YOKYER (Neverwhere): Neil GAİMAN
“Londra’da eski zamanlara ait küçük kovuklar vardır, oralarda şeyler ve yerler, kehribardaki kabarcıklar gibi aynı kalır. Londra’da çok fazla zaman var ve bu zaman bir yere gitmek zorunda -tek seferde tamamı kullanılamaz.”
Neil Gaiman, en sevdiğim yazarlardan biri, belki de en baştakidir. Uzun zamandır Türkçe’ye çevrilmesini beklediğim “Yokyer (Neverwhere) nihayet İthaki yayınlarından okuyuculara sunuldu. Ben de çoğu kişi gibi yazarı sonradan tanıdığım için Sandman grafik noveliyle iyice ünlenmiş Gaiman’ın 1996 tarihli bu ilk kişisel romanını ancak 2024′li yıllarda bir çizgi roman versiyonu sayesinde tanıdım. Nitekim yazarın üslubunun zevkine varabilmek için romanını beklemek gerekiyormuş.
Aslında bu kitap gerçek bir roman değil. BBC 2 kanalı için hazırlanmış aynı adlı kült dizinin yazar tarafından romanlaştırılmış şekli (dizi senaryosu da kendisine ait). Londra’daki evsizler hakkında yazılacak bir öykü fikrini ele alıp, eşsiz hayal gücü sayesinde dönüştürerek yine “acayip” bir iş çıkaran Neil Gaiman; büyük kentin göz ardı edilen karakterlerinin hüküm sürdüğü alternatif bir Londra yaratmış. Bu “Aşağı Londra (London Below)” adlı alternatif boyuta bazı çıkmaz sokaklardan, kanalizasyon kapaklarından, ama daha çok metro tünellerinden ulaşılıyor.
Bir sonraki ve en önemli romanı olan “Amerikan Tanrıları”ndaki “Amerika’ya gelen her göçmen kendi tanrısını da yanında getirdi” fikrine benzer bir fikirle yola çıkan Neil Gaiman’ın bu seferki kurgusu Londra’nın şimdi bir metro istasyonu haline dönüşmüş eski köylerinin üzerine inşa edilmiş. Aşağı Şehir’de hala feodal sistem devam ediyor; beylikler ve kontlar var. Kendine özgü kanunları olan bu dünyada mecaz diye birşey yok! Bunu açıklamadan önce küçük bir kentken büyüyerek civardaki köyleri içine alan eski Londra’yı yazarın kendi kelimeleriyle aktarayım: “Tıpkı bir civa birikintisinin daha ufak civa damlalarıyla karşılaşıp onları bünyesinde toplaması gibi, hepsini içine çekmişti ve köylerden geriye yalnızca adları kalmıştı.”
İşte bu isimler Yokyer’de bizzat cisimleşiyor. Mesela batı Londra’daki Shepherd’s Bush (Çoban Çalılığı) evlerin, mağazaların, yolların ve bir de BBC’nin olduğu bir semt değil. Aşağı Londra’da ismi geçen bölgede gerçekten çobanlar var (ve çok ama çok tehlikeliler)! Antikacılar ve yeme içme mekanlarıyla dolu bir semt olan popüler Islington’daki “Angel” (melek) metro istasyonu sizi aldatmasın; romandaki kilit karakterlerden birisi Islington adında bir melek! Knightsbridge (şövalye köprüsü) yolu aslında Night’s Bridge (telaffuzları aynı; gece köprüsü) adında, karanlığın cisimleştiği ve bazen acı vergiler alan bir köprü. Kitabın sayfaları ilerledikçe, Earl’s Court (Kont’un sarayı) adlı semt istasyonunda, yaşlı Kont’un derbeder askerlerinin koruduğu tren vagonuna rastlayıp beceriksiz soytarısının hiç de komik olmayan şakalarına gülmek zorunda kalabilirsiniz.
Konu şöyle: Londra’da stabil bir işe ve dominant bir kız arkadaşına sahip, kimine göre şanslı sayılabilecek Richard Mayhem adlı genç bir adam sıkıntılı bir akşamüstü sokakta yaralı bir kıza rastlıyor. Nişanlısı Jessica’nın itirazlarına rağmen zavallı kızı evine taşıyor ve yarasına bakım yapıyor. Door (kapı) adındaki bu kıza yardımcı olma pahasına başına gelecek belalardan habersiz, Marquis de Carabas isminde bir rehber ve Hunter (avcı) adlı siyahi bir kadının eşliğinde Door’un katledilen ailesinin üzerindeki sırları aralamak için adım attığı Yokyer evreninde hem (istemeden) maceradan maceraya atılıyor hem de envai çeşit karakterle karşılaşıyor.
Neil Gaiman yarattığı benzersiz karakterlerle ünlüdür. İstediği her yere kapı açabilen Door ve gayet normal bir adam olan Richard’ı bir tarafa bırakırsak roman akılda kalıcı irili ufaklı kahramanlarla dolu. Bunların içinde en lezzetlisi olan Marquis de Carabas karaderili bir züppe. Hırsız, entrikacı, güvenilmez ve komik bir karakter. Çizmeli Kedi’yi andırıyor ki yazar tarafından bu benzerlik birçok yerde destekleniyor: “Ele avuca sığmaz ama etli butlu kanaryaların olduğu bir evin anahtarları az önce kendisine emanet edilmiş bir kedi gibi gülümsedi…” Ben kendisini daha çok Oscar Wilde’ın karakterlerinden birine benzetiyorum; özellikle de Door’a bir koruma ararken gerekli olmayan özelliklerin altını çizerken: “Bir korumada hoşluk, ıstakozları bütün bütün kusma becerisi kadar kullanışlıdır.” Zaten romanın çoğu yerinde benzerlikler ve atıflar mevcut. Öykü “Alice Harikalar Ülkesinde” ve “Oz Büyücüsü”nün daha şiddetli ve kanlı halidir diyebilirim.
Karakterlerden bahsediyordum; Hunter (Avcı) kafayı Londra’nın Canavarı’na takmış etnik bir savaşçı. Lezbiyen olduğunu hissettiren çeşitli ipuçları var. Her romanda olduğu gibi burada da kötüler var elbette (hatta kimin tam olarak iyi, kimin kötü olduğunu tam olarak söyleyemiyorum. Kusurlu karakterler bunlar). George Milton ve Lennie Small’ın katil versiyonları şeklinde tarif edebileceğimiz tilkiye benzeyen Bay Croup ve yumuşak tüylü hayvanları okşamak yerine yemeyi tercih eden Bay Vandemar, o kadar becerikli suikastçiler ki Truva’nın düşmesinde bile parmakları olduğu söyleniyor.
Kitap çok kolay okunuyor ve hızla bitiriliyor. Bunda Neil Gaiman’ın alaycı, hınzır ama dokunaklı anlatımı kadar çevirmen Evrim Öncül’ün de rolü var kuşkusuz. Yine de keşke daha çok asteriks kullansaydı ve göndermeler daha anlaşılabilir olsaydı. Ayrıca İranlı ilüstratör Azadeh Ramezani Tabrizi’nin kapak resmini çok beğendim ki kendisini Dave McKean ile kıyaslıyorum, az değil. Bunlar bir tarafa, Neil Gaiman’ın o tanıdık tarzını bir kere daha deneyimlemek bende güvenli kollara geri dönmüşüm hissini uyandırdı. Gerçekten çok ilginç saptamaları var adamın. Bu yazıda birkaç yerde örneklerini verdim ama daha fazla misal vermek gerekirse; nişanlısı Jessica için olumlu düşünceler besleyen ve onu gözünde büyüten Richard’a karşılık (her ciddi ilişkide rastlanabileceği gibi) kadının tutumu hayli ince bir espriyle aktarılmış: “Jessica da Richard’da muazzam bir potansiyel görüyordu; bu potansiyel, doğru kadın tarafından düzgün bir şekilde dizginlendiğinde, Richard’ı muhteşem bir evlilik ortağı haline getirebilirdi.”
“Richard olayların korkak şeyler olduğunu fark etmişti: Tek tek değil, topluca gerçekleşip birden üstüne atlıyorlardı” gibi hoş sloganların yanında benzetmeleri de insanı büyülüyor doğrusu. Obez ve Rastafaryan bir dövüşçüyü tarif ederken: “Ruislip, Bob Marley şarkıları eşliğinde televizyonda sumo güreşi izlerken uykuya dalmış birinin göreceği türden kötü bir düşe benziyordu” demesi gibi… Bunların yanında o keskin ve acımasız tarzı da insanın canını yakmıyor değil. Kısacık 18. bölümde, insanın damağında garip bir baskı hissi uyandıran tarifsiz bir burukluk yaşatıyor. Belki de ben tüm kitaba hakim olan o “artık asla eskisi gibi olamama huzursuzluğu”ndan hoşlanıyorumdur, bilemiyorum…
“Her zaman istediğin birşeye hiç sahip oldun mu? Ve sonra onun istediğin şey olmadığını anladın mı?”
Yokyer, hayatınızı değiştirecek bir roman değil. Kitabı bir kaçış edebiyatı, bir yol öyküsü, polisiye, fantastik veya sembolik bir hikaye olarak okuyabilirsiniz. Hatta ayrımcılığa ve sosyal tabakalara karşı duruşu olan komün hayatını yücelten politik bir roman olarak da ele alabilirsiniz. Ama bunlar için önermiyorum Yokyer’i. Neil Gaiman okuyucusuyla dalga geçmeyen, onu ciddiye alan bir yazar. Çok tanıdık ve akla yatkın bazı gerçek saptamalarda bulunuyor ve bunları o kadar tereyağından kıl çeker gibi yapıyor ki, şu ana kadar aklınızdaki bu gerçeği bu şekilde aktarılabileceğini hiç düşünmemiş olduğunuzu fark ediyorsunuz. Bir yazarın gerçekten anlatacak birşeyleri olması çok önemli. Beynimi oyalamaktan başka bir işe yaramayan ağır betimlemeler, uzun ve düşük cümleler, daha sanatsal görünsün diye (atıyorum) “evcimen bir duygu değildi ki aşk, beni papatyalarla ezen devinimli, kapılarımı sarsan korkak ve görkemli -ki yalancı bir kuştan daha sevgili; o ayrıca en dışımda değil midir akarsu gibi şırıl şırıl…” gibi saçma salak laflarla benim üzerimden mastürbasyon yapan kitapları hiç tercih etmem. Bunu yazan kişinin anlatacak birşeyi yoktur. Ben onun yerine “Bay Vandemar… Bay Croup’un son söylediğini, tek aşkını kesip inceleyen bir anatomistin dikkatiyle düşündü..” şeklinde bir betimlemeyi tercih ederim. Bu kitabı tavsiye etmemin nedeni Neil Gaiman’ın boşa harcayacak vakti yokmuş gibi kompakt bir doku işlemesidir; her işinde olduğu gibi insanı sarmalayan bir samimiyeti ve uçuran bir hayal gücü vardır. Geleneksel anlatımı yoktur ya da geleneksel temaları değiştirerek kendisine malzeme eder. Her karakteri (büyük küçük ayırdına varmadan) çok boyutlu bir şekilde yer alır öykülerinde. Bir süre sonra onlarla hareket edip onlar için endişelendiğinizi hissettiren “gerçek” karakterlerdir bunlar. Bir yazarın Neil Gaiman’ın eserleri için yaptığı yorumu hatırlıyorum: “Bu edebiyat değilse, edebiyat nedir?”
Böyle bir konu bu kadar kolay ve bu kadar gerçekçi aktarılabiliyorsa neden tercihimi Neil Gaiman’dan yana kullanmayayım ki?
Yokyer; Neil Gaiman, İthaki yayınları / 2024
Neil Gaiman’s Neverwhere; Graphic Novel. Mike Carey&Glenn Fabry/ (1-9 single magazine 2024, 2024)- 2024
Kaynaklar:
www.neilgaiman.com
http://en.wikipedia.org/wiki/Neil_Gaiman
http://en.wikipedia.org/wiki/Neverwhere_(novel)
http://www.loony-archivist.com/neverwhere/frames.html
Yazan: wherearethevelvets
wherearethevelvets@sanatlog.com
kusagami on Paz, 30th May 2024 4:00 pm
öncelikle murat hocam, yakında sayende bir geiman serisine başlayacam. sanırım yazdıklarını da o vakit daha derin bir şekilde inceleme fırsatım olacaktır. yüzeysel bir iki okumayla geçiştirilecek bir yazı olmadığının farkındayım. geiman yazıların için arigato gozarimaşta.
wherearethevelvets on Per, 1st Tem 2024 12:08 pm
Sağol Kusagami dostum.
Ablam, benim okuduğum, dinlediğim, izlediğim herşeyden nefret eder! Ablalar bunun için varlar. Zamanında “Sandman” okuyup heryerde “Neil Gaiman” diye sayıklarken beni elinden geldiğince aşağılamıştı. Önce buradaki yazımın etkisiyle gaza gelip Mezarlık Kitabı’nı okudu ve çok beğendiğini söyledi. Sonra “Yokyer”i gözü kapalı satın almış, bir çırpıda okumuş. Şimdi bana “Seni hiç ciddiye almamışım” diyor telefonda heyecanlı bir sesle. Yokyer’den oldukça etkilenmiş anlaşılan. Eğer onu ikna ettiysem (ki ömrüm boyunca edemedim) bu sitenin okuyucularını haydi haydi ederim diye düşünüyorum. Bir de k*çımı sıkıp “Sandman” veya “Amerikan Tanrıları”na el atsam da yazara daha fazla dikkat çekebilsem.