Susuz Yaz (1964, Metin Erksan)
Yeryüzündeki yaşamı idame ettiren, evrimleşip gelişmesini sağlayan güç, hiç kuşkusuz sudur. Ceninin yüzde doksan dokuzu, yeni doğanın yüzde doksanı, erişkinin yüzde yetmişi ve ihtiyar bir insanın yüzde ellisi sudur. Suda başlayan yaşam suyla sürmektedir. Yaratılış mitolojilerinde insanın, belirli bir toplumda hangi malzeme daha fazla ise ondan yaratıldığına inanılır. İlk insan, Navajo mitolojisinde mısır başağından, Norveç mitolojisinde ağaçtan, Yunan mitolojisinde kayadan yaratılmıştır ancak bu anlatıların büyük çoğunluğunda suyun hep varolduğu görülür. Bilinen en eski anlatılardan olan Babil yaratılış destanı Enuma Eliş, “Başlangıçta sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu” derken, Türk mitolojisi şöyle başlamaktadır:
“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,
Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer!
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.”
Yeryüzünün yaklaşık beş milyar yıllık geçmişi “bir yıl” olarak kabul edilirse, insanın en son gün, akşam saat sekizde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Yeryüzündeki yaşam çok geç başlamasına karşın yaratılmışların en üstünü olduğu ve insan-olmayan doğanın kendi kullanımı için var olduğunu iddia eden insan türü, yeryüzünün kendine bağımlı olduğunu savunmuştur. Bu bakış açısı, insan türünün doğaya ve diğer canlı-cansız varlıklara herhangi bir etik sorumluluğu bulunmadığı düşüncesine, bu düşünce de mülkiyet fikrine götürmüştür. İlk insan olan Âdem’in çocuklarından Kabil’in Habil’i öldürmesi açık bir biçimde “mülkiyet” kaynaklıdır. Erkek egemen bakış açısıyla oluşturulan Kabil-Habil anlatısında kadın, hayvan ve canlı-cansız varlıklar üzerine kurulmaya başlanan egemenliğin bir “mülkiyet” sorunu temelinde şekillendiği çok açık bir biçimde görülmektedir. Töre’nin bozulmasına ve insanlar arasında mülkiyet düşüncesinin belirmesine Tevrat şöyle der: “İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek.”
“İnsanın mülkiyet hakkı, sahip olduklarını başkalarına bağlı olmaksızın keyfince kullanması yani bencillik hakkıdır.” (Karl Marks)
Nerede kadının hakkı kocasına, çocuğun hakkı babasına, halkın hakkı yöneticiye, memurun hakkı amirine, öğrencinin hakkı öğretmene bağlıdır ve onlardan sorulur diyen bir anlayış varsa, orada egemen güçlerin sınıfsal çıkarı vardır. Böylece egemen güçlerin iktidarını kurabilmesi için kitleleri değil azınlıkları yani erkeği, babayı, amiri veya yöneticiyi ikna etmesi yeterli olmaktadır. Günümüz Doğu ve Batı toplumları arasındaki en önemli fark, bir “hakkın” varlığının “bir şarta” bağlı olmaması ve çoğulculuktur. İnsan türü “insanın hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduğu, akıl ve vicdana sahip olduğu ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmesi” gerektiği fikrine birçok acılar çekildikten, felaketler yaşandıktan ve acımasızca sömürüden sonra ulaşabilmiştir. Buna karşın yeryüzündeki diğer canlıların da “haklarının” olduğu fikri kendine yeni yeni yer bulabilmesine karşın, “insanlığın” büyük çoğunluğunun değil “doğa ve hayvan” hakları, “insan” hakları fikrine bile hayli uzak olduğunu söylemeliyim. Çoğulculuk ve haklar denilince aşağıdaki alıntının ne demek istediğimi iyi bir şekilde özetlediğini düşünüyorum:
“Türk hükümdarlığı tek bir padişah tarafından yönetilir. Diğerleri kapıkullarıdır. Padişah ülkesini sancaklara ayırmış ve oralara valiler tayin etmiştir. Padişah valileri istediği zaman istediği biçimde değiştirebilir. Fransa kralı ise kalabalık bir soylular sınıfı ile kuşatılmıştır. Bu soyluların kendilerine bağlı uyrukları ve ayrıcalıklı durumları vardır. Kral onların bu ayrıcalıklarını, kendini tehlikeye atmadan ellerinden alamaz. Bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse, Türk hükümdarlığının ele geçirilmesinin çok güç, fakat bir kez ele geçirilirse elde tutmanın çok kolay olduğu görülür. Buna karşılık Fransa krallığını ele geçirmek kolay fakat elde tutmak çok güçtür. Çünkü Türk hükümdarlığında herkes padişahın kulu olduğu için onları baştan çıkarmak güçtür. Osmanlı devletine kim saldırırsa onu birlik içinde bulacağını hesaplaması gerekir. Fakat bir kez yenik düşüp ordusu bozguna uğrayacak olursa hükümdar soyundan gelenlerin dışında kimseden korkmaya gerek kalmaz. Fransa’da ise krallığın bazı beylerini elde ederek ülkeye kolaylıkla girilebilir. Memnun olmayanlar ve değişiklik isteyenler her zaman bulunur. Bunlar size kapıları açabilir ve zaferinizi kolaylaştırabilirler. Ancak yine bu derebeyleriyle uğraşılmak zorunda kalınacağından, Fransa’yı elde tutmak güçtür.” (Machiavelli, Hükümdar)
On yıl kadar önce Kuzey Afrika ülkelerinden ismi lazım değil birine yolum düşmüştü. Durum şimdi nasıldır bilemiyorum ancak ‘’üniformalı’’ görevlilerin halkına değer vermediğini, değil insan ve vatandaş, “çöp” muamelesi bile yapmadığını görmüş ve çok üzülmüştüm. Ve bunu yaparken “Batılıların” gözüne girdiklerini düşünerek yapıyor olmaları ise en acısıydı. Hiçbir işe yetişecek olmamalarına karşın bu “üniformalı devletlûlar” insanların büyük bir korkuyla hatta kendilerine ve araçlarına zarar verircesine kaçışmaları karşısında hiçbir utanma ve sıkılma belirtisi göstermeden yollarına devam ediyorlar ve bunu doğal bir hak olarak görüyorlardı. Bu hengâmede birçok araç yoldan çıkıyor, kazalar oluyor ancak insanlar korkudan seslerini çıkaramıyordu. Değil itiraz etmek yol vermekte çekimser davrananların dahi “sertçe” ikaz edildiğini söylememe gerek yok. Hizmet etmek için üniformasını giydiği halkına değer vermeyen bu zihniyet “dışarıdan” çok daha net bir şekilde görülürken, “haklar” hep bir şeylere bağlı oluyor ve sürekli erteleniyor. İçinden çıktığı halkını ‘’insan’’ yerine koymayan işbirlikçi yöneticiler ve üniformalılar, saygıyı kendi halkından değil Batı’dan beklediğinden ve Batılı yöneticiler, çokuluslu şirketler ve vurguncular da, halkların değil bir avuç “alçağın” ikna edilmesini çıkarlarına daha uygun bulduğundan “düzenin” sürdürülmesine göz yumuluyor. Mülkiyet ve para hırsı “kardeşlik zihniyeti ile hareket etmekten” daha baskın çıktığı için gerek bu ve benzeri devletlerin soysuz yöneticileri gerekse Batılı güçler, bu insanları bir müddet daha “insan” olarak görmemeyi tercih ediyor.
“Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu Beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.” (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi)
Karl Marks’ın, “…tarımsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, doğrudan doğruya yalnız büyük toprak sahipleri yaratmaktadır. Halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesi kapitalist üretim tarzının temelidir. Emekçi, kendisi için biriktirebildiği sürece kapitalist birikim ve kapitalist üretim tarzı olanaksızdır. İnsanoğlu sermaye birikimini hızlandırmak için kuşkusuz Âdem’den beri varlığının tek ve son amacı olarak hayalinde beslediği basit bir yöntemi benimseyerek kendini sermaye ve emek sahibi olarak ikiye böldü.’’ diyerek altını çizdiği insanlığın en büyük günahı olan “mülkiyet” Kabil ile Habil isimlerinde simgeleşmiş ve birilerinin “biriktirme” hırsının, birilerinin aç kalması anlamına geldiği ise her zaman unutulmuştur.
“Merhamet, ezelden beri, insanları en fazla hüsrana uğratan duygu olmuştur. İnsanlar herkesin ıstırap çekmekte olduğunu keşfettikleri zaman genellikle derinden etkilenmişlerdir. Yine de merhametin diğer önceliklerine zarar vermemesi için kapsamlı önlemler almışlardır. Bütün felsefi düşünceler ve önyargılar, birer bekâret kemeri gibi merhameti sıkı bir denetim altında tutmuştur. Kavimlerin, ulusların veya grupların ani cömertlik hamleleri kısa zamanda solup gitmiş, buna karşılık, hiç beklenmedik anlarda yeniden ortaya çıkmıştır. İnsanların, hiçbir karşılık beklemeden, sırf çekilen acıdan etkilendikleri ve kederin bütün insanlığın ortak düşmanı olduğunu düşündükleri için hiç tanımadıkları insanların yardımına hangi sıklıkta koşmuş olduklarına ilişkin istatistikler yok elimizde; eğer olsaydı, büyük ihtimalle pek çok uygarlığın, adlarına dikilmiş anıtların düşündürdüğü kadar muhteşem olmadığını anlardık. Dünyada çekilen acıları kalbinde hisseden kimse, insan tabiatının özlem duyduğu yüzeysel mutluluğa bir daha asla kavuşamaz.” (Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi)
Yedi milyar nüfusa sahip dünya üzerinde, insanlığın üçte biri (yani her 3 kişiden biri) günlük “5 lira” diyebileceğimiz yoksulluk sınırının altında, 1 milyardan fazlası ise (yani her 7 kişiden biri) günlük “2 lira” diyebileceğimiz açlık sınırının altında yaşamaya çalışmaktadır. Oysa günümüzde dünya nüfusunun yüzde onu (yani her 10 kişiden biri) toplam dünya gelirinin yüzde 70’ten fazlasını (yani her 10 kişiden 7’sinin hakkını sömürerek) elde etmektedir. Dünyanın en zengin 200 insanının (yani her 35 milyon insana karşılık 1 kişi) toplam serveti 2.000.000.000.000 (2 trilyon) lirayı geçmiş ve bu rakam en fakir 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın, toplam 400 milyar lira olan servetinden neredeyse beş misli fazla olmuştur. Yaklaşık 850 milyon insanın (yani her 7 kişiden birinin) her gece aç yattığı bir dünyanın “öyle olması gerektiğini” söylemek tek kelimeyle alçaklıktır ve ancak insanlıktan çıkmış olmakla savunulabilir.
“2014 ortası itibariyle, Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülkenin toplam servetinin yüzde 54,3’üne el koyuyor –üstelik 2024’teki yüzde 52,3’lük payını arttırarak. Dünyada bu boyutta servet eşitsizliği sadece Rusya’da var (yüzde 66,2). En zengin yüzde 1’in servetinin en çok sorgulandığı ülke ABD’de bile bu pay yüzde 38,4. Servet kaybında ilk beşe giren Türkiye’nin servet eşitsizliğinde dünya ikincisi olması neyin başarısıdır artık siz karar verin.” (Ertuğrul Ahmet Tonak, Halk Sürünüyor, Vatandaş Zenginleşiyor)
Mülkiyet bir şeye sahip olmak değil, o şey aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücüdür. Kendilerine ait mülkleri ve arazileri olan köylülerin varlığına karşı çıkmayan filmde bir şeye sahip olma anlamındaki mülkiyet değil, mülkiyetin tek elde toplanarak emeğin sömürülmesi ve devletin buna rıza göstermesi hatta desteklemesi eleştirilmiştir.
Filmde, suyun mülkiyetini almak isteyen Osman (üretim araçlarının mülkiyetini elinde toplayan burjuvazi) ve Osman’ı haklı bulan kanun gücü (yani burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komite görevi gören modern devlet) ile buna karşı derme çatma mücadele etmeye çalışan köylü (işçi sınıfı) arasındaki mücadele işlenmektedir diyebiliriz.
“Ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içerisinde emekçinin salt sermayeyi artırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.” (Komünist Manifesto)
Metin Erksan, bir konuşmasında mülkiyet üzerine üç film yaptığını, Yılanların Öcü’nde toprak mülkiyetini, Kuyu’da insan mülkiyetini, Susuz Yaz’da ise su mülkiyetini anlatmaya çalıştığını, su mülkiyeti konusunda senaryoyu kaleme almaya başlamasına karşın Necati Cumalı’nın eserinde karar kıldığını söylemiştir. Necati Cumalı’nın “İkinci Paylaşım Savaşı” sonrasında geçen öyküsünde egemenler, işbirlikçiler ve fırsatçılar tarafından finans-kapital yapının istekleri doğrultusunda ülkenin sanayisinin yok edilmesine, kendi kendine yeten tarımın ‘’Avrupa’nın manavı’’ haline getirilerek halkın kendi ürettiği ürünlerin en kötüsüne muhtaç edilmesine, “kendi çıkarını vatanın menfaatlerinden yüksek tutan alçakların” halka boyun eğdirme, halkın direncini kırma ve halkı yönetimden çıkarma yani “cumhuriyet” kavramının içinin boşaltılması çabalarına yönelik bir şeyler bulunabilir mi diye düşünsem de, Mehmed Kemal’in şu sözleri bu yönde bir araştırma yapmayı gereksiz kılmıştır. Ne var ki Necati Cumalı’ının tanık olduğu olayı anlattığı basit bir öykü iken Metin Erksan’ın ellerinde muhteşem ve evrensel bir yapıya bürünen Susuz Yaz tam da yukarıdaki mücadeleyi anlatmayı başarmıştır:
“Necati Cumalı, baktı ki çok Ahmet var, günün birinde adının başından Ahmet’i atıverdi… Oldu Necati Cumalı… Hukuk Fakültesi’ne, İzmir’in Urla’sından okumaya gelmişti. Sanatın az tehlike gösteren bölgelerine sığındı. Bizim yanımıza pek yanaşmazdı. Sakıncasızların çıkardığı dergilere yazar, suya sabuna dokunmayan konuları seçerdi. Sızıltısız, gürültüsüz okulunu bitirdi ve memleketine döndü. Orada avukatlık yaparken gerçeği daha yakından gördü. Ona göre yapıtlar verdi.” (Mehmed Kemal, Acılı Kuşak)
Çekimleri öykünün de geçtiği yerde, İzmir’in Bademler köyünde gerçekleştirilen film sansüre takılmış, sansür kurulu ‘’büyük kardeşin küçük kardeşin karısını alması gayri ahlakidir’’ diyerek filmi tamamen reddetmiştir. Susuz Yaz’ın gösterime girdiği yıllarda, en büyük tehlike “komünizm” iken ağaya boyun eğmek ve ağanın isteklerini yerine getirmek yerine “ağa” ile mücadeleye kalkışan köylülerin bu eylemi komünizmin ayak sesleri olarak görülmüş ve film çeşitli bahanelerle yasaklanmıştır. İtiraz üzerine sansür kararı kaldırılmışsa da oluşturulan komisyon ‘’Bu film Türkiye’yi temsil etme niteliğinden yoksundur’’ diyerek Berlin Film Festivaline katılmasına izin vermemiştir. Bunun üzerine yapımcı Ulvi Doğan filmi ülke dışına kaçırmış, yönetmenin adını Metin Erksan’ın göbek adı olan İsmail Metin olarak değiştirmiş ve yarışmaya katılmayı başarmıştır. Filmin büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanması üzerine ‘’aman Avrupalı bize ne der’’ kaygısından kurtulamayan bürokratik zihniyet, filmi ödüllendirmiş olsa da negatiflerinin ülkeye dönmesini sağlayamamıştır. Geçtiğimiz günlerde Kültür Bakanlığının sonuçları tartışmalı hatta nitelikli bir liste olarak dikkate alınması mümkün olmayan anket sonuçlarına göre Türk sinemasının en iyi filmi seçilen Susuz Yaz (içinde Recep İvedik’in yer aldığı bir listenin en iyisi olmak ne denli övünç kaynağı olabilirse) Martin Scorsese tarafından kurulan World Cinema Foundation (Dünya Sinema Vakfı) tarafından 2024 yılında onarılarak dünya “kültürel mirasına” hediye edilmiştir.
Filmin başarısını paraya dönüştürmek hevesine kapılan bazı soysuzlar Hülya Koçyiğit’e benzeyen bir kadınla birkaç pornografik sahne çekip filme ekleyerek “Kardeşimin Karısı” ve benzeri isimlerle Avrupa ve Amerika’nın çeşitli salonlarında göstermişlerdir. Türk sinemasının başyapıtlarından olan bir filmin içine düşürüldüğü bu ahlaksızlıkta parmağı olan insanlıktan nasibini almamışların bu utançla nasıl yaşadıklarını çok merak ediyorum. Bu konuda günah keçisi ilan edilen ancak anlatılanlardan öğrendiğimize göre bütün parasını filme yatıracak kadar sinema sevdalısı olan Ulvi Doğan’ın bunları yapmış olmasının –eğer kandırılmadıysa- büyük çelişki olduğunu düşünüyorum.
“Urla’nın Bademler Köyü’nün kuzeyinde hafif dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi yaz ayları gelince kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan günden güne yanan kavrulan ovanın yüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz yağmurları düşünceye kadar akan tek su, Kocabaşların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su damarıdır. Bu su bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar, sonra yer yer aralıkları harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş-altı yüz adım aşağılarda kalan bir havuza doğru akmaya başlar. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. Bahçeleri havuzun alt tarafında kalan ekiciler, yaz boyunca günde üç dört kez gelir, suyun havuzda vardığı çizgiyi kollarlar. Çünkü yaz ilerledikçe su azalır. Temmuz ortalarında bilek kalınlığına iner, Ağustos’ta ise nerdeyse parmak kadar kalır.” (Necati Cumalı, Susuz Yaz)
Osman kardeşi Hasan’a “Kendi suyumuza gayri kendimiz sahip olacağız” diyerek önce kendi tarlalarını sulayacağını, artanı köylüye vereceğini söyler. Farklı düşünen Hasan bu duruma karşı çıksa da, abisinin ısrarlı davranması karşısında “büyüğümsün” diyerek boyun eğer. Kimseleri dinlemeyen ve suyu kesen Osman, mülkiyet hırsından dolayı yabancılaşarak küçük görmeye başladığı köylü ile olan geçmişini siler, kendini onlardan farklı görmeye, onları önemsememeye ve insan olarak değersiz saymaya başlar. Köylülerle oturmaz, sohbet etmez, onların susuzluktan dolayı tarlalarının kuruyacak olması ve dolayısıyla perişan duruma düşecek olmalarıyla ilgilenmez.
“Kurtuluş Savaşı’ndan önce bütün bu yerler tek bir Rum’un malıydı. Eskiden Rum’un tek başına sahip olduğu bu çiftlik, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kocabaşlarla öbür küçük ekiciler arasında bölüşülmüştü.” (Necati Cumalı, Susuz Yaz)
Osman’ın herkes kahvede “domino oynarken” kardeşiyle birlikte tarla açması ve arazisini büyütmesi açgözlülüğünün ve hırsızlığının göstergesidir. Büyüterek kendi malı haline getirdiği her toprak aslında halkın malından çalınan bir parçadır. Öyküde bir Rum’a ait olduğu söylenen eve ve topraklara el koyması, köylülerin “ağa” diye hitap etmesi, bütün köylünün sözlerini kanun bildiği muhtara kulak asmaması ve avukat tutabilmesi Osman’ın bir gücü olduğunu gösterir. Devletin köydeki temsilcisi muhtarın sakal tıraşı olurken gösterilmesi ve cebindeki kalemi düzenin temsilcisi olduğunu göstermek içindir. Devletin köydeki varlığının kimsesizlerin kimsesi olmakla ve yol göstermekle değil köyde hiçbir anlam ifade etmeyen, tıraşlı olmak ve kalem taşımakla simgelenmesi “burjuva devletine” çok güçlü bir eleştiridir. Osman’ın köylülerin dinamitle su kanalını patlatmasından sonra jandarmayı olay yerine çağırması ve jandarmadan korkmaması da gücünün bir göstergesi sayılmalıdır.
“Teğmenken Şırnak civarında bir yere gidiyorduk. Bir köyde konaklamak zorunda kaldık. Eve girdim ki, bizim jandarmaların biri ayaklarını leğene sokmuş, köylü karı-kocanın biri bir ayağını, öbürü, diğer ayağını yıkıyor. Ben de bir şey diyemedim. Yine bir gün o civarda dolaşıyoruz, bir de ne göreyim, iki asker iki köylünün sırtına binmiş yürüyüp gidiyorlar. Yanlarına gidip, ‘Ne oluyor böyle?’ diye sordum. Askerler, ‘Komutanım bizi zorla sırtlarına aldılar.’ Köylülere döndüm ‘Doğrudur’ dediler. Tabii korkularından öyle söylüyorlardı. İnin diyerek askerleri azarladım. İnönü dönemi jandarma sultası dönemiydi. (Alparslan Türkeş)” (Oral Çalışlar, Liderler Hapishanesi)
Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında 11 Ekim 1920’de Baltalık Kanunu yürürlüğe konuyor. Bu kanun ile orman köylüsüne yakındaki ormandan arazi verilmesi kabul ediliyor ve köylünün istediği gibi kullanma hakkına sahip olması öngörülüyor. Üç yıl devam eden ve büyük orman kaybına sebep olan Baltalık Kanunu 1923’ten itibaren durdurularak, 1924 yılında çıkartılan yeni kanunla ormanların takati ilkesi kabul ediliyordu. Osman’ın bu kanundan istifadeyle “Siz kahvede oyun oynarken biz tarla açıyorduk, su bizim hakkımızdır’’ demesi ve hâlâ halkın ormanını yakıp kendi mülkiyetine geçirmesi, hazine arazilerini yağmalayarak kendi mülkiyetine geçiren hırsızların açgözlülüğünün sınırının olmadığını gösterir. Bir yerin “orman” olmasından dolayı imara açılmadığı durumlarda, o ormanların bir gecede “kazara” yanmasına ve apar topar imara açılmasına yeryüzünde hâlâ şaşıran kalmış mıdır, bilemiyorum? İnsanlıktan uzaklaşma bir yerde bilip ama tepki göstermemek ve “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demek değil midir aslında?..
“Tapularının batı sınırında cebel, kuzey sınırında cebel yazıyordu. Yıllarca köyün kahvesine inmeden cebelde kazma salladılar. Cebeli kayasından arıttılar. Şimdi yine tapularının batı sınırı cebel, kuzey sınırı cebeldi.” (Necati Cumalı, Susuz Yaz)
“Osman’ın merhametine kalmamalıyız” deseler de, ellerinden bir şey gelmeyen, Osman’ın suyu kesmesi üzerine kanuna başvuran ancak kanunun “güçlü” lehine karar vermesi karşısında düzensiz bir mücadeleye hatta şiddete başvuran ancak hiçbirinden sonuç alamayınca geri adım atarak, suyu para ile satın almaya kalkışan köylüler kolektif ruhtan yoksun bir topluluktur. Bilinçsiz dayanışmanın beyhude olduğu filmin sonunda anlaşılır. Bir bilinçlenmeden söz edilemez. Bir “ağanın” yerine daha beterinin geçtiğini ve Osman gibi adamlara karşı “marabanın” elinden bir şey gelmediğini biliriz. “Osman suyu kesmek istese de Hasan razı gelmez” diyerek kendilerini avutan köylüler örgütlü bir dayanışma içine giremedikleri gibi bir kurtarıcı arayışı peşine düşmüşlerdir.
“Kurtarıcılık son tahlilde bir burjuva yaklaşımıdır, ikameciliktir zira halkın, emekçi çoğunluğun, ezilenlerin, yeryüzünün lanetlilerinin kurtarılmaya değil, kurtulmaya ihtiyacı vardır. Başka türlü söylemek gerekirse kurtarıcılardan kurtulmaya ihtiyacı vardır.” (Fikret Başkaya)
Mahkemenin nihai kararında Osman’ı haklı bulması üzerine Osman suyu kendi mülkiyetine geçirmiş olur. Artık suyu istediği zaman köylüye verecek, istediği zaman kesecektir. Köylülerin, karşılarına ilk çıkan arzuhalciye dilekçe yazdırırken, Osman’ın avukat tutması ve mahkemenin bütün bir köyün aleyhine karar vermesi, haklı olanın değil “güçlü” olanın kazandığını ve “sermayenin çıkarlarının” korunduğunu iddia eden filmde köylülerin kaba kuvvet yerine önce muhtara ardından mahkemeye giderek haklarını arama çabası “devlete” bağlılıklarını ve adalete olan güvenlerini gösterirken, haklı olmanın fayda etmeyeceğini anlamalarıyla düzensiz bir şekilde de olsa mücadele etmeye başlamaları yine “kimsesiz kaldıklarının” göstergesi oluyor. Böylece kanun, çatışma durumuna girmiş iki tarafın haklarını düzenleyen bir yapı değil, bundan çıkar sağlayabilecek güçlüler tarafından çiğnenebilecek bir “hak” haline dönüşüyor.
Gözdağı vermek isteyen birkaç köylü Osman’ın köpeğini öldürür. Osman’ın mülkiyetindeki bir canlının öldürülmesiyle hayvanın değil, sahibinin acı çekeceği düşünülür. Bu da bizi insanın ilk düşüncesine yani insan olmayan tüm canlı-cansız varlıkların insan türünün hizmetinde sayıldığı mülkiyet düşüncesine götürür. Böylece köylülerin de benzer düşünceye sahip oldukları, aralarından herhangi birisinin Osman’ın yerinde olmuş olsa, kendi çıkarları doğrultusunda benzer şekilde davranmaktan kaçınmayacağı anlaşılır. Gözdağını anlayan ve “tedbir almazsak bizi yerler” diyen Osman kardeşiyle birlikte suyun başında nöbet tutmaya başlar. Bir gece köylüler suyun akmasını engelleyen kapağı patlatırlar. Nöbetteki Osman kardeşiyle birlikte kaçanları kovarlarken arkalarından ateş etmektedir. Kardeşinin “öldüresiye ateş etme” ikazına karşın Osman’ın silahından çıkan kurşun sonucu bir köylü ölür.
Ölen köylü Osman’a en çok karşı çıkan Veli’dir ve sırtından vurulmuştur. Arkadan vurulmalar her zaman bir ihaneti, bir kancıklığı ve bir alçaklığı gösterdiğinden, Osman’ın kötücül, hain ve aşağılık karakteri bir kez daha vurgulanmış olur. Osman, suçu üstlenmesi için kardeşine baskı yapar. “Mallara ben bakarım” der, “köylüler senin elinden her şeyi alır” der, “yaşın küçük” der, “az ceza alırsın” der, “ben seni hapiste parasız bırakmam” der ve bir şekilde ikna eder.
Sevdiği kadını ortada bırakan ve köylünün suyunun kesileceğini bilen Hasan’ın suçu üstlenmesinde Osman’ın hapisteyken kendisine bakacağını söylemesi etkili olmamalıdır çünkü abisinin ne kadar acımasız olduğunu bilmektedir. Filmde Hasan’ın askere gideceğine değinilmez, yaşın küçük denilir ve geçiştirilir. Abisinin hapse, kendisinin askere gidecek olması durumunda “malların” sahipsiz kalacak olması öyküde Hasan’ın suçu üstlenmesini kolaylaştırıcı etkide bulunurken filmde “askere gidecek olmasına” değinilmemesi Hasan’ın aslında Osman’dan çok farklı olmadığını vurgulamak içindir, diye düşünüyorum.
“Öldürenin Osman olduğunu herkes biliyor olsa da Hasan, ağabeyini ele vermeyi onuruna yediremez. Veli’yi ben vurdum demek ağasına düşerdi. Ağası adam olsa suçun üzerine kalacağına yanmazdı. Ağası beygir gibi ezerdi karısını… Ayrıca Hasan serbest kalacak olursa önünde askerliği de beklediğinden topraklar iki yıl boyunca temelli sahipsiz kalacak demekti. Bahar’a, çocuğuna kim bakardı.” (Necati Cumalı, Susuz Yaz)
Böylece Hasan’ın suçu üstlenmesindeki asıl etkenin abisinin “malları” kendisinden daha iyi koruyacak olmasıdır diyebiliriz. Osman’a “büyüğümsün” demesi anlaşılır bir şey olsa da hapse girmeyi kabul etmesinde geçerli sebep, malların idamesi meselesidir. Böylece arada ufak tefek görüş ayrılığı olsa da iki kardeşin ortak noktasının, köylüye karşı muhafaza etmek zorunda oldukları mallardır diyebiliriz. İş mülkiyet olunca Hasan’ın Osman’dan hatta köylülerin birbirinden büyük farkı olmadığı ortadadır. Malların mülkiyetinin Osman’da, Hasan’da veya bir başkasında olması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.
“Osman ise korkular, sıkıntılar içindeydi. Kardeşi suçu üzerine almaz ve kendisi hapse girerse Hasan’ın yumuşaklık göstererek suyu bağışlayacağını düşünüyordu. ‘’Hasan küçük, suçu üstüne almak Hasan’a düşer.’’ Bu çare aklına gelince biraz ferahladı. Kardeşi onu böyle demek zorunda bırakmaz da suçu kendiliğinden üstüne alacak olursa, bir gün sıkıntıda bırakmazdı hapiste! Harçlık gönderir, yiyecek taşır, bahçenin gelirinden payını ayırır, Bahar’a da… Sıra Bahar’ı düşünmeye gelince, bir ara Bahar’ın kalçaları, göğüsleri yine canlanır gibi oldu gözünün önünde! Osman hapiste kalırsa on yıl, o kalçalar, o göğüslerle bir arada kalacak demekti! Ama bu akşam bunları düşünmek istemedi; kurtulacak olursa, adak adar gibi, on yıl Bahar’a kötü gözle bakmayacağına, Bahar’a el sürmeyeceğine kendi kendini inandırmaya çalıştı durdu.” (Necati Cumalı, Susuz Yaz)
Osman, hapisteki kardeşini ziyaret edip para verse de bir süre sonra işleri bahane ederek ziyaretlerini aksatmaya başlar. Hasan’ın başka bir cezaevine nakledilmesinden sonra da bir daha uğramaz. Hasan’dan gelen mektupları Bahar’a göstermez. Okuma yazması olmayan, bir çıkış, bir kurtuluş yolu bulamayan Bahar’ın elinden durumuna katlanmaktan başka bir şey gelmez. Her şeyinden tiksindiği bir adamla aynı çatı altında yaşamak zorundadır.
Bir gün kasabadan dönen Osman, birkaç köylünün, gazetede okudukları haberdeki Hasan isimli bir mahkûmun ölümünü kardeşine bağlamasını, öyle olmadığını bilse de amacına ulaşmak için kullanır. Köylünün başsağlığı dilediği Bahar, Osman’ın ‘’gayrı ayrı yatak serme’’ demesine çaresizlikle teslimiyet gösterir ve bir sonraki sahnede Osman’ın ayaklarını yıkayan ve her şeyi kabullenen Bahar görülür.
Osman, Hasan’a hapiste bakmaya devam etse ve Bahar’a dokunmasa, Hasan “düzenin” sürdürülmesine itiraz etmeyecektir. Abisini öldürmesindeki asıl etken suyu eşit paylaştırma düşüncesi değil, kendisini aldatmasından kaynaklanır. Osman’ın ölümünden sonra ne olacaktır, Hasan’ın abisi gibi kötü olmaması köylünün lehine midir? Bir süre sonra Hasan’ın veya onun çocuklarının suyu kontrol etme isteğini engelleyecek olan nedir?
Köylü kendini koruyabilecek midir? Cevapsız kalan bu sorular aslında filmin karamsar bir şekilde sona erdiğinin göstergesi sayılabilir. Köylüler ortak bir mücadele yöntemi geliştiremediğine ve bir burjuva aygıtı olduğu iddia edilen devlet de özel mülkiyet esasına göre karar verdiğine göre Hasan’ın veya mirasçılarının canı istediğinde suyu kesmelerine engel olacak ne vardır? Kötü adamın ölmüş olması hiçbir şeyi değiştirmez. Alışkanlıklarının kölesi haline getirilen toplum “gelen gideni aratır” diyerek mevcut düzene boyun eğdirilmiş, hakkını aramaktan uzaklaştırılmış ve kötü yöneticiye isyan edemez hale getirilmiştir. Hakkını arayan insanları hapse atan, aldatan, tecavüz eden, yabancılaştıran, onur, haysiyet, adalet, dürüstlük, yardımlaşma, merhamet gibi kavramlardan uzaklaştıran kapitalist düzenin insanları sömürdüğü bir dünyada Hasan’a nasihat veren hapishane arkadaşı “mesele suyu Osman’ın elinden almak olmalı” derken sorunun düzen sorunu olduğunu ortaya koymaktadır.
“İşçi sınıfının sefil durumunun nedeni, o ufak-tefek yakınma konularında değil, ama kapitalist sistemin kendisinde aranmalıdır. Ücretli işçi, emek-gücünü, belli bir gündelik karşılığı kapitaliste satar. Bu gündeliğin karşılığı olan değeri, birkaç saatlik bir çalışmayla üretmiştir; ama sözleşmeye göre, işgününü tamamlamak için daha bir dizi saat çalışmak zorundadır; bu ek artı-emek saatlerinde ürettiği değer, kapitaliste hiçbir maliyeti olmayan, ama yine de onun cebine giren artı-değerdir. Uygar toplumu, bir yanda bütün üretim ve geçim araçlarının sahipleri bir avuç Rothschildsler’le Vanderbiltsler’e, öte yanda emek-güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan çok büyük sayıda ücretli işçilere bölme eğilimi taşıyan sistemin temeli budur.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu)
Hasan, Osman’ın yaptıklarını onaylamaz ancak karşı da çıkmaz. Abisine kötü olma der ama onunla mücadele etmez. Suyun kesilmesini istemem der ama boyun eğer. Öldüresiye ateş etme der ama onu durdurup silahı elinden almaz. Öyküde Osman genç kuvvetli kardeşinden çekinmektedir. Filmde böyle bir korkudan bahsedilmese de Hasan’ın sert çıkışları karşısında Osman’ın yumuşaması, eğer Hasan inandıklarını savunmuş olsaydı Osman bu kadar rahat hareket edebilir miydi diye düşünülmesine yol açar. Osman suyu kesme tehdidinde bulunduğu zaman köylünün bu işe razı gelmez diyerek büyük bir inançla abisiyle mücadele edeceğini düşünmeleri Hasan’ın köylü üzerinde bıraktığı iyi, namuslu ve dürüst izlenimle açıklamak mümkünken, Hasan’ın korkaklık etmesi “mülkiyet” düşüncesinin sınırını çizerken, köylünün “zalime boyun eğen de zalimdir” sözleri Hasan için söylenmiş oluyor.
Seyircinin kötü adamın gözünden izlediği Bahar’ın olduğu her sahnede yoğun bir cinsel çekim olduğu gözlerden kaçmaz.
İlk kez sevdiği erkeği baştan çıkarmaya çalışırken görülen Bahar, tarlada çalışırken, merdivenden inip çıkarken, yemek yaparken –kısaca günlük yaşamını sürdürürken- hatta ölmek üzereyken Osman’ın gözünde cinsel bir nesneden başka bir şey değildir. Kadın ne yapabilir bu durumda?
Her tarafını sıkı sıkıya örtse bile Osman’ın şehvetini ne engelleyebilir? Karısı genç yaşta ölünce yalnız kalan Osman, Bahar’ın eve gelmesiyle dürtülerine sahip olamaz ve şehvet her yanını sarar.
Bir gece onları sevişirken izledikten sonra sigara içmeye çıkan Osman’ın yanına oturduğu dikenli tel Bahar’ın ona yasak olduğunu ve onun kardeşinin karısı olduğunu simgelese de tehlikeli fikirlere sahip Osman için kısıtlayıcı olmaz. “Bir şeyden bir parça varsa o asıl olanı temsil edebilir” diyerek Bahar’ın başörtüsünü korkuluğa bağlayan ve korkuluğa aşkını ilan eden Osman’ın bu hareketi, hem ilkellerin ensest korkusuyla totem dikmelerini hem de Bahar’ın artık korkuluktan farksız bir ölü olduğunu ifade eden çok güçlü bir anlatım yeteneğine sahip olağanüstü bir sahnedir.
“Üstünlüğü ele geçirmiş bundan önceki bütün sınıflar, toplumu büyük ölçüde kendi mülk edinme koşullarına boyun eğdirerek, zaten edinmiş oldukları konumlarını pekiştirmeye bakmışlardır.” (Komünist Manifesto)
Herkesin birbirini tanıdığı ve kapısını kapatmaya gerek duymadığı düzgün bir köy yaşantısına değinilmemesi, oynayan, koşuşturan çocuklara yer verilmemesi geleceğe yönelik bir ümitsizlik değil midir? Gelişmemiş, kıraç ve kurak köyde “su olsa üretim olacak” denilmesine karşın başta Osman olmak üzere hiçbir yerde bereketli tarlalar, harman yerleri veya ürün dolu ambarlar gözükmemesi bu karamsarlığın sonucu değil midir? Güçlünün zayıfı ezdiği ve İsmet İnönü’nün “namuslulara namussuzlar kadar cesur olmaları” çağrısını yaptığı bir dönemin ürünü olan Osman, çağının adamını temsil etmektedir. Yukarıdaki alıntı ayaklarını yıkadığı pis suyu atacak kadar küçümsediği ve kendine karşı tutarlı bir mücadele yöntemi geliştiremedikleri için suyu para ile almayı kabul etmekle Osman’ın egemenliğini tanıyan köylünün durumunu açıkça ortaya koymaktadır.
Gerek Yılanların Öcü (1962) gerekse Susuz Yaz’da sıkça kullanılan “konferans” sözü vardır. Alaycı bir şekilde söylenen bu konferans sözüyle anlatılmak istenenin “devlet büyüklerinin” propagandası olduğu anlaşılır. Her iki filmde de muhtar çağırıyor denince köylüler “konferans var gene” diye yakınırken, güçlü olduğunu ispatlamış olan Osman, “bana konferans verme” diyerek köylüye çıkışabilmektedir.
Suyu keseceğini söylemesine karşın tüm köylünün “sevimli görünmek” uğruna Osman’ın düğününe gelmesi,
Osman’ın kardeşi Hasan tarafından “hepsi benim” dediği ancak bir türlü sahip olamadığı suyun içinde öldürülmesi,
cesedinin gözleri açık bir şekilde köylülerin susuzluktan kuruyan tarlalarına doğru sürüklenmesi,
Osman’ın Bahar’a bakarak bir ineğin memesinden süt emmesi
ve Bahar’ın başörtüsünü sardığı korkuluğa aşkını ilan etmesi,
hepsinin aynı eğitim seviyesine ve toplumsal konuma sahip olmalarına karşın köyde damat dâhil hiçbir köylünün sakal tıraşı olduğu gösterilmemesine karşın ‘’devlet ciddiyetinin’’ ve ‘’farklı toplumsal statüye sahip olmanın’’ sakal tıraşı olurken gösterilen muhtarın cebindeki kalemle anlatılması gibi anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği muhteşem güzellikte sahneler barındıran Susuz Yaz kesinlikle izlenmeyi hak eden ender filmlerdendir.
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarımızın öteki film yazılarını okumak için tıklayınız.
Hakan Bilge (16 Aralık 2024)
Çok beğendiğim bir inceleme oldu Salim Hocam, ellerine sağlık. Bu filmin Criterion Collection’dan çıkması da ayrıca sevindirici. Darısı diğer hazinelerimize.
salim olcay (17 Aralık 2024)
Teşekkür ederim Hakan Hocam,
Zihinleri geriletmek için çekilen “kültür endüstrisinin” seri üretim filmlerinin her yeri kapladığı günümüzde özgün eserlerimizle var olmak yerine taklit, öykünme ve ucuz kopyalar yapmakla bir yere varılmayacağının en büyük göstergesidir Susuz Yaz. Böyle eserlerin çoğalması dileğiyle…