GİRİŞ
İnsanoğlunun evrimini Darvinci bir bakış açısıyla karikatürize eden 2024: A Space Odyssey (1968, 2024: Uzay Macerası), sık sık söylendiği gibi bilimkurgu sinemasının şimdilik en yetkin örneği. Stanley Kubrick’in fazlasıyla titiz ve saplantılı çalışma tarzının en belirgin dışavurumu olmasının yanında (Stanley Kubrick ve İngiliz yönetmen David Lean belli aralıklarla film çeken yönetmenlerin başında geliyor.) bilimkurgu sinemasının tarihini yeniden yazan, türü yenileyen orijinal bir seyirlik. Sözden çok görüntüye sırtını yaslayan, izleyicinin yorumuna fazlasıyla ihtiyaç duyan, hemen her izleyenin farklı açılardan okuyabileceği çok katmanlı, benzersiz bir yapıt 2024: A Space Odyssey. Bu kısa denemede Friedrich Nietzsche’nin temel kuramlarından hareketle –tabiî ki sınırlı olarak- 2024: A Space Odyssey’in doğasını keşfe çıkmaya çalışacağım.
ÜSTİNSAN ve 2024
Stanley Kubrick’in jenerik müziği olarak Richard Strauss’un “Also Sprach Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) sına yer vermiş olması boşuna değil. Bilindiği gibi “Böyle Buyurdu Zerdüşt” aynı zamanda Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin başyapıtı da. Nietzsche bu yapıtında üstinsan, bengüdönüş (sonsuzdönüş) gibi sonradan çokça tartışılacak kuramlarını ortaya atmıştı. Nietzsche’ye göre evren, insanlık ve düşünce sürekli kendini yineliyor ve sonunda yine aynı noktaya geri dönüyordu. Kâinatta değişmeyen bir töz vardı, o da değişim ve kendini yineleme/tekrar etme potansiyeli. Öyleyse bu noktada üstinsan devreye girmiş ve evrendeki birçok değişimin öncüsü olmuştur. Bir kısırdöngüyü andıran bu dar çemberin kabuğunu kıran, insanlığa, düşünceye, evrene yeni bir bakış açısı kazandıran yine üstinsandır. Üstinsan aynı zamanda kendisinden başka kimseye benzemeyen, sürekli kendisini aşan, durağanlığa, hareketsizliğe, düşünce tembelliğine son veren kişidir de.
Nietzsche, “Zerdüşt’ün Öndeyişi”nde şöyle der: “İnsan alt edilmesi gereken bir şeydir. Onu alt etmek için ne yaptınız?… Bütün varlıklar şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardır: peki siz bu büyük yükselişin inişi olmak ve insanı alt edecek yerde hayvanlara dönmek mi istiyorsunuz?… İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır üstinsana göre… Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur… İçinizde en bilgeniz bile uyumsuzluktur, bitki ve görüntü melezidir… Üstinsan yeryüzünün anlamıdır… İnsanda büyük olan, onun köprü olmasıdır, erek değil: insanda sevilebilecek olan, onun karşıya geçiş ve batış olmasıdır.”
2001: A Space Odyssey’in aslında uygarlık tarihinin, insanlığın düşünme kalıplarının gelişiminin bir özeti olduğu varsayımından yola çıkarsak Nietzsche ile olan ince bağlantısını daha çabuk kavrayabiliriz. Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke’ın Darvinci evrim kuramını temel alıp insanlığın şimdilik en büyük evrimsel basamağı olan bilimsel düşünce ve icat yeteneğinin doruğa çıktığı dönemlere gelişinde ara basamağı üstinsanın dur durak bilmeyen muazzam yaratma yetenekleri yer alıyor. En ilkel döneminde kemikle olan alışverişi yaratıcı bir “kesme” ile en yaratıcı döneminde uzay oyuncaklarıyla son buluyor. Aslında varsayımsal bir son bu. Bengüdönüş, insanlığın evriminin sonsuz ve sonrasızca yinelendiğini, ilerleme kaydettiğini imliyor. Bu ilerlemeye paralel olarak değişmeyen, devamlı aynı kalan töz ise düşüncenin, yaratma potansiyelinin hep aynı kalması. Heraklitos’un dillendirdiği gibi “Değişmeyen tek şey değişimin kendisi.”
BLOKTAŞ ve 2024
2001: A Space Odyssey’in yıllardır tartışılagelen içeriğinde en çok göze çarpan, eleştirmenleri meşgul eden “bloktaş” ın dinsel bir göndermede bulunduğunu düşünmüyorum. Tanrısal bir gücün ya da herhangi bir enerjinin uzantısı olduğuna da inanmıyorum. (Ki birçok kişi de benim gibi düşünmeyecek bundan eminim. Başta da belirttiğim sebepler yüzünden, yani 2024: A Space Odyssey’in doğası böyle.) Yukarıda değindiğim töz mevzuunun bloktaş bağlamında yorumlanabileceği kanısındayım. 2024: Space Odyssey’de üç yerde önümüze sunulan bloktaş (Bloktaş ekranda her belirdiğinde Richard Strauss’un “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ü de kulaklarımızda çınlamaya başlıyor.) herkesin bildiği gibi, varlık sebebi kesinlikle açıklanmayan, yorumu izleyiciye bırakılan bir esrar yumağı, bir bilmece, ama daha çok bir metafor. Bloktaşın insanlığın evrim sürecinde üstlendiği rol yukarıda bahsettiğim töze karşılık geliyor. Yanı sıra birçok bilinmeyen, varlığı henüz kanıtlanmamış şeyler eninde sonunda herhangi bir araştırma ile çözümlense de, bilimsel bir formüle göre yorumlansa da her zaman bir başka bilinmeyenin, bir başka gizemin insanoğlunu peşinden sürükleyeceğine ışık tutuyor bloktaş. Bu bağlamda üstinsanın ufkunun tıpkı uzayın sonsuzluğu gibi sınırsız ve geniş olduğunu söylemeye bile gerek yok. Aynı zamanda üstinsanın/üstinsan düşüncesinin sonsuz uzayda küçük bir noktayı temsil ettiğini de…
Nietzsche’ye göre sonsuz ve sonrasızca yinelenen, olağanüstü bir ilerlemeye sahne olan evren, 20. yüzyıl fizik kuramcılarının ortaya koyduğu “evren genişliyor” kuramına denk geliyor. Elbette bir farkla: Nietzsche temel yapıtı “Böyle Buyurdu Zerdüşt” te işin insani boyutuna kafa yorarken fizik kuramcıları ise fiziksel boyutla ilgileniyorlar doğal olarak. Ama Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke, oldukça cesur bir girişimle yanlarına hem insanı hem de kâinatı alarak bir yandan insanın evrim sürecine göz atıp onun doğasını keşfe çıkarlarken bir yandan da bilimsel oyuncakların gözetiminde kâinatı kolaçan ediyorlar. Başka bir deyişle bu yolculuğun bilinmeyeni aramakla eşdeğer olduğunu sanırım söyleyebiliriz. Bu yolculuk bütün yolculuklar gibi muhtelif kazalara gebe. Kaza = HAL 9000.
HAL 9000 ve 2024
Uzayın sessiz, kapkara ve ürkütücü atmosferinde HAL 9000’in rehberliğinde yol alan uzay oyuncağının astronotu Dave – üstinsan- kazayı alt etme yollarını bulur bulmasına. HAL’i bu yolculukta saf dışı bırakır, yok eder. Ama artık kılavuzsuz devam etmesi gerekecektir yolculuğuna… Varlığını veya yaşamını gelişmiş aletlere emanet eden insanoğlunun bu yaklaşımı kaçınılmaz ve doğru olabilir elbette. Burada ilgimi çeken konu gelişmiş alet veya tasarımların insanlaşma potansiyelleri taşıyıp taşımadıkları. HAL 9000 (Yazar Arthur C. Clarke, HAL’den türetilen “IBM” versiyonunu hep reddetti.) o kadar kusursuz tasarlanmış ki düşünebiliyor, tahmin yürütebiliyor, dudak okuyabiliyor, varlığının tehdit altında olduğunu sezip önlem alabiliyor… Yanlış bir hata raporu verdiğinde ise bunun insan hatasından kaynaklandığını belirtiyor astronotlara. “Kazayı her zaman insanlar yapar.” Onun neden olduğu hatayı ise yine bir başka HAL 9000 bilgisayarı ortaya çıkarıyor.
Stanley Kubrick’in birçok kere askıya aldığı ve en nihayetinde Steven Spielberg’in hayata geçirip ustasının anısına sunduğu “Yapay Zekâ” nın da temel evreni malumunuz olduğu üzere bu sorunsal üzerinde dönüyor. Sonuçta insan zekâsının ürünü olan robotların, bilgisayarların kısacası bütün teknolojik tasarımların insani özellikler göstermesi meselesi 2024: A Space Odyssey’in HAL 9000 üzerinden doğrudan sorguladığı bir mesele. Acaba evriminin bu halkasında insan ve onun gelişmiş yaratıcı zekâsı tehdit altında mı? Varlığını tehlikeye atan teknolojik tasarımlar yine onun elinden çıktığı halde üstelik. Sanırım bunun cevabını biz değil de gelecekte başka bir evrim basamağında yerini çoktan almış olacak olan daha da gelişmiş başka üstinsanlar verecek.
Belki sırası gelmiştir: “Gelecek” için karamsar olmalı mıyız? En azından bunun cevabını vermek, bir varsayımda bulunmak gerekebilir. İnsanoğlunun gün geçtikçe kendisini ve çevresini yok ettiği tezi yıllardır sorgulanmakta. Halen diz boyu süren savaşlarda kullanılan gelişmiş silahların insan zekâsına ihanet ettiğini göz ardı edemeyiz. Gelecekte yine insan zekâsının ürünü olacak farklı farklı aletlerin insanlığın kökünü kazımayacağını kim iddia edebilir. Sanırım bu başka bir yazının konusu.
SON SÖZ
Üstinsan dün olduğu gibi bugün de yaratmada bir sınır tanımadığı gibi yok etmede de bir sınır tanımıyor. Varlığını kolaylaştıran, yaşamını idame ettirebilecek tüm donanımlara sahip olmasının yanı sıra bunları tehlike altına atma potansiyelini de yine kendi içinde barındırıyor. Üstinsan gitgide bir üstinsandan çok kendisine benziyor. Pesimist bir içerik taşısa da ifade etmemiz gereken bir şey daha var. Evet, üstinsanın yaratma gücü en az sonsuz ve sonrasız evren kadar sınırsız, baş döndürücü. Her şey değişse de değişmeyen tek şey bloktaş, evet. Değişmeyen bir şey daha var: Üstinsanın içinde taşıdığı ve gittiği her yere götürdüğü “kötülük.” Üstinsanlık kendi kendini yok ettikten sonra yine başladığı noktaya geri mi dönecek? Belki. Ama tersi de doğru. 2024: A Space Odyssey’in finalinde beliren embriyo, ölümden sonra yeniden doğuşu, yaşamın sonsuz ve sonrasızca yinelendiğini müjdeliyor. Tüm bu gelgitler –bu sınırlı okumaya rağmen- 2024: A Space Odyssey’in neden çok katmanlı olduğunu yeterince açıklıyor sanırım…
hakanbilge@sanatlog.com
Bireylikler Dergisi’nin 23. sayısında (Kasım-Aralık 2024) yayımlandı.
Astronot Dave’in çılgınlar gibi şarkı söyleyen, tıpatıp insani özellikler sergileyen -yaratıcısı insandır nihayetinde-, satranç oynarken hile yapan HAL’i yoketmesi iyimser bir yorum olarak değerlendirilebilir mi? Sanmıyorum. HAL’in yokedilmesi benzerlerinin de yokedilmesi manasını taşımıyor çünkü. Bu sadece geçici bir çözüm olarak beliriyor. Kubrick’in ve Clarke’ın ortak dehası da aşağı yukarı budur. Kubrick ve Clarke, yapay zekaların tehlikesine vurgu yaparak temelde insanlığın kendi kuyusunu kazdığı gerçeğine işaret etmişlerdir.
Çok teşekkürler sinefil78.
Bundan çıkarılabilecek sonuç elbette ki Stanley Kubrcik’in “karamsar” olduğu gibi bir yorum olmamalı. Nedense bende “karamsar”ları “gerçekçi” olarak algılama yönünde bir eğilim var. Ama yaptığın tespit çok anlamlı. Ben teşekkür ederim.
İncelemeyi çok beğendim. Yalnız birkaç şey söylemek istiyorum.
Gelecek için de bugün için de pek olumlu hisler besliyor muyuz, bunu iyi ifade etmemiz gerek. Kubrick açısından bakarsak mesele açıktır kanımca. İnsan ve ürettikleri birbirinin yerini almış mıdır? Özne ve nesne gerçekten de sanıldığı gibi bir midir? İnsan varlığı sonunda yok olacak mıdır? 2024’in bu sorulara verdiği yanıtlar bence çok nettir. Geçmişten bugüne gelinen noktada teknoloji insan yaşamını sanıldığı gibi pek de kolaylaştırmamış, aksine yozlaştırmıştır. Filmin asıl büyük başarısı da budur belki.
Saygılar.
Kubrick ve Clarke ikilisinin, Nietzsche-Darwin-Strauss kombinasyonuyla zekalarının ispatlandığı ilginç bir film açıkçası… Evrim teorisinin tam 150 yıldan beri halen tartışma konusu olması ve 2024’un Darwin yılı olması sebebiyle İngiliz kilisesinin artık bu teoriye bakış açısının değiştiğini duyurması birçok paradoksu beraberinde getirmiştir… Din-felsefe-bilim üçlüsünün, yeni çatışma alanına dahil olduğu kanısındayım. İlginç bir süreç olacağına inanıyorum.
Aslında 2024: A Space Odyssey, Nietzsche-Darwin-Strauss üçlüsünü bilmeyen için çok sıkıcı gelecektir eminim. Filmde replik çok az, tamamen görsellik hakim… Dönemi itibariyle gerçekten çok iyi bir yapım diyebilirim…
Kalemine sağlık Sinefil78 😉
Göz kamaştırıcı bir film. İçine girmek ve ne anlatmak istediği üzerinde uzunca düşünmek icap ediyor. Sinemanın görüp göreceği en muazzam filmlerden biri kanımca. Kubrick’e saygı duymamızın nedenlerinden biri..
Sinemanın felsefi konuları nasıl işleyebileceğine dair en iyi örneklerden biri de sanırım bu filmdir. İnsan varoluşu, teknolojinin geldiği nokta, yapay bellek, gelecek kaygısı, evrim ve varoluş gibi birçok önemli konu bu filmde kendisine yer bulmuştur. Geleceğe ışık tutan, sinemanın başyapıtlarından biri kısaca.
Özüne inebilmek için defalarca izlediğimi yalnızca ben bilirim Olağanüstü bir görselliği var ve insanı hipnotize ediyor, içine alıyor. Hala bu film hakkında yorum yaparken kekeliyor, duraksıyorum. Yazara bu aydınlatıcı inceleme için çok teşekkür ederim.
Teşekkürler arkadaşlar…
alien’ı da etkilemiş mükemmel bir film.
film bir başyapıt. konusu çok derin ve bazı insanları sıkabilir ama bizim için çok değerli bir başyapıt. ben sinema öğrencisiyim ve bu filmi renk, görüntü teknikleri ve ışık yönünden incelemem gerekiyor. fakat görüntü ve ışık yönünden bir fikre ihtiyacım var, yardımcı olursanız sevinirim.
Teşekkürler, incelemeniz için. Blogunuza az önce abone oldum ve en kısa zamanda yine uğrayıp yorum bırakmayı umut ediyorum… Sağlıcakla kalın.
Nedense bu film Kubrick ustanın başka filmlerine göre izlendikçe tadı çıkan filmlerinden.
Bu film olmasaydı, Star Wars da olmazdı. Kesinlikle ‘zamanın ötesinde’ bir başyapıt.
Koko yorumuna 100% katiliyorum, bircok bilim kurgu filminin onunu acan yapittir, Kubrick’in en iyi isidir.
Sinefil’e tesekkur ederim boyle bir deneme icin, harika bir yazi olmus, ozellikle Nietzsche-Darwin-Strauss kombinasyonu ile ilgili bir fikrim yoktu. Bir arastirma yaptim, birseyler kaptim ve yazi daha anlamli, film daha anlamli gelmeye basladi, her izlendiginde daha yeni seyler ogreten filmler ne yazik ki cok az ve 2024 de bu azinligin onemli bir uyesi.
Keske Kubrick ölümsüz olsaydi ve biz de ondan sonsuz bir sekilde yararlanabilseydik….
Filmleri TV den izlemek çok şey kaybettirir. Ama TV de izlediğim ve sona erdiğinde ağzım açık kalakaldığım bir filmdi. Anlamak için birkaç kez izlemeli. Bloktaştaşı bilgi saçan dinsel bir imge olarak algıladığımı hatırlıyorum.
Beğendim..
Yalnız tek anlamlandıramadığım astronotun neden o iyi döşenmiş, dış hayattan kopmuş eve düştüğü. Analiz için teşekkürler.
böylesine büyük bir yapıtı ve yine en az kendisi kadar büyük olan Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü gibi bir eserle birlikte değerlendirmek çok zor bir iş. ama ben özellikle filmin son sahnesindeki ‘beyaz oda’da geçenlerin çok büyük bir esrarın son perdesi olduğunu ve filmin anlaşılması için ‘monolit’ kadar o odanın da neyi ifade ettiğini anlamak gerektiğini düşünüyorum. dini bir metafor olarak düşünüldüğünde adeta ‘araf’ gibi bir yerin somutlaştırılması, ya da Tarkovsky sinemasında örneklerini çok gördüğümüz metafizik anlatım dilinin bilimkurgusal ve alegorik yansıması olarak yorumlanabilir. sonuçta o beyaz odada olanlar insanın tüylerini ürperten, nefesini kesen soyut bir sessizlik sekansı. ya da belki sonradan Angelopoulos filmlerinde göreceğimiz gibi bir ‘ölü zaman’ tasviri…
Merhabalar, öncelikle belirtmek isterim, her ne kadar Kubrick çekim tekniğiyle vesaire o dönem mükemmel iş çıkarmışsa da filmin arkasındaki asıl beyin Arthur Clarke’tır ve kitapları da okunmalıdır bana göre…