum arasındaki uçurumu tanılayarak köprüleyebilmek görevini yüklenir. Bu noktada yazınsal çeviri eşdeğerliliği, bir dilsel sözcenin, değişik dillerde, değiştirilmiş zaman, yer, kültür konumunda aynı iletişimsel işlevi gerçekleştirmesiyle sağlanır.”

….

Kitap John Keats’in bir şiiri ve çevirisiyle açılıyor:

“Ünlü ozan John Keats (1795–1821), en güzel şiirlerinden birinde, yurttaşı George Chapman’ın on altıncı yüzyıl sonunda yapmış olduğu bir Homeros çevirisini ilk kez okumanın coşkusunu dile getirir. Eski Yunanca bilmez Keats. Çeviri buluşturur onu Homeros’un yirmi yedi yüzyıl öteden gelen gür sesiyle, düşsel dünyasıyla. Zaman, uzay, dil engelleri birden kalkıverir ortadan. O coşkuyla ozan, bu unutulmaz okuma yaşantısını adı geçen şiirinde ölümsüzleştirir:

“Much have I travell’d in the realms of gold

And many goodly states and kingdoms seen;

Round many western islands have I been

Which bards in fealty to Apollo hold.

Oft of one wide expanse had I been told

That deep-brow’d Homer ruled as his demesne;

Yet did I never breathe its pure serene

Till I heard Chapman speak out loud and bold:

Then felt I like somer watcher of the skies

When a new planet swims into his ken:

Or like stout Cortez when with eagle eyes

He stared at the Pasific -and all his men

Looked at each other with a wild surmise-

Silent, upon a peak in Darien.”

“[Çok dolaştım altından ülkelerde

Nice görkemli devletler krallıklar gördüm:

Gezdim batının birçok adasını

Ozanların Apollon’u yücelttiği.

Hep adını işittim koca bir ülkenin

Alnı geniş Homeros’un egemenlik sürdüğü;

Ama hiç solumadım o ülkenin duru havasını

Chapman’ın gür yiğit sesini işitene değin:

Bir yıldız gözlemcisi gibiydim o an

Görüş alanına yeni bir gezegen giren;

Ya da yiğit Cortez gibi kartal gözleriyle

Pasifik’i süzen -bütün adamları

Birbirine bakarken çılgın bir şaşkınlıkla-

Sessizce, Darien’deki bir uçurumdan.]”

….

Kitapta Katharina Reiss dışında Güttinger, Koller, Lawendowski, Lefevre, Levy, Ludskanow, Jakobson,  Wandruszka, Wermeer ve Wills gibi pek çok ad geçiyor. Verilen kaynak listesinde Reiss’ın 1977 ile 1984, Wills’in 1974 ile 1983 yılları arasında yayımlanmış beşer çalışması yer alıyor. Göktürk dili ve çeviriyi anlatıyor:

“Her dil, belli bir kültürün göstergeler dizgesiyle, belli uzlaşımlar, töreler, davranışlar, değer ölçüleriyle, kısacası somut insan yaşamıyla iç içedir. Her yazın metninde sunulan kurmaca dünyanın art-alanında da, bütün bu etkenler yürürlüktedir. Başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılmasıdır çeviri bu yönüyle.”

“İnsanın kendi yaşam çevresi dışındaki olgularla düşleri bilme çabasının bir sonucudur çeviri. Değişik toplulukların, ulusların, bilim, sanat, alanındaki çabalarını birbirleriyle paylaşabilme yoludur. Bu yol, insanoğlunun ayrı diller konuşması gerçeğinin yanı sıra, Babil’den beri hep var olagelmiştir. Bu yönüyle tek tek diller ötesinde bir ortak dildir çeviri, dillerin dilidir. Kıskanç bir tanrının, insanoğlunu bölüp dağıtmasından doğan olumsuz sonuçlara Prometheus’ça bir başkaldırmadır.”

“Keats’in şiirinde coşkuyla dile getirildiği gibi, çeviri yeni bilgi alanlarına açılmanın yoludur. Tarih boyunca birçok uygarlıkta, aydınlatma dönemleri çeviriyle başlamıştır. Her toplumda, her çağda, sanat, bilim, düşünce alanlarında özgün yaratıcılığın, açık ya da dolaylı olarak, çeviriyle beslendiği su götürmez bir gerçektir.”

Çeviriyle dil arasındaki ilişkiden, etkileşimden söz ediyor:

“Her metni, içinde oluştuğu toplumsal konum gereği belirleyen birtakım iletişimsel özellikler vardır. Bu özellikler, metnin göndericisine, alıcısına, iletisinin niteliğine göre değişiklik gösterir.”

“Bir metnin iletişimsel özellikleriyle, çevirisinde benimsenecek tutum arasındaki ilişki, ilkçağdan beri çeviri araştırmasının üzerinde durduğu noktalardan biri olmuştur.”

aksit-gokturk-ceviri-dillerin-dili-sanatlog.com

Çeviri sorununa metin türü açısından bakan ilk çevirmen olarak Latince’ye Kutsal Kitap’ın ünlü Vulgata çevirisini yapan ermiş Hieronymus’un adını vererek ilkçağın bir başka ünlü çevirmeni Cicero’nun izinden gittiğini belirterek iki temel çeviri tutumunu aktarıyor:

verbum e verbus: sözcüğü sözcüğüne çeviri

sensum exprimere de sensu: anlamın çevirisi

….

Cicero kendi çevirilerinin hemen hepsinde anlamın özgürce aktarılmasını benimsemiş. Hieronymus ise genel olarak Kutsal Kitap metni için sözcüğü sözcüğüne bir çevirinin, dindışı metinler için de anlam çevirisinin uygun düşeceğini belirtmiş. Yüzyıllar boyunca birçok çevirmen ya Cicero’nun “ut interpres” diye adlandırdığı sözcüğü sözcüğüne çeviri, ya da “ut orator” dediği anlam çevirisine bağlanmış, bunlardan birinin doğruluğunu ötekine karşı savunmuş

19. yüzyıl başında Alman düşünürü, tanrıbilimci Friedrich Schleiermacher Berlin’de Krallık Bilimler Akademisi’nde okuduğu “Çevirinin Değişik Yöntemleri Üstüne” başlıklı incelemesinde, çevrilen metin türüyle uygulanacak çeviri yöntemi arasındaki ilişkiye özel bir önem vermiş, düşüncelerinin çeviri kuramının gelişmesine katkısı büyük olmuş.

Schleiermacher metinleri genel olarak iki öbekte değerlendirmiş, bir yanda sanat metinleriyle bilimsel metinler, öte yanda gündelik iş yaşamını ilgilendiren metinler.

Göktürk, gündelik iş metinlerindeki anlamın saptanmış niteliğiyle doğrudan doğruya kavrandığını ve değişik kişilerce kavranışının pek ayrımlılık göstermediğini, öznel dil kullanımıyla oluşmuş bilim-sanat metinlerininse alışılmış anlam kalıplarının ötesine geçmeyi amaçladıklarından çoğul anlamlı iletilerinin ancak yorumla ve dolaylı olarak kavranabileceğini belirtiyor. Bilimsel metinler için ileri sürülen özgünlüğün insan bilimleri için genellikle doğru olsa bile, 1945’ten sonra kitle iletişiminin hızla gelişmesi sonucunda deneysel bilimler için geçerliliğini yitirmiş durumda olduğunu söylüyor.

Ancak bu görüşü doğrulamayan özgün doğa bilimleri metinleri de olabildiği, bilimin genişlettiği evrenden yola çıkarak farklı boyutlar açan bazı metinlerin standart ileti sınırlarının ötesine geçtiği söylenebilir.

….

Aktürk standart bir çeviri örneği olarak Basel kentinin bir kılavuzundaki, kent içi ulaşımla ilgili kısa bilgi veren Almanca metni İngilizce, Fransızca, Almanca ve Türkçe çevirileriyle birlikte veriyor. Çevrilmesi kolay olan bu tür metinlerin sorunsuz ve bilgisayar çevirisine de daha yatkın olduğu söylenebilir.

Çevirmenin görevi, “tek tek sözcükler ya da tümcelerden çok metinleri çevirmek” olarak tanımlanıyor, çevirmenin hem kaynak dilin, hem de çeviri dilinin işleyiş düzenini çok iyi bilmesi, ikisinde de dilbilgisel öğeleri çözümleyebilecek yetide olması gerektiği vurgulanıyor.

Aktürk, seslenilecek kesimin önemli olduğunu söylüyor:

“Bir metnin kendi somut dilbilimsel işlevleriyle kendi dışındaki hangi okura ulaşmak istediği, çeviri açısından önemli bir noktadır”

Gönderici ile alıcının düzeylerinin, yazarın okura nasıl önyargılarla yöneldiğinin önemli olduğunu, metin dışı etkenlerin göz önünde tutulup tutulmamasının metnin işlevsel yapısını etkilediğini, iletinin konusunun ve metnin amacının önemli olduğunu belirtiyor.

….

“Hiçbir gerçek sanat yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez.”

Yazının başında da aktarılan bu sözü sanatla çeşitli düzeylerde uğraşan, sanatı izleyen kesimler onaylayabilecektir. Sanata uzak olan, ya da onu yalnızca bir eğlenme, rahatlama ya da yön verme aracı olarak görenlerse kuşkulu yaklaşacaktır. Öte yandan, sanatın ve çıplaklığın birlikte düşünülmesi resimde,  heykelde ve fotoğrafta önemli yer tutabilen nü yapıtları da akla getirecektir. Yaşamak için tüm canlılar gibi dokunmak ve yaşamını sürdürmesi için gerekli nesneleri ve alanları ele geçirmek için programlanmış insanın, sanattaki çıplaklığı bir metafor olarak algılaması kolay değildir.

Bu nedenle, evrendeki yerini en azından kendi dünyasından oraya açılan yolları görüp okuyabilecek kadar kavramamış bir izleyici, çırılçıplak gösterilmiş bir bedenin aslında evrenin erişilmemiş sırlarıyla örtülmüş olabileceğini düşünemez ve ardında gizli çözülmemiş sonsuz ayrıntıyı göremez. Çıplaklığın yalnızca çıplaklık olmadığını, zamandaki ve uzaydaki konumuyla göndericisinin ve alıcısının durumlarına bağlı olarak sürekli değişen anlamlar taşıdığını algılayamaz. Evrende yalnız olan insanın çırılçıplaklığıyla cisimleşmesinin yaratacağı etkilerin ulaşabilmesi, izleyicinin bulunduğu zamanı ve mekânı aşarak farklı boyutlardan bakabilmesine bağlıdır. Gerçek bir sanat yapıtını yalnızca kısa bir mesaj olarak özetleyen alıcı, onun açabileceği yolları bulamamış, geçememiş, engelleri aşamamış, varılabilecek yerlere varamamış, kendi yerini bulacağı büyülü odaya ulaşamamış demektir.

Akşit Göktürk, bir çevirinin özgün yapıttan daha iyi anlaşıldığı için övülmesini doğru bulmuyor:

“Ara sıra, bir roman, şiir ya da oyun çevirisinin, özgününden bile daha iyi anlaşıldığı söylenerek, sözde övüldüğüne tanık oluruz. Oysa böyle bir değerlendirme, yazın çevirisinin sağlığı açısından bütünüyle çarpıktır.”

“Kötü çevirmenin, bir yazın yapıtını çevirirken, anlam yönünde yapacağı olur olmaz açımlamalar, özgün dilde istediğini güç anlatan kötü yazara bir yardım olur belki, ama ne o yazarı kurtarır, ne de o çevirmeni yüceltir.”

Göktürk, yeterlilik ve eşdeğerlilik arasındaki ayrım üzerinde duruyor. Nesnel bilgi içerikli metinleri değerlendirmek için kullanılabilen yeterlilik kavramının sanat metinlerinin çevirisinde sağlıklı bir ölçüt olamayacağını vurguluyor.

“Öte yandan, büyükler için yazılmış bir kocaman romanın, Kutsal Kitap’ın, İlyada’nın, Don Quijote’nin ya da bir Shakespeare oyununun çocuklara özetlenerek çevrilmesi de, eşdeğerliliğin değil, olsa olsa yeterliliğin söz konusu olduğu bir durumdur. Bunlarda da içeriğin yeterli bir biçimde aktarımı, sanatsal etkinin karmaşık eşdeğerli işlevlerle aktarımından daha ağır basar.”

“James Joyce’un, Samuel Beckett’in, Günther Grass’ın, J.L. Borges’in yapıtları türünden metinlerin, bu amaçla bile bir özet çeviriye elverişli olamayacağı, hele içeriksel çevirilerinin hiç yapılamayacağı apaçıktır.”

Bir dil ile kültürün belli bir evrede bir yapıtın ancak yeterli bir çevirisine elverişli olabileceğini, eşdeğerliliğin sağlanmasına yetmeyebileceğini belirterek Batı romanlarından Türkçe’ye yapılmış ilk çevirileri örnek gösteriyor:

“Türk yazınında roman türü anlatı geleneğinin bir karşılığı olmadığından, batı toplumlarının kültürü ile yaşamı da yeterince tanınmadığından, bu ilk çeviriler, çoğunlukla ikinci dilden yapılan özetleyici uyarlamalar olmaktan öteye geçememişlerdir. Sözgelişi, Ahmet Lütfi’nin 1864 yılında Arapça’dan çevirdiği Hikâye-i Robenson bu niteliktedir.”

Akşit Göktürk, Karl Bühler’in 1934’te yayımlanan Dil Kuramı adlı yapıtında ruhbilim doğrultulu “Organon Modell” bölümlemesinde geliştirdiği temel dilsel göstergenin üç ana işlevini aktarıyor:

  1. Betimleme İşlevi
  2. Anlatım İşlevi
  3. Seslenme İşlevi
    Üç temel dilsel işlevden yola çıkılarak geliştirilmiş metin anatürleri görüşünün bütün diller için geçerlilik taşıdığını, betimleyici, anlatımcı ve seslenici nitelikte her dilde sayısız örnek bulunabileceğini, çeviride gözetilecek temel ilke kaynak dil metnindeki işlevlerin çeviri metninde de sürmesi olduğu için metin ana türleri yaklaşımının sağlıklı bir çıkış noktası sağlayabileceğini belirtiyor.

Ancak her metnin iletişimsel yapısının tek işlevle açıklanamazlığı nedeniyle çevirmeni sayısız sorunun beklediğini ekleyerek Robert de Beugrande ile Wolfgang Dressler’in betimleyici metinler, anlatı metinleri, tartışma metinleri, yazın metinleri, şiirsel metinler, bilimsel metinler, öğretici metinler gibi türlerle getirdikleri ayrımdan ve toplumdaki metin geleneklerinin etkisinden, çevirmenin ayrıntıları hem kaynak hem çeviri dilinde kavraması için diller ardındaki kültürleri yeterince tanıması gerektiğinden söz ediyor.

İki dilli yazarların, çok dilli ülkelerin yazın çevirisine kültürel uçurumların aşılmasına katkıları bu nedenle büyük olabilir.

….

“Dil içindeki metin gelenekleri, kültürün akışına göre değişikliklere uğrayabilirler. Gerçekte, sessizce etkilerini yürüten bu gelenekler, yazılı olmayan kurallar gibidir.”

İletişim açısından metin türü geleneklerinin tanınmasının anlamına değinen Göktürk, üç etkiden söz ediyor. “Bunlardan birincisi, hangi gelenekten bir metin karşısında olduğumuzu gösterecek belirtilerdir. İkincisi, belli bir beklenti durumunun uyandırılması, üçüncüsü de metni kavrayışımızın yönlendirilmesidir.” Bunları açıklamak için mahkeme kararı, kısa hayvan öyküsü ve maç yazısı, yayınevi reklamı ve eleştirmen yazısı örneklerini veriyor.

“Böylece bu iki okuyuştan her birinde, metni başka bir dilsel işlevin, başka bir metin türü geleneğinin örneği olarak görürüz. Bütün bu ayrıntılar, metinlerin doğru anlaşılmasını sağladıkları gibi, çevirmence bilincine varıldıklarında sağlıklı bir çevirinin de temelini oluştururlar.”

Metin türlerini bütün diller için geçerli genel metin türleri, birden fazla dilde bulunan metin türleri ve tek dile özgü metin türleri olarak üç grupta değerlendiriyor.

“Birinci öbekte, bir yazı kültürü olan her dilde bulunabilecek masal, destan, mektup, sözleşme, şiir; ikinci öbekte, sone, gazel, balad, ‘limerick’; üçüncü öbekte de Japon ‘no’ oyunları ya da ‘haiku’ şiirleri, Türkçe’deki mani gibi metinler yer alır.”

Gazel, rubai, sone, gibi türleri değerlendirerek farklı yerlerdeki etkilerini inceliyor.

….

Akşit Göktürk, göstergebilim açısından bakıldığında bir yazın metninin kavranışında yazar ile okurun tepkisinin gündelik dil kullanımındaki genel kuralın tersine her zaman birbirini bütünler nitelikte olmadığını vurguluyor:

“Birçok durumda okur, bir yazın metnindeki örtük anlamları da kendi kavrayışınca açık kılma eğilimindedir. Bu örtük anlamların, bireysel okurlarca hangi yönde açık kılınacağı ise, yazarca öngörülmüş bir şey değildir.”

Yazın metninin bu işlevsel özelliğini uzmanların değişik biçimlerde adlandırdıklarını belirterek Mukarovsky’nin “doğal devinim yitimi” (1964), Eco’nun “açıklık” (1968), Ingarden’in “çok sesli uyum” (1968), Iser’in “belirlenmemişlik” (1970), Schmidt’in “çoğul işlevlilik” (1971) ya da “çok-değerlilik” (1979) kavramlarından, yazın metninin anlamını okuyucunun yaratıcı edimiyle kazandığından söz ediyor:

“Gerçekte yazın okuru, metin içinde, yaratıcı bir düşgücünün katkısıyla yol alır anlama doğru. Metnin anlamını kendisi yaratır bir bakıma, hazır bulmaz.”

“Çeviri araştırmasını yazın metni işte bu noktada zorlar, katı, kesin yöntemlerle ele alınmaya gelmez. Sözgelişi, hiçbir şiir, okurunu doğrudan doğruya metin dışı bir gerçekliğe göndermez. Dilsel gösterge olarak şiir ile metin dışı herhangi bir nesne ya da durum arasında karşılıklı, örtüşen bir ilişki yoktur. Kendi başına, bağımsız bir dilsel bütündür yazın metni.”

“Yazın metinlerinde yalnız düzanlamlarından değil, büyük ölçüde yananlamlarından da yararlanılır. Üstelik bu yananlam ilişkileri, dilin yerleşik düzenlerinde var olan anlam alanlarındaki belli olasılık dizilerine dayanmak zorunda değildir.”

“Özgün olmak, yeni olmak, varlığının temelidir sanat metninin. Çok yönlülüğünün, belirsizliğinin, çok anlamlılığının başlıca nedeni de budur.”

Çeviribilim İçinde yazın çevirisinin yerini anlatırken değişik işlevli metin türlerinin toplumda belli uzlaşımlar, kalıplaşmış geleneklerle kurallar oluşturduklarını, sözcük, dilbilgisi, deyim, metin kuruluşu, metin yapısı, metin biçimi, noktalama gibi düzeylerde geleneksel kurallaşmalardan söz edilebileceğini, yazın metinlerininse böyle bir kurumlaşmadan uzak olduğunu söylüyor:

“Yazın metninde ise, roman, şiir, oyun, deneme gibi türler için son derece esnek biçim tanımları dışında, hiçbir dil düzeyinde (ses, sözcük, anlam, sözdizimi, bütün yapı) kalıplaşmadan söz etme olanağı yoktur. Her somut yazın metni yeni bir olgudur karşımızda.”

“Çeviri, yaratarak yazmaktır – ama gelişigüzel anlamda, olanı yeniden yazmak ya da aktarmak değil, yazarlığın yazarlığıdır. Novalis belki de bu anlamda, ozanınozanı diye söz ediyordu çevirmenden.”

Her özgün yazınsal yapıtın, bir dile, kültüre, tarihsel ortama, yazın geleneğine bağlı olarak bu özellikleri gösterdiğini, bir çeviri yapıtın da çeviri dilinin bütün bir dil-yazın dizgesi içinde aynı özellikleri sürdürmek zorunda olduğunu belirtiyor. Yazın çevirisinin çok yönlü ilişkileri nedeniyle bu tür çeviriye yön verecek ilkeler koymanın güçlüğünden söz ediyor.

Bir dilden ötekine doğrudan çevirinin bu dilleri konuşan toplumlar arasında bir kültürel yakınlığın bulunduğu durumlarda daha kolay gerçekleştiğini, Yunanca’dan Latince’ye, Arapça’dan Farsça’ya, Çince’den Japonca’ya, Hintçe’den Çince’ye ilk çevirilerin bu nitelikte olduğunu belirtiyor. Kültür birliğinin olmadığı durumlar için ikinci bir dilin aracılığının hoşgörülmesini, Abbasiler’in döneminde, dokuzuncu yüzyılda ve bilim alanındaki Yunanca kaynaklardan önemli bir bölümünün Arapça’yla Süryanice, devlet yönetimi ve saray töresi gibi konuların Farsça, matematik konularının Hintçe üzerinden çevrilmesiyle örneklendiriyor.

Çeviri ve yazın dünyasını irdeliyor:

“İki ayrı dildeki yazma uğraşıyla okuma uğraşının bütün karmaşık sorunlarını bir yumak gibi içerir çeviri süreci.”

“Her yazın yapıtının sunduğu metinsel dünya, toplumca benimsenmiş gerçek deneyler dünyası örneği karşısında, yeni bir seçenek olarak yer alır.”

….

Akşit Göktürk, çeviri eşdeğerliliğini kendi aralarında ilişkili olabilecek beş temel düzeyde ele alan Werner Koller’in bölümlemesini aktarıyor:

  1. Düzanlamsal eşdeğerlilik.
  2. Yananlamsal eşdeğerlilik.
  3. Metin türü gelenekleriyle ilgili eşdeğerlilik.
  4. Dil-kullanımsal eşdeğerlilik.
  5. Biçimsel eşdeğerlilik.

Çeviri eşdeğerliliğiyle ilgili düşüncelerini yeterlilik kavramı üzerinde temellendiriyor. Düzanlamsal eşdeğerliliğin metnin nesnel konusuyla, metin dışı göndergesel anlamıyla ilgi olduğunu belirtiyor. Biçimsel eşdeğerlilik için yalnızca iletişimsel içeriğin değil, biçem özelliklerinin ve özgün anlatımın da çeviride benzer bir etki sağlamak için aktarılması gerektiğini vurguluyor. Proust,

Joyce ve Virginia Woolf gibi yazarların romanlarında kullanılan bilinç akışı yöntemini çağdaş insan bilincinin ayrıksı, yalnız, kendine dönük öznelliğini anlatabilmenin bir yolu olarak nitelendiriyor.

Yazın yapıtı ve çeviri ilişkisini değerlendiriyor:

“Her yazın yapıtı, bireysel bir kafa ile düşgücünün, daha önceki örnekleri yinelemeyen, bir özgün yaratısı olmak zorundadır.”

“Her çeviri, bir bakıma, belli bir oranda da olsa, çevirmenin parmak izlerini taşır. Ama bu izlerin en çok görüldüğü alan, yazın yapıtlarının çevirisidir.”

“Yazın çevirmenini bekleyen bir güçlük, yazınsal bir metnin çevirisi sırasında, zaman zaman bu metnin örgüsünde yer alan yazındışı metin türleriyle de başetmek zorunda kalmasıdır.”

“Yazın çevirmeni kendi kişisel konumu içinde, dünya görüşü ile alımlama yetileri apayrı yönde gelişmiş bir okur kitlesi için, başka bir kültür ortamının, yazın geleneğinin, yaşama biçiminin diline çevirir bir yapıtı.”

  1. S. Elliot’ın bir yazın geleneğine yeni katılan yapıtlarla ilgili sözlerini, dildeki yeni çeviri yapıtlar için de geçerliliğini koruduklarını belirterek aktarıyor:

“Yeni bir yapıtın yaratılmasıyla ortaya çıkan durum, aynı zamanda o yapıttan önce gelen bütün sanat yapıtlarını da etkiler.”

….

“Hiçbir gerçek sanat yapıtı, anlamı ile güzelliğini çırılçıplak ortaya sermez.”

Çıplaklığın çevirisi yapılabilir mi? İnsanın, üzerine yapışmış tüm fazlalık ve pisliklerini atıp, dünyanın neresinde olursa olsun, evrendeki yerini görüp anlayıp bileceği yepyeni bir bakış açısı herkese ulaşabilir mi?

“Yeni bir yapıtın yaratılmasıyla ortaya çıkan durum, aynı zamanda o yapıttan önce gelen bütün sanat yapıtlarını da etkiler.”

Dillerin dilsizliği aşılabilir mi? Şimdiye dek yazılmış ve yapılmış tüm işler, sonunda evrenin uzak aynasında kendini çırılçıplak görebilen insanın gözünde yeni anlamlar kazanır mı? İnsanların birbirlerine, doğaya, evrene ve zamana olgunluk çağı gözleriyle bakması sağlanabilir mi? Çekilen acılar dinmese bile, hiç değilse azalabilir mi?

mehmetarat@ymail.com

Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.

1) Mehmet Arat, Kitap Arkası, Çeviri: Dillerin Dili,

http://kitapdili.blogspot.com.tr/2015/09/ceviri-dillerin-dili.htm

Hakkında Editör

Bu yazıya da bakabilirsiniz.

tom-cruise-filmleri

Mission: Impossible – Rogue Nation (2015, Christopher McQuarrie)

Mission: Impossible – Rogue Nation: Arsızlığın Son Noktası Çıplak elleriyle aşılmaz dağlara tırmanabilen, yakışıklı, karizmatik, cesur, ...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir