Geyşa ve Samuray İmgesinden, Şiddet, Ölüm ve Cinselliğe Japon Edebiyatı
“Evde yaşayıp sadakatle eşlerine hizmet eden, gelecekten tek bir heyecan verici beklentileri olmayan, ama yine de tam anlamıyla mutlu olduklarına inanan bütün o kadınları düşündüğümde, küçümsemeyle doluyor içim…”
Sei Şonagon, Japon kadınını, kimonoları içinde, küçücük ayaklarıyla hızlı ve kısa adımlar atarak yürüyen, hizmette ve sadakatte kusur etmeyen kadınlar olarak görenleri, genelleyenleri kızdıran, hayalkırıklığına uğratan bir yazar. Ülkesindeki ilk feminist yazar diyebileceğimiz bu kadın, 10. yüzyılda yaşamış aydın bir Japon kadını; “geyşa” imgesinin henüz kurulmadığı bir dönemin kalemi… Sarayda imparatoriçenin nedimeliğini yapan Sei Şonagon, hep başucunda tuttuğu defterine aklına esen her şeyi yazmış: Tanık olduğu küçük, sıradan olayları, anılarını, önemli bulduğu konulardaki fikirlerini; hoşuna giden gitmeyen, muhteşem ya da moral bozucu bulduğu, kalp atışını hızlandıran ya da asabını bozan, “gıcık” ya da hayran olduğu şeyleri… Nihayetinde hem Japon kültürünün bin yıllık klasiği, hem de “zuihitsu” adı verilen türün ilk ve en önemli numunesi “Yastıkname” doğmuş. 10. yüzyılda Japon edebiyatında ortaya çıkan “zuihitsu”; günce, biyografi, hatırat, şiirler, aforizmalar, listeler, anlatı eskizleri ve bugün Batı kökenli kültürlerde “deneme” adı verilen türün çok özgün bir bileşimi olarak tarif ediliyor. Bu türün içinden filizlenen “Yastıkname”, Heian döneminin sosyal yapılanması ve saray içi ilişkilerinin yanı sıra dönemin Japon kadınlarını da her ayrıntısıyla yansıtıyor. Tek kusuru, saraylılara verdiği ayrıcalık, sıradan insandan, halktan duyduğu rahatsızlık…
Japon tarihinin en ayrıksı dönemi olan Heian dönemi, estetiğe ve asalete son derece önem atfeden, eşsiz bir kültürün serpildiği bir çağ… İmparatorluk başkentinin 784 yılında Nara’dan Nagaoka’ya, 794′te de oradan Heiankyo’ya (Kyoto) taşınmasıyla başlayıp, 1192′de Kamakura’da askeri hükümetin kurulmasıyla sona eren Heian dönemi, kadınların cinsel özgürlük dahil olmak üzere pek çok özgürlüğe sahip oldukları, ciddi ölçüde kadınsı bir dönem. Ancak bu kadınsılıktan geyşalığı anlamamak lazım… Zira Japon edebiyat tarihinde kadın yazarların en şanslı oldukları Heian dönemi, Ivan Morris’in belirttiği gibi, bugün geleneksel Japonya denince hemen akla gelen şeylerin, suşi ve soya sosunun, Zen budizmle bağlantılı çay seremonileri, çiçek aranjmanı gibi pratiklerin, Haiku şiirlerinin, No ve Kabuki tiyatrosunun, harakirinin ve özellikle de eril-militarist ideolojinin kült figürleri olan samuray ve geyşaların daha ortaya çıkmamış olduğu bir dönemdir. Sosyal alanda, sanat ve edebiyat hayatında pek çok öncü ve kurucu konum üstlenen dönemin kadın yazarları arasında yer alan Murasaki Şikibu da Sei Şonagon’la aynı dönemlerde sarayda nedime olarak yaşar, çevresini gözlemler, hayal eder ve yazar. Şikibu’nun yazdığı Japon edebiyatının en önemli romanı sayılan “Genci’nin Hikâyesi”, Japon dilinin de hayli yetkin kullanıldığı bir klasiktir.
Japonya’ya yazının geç girmesinden dolayı Japon yazarlar, başlangıçta Çince yazarlar. Japon edebiyatının ilk önemli yapıtları ancak İS 8. yüzyılda ortaya çıkan tarih ve mitoloji konulu kitaplar olur. 9. yüzyılda “kana” adı verilen karakterlerin kullanılmasıyla Çin yazı sistemi, Japonca’ya daha uygun bir yazı haline getirilir.
Japon edebiyatının ilk şiir antolojisi ise 759′dan sonra derlendiği sanılan “Manyoşu”dur (On Bin Yaprak Derlemesi). 4 bin 500 kadar şiiri bir araya getiren bu derlemenin özelliklerinden biri de antolojide saray dışındaki pek çok şairin yapıtlarının yer almasıdır. Japon kültürünün en önemli öğelerinden ve estetik motiflerinden biri olan şiir, kimi tarihi olayların dile getirilmesinde dahi kullanılır.
10. yüzyılla birlikte kuralların çok katı olduğu şiir geleneğinde, dil ve üslupta kusursuzluk, içerikten ziyade önem kazanır. Yüzyılın önemli şairleri arasında Ono Komaçi, İse Hanım ve Arivara Narihira gibi saray kadınları dikkat çeker. Başlıca konu aşktır; ayrılık acısı, dünyanın gelgeçliği gibi temalar ön plana çıkar. 8-12. yüzyıllar, Japon edebiyatının klasik dönemi olarak bilinir. Askeri sanatların saray hayatına bağlı kalan edebiyatı gölgede bıraktığı Kamakura devrinde, (12-13. yüzyıl) Kenko (1283-1350), “Tsurezure-gusa” adlı eserinde, eski âdetlerin kaybolmasından duyduğu hüznü anlatır; oysa rakibi addedilen Kamo-no-Chomei (1154-1216) “Hojoki”de, Zen Budizmi’nden aktarılarak Japon düşünce ve sanatlarını etkileyen çıplak estetikli bir yüzyılın görünümünü çizer. Savaş destanları veya “gunki”, Muromachi devrinde ortaya çıkan “no”ya, özellikle daha sonra “bunraku” (kukla tiyatrosu) ve “kabuki”ye sayısız tema sağlar. Tiyatro ilkin edebiyatın ana temelidir, daha sonra Japon korku sineması da pek çok motifi kabuki’den devralacaktır.
Edebiyatın her tür konuyu tema edinmeye başladığı 17. yüzyılda, devrinin âdetlerini büyük kavrayış gücüyle gözlemleyen İhara’nın (1641-1693) romanları, Kyokutei Bakin’in (1767-1848) nehir-romanları ve burlesk yazarlar Jippensha İkku (1765-1831) ile Santo Kyoden’in (1761-1816) eserleri öne çıkar. Çoğunlukla eğlence semtlerinde geçen eserlerin kahramanları, burjuva ve askerlerdir. Şiirin ustası, orijinal bir okul (haiku) kuran Matsuo Başo (1644-1694) olur. 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkan haiku, 17 heceli, üç dizeli yeni bir şiir türüdür. Başo’nun yarattığı bu türde basit imgeler aracılığıyla evrensel konular işlenir, doğa yalın tasvirlerle anlatılır. Folklordan doğan, mükemmelleşerek soylu sınıfının imtiyazı haline gelen, daha sonra tiyatro ve roman aracılığıyla halka ulaşan edebiyat, milli duygu ve heyecanları bir noktada toplar. Japon yazınının ulaşmak istediği nokta, dolaysız algılamaya varma ve söylevi sadeleştirmektir.
SAMURAYLAR ARASINDA AŞK
İmparatorlukta birliğin sağlandığı ve savaşların son bulduğu Tokugava döneminde (1603-1867) edebiyatta gelenekçi eğilimler güçlenir, Konfüçyüsçü düşünceler yüceltilir. Bu dönemde geyşaların hizmet ettiği eğlence evlerinin artmasıyla “geyşa” imgesi de edebiyatta kendine çokça yer bulur. Bu evlerdeki yaşantıyı dile getiren yapıtlar, Heian döneminin aksine genellikle erkekler tarafından yazılmıştır. Hatta pornografik manganın ilk örneklerinden sayılan “shunga” adlı erotik resimlerin ticareti de yine Tokugava dönemine denk gelir.
Dönemin ikinci yarısındaysa Japon edebiyatının “kült” yazarlarından biri çıkacaktır sahneye: Şair ve romancı İhara Saikaku (1642-1693). Aşk, mutluluk, zenginlik ve paranın başrolde olduğu serüven romanları ve öykü kitaplarıyla klasikler arasına giren Saikaku, 1684’te, 24 saatte 23 bin 500 dize yazabildiği için “20 binlik şair” olarak da anılır. Beşer bölümden meydana gelen beş ayrı öyküden ibaret “Aşkı Seven Beş Kadın”, işsiz tabakanın, toplumca lekelenmiş kadınların ve tüccar kesimin şehvetlerine, arzularına, maddi ve manevi zevklerine yüzyılın bakış açısıyla yaklaşan popüler bir yapıttır. 17. yüzyıl Japon edebiyatındaki yeniden canlanmanın en ateşli temsilcilerinden olan Saikaku, “Samuraylar Arasında Aşk” adlı öykü kitabında ise “samuray” imgesini yerinden eder. Tümü, eski şogunluk başkenti Yedo’da (bugünkü Tokyo) geçen, düzyazı ile şiir arasında bir tada sahip hikâyelerinde, bir samurayın diğer samuraya, bir içoğlanına ya da saraylı bir gence duyduğu eşcinsel aşkı, ölümcül olmasına rağmen, trajediye dönüştürmeden anlatır Saikaku. Eski Japonya’da (tıpkı Osmanlı içoğlanlık kurumunda olduğu gibi) samuraylar arasında duygusal ve seksüel aşkın yaşanması son derece doğal karşılanmaktadır. Hatta Saikaku’nun öykülerinden öğrendiğimize göre, aileler bu aşkı teşvik eder ve iki sevgilinin birbirine kavuşması için toplumun tüm üyeleri elinden gelen fedakârlığı yapar. 1185-1867 yılları arasında Japon tarihine hükmeden, Amerikan savaş gemileri, Japon limanlarına girip de şogunun ülkesini savunmadaki yetersizliğini gösterene kadar iktidarda kalan samurayların hiç bilmediğimiz niteliklerini, gururlarını, arzularında saf olduklarını, ölümüne sahip çıkılan değerlerini, erdemlerini, ince duyarlıklarını ve duygusallıklarını da bir bir anlatan “Samuraylar Arasında Aşk”ın en önemli işlevini ise Murathan Mungan, kitaba yazdığı önsözde açıklıyor:
“Erkekler arasında yaşanan şiddet ve düşmanlığın öbür yüzünü gösteriyor bize. Eril iktidarın gündelik hayat örgütlenmesinde şiddet ile şehvet, birbirinin iki yüzü gibidir. Bu durumda dövüşmek ile sevişmek aynı kapıya çıkar. Kitaplardaki hikâyelerde göreceğiniz gibi, sınıf ve hiyerarşi içeren eril şiddet, aşkında ve şehvetinde de ölümü, yıkımı beraberinde getirir. Ne denli sakin anlatılmış olsalar da, kitaptaki hikâyeler, değerler arasında bir seçim yapma zorunluluğu içermesi ve bu seçimde ölümün her an pusuda bekleyen bir olasılık olarak ortaya çıkması nedeniyle trajik niteliktedir.”
Bir içoğlanının, bir samuray tarafından sonsuza dek sevilmesi ona bahşedilen en yüce hayat biçimiyken, halktan birini bu aşka nail olabilmesi için pek çok zorluğu aşması gerekir. Öyle ki sevdiğini yıllarca uzaktan seyrederek avuntu bulmak evladır Japon kültüründe. Bu, bir bakıma Japonya’da cinselliğin, cinsel ilişki ediminin kendisinden çok kur yapmayla ve takip etmeyle ilgili bir oyun oluşuyla da açıklanabilir. Bir görüşte aşk, bakılanın bakana cevap vereceği beklentisi, ilk bakışta aşkı son bakışta aşka dek götürür. Ve son bakışta aşk, kendini ölümde bulur. Sevilene son bakış bir aydınlanma, arınma ve özgürleşmedir.
Japon toplumundaki şiddet ile cinsellik, ölüm ile güzellik et ve tırnak gibi bağlıdır birbirine.
Saikaku’nun hikâyelerinde de gördüğümüz gibi, aşığın harakiri yaparak kendini, ardından da sevdiğini öldürmesi ve aşkın, kan dökerek ebedileştirilmesi, ölümün, cinselliğin doruk noktasına çıktığı bir anda gerçekleşmesi, bedenin arzu nesnesinin ölümün ta kendisi olduğunu gösterir Bataillen edebiyatta olduğu gibi. “Antropolojik Açıdan Şiddet” adlı kitabın yazarlarından Brian Moeran bu tespiti yapar:
“Cinsellik ve ölüm arasındaki ilişki, Japon edebiyatının belirgin bir özelliğidir, Japon edebiyatında biz, Bataille’ın erotizmin, ölüm noktasına itilen hayatın eğlencesi olduğu şeklindeki görüşüyle paralellikler bulabiliriz.”
Japonlar tarafından cinsel vecdin üst biçimi olarak görülen bir durum da, âşıkların birlikte ölmesidir. Şiddetin estetikleştiği, değerlerin ve aşkın devam etmesine imkân sağlayan bu “orgazmik” final, bedenin ve ruhun tinsel güzelliğinin arı-duru hazlarının doruğa vardığı en önemli andır:
“Yatak odasında Sasanosuke kendisi ve sevgili Hayemon’u için bir şölen hazırlamıştı. Sofraya en leziz etler konulmuş, Hayemon’la kendisi için yatağa yastıklar yerleştirilmişti. Giysiler güzel kokuluydular. Hayemon’a ağır bir ceza verdikten sonra bağışlamayı planlamıştı; ama çok ileri gitmişti ve böylece hem aşığının hem de kendisinin canına kıymıştı.” (Samuraylar Arasında Aşk, S: 34)
Bir başka hikâyede yine yiyip içerek bir keyif gecesi geçiren iki aşığın, aynı kılıçla ölmesi de bir meydan okuma mantığını gösterir. Savaşkan bir ritüele, akabinde de ölüme evrilen cinsel edim kendisi olmaktan çıkıp, hazzın ötesine geçen bir zamansızlıkta noktalanır.
Nitekim şiddetin Japonlarda böylesine bir tutku olması, zamanın akışındaki geçicilik ve süreksizlik hakkında duyulan hislerle yakından ilgilidir. Şiddet, zamanın bu akışına bir karşı duruşu teslim ederken ölüm de bir kurtuluş ve arınma duygusu sunar. Moeran’ın belirttiği gibi her şeyden önce fanilik fikri, zamanın kırılganlığını ima eder; cinsellik, ölüm ve güzellikten oluşan bu garip üçgenin can alıcı noktasındaki şey zamandır.
SAVAŞ SONRASI EDEBİYATI, BATILILAŞMA VE İNTİHAR
1878’den itibaren yazı ve konuşma dili birleştirilir ve Futabatei Şimei, 1887’de modern dildeki ilk romanı yayımlar: “Ukigumo”. Tsubuşi Şoyo’nun önderliğindeki modern edebiyat hareketi ancak Rus-Japon Savaşı’ndan sonra gelişir. Kunikida Doppo romantizminin izleyicisi Natsume Soseki, natüralist (Şimazanci Toson) natüralizm düşmanı (Mori Ogai) okullar ve romantizmi tahtından indiren toplumcu yazarlara (Arişima Tukeo) katılır. Karışık Okullar Dönemi’nde (1908-1930) yazınsal bir tür olarak roman, yazarların sıklıkla kullandığı silah; okurlarınsa en çok rağbet ettiği türdür. Muşanokoji Saneatsu tarafından Şirakaba (beyaz kayın ağacı) ve Richi tarafından Entellektüalizm çevresinin kurulmasından sonra bir çeşit idealizm, büyük çağdaş yazarların (Tanizaki, Junişiro, Nagai Kafu, Şiga Naoya) gerçekçiliğini hafifletir. Bununla birlikte “zuihitsu” (deneme) ve özellikle Akutagava Ryunosuke tarafından işlenen hikâye, beğenilen türler arasında alır yerini.
1930’dan 1945’e kadar toplumsal ve siyasi çalkantılar, Şinkankakuha veya Yeni Duyumculuk adı verilen atılgan bir hareketin gelişmesini önler. Şinkankakuha hareketinin Yasunari Kavabata gibi taraftarları, savaş anlatılarına ve toplumsal kavgalara büyük ölçüde yer veren şiddetli ve hayal kırıklığına uğramış bir edebiyat yaratan Sengoha veya savaş sonrası grubun yazarlarından (Naoma Hiroşi, Takeda Taijun) ayrılır. Daha sonraki nesil ise altüst edilmiş toprağı düzeltmeye çalışır ve Yasuoku Şotaro, Ooka Şohei’ye (İkinci Yeni İnsanlar Grubu) karşı çıkarak çevresinde toplananlara Daison no Şinnin (Üçüncü Yeni İnsanlar Gurubu) adını verir. Bu gruba mensup Agava Hiroyuki, Osamu Dazai ve Kambayaşi Akatsuki sayesinde Japon otobiyografi romanı geleneği yeniden canlanarak edebiyat meseleleri zevki doğar. Artık edebiyat, bir amaç ve araç olmaktan çok estetik bir meseledir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Kisey Sakka (Yetkin Yazarlar) denilen edebiyatçılar ile sol kanat yazarlarıyla savaş ve çağdaş meseleler üzerine eğilen yeni nesil yazarlar çıkar sahneye. Romancı Osamu Dazai’nin (1909-1948) ölümü, hazin bir olay olmakla beraber yeni bir çağın da başlangıcıdır. Yeni nesil, savaş sorumluluğu ile ilgilenme eğilimi gösterir böylelikle; bu özellikle Ooka Şohei, Yukio Mişima, Fukuda Tsuneari gibi yazarları içine alan Sengo Bungaku’nun (Savaş Sonu Edebiyat Grubu) en çok işlediği temadır.
Gelenek ve göreneklere fanatizm derecesinde bağlı bir toplum olan Japonya’yı II. Dünya Savaşı, özellikle de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar fazlasıyla etkileyerek benzersiz ve ağır bir travma yaratmıştır ki edebiyatın da bundan etkilenmemesi düşünülemez. Gururu, dünyanın en büyük kişisel erdemi sayan ve toplumsal tarihi, “harakiri” ile “seppeku” (Samuray harakirisi) vakaları ile dolu olan Japonya’da, yazarların da intiharı bir çözüm olarak seçişi, bu etkinin yanı sıra geleneğe sırtını dönerek yüzünü Batı’ya çevirme arafında kalışın tereddüdü ve tedirginliğinden mülhemdir şüphesiz. Nobel Edebiyat Ödülü’nü (1968) kazanan ilk Japon romancısı Yasunari Kavabata, ödülünü alış söylevinde intihar eylemini suçlamasına rağmen, Yukio Mişima’nın intiharından iki yıl sonra havagazıyla öldürür kendini. II. Dünya Savaşı sonunda, kuşağının yazınsal sesi olan Osamu Dazai, öldüğünde Japonya’nın en popüler kadın romancısı olan Sawako Ariyashi ve çağdaş Japon öykücülüğünü başlatan Ryunosuke Akutagava da intiharı seçen önemli yazarlar arasındadır. Japonya’nın Batılılaşma çabaları ve şehirleşme sorunlarından doğan sıkıntıların en yoğun olarak yaşandığı bir dönemde yaşayan Akutagava’nın yazarlığa yönelmesinde doğrudan etkili olan öncülleri Mori Ogai ve Soseki Natsume’dir. Çağdaşlaşma atılımlarını sürdüren Japonya’da nasıl bir yaşam tarzı ya da düşüncenin gerçeğe dönüştürülebileceğine odaklanan deneysel romanlarıyla tanınan Natsume’nin kahramanları ağırlıklı olarak genç öğrencilerle entelektüellerdir ve Batılılaşma atılımlarının yarattığı toplumsal karmaşayı keskin bir şekilde eleştirirler. Ogai’ın kahramanları da aynı şekilde genç entelektüellerdir ve Japon toplumuna eleştirel bakış açısı getirmektedirler.
II. Dünya Savaşı sonrası Japon edebiyatının önemli yazarları olan Sakaguçi Ango, Tamura Tayciro, Yoşiyuki Cunnosuke, Kono Taeko, Takubo Hideo, Nakagami Kenci, Tomioka Taeko ve Furuyama Komao cinselliğin çeşitli biçimlerini aktarırlar eserlerinde. Japonya’nın ilk feminist roman yazarlarından Sawako Ariyashi ise erkek egemen ve muhafazakâr bir kültürel yapıya sahip Japonya’da, kadınların maruz kaldığı baskıları roman aracılığıyla aktararak eleştirir. Japonya’daki siyasi ve sosyal değişimlerin kadınların hayatına nasıl yansıdığını dramatik bir üslupla anlatan Ariyashi, “The Twilight Years” adlı romanında kayınpederine bakmak zorunda olan çalışan bir kadını, “The River Ki”de kırsal kesimde yaşayan üç kuşak kadının yaşadıkları yıkımları, “The Doctor’s Wife”ta ise bir doktorun karısının hikâyesini konu alır.
FANATİK, FAŞİST, EŞCİNSEL: YUKİO MİŞİMA
Modern insanın içsel sorunlarını savaşlarla kuşatılmış tarihinden, toplumsal bilinçten, ideoloji, iktidar ve geleneklerden ayrı düşünemeyiz. Tüm bireysel travmalar, sapkınlık olarak adlandırılan aykırılıklar, sadece ortaya çıktığı çağ ile değil, toplumsal ve tarihi süreci içinde değerlendirilirse objektif bir anlamlandırma yapılabilir ancak. Tutkuyla bağlanarak yoğun ilgi duyduğu ölüm ve işkence kavramlarının yanı sıra kan ve acıyla ilintili fantezilerini eserlerine de yansıtan Yukio Mişima’yı da bir çırpıda “sapkın” bir yazar olarak yaftalamak kolay!
Ancak onu sınıflandırmalara tâbi kılmak yerine, ülkesinin ve döneminin edebi geleneğiyle birlikte kişisel ve toplumsal tarihinin içinden alımlama çabasına girdiğimizde, ana temaları olan intihar, vahşet, cinsellik ve işkencenin modernite ile gelenek arasındaki çatışmadan doğduğunu görürüz. II. Dünya Savaşı sonrası Japonyası’nın en verimli ve üretken yazarı olan, ne var ki eserlerinden ziyade hayatı, eşcinselliği, fantezileri ve intiharıyla bilinen Mişima, Japonya’nın, “değişen duyguların etkisi altında modernizme adım atışını ve Batı ideallerinin ülkesi tarafından kalıcı kucaklanışı”nı öfkeyle eleştirerek Samuray değerlerini savundu. Küçük bir bürokrat, Hitler ve Nazizm hayranı olan babasının kökleri, Japonya’yı 250 yıl yöneten askerlere; babaannesinin kökleri ise Samuraylara kadar uzanan Mişima, Japonların modernleşmeyle birlikte “bütünlüklü insan kişilikler” olmayı bırakmaları ve “bir tür vasıflı kuklalara indirgenmeleri” olgusuna karşı çıktı. Fanatik bir milliyetçi, bir faşist oldu ancak buna rağmen hayatı boyunca iki arzusu vardı: Tinsel erişkinlik ve bedensel iffet! Karate ve kılıç oyunlarında ustalaşmak yetmedi; savaşçı Japon ruhunu korumak amacıyla Kalkan Derneği adlı yarı-askeri bir örgüt kurdu. 1970 yılının Kasım ayında, bu örgütün dört üyesiyle birlikte Japonya Silahlı Kuvvetleri’nin Tokyo’daki Ichigaya Kampı’nı ele geçirerek Japonya’nın silahlanmasını yasaklayan savaş sonrası anayasasını suçlayıcı bir konuşma yaptıktan sonra “seppuku” (Samuraylar tarafından uygulanan harakiri) yaparak intihar etti. Bu da yetmedi; intiharın tamamlanması için başını kılıçla kestirdi.
Ölümünü bir yıl önceden planlamıştı ama vatanı için şehit olma düşüncesi, tüm eserlerinin ana temalarından biriydi. “Vatanseverlik” adlı eserinde öldürme ve vahşet eylemlerine katılmayan, ancak eylemci arkadaşlarına karşı harekete geçmek zorunda kalmaktansa intihara karar veren bir teğmeni anlatan Mişima, “Bereket Denizi” (1965-1970) dörtlemesinde de yine yozlaşan değerlere karşı intihar düşüncesini savundu. Japonya’nın 20. yüzyıl deneyiminin bir özeti olarak nitelenen dörtlemenin son satırını yazdıktan hemen sonra ulaştı vahşi vecd haline. Bir ergenin kendi bedeni üzerinden giriştiği yaşam ve ölümle hesaplaşma sürecini; ölüm, kan ve intihar saplantısı, modern yaşamın reddi, eşcinsellik gibi temalar üzerinden anlattığı otobiyografik özellikler taşıyan romanı “Bir Maskenin İtirafları”nda da yazdığı gibi kanlı bir ölüm, hastalıklarla geçen çocukluğundan beri en büyük hayallerinden biriydi.
Kendini ya savaş alanında ölürken ya da öldürülürken düşleyen, mevcut her çeşit idamı ve cellât gereçlerini düşünürken cinsel hazza ulaşan romanın anlatıcısı, çocukluğundan itibaren bir kan ve vahşet tiyatrosu kurar kendisine. Uşaklarından gizli gizli aldığı serüven dergilerinin kapaklarındaki düello sahnelerini, harakiri yapan genç Samuray savaşçılarının resimlerini, ellerini kan fışkıran göğüslerine bastıran erlerin ve Sumo güreşçilerinin fotoğraflarını, kopyalarını çıkararak yeniden düzenler zevkine göre. Meydana gelen resimler kanlar içinde can çekişen erkeklerdir. Magnus Hirschfeld’in “ters cinsel eğilimlilerin özel bir sevinç duydukları sanat eserleri arasında” gösterdiği Guido Reni’nin “Aziz Sebastianus” adlı tablosunu görür görmez putperestçe bir hazla sarsılarak ilk mastürbasyonunu yapar. Kanın ve kan dökmenin uyarım yükü, irkiltmesi ve özdeşleştirme duygusu aynı derecede orgazmiktir. Mastürbasyonun nihai formatı seppuka, bir erkeğin üst tinsel duyguya ulaşabilmek için yerine getirebileceği en saf edim ise ölümdür. İç içe geçen cinsellik, ölüm, şiddet ve haz Mişima’nın tiyatro eserlerinde de çıkar karşımıza. II. Dünya Savaşı sonrasının Batılılaşma zorunluluğuna ve geleneksel Japon dansının aşırı kodlanmışlığına radikal bir tepki olarak doğan Butoh akımının 1959 yılındaki ilk performansı Mişima’nın “Kinjiki” adlı romanından uyarlanarak gerçekleştirilir. Genç bir adam, önce bacakları arasına sıkıştırdığı bir horoz ile seks yapar; ardından da başka bir adamın homoseksüel girişimleriyle karşı karşıya kalır. Butoh dansında, geleneksel temalardan farklı olarak mastürbasyon, transvestizm, cinsel güç sembolleri gibi kışkırtıcı konular işlenir. Ama ana tema daima hayat-ölüm çemberidir.
KURBAN ETME VE EROTİZM
Japon edebiyatında, sinemasında ve sahne sanatlarında kendine sık yer bulan sadizm, mazoşizm, işkence, intihar ve öteki şiddet türleri, pratikte gündelik hayatlarında kibar ve itaatkâr olmaya zorlanan bir halkın fantezileri değildir sadece. Brian Moeran’a göre, harakiri, şiddet, intihar gibi edimler, ilk olarak zaman kavramının, ikinci olarak da kendi ve öteki nosyonlarıyla temsil edilen mekân kavramının üstesinden gelmenin girişimleridir. Zamana ayak uydurmakla, Japonlar, Batı kültürünün benimsenmesinin ötesine geçme ve bir fetal (ceninle ilgili) “Japonluk” duygusuna dönme imkânı bulurlar. “Japon” olmanın ne demek olduğunun bilincinde olmak, aynı zamanda hem Japon toplumunda grup ideallerinin ve uyumun vurgulanmasını sağlar, hem de “kendi” ve “öteki” arasında herhangi bir ayrılık olduğunu yalanlar. Şiddet -cinsellik, ölüm ve güzelliği takdir etmekle birlikte- sosyal idealleri desteklemeye yönelik bir davranıştır. Japonya’da güzelliğin değerlendirilmesi, cinsel doruk ve ölümle karşı karşıya kalındığında özgeciliğe erişilmesi, bunların hepsi de dilin insan zihninden uzaklaştırıldığı ve zamanın fethedildiği anlardır. Belki de sadece böylesi anlarda Japonlar, tarihin geriye döndürülemeyen akışının üstesinden gelebilir, sadece o zaman bireysel arzular ve grup sınırlamaları arasındaki kalıtsal çatışmayı çözebilirler. Zamanın fethedilmesi, kendi ile öteki arasındaki boşluğun da fethedilmesi halini alır bir yandan. Şiddet, bir tür iletişimdir kısacası. Kurban etme ve erotizm ise şiddetin devamlılık törenleridir. Kurban etmeye yönelik şiddetin “iyi” şiddet olduğunu savunan Rene Girard, yıkıcı şiddet döngüsünün sadece bir ikame kurbana yöneldiğinde sona erebileceğini ileri sürer. Japon toplumunda ikame kurban gerçekte Batılılaşma’dır, Japonya’da şiddet, Japon değerlerini devam ettirmeye yöneliktir. Bu bakımdan şiddet mantıksız değil, mantığa karşı işler, çünkü bu değerler nihai olarak mantığın ve aklın kavranabilirliğinin ötesine geçmekle ilgilidirler. “İyi” şiddet kutsaldır, çünkü özgecilik getirir. Japonların ölümü kavrayışının doğrudan ve açık, bu anlamda da Batılıların ürkünç ve iğrenç ölümünden farklı olduğunu savunan Mişima hiç de haksız değildir. Japonların imgelemindeki ölüm, arındırıcı ince dalgalar halinde, dünyanın üzerinde kesintisiz bir biçimde çağlayan saf bir kaynağın fışkırdığı bir imgedir. Bir yandan da çirkinliğin önlenmesidir ölüm; şiddetle yüklü bu görüntünün ötesinde bir saf su pınarı vardır, buradan çıkan küçük dereler arı sularını bu dünyaya sürekli olarak akıtırlar.
AMERİKA İLE JAPONYA ARASINDA: HARUKİ MURAKAMİ, RYU MURAKAMİ
Gelenek ile dış dünyanın etkileri arasında hâlâ bocalayan Japon edebiyatının genç kuşak yazarları arasında Işikava Jun, Kazuo İşiguro, Hitonari Tsuci, Natsuki İkezava, Ryu Murakami ve Haruki Murakami’nin özel bir yeri var. Son yıllarda Türk okurunun da hayli dikkatini çeken Haruki Murakami’nin ilk ünlenişi, “Tony Takitani” sayesinde olur. Jun Ichikawa’nın aynı adlı eserden beyazperdeye uyarladığı minimalist başyapıt, Locarno Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve FIPRESCI ödüllerini kazanınca Murakami’nin adı da Batı dünyasında duyulmaya başlanır.
Bir caz müzisyeni olan baba Şozaburo Takitani (ki Murakami babasının kimliğinden ve mesleğinden kurtulamaz, romanlarında belirir bu izler) oğluna ölen bir Amerikalı dostunun adını verir: Tony. Evet onun adı Tony Takitani’dir; Amerikalı bir Japon. Batılı bir isimle rahat edeceğini düşünür baba. Ancak tam tersi olur, aşağılanıp kötü muamele görür, arkadaşları arasında dışlanır. Yalnızlıktan kurtulmaya yönelik tek çabası, güzel kıyafetler satın alma tutkusunu patolojik boyutlarda yaşayan Eiko ile evlenmektir. Hayatının boşluğunu giysilerden başka hiçbir şeyin dolduramadığı Eiko ile giderek daha da içi boşalır hayatının ve ruhunun.
Bir zamanlar tek edinimleri, sahip olma hırsıyken ve bu istek onlar için bir tür varoluş manasını taşırken sonraları yumuşak bir trajedi yaşamlarının bağrına yerleşir. Hiçbir şey elde edememişler, hiçbir şey öğrenememişlerdir.
Murakami’nin kahramanları geleneksel Japon romanlarındaki kahramanlardan farklıdır. Onlar bağımsız, hayal kurmayı seven, zeki ama içine kapanık, popüler kültürle haşır neşir, yaşadıkları toplumdan ayrı durma eğiliminde olan ve aile, sadakat ve güçlü bir çalışma ahlâkı gibi geleneksel Japon değerlerini benimsemeyen kişilerdir ve bu anlamda Murakami’nin kendi hayatıyla benzerlikler taşımaktadırlar. Murakami’yi farklı kılan bir başka özelliği, Amerikan edebiyatına olan ilgisi ve bunun eserlerindeki yansımalarıdır. Modern Japon edebiyatı yazarları genel olarak kendilerine Avrupa edebiyatını örnek olarak seçerken, Murakami kendini Amerikalı yazarlara yakın hisseder. Ancak 1995’te doğum yeri olan Kobe’nin depremle sarsılması ve Aum Şinrikyo’nun sinir gazı saldırısıyla yerle bir edilmesi, kişisel sorumluluğunu ve Japonya’nın ortak geleceğini sorgulamaya iter onu. Murakami’nin sezdiği tehlikelere verdiği yanıt, 1995 metro gaz saldırısında hayatta kalanlarla yapılmış bir dizi konuşmanın toplandığı, 1997’de yayımlanan “Underground”dır. (20. yüzyılın en büyük Japon romancısı olarak anılan Juniçiro Tanizaki de 1923 Tokyo depremine tanık olduktan sonra geleneksel yaşam tarzının hüküm sürdüğü bir bölgeye taşınmış ve düşünceleri değişmiştir. Yapıtlarının çoğunda Batı’ya aşırı ilgiyi suçlamış, geleneksel Japon değerlerinin devam etmesini arzulamıştır.)
Murakami şaşırtıcı bir yazardır. 68 öğrenci olaylarına Japonya cephesinden baktığı romanı “İmkânsızın Şarkısı”nda, geleneksel Japon kültüründen çok farklı bir tablo çizer. Batı müziği, viski ve cinsel özgürlük, gelenekçi Japon toplumuyla taban tabana zıttır. Gençliğin rüzgârıyla hareketlenen, sonra uçup giden ideoloji ve idealler, ölümle erken karşılaşan hayatlar, amaçsızlığın ağır bastığı, özgür cinselliğin kol gezdiği bir öğrenci hayatı ve bir alınyazısı gibi hayata işleyen geçmişin acı hatırasıdır anlattığı…
2006’da Çek Cumhuriyeti tarafından verilen Franz Kafka Ödülü’ne layık görülen “Sahilde Kafka” ise çağdaş bir Oedipus hikâyesidir. 15 yaşına girdiği gün evden kaçan romanın kahramanı Kafka Tamura, babasının ona yüklediği feci kehanetten kaçmaktadır aslında.
Dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek hem de annesi ve ablasıyla yatacaktır. Bu durumda çaresiz, Sofokles’in kahramanı Oedipus gibi evden kaçmak tek çözümdür.
Haruki ile aynı soyadı taşıyan Ryu Murakami ise Amerikan emperyalizmine olduğu kadar kendi toplumuna da öfkeli bir çağdaş yazar… Doğduğu Nagazaki’deki Amerikan gücünün varlığını protesto etmek için okulunun çatısını tek başına işgal eden Ryu Murakami 1976′da yayımlanan “Şeffaf Mavi” adlı romanıyla adından söz ettirir. Gençliğin kültürel çatışması, uyuşturucu ve Rock’n'Roll’u anlatan bu roman, Gunzo ve Akutagawa ödüllerini kazanır. Genç kızlara tecavüz eden Amerikan askerleri kadar isyan etmeyen Japonlara da saldıran Murakami, Tokyo’yu dev bir seks lunaparkına benzettiği “Yok Yere” adlı romanında da yine şiddet dolu bir atmosferde, hem Amerikalılara hem Japonlara olan kızgınlığını dile getirir. Cinselliğin, ölümün, cinayetlerin ve kanın birbirine karıştığı romanlarında şiddeti, insan ilişkilerini çıplaklaştırmak ve kızgınlığını yatıştırmak için kullanır Murakami; şiddet çünkü yeniden doğuşu sağlayacaktır. Bir tren istasyonundaki emanet dolaplarına terk edilmiş ve hayatta kalmış iki bebeğin delilik, şiddet ve kaybolmuşluk içinde geçen hayatlarının anlatıldığı “Emanet Dolabı Bebekleri”nde dile getirir bu düşüncesini:
“Dayanılmaz bir öfke ya da korkuyla harekete geçip bir şeyler yapınca, bizi bekleyen akıl hastanesi, hapishane, kurşun kemik kutusu oluyor. Bir tek yol var. Görebildiğimiz her şeyi bir anda un ufak edip sonra tekrar eski haline getirmek. Yok etmekten başka yol yok.”
Türkçe’de JAPON EDEBİYATI:
Anahtar, Tanizaki, Cuniçiro, Çev: İbrahim Hoyi, Altın Kitaplar, 1968
Kiraz Çiçekleri, Yasunari Kavabata, Çev: Ahmet Hisarlı, Altın Kitaplar, 1969
Uykuda Sevilen Kızlar, Yasunari Kavabata, Çev: Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, 1971
Dalgaların Sesi, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Hürriyet Yayınları, 1972
Yeşil Mühürlü Mektup, Şinsuke Tani, Çev: Nihal Yalaza Taluy, Deniz Yayınları, 1977
Şölenden Sonra, Yukio Mişima, Çev: Bülent Bozkurt, Ada Yayınevi, 1985
Yaz Ortasında Ölüm, Yukio Mişima, Çev: Gökçin Taşkın, Can Yayınları, 1985
Altı Çağdaş No Oyunu, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları, 1991
Bahar Karları, Çev: Püren Özgören, Can Yayınları, 1992
Göl: Orman, Yasunari Kavabata, Çev: Ülkem Gürpınar, Can Yayınları, 1992
Go Ustası, Yasunari Kavabata, Çev: Belkıs Dişbudak Çorakçı, Remzi Kitabevi, 1992
Kaçak Atlar, Çev: Püren Özgören, Can Yayınları, 1993
Kutu Adam, Abe Kobo, Çev: Ahmet Gürcan, Remzi Kitabevi, 1993
Meleğin Çürüyüşü, Çev: Püren Özgören, Can Yayınları, 1994
Şafak Tapınağı, Çev: Püren Özgören, Can Yayınları, 1994
Batan Güneş, Osamu Dazai, Çev: Esin Talu Çelikkan, YKY, 1994
Kişisel Bir Sorun, Kenzaburo Oe, Çev: Hepa Çopurgil, Can Yayınları, 1994
Kurbanı Beslemek, Kenzaburo Oe, Çev: Aykut Derman, Can Yayınları, 1994
Gözyaşlarımı Sileceği Gün, Kenzaburo Oe, Çev: İsmet Birkan, Can Yayınları, 1995
Delilikten Kurtar Bizi, Kenzaburo Oe, Çev: Yaşar Avunç, Can Yayınları, 1995
Sessiz Çığlık, Kenzaburo Oe, Çev: İlknur Özdemir, Altın Kitaplar, 1995
Aşkın Üç Yüzü, Yasuşi İnoue, Çev: Ayşe Teksoy, Telos Yayınları, 1996
Mutfak, Banana Yoşimoto, Çev: Alev Durucan, Arion Yayınları, 1998
Beyaz Buddha, Hitonari Tsuci, Çev: Serhat Yalamanoğlu, Doğan Kitap, 2024
Mercan Kemikler İnci Gözler, Natsuki İkezava, Çev: Gönül Akgerman, Doğan Kitap, 2024
Mor Bir Serserinin Gezi Notları, Osamu Dazai, Çev: Aslı Biçen, YKY, 2024
Samuraylar Arasında Aşk, İhara Saikaku, Çev: Fatih Özgüven, Okuyan Us Yayınları, 2024
Elveda Tsugumi, Banana Yoşimoto, Çev: Avi Padro, Parantez Yayınları, 2024
İmkânsızın Şarkısı, Haruki Murakami, Çev: Nihal Önol, Doğan Kitap, 2024
Aşkı Seven 5 Kadın, İhara Saikaku, Çev: Onur Gökalp, Truva Yayınları, 2024
Hagakure: Samurayın El Kitabı, Tsunetomo Yamamoto, Çev: Aslı Tohumcu, İthaki Yayınları, 2024
Yastıkname, Sei Şonagon, Çev: Kitap Çevirmenleri Girişimi Ortak Çevirisi, Metis Yayınları, 2024
Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi, Cuniçiro Tanizaki, Çev: Nili Tlabar, Can Yayınları, 2024
Şeffaf Mavi, Ryu Murakami, Çev: Cihan Arkın, Doğan Kitap, 2024
Yok Yere, Ryu Murakami, Çev: Hüseyin Can Erkin, Doğan Kitap, 2024
Emanet Dolabı Bebekleri, Ryu Murakami, Çev: Hüseyin Can Erkin, Doğan Kitap, 2024
Kumların Kadını, Kobe Abe, Çev: Hüseyin Can Erkin, Merkez Kitaplar, 2024
Yaban Koyununun İzinde, Haruki Murakami, Çev: Nihal Önol, Doğan Kitap, 2024
Sahilde Kafka, Haruki Murakami, Çev: Hüseyin Can Erkin, Doğan Kitap, 2024
Zemberekkuşunun Güncesi, Haruki Murakami, Çev: Nihal Önol, Doğan Kitap 2024
Bir Maskenin İtirafları, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları, 2024
Yazan: Hande Öğüt
doğukan on Sal, 21st Eyl 2024 11:34 pm
oldukça ilgi çekici bu yazı için kutlarım. kaleminiz ışık olsun.
ScoRpiO on Çar, 22nd Eyl 2024 12:44 pm
Çoğu ilk kez duyduğum kitaplar. Okuma isteği uyandırdınız. Çok teşekkürler.