Üçüncü Mevki Edebiyat Fanzini: 2. Sayı
“Edebiyat da bizi birleştiremeyecekse, yaşamayalım.” mottosuyla yola çıkan “Üçüncü Mevki” 2. sayısıyla okurlarıyla buluşuyor. 1 Nisan’dan itibaren ilgili yerlerde bulabilirsiniz.
Bu sayıda; Leyla Karaca Tok, Emrah P., Soner Atalan, Bilal Yavuz, Derviş D. ve Mert Öztürk şiirleriyle aramızda. Ayrıca Ertuğrul Rast’ın, RyuichiTamura’dan çevirdiği “Görünmez Ağaç” şiiri de sayfalarımız arasında. Bu sayımızın öykücüleri Gökçe Özder, Süha Murat Kahraman ve Atiyye Küçük. Bilge Makas ve Serda Ç. denemeleriyle sayfalarımızda. Ertuğrul Rast’ın Leyla Karaca Tok ile şairin şiirleri ve şiirin sorunları hakkında yaptığı söyleşisi de Üçüncü Mevki’nin 2. Sayısında, Leyla Karaca Tok şiirle ilgili önemli tespitlerde bulunuyor. Ertuğrul Rast şiirin tanımını sorgulayan yazısıyla, Gökçe Özder ise hikâye ve öykü sözcüklerinin tanımıyla ilgili olarak kaleme aldığı yazısıyla Üçüncü Mevki’yi zenginleştiriyor. Fatih Dere’nin Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmiile ilgili yazısı Üçüncü Mevki için bir ilk. Gökçe Özder bu sayıda da Sessiz Raflar köşesinde kitap tavsiyelerine devam ediyor.
İyi okumalar.
İletişim: ucuncumevki@gmail.com
Sosyal Medya: http://facebook.com/ucuncumevki
http://twitter.com/#!/ucuncu_mevki
Üçüncü Mevki’ye ulaşabileceğiniz yerler:
İstanbul (Beyoğlu) - Mephisto
İstanbul (Kadıköy) - Mephisto
Ankara (Kızılay) - İmge Kitabevi
Ankara-Kurtuba Kitap Kafe
Konya - Endülüs Kitap Kafe
Konya - Hüner Kitabevi (Rampalı Çarşı en alt kat)
Konya- Çizgi Kitabevi
Konya- Üsküdar Çay Evi
Eskişehir - Adımlar Kitabevi
İzmir - Yakın Kitabevi
Bursa - Seriyye Kitabevi
İnternetten ulaşmak için: http://www.imge.com.tr/product_info.html?products_id=121876
Kurgan Edebiyat Dergisi: 6. Sayı
Kurgan Edebiyat Dergisi’nin 6. sayısı çıktı…
Dergide Esra Topçu, Hakan Bilge, Hatice Bildirici, Hüseyin Özbay, Mustafa Atiker, Suavi Kemal Yazgıç, Tayfun Haykır gibi isimlerin çalışmaları yer alıyor.
Earthlings (2003)
Nisan 8, 2024 by Editör
Filed under Belgeseller, Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Biraz sonra bahsedeceğim yapım, insanı asla rahat bırakmayan, huzursuz edici, bir an önce bitse de kurtulsam dedirtebilecek hatta kapatmak ve bir daha izlememek üzere ortadan kaldırmak isteyebileceğiniz cinsten bir belgesel. Zaman zaman kapatmak, bu kadar da olmaz mutlaka bir yanlışlık olmalı diyerek vicdanımı rahatlatmak için ‘’gerekli’’ bir yanı olabileceğini düşünmeye çalışmak ve bu ‘’vahşete’’ tanıklık etmemek için kolaycılığa kaçma isteğim oluşsa da, pek çok sahnede gözyaşlarımı tutamayarak baştan sona kadar izlemeyi başardım.
‘’Birazdan izleyeceğiniz film hayvanların insanlara beş ayrı şekilde nasıl hizmet ettiğini anlatıyor ola ki unutursak diye. Birinci Kısım: EVCİL HAYVANLAR, İkinci Kısım: YEMEK, Üçüncü Kısım: KIYAFETLER, Dördüncü Kısım: EĞLENCE, Beşinci Kısım: BİLİM’’
Yönetmenliğini Shaun Monson’ın, anlatıcılığını aktör Joaquin Phoenix ve Persia White’in yaptığı 2024 yapımı bir belgesel: Earthlings. Kelimenin sözlük anlamı, earth’ling ‘’dünyada yaşayan kimse’’ anlamına geliyor. Konusunu kısaca özetlemek gerekirse ‘’insan türünün kullandığı hayvan kaynaklı ürünleri elde ederken kullandığı yöntemleri’’ anlatan, evcil hayvan mağazalarının, köpek yetiştirme yurtlarının, hayvan barınaklarının, tavuk, inek ve domuz fabrika çiftliklerinin, deri ve kürk ticaretinin, kobay laboratuarlarının ve fillerle büyük vahşi kedi cinslerine sirk numaralarını öğrenmeleri için dayatılan uygulamaların acımasızlıkları sorgulayan bir belgesel diyebiliriz.
‘’Hepimiz dünyada yaşadığımız için, hepimiz earthling sayılırız. Earthling teriminde, seksizm, ırkçılık veya tür ayrımcılığı yoktur. Bu söz tek tek hepimizi kapsıyor. Soğuk veya sıcakkanlı, memeli, omurgalı veya omurgasız kuş, sürüngen, amfibik, balık, insan vb. yani insanoğlu, dünyadaki tek tür değildir. Dünyayı tıpkı insanlar gibi evrimleşen başka milyonlarca canlıyla paylaşmaktadır. Fakat insanoğlu earthling’i dünyayı domine etmeye meyillidir; çoğu zaman diğer earthling’lere bir objeymiş gibi davranarak. Tür ayrımcılığından kastedilen budur.’’
‘’Irkçılık ve seksizim gibi, tür ayrımcılığı da bir grubun üyelerinin menfaatini korumaya karşın diğer grupların menfaatini kısıtlayacak davranışlar veya önyargılardır. Eğer bir canlı acı çekiyorsa, bu acıyı dikkate almayı reddedecek ahlaki bir açıklama olamaz. Canlının doğası ne olursa olsun, eşitlik prensibi der ki birinin acısı başka bir canlının acısıyla eşdeğer tutulabilir.’’ Belgeseldeki en can alıcı olduğunu düşündüğüm sözlerden birisi bu paragrafta anlatılmak istenendir. Pek çoğumuzun çocukken hayvanlarla yaşadığı ve hayvanın acı çektiğinin umursanmadığı deneyimleri az ya da çok olmuştur. Kedilerin kuyruklarına çeşitli nesneler bağlamak, sokak köpeklerini taşlamak, küçük karınca, sinek gibi hayvanların kanatlarını koparmak vs. Hatta bir arkadaşım yılanları toplayıp üzerine kaynar su döktüğü ve bu sırada yılanın çığlık attığını duyduğunu söylemişti. Yazarken bile tüylerimi ürpertir. Buna çocukluk, cahillik deyip geçebiliriz ancak ‘’biz çocukların’’ bunları yaptığı esnada durumu gören ‘’büyüklerin’’ bu duruma müdahale etmemesine ne demeliyiz, bilemiyorum.
‘’Çoğu insan tür ayrımcısıdır. Bu film sıradan insanların (birkaç aşırı kaba ve kalpsiz istisnanın değil de insanların büyük bir çoğunluğunun) aktif olarak katıldığı, kabullendiği, vergilerinin kullanılmasına izin verdiği bir durumu görüyoruz: kendi türümüzün önemsiz çıkarları için başka türlerin en önemli hakkının ellerinden alınmasını.’’
Belgesel ekibinin çok dikkatli davrandığını, hiçbir gruba ayrıcalık tanımadığını, hemen her ülkeden ve her inanıştan insanların hayvanlara yaptıklarını ‘’rahatsız edici’’ bir şekilde ortaya koyduğunu düşünüyorum. ‘’Birazdan görecekleriniz özellikle seçilmiş değildir. Aksine, evcil hayvan, yemek, giysi, eğlence ve araştırma amacıyla yetiştirilen hayvanlar için endüstri standartlarıdır’’ diyerek insanın ‘’hayvan hakları’’ denilen bir kavramdan habersiz olduğunu daha kestirmeden söylemek gerekirse ‘’umurunda olmadığını’’ söylemek yerine olacaktır. Hayvan hakları konusunda ülkemizin de sicilinin hiç de iyi olmadığını söylemeliyim. Yalnızca ülkemizin değil, tüm dünya aynı şekilde. Avrupa ülkelerinin bazılarının iyi niyetli çabaları sonucunda bazı iyileştirmeler için adımlar atılsa da yeterli olmadığı çok açıktır.
‘’Eğer mezbahaların duvarları camdan olsaydı, hepimiz vejetaryen olmaz mıydık? Ama mezbahaların duvarları camdan değil. Mezbahaların mimarisi inkâr için tasarlanmış, bakmak istesek bile göremememiz için. Zaten kim bakmak istiyor ki?’’ Filmi tavsiye ettiğim pek çok arkadaşım daha anlattıklarım karşısında dayanamadılar ve filmi izlemekten kaçındılar. Zaten pek çok konuda böyle yapmaz mıyız? Herhangi bir olaya ‘’şahit’’ olmaktan ve elini taşın altına sokmaktan kaçınmak galiba insanoğlunun doğası diye düşünüyorum.
Hayvancılıkta verimi en yüksek ülkelerden olan ABD’de yaklaşık 7 kilo mısır veya soya (yemi) yedirilerek 1 kilo sığır eti elde edilmektedir. Eski Sovyetler Birliği’nde ise aynı miktar tavuk eti için ABD’den iki kat fazla yem kullanılmakta idi. 1990 yılı verilerine göre ortalama bir Amerikalı tarafından her yıl tüketilen toplam etin (112 kg) üretilmesi için gerekli enerji 190 litre benzine eşdeğerdir. A.B.D. koşullarında 1/2 kg sığır eti; 1/2 kg buğdaydan 100 misli fazla su tüketimine yol açmaktadır. Dünya tahıl üretiminin yaklaşık % 38′i hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Birçok ülke özellikle hatalı tarım politikalarının yanı sıra su kıtlığı nedeniyle tahıl ithalatlarının % 50′sini ABD’den karşılamak zorunda kalarak tehlikeli bir biçimde ABD’ye bağımlılıklarını arttırmışlardır. ABD’de sığırların yediği hububat ve soya fasulyesi ile fakir ülkelerdeki bir milyar insan doyabilir. İnsanlar et tüketimlerini % 10 azaltırlarsa hububat ve soya fasulyesindeki tasarrufla Türkiye’de yaklaşık 6,6 milyon, A.B.D.’de 60 milyon insan doyabilir. Yaklaşık yarım kilo sığır eti için 7,2 kg hububat ve soya; 9460 litre su ve 3,7 litre benzin tüketilir. Bir pilicin yenebilir hale gelmesi için 1.200 litre su gerekmektedir. Dünya et tüketimi 1950′den 1999 yılına yaklaşık elli kat artarak 217 milyon tona çıkmıştır. Dünya nüfusu ve kişi başına et tüketimi ise bu dönemde sadece iki kat artmıştır. Her kilo sığır eti için yaklaşık 7 kilo konsantre yem kullanılırken, domuz etinde bu oran yaklaşık 4; tavuk ve balık eti için 2 kilo yemdir. Dr.Umur GÜRSOY
Dünya genelinde bir kişi günde ortalama 100 gr. et tüketmektedir. Ancak tüketim miktarının gelişmiş ülkelerde 200–250 gr. fakir ülkelerdeyse 20–25 gr. olarak gerçekleşmektedir. Japon bilim adamlarının yaptığı bir araştırmada 1 kg. sığır eti tüketiminin 36,4 kg. karbondioksitin neden olduğu ısınmaya eşdeğer sera gazı salımına yol açtığını, yani 1 kg. et yemenin üç saat araba kullanıp bu arada evdeki bütün ışıkları açık bırakmakla verilen zararla eşdeğer olduğunu ortaya koymuştu.-Hürriyet Gazetesi
‘’Bu gezegende üç çeşit ana yaşam kuvveti var: Doğa, Hayvanlar ve insanoğlu. Biz Earthling’iz. Bağlantıyı kurun.’’
‘’İnsanlarla hayvanlar arasında, hayvanları ahlakî arenadan ya da ahlakî kaygıların kapsamından dışlamamızı haklı gösterebilecek ahlaken geçerli herhangi bir fark olmadığından, hayvanlara karşı muamelemiz, toplumsal ahlak mekanizmamızın tamamından soyutlanamaz. (…)
Ancak hayvanların da, bizim için insanlara özgü çıkarlar ne kadar önemliyse onlar için de o kadar önemli olan, doğalarından kaynaklanan çıkarları vardır. Eğer insanlarla hayvanlar arasında ahlaken geçerli hiçbir fark yoksa hayvanların çıkarları da haklarla korunmalı ve hayvanların hukuki statüsü, taşınır mal statüsünden daha yükseğe çıkarılmalıdır.
Çok açıktır ki, hayvanlara muamelemizde kayda değer bir değişim, ancak toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimlerin, onları insan amaçları için ucuz, harcanabilir araçlar olarak görmekten vazgeçip Kant’ın “kendinde amaç” diye adlandırdığı biçimde görmeleriyle gerçekleşebilir.’’ (Bernard Rollin-Hayvan Haklarına Felsefi Yaklaşım: Birikim Dergisi)
Son söz olarak söyleyebileceğim, belgeselin kesinlikle izlenmesi gerektiğidir. İzlemeniz ve ‘’hayvan hakları’’ diye bir kavramın varlığından haberdar olmanız dileğiyle…
http://www.earthlings.com/
Konuyla ilgili olarak okunmasının faydalı olacağını düşündüğüm birkaç makale ve site;
http://www.vejetaryen.net/makale/et_mi_yiy…an_hakki_mi.asp
http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanba…erlendirilmesi/
http://www.haytap.org/
15 Ekim 1978′de Paris UNESCO evinde ilan edilen Hayvan hakları evrensel bildirisi.
1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bir hayvan türü olan insan, öbür hayvanları yok edemez. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır.
3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üretme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.
5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.
6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız ve aşağılık bir davranıştır.
7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.
8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.
9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.
10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.
11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.
12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.
13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.
14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.
Erhan Bener Diye Bir Yazar Var, Tanıyor musunuz?
Türkiye’de acaba kaç kişi, kaç okur, Erhan Bener adlı yazarla tanıştı. Çok merak ediyorum, geçen günlerde küçük bir kentte katıldığım bir mini kitap fuarında, Bener’in remzi kitapevinden çıkan tüm yapıtları uygun fiyata satılıyordu. Gözlem yapmak oldum olası sevdiğim bir şeydir, özellikle kültürel konularda yapılan gözlemler, ülkenin hâkim zihniyet yapısını fark etmemi sağlar. Özellikle Türkiye’nin İzmir ve İstanbul gibi kentlerden ibaret olmadığını bilenler için geçerli bir yöntemdir bu. Okurların ve öylesine gezenlerin neredeyse hiç biri Bener’i tanımıyordu. Bu düşünceler kafamdan geçerken, çok sevdiğim ve hayatımda gördüğüm en işlevsel okur olan dostum bana şöyle bir saptamada bulundu? – “bu ülkede bu kadar iyi bir yazar olup bir o kadar da tanınmayan bir yazarlar listesi çıkarılırsa Bener bunun başında yer alır.”Dedi. Katılmamak elde değildi bu görüşe. Peki, bunun nedeni ne olabilir? Ülke de o kadar çok yazar! O kadar çok yayınevi! Bir sürü edebiyat dergisi ve gazetelerin kitap eki varken bu yazarımız nasıl gözden kaçabiliyordu. Okur muydu tek suçlu? Peki, birkaç eleştirmen ve bilim insanı dışında ondan bir kelime bile söz etmeyenlerinde bu görmezden gelmeye katkıda bulundukları söylenemez miydi? Kitap eklerinde, dergilerde, sosyal paylaşım sitelerinde yazılan onca yazı yığıntısı arasında neden Bener ile ilgili şeyler bir elin parmaklarını geçmiyordu?
Oğuz Atay geliyor aklıma, o da yaşadığı yıllarda ne edebiyat otoriteleri! Tarafından fark ediliyordu, ne yazdığı tek oyun olan “oyunlarla yaşayanları” sahneletebilecek bir tiyatro ve tiyatrocu, ne yarı aydın çetesi tarafından ve üzülerekte olsa maalesef okur tarafından, garip bir yalnızlık içinde bu durumun sıkıntısını “günlük”lerinde uzun uzun anlatmıştı. Ancak Atay’ı Bener’den ayıran en önemli şey, Atay’ın günümüz edebiyat dünyasında neredeyse bir mit haline gelmiş olmasının yarattığı farktır. Bener ne 70 lerde ne de şimdi bırakın mit olmayı, hala kıyıda köşede kalmış, büyük bir romancıdır. “Tutunamayanlar” ın neredeyse bir histeri derecesinde takip edildiği bir ortamda Bener’in yine bir tutunamayan karakteri çok farklı varoluşsal kurguda işlediği “Baharla Gelen” ya da yine küçük burjuva bir bireyi toplumsal ve siyasal arka planı ile ayrıntılı olarak işlediği “Oyuncu” adlı romanları ise hala yalnız bir şekilde okur tarafından fark edilmeyi beklemektedir.
Türkiye’de değişik bir edebiyat ortamı var, istedikleri yazarları istedikleri zamanlarda, çağın koşullarında ve pazarlama stratejilerine uygun olarak yüceltip bir “çok satan”a dönüştürebiliyorlar… Bu düşüncem tabi ki tüm çok satan romanları kapsamıyor. Ama günümüzde artık okuma eyleminin bile belirli göstergelerle, üstünlük belirtisi olarak görüldüğü bir edebiyat çetesi düzeninde ne Bener hakkında yazı yazmak onlara bir şey kazandırır ne de okurun Bener’in romanlarını okuması… Çünkü ikisi de toplumsal yaşamın yarı entelektüel ortamlarında bir fark yaratmaz… Fark yaratmayı bırakın insanın yalnızlaşmasına bile neden olabilir. Şüphesiz bu yalnızlaşmanın histerik küçük burjuva yalnızlaşmasından daha samimi olacağı kuşku götürmez…
Pirim yapmak için “Tutunamayanlar” romanı vardır ne de olsa, ya da Atılgan’ın “Aylak Adam”ı yetişir hemen imdada… Öyle insanlar tanıdım ki, bu iki roman olmasa hayatlarında okuma ve edebiyatla ilgili zihinlerinde hiçbir şey kalmayacak. Tıpkı toplumcu gerçekçi romancılar dışında roman sanatının olamayacağını savunan az gelişmiş entelektüel edebiyat bozmaları gibi.
Örneğin dantellerle dolu bir bara ya da cafeye gittiğin de “Tutunamayanlar” yerine Bener’in “Oyuncu” adlı romanını koyan bir insana kimse ilgi göstermez. Kitapçıya ne zaman girseniz en az bir kişiyi “Tutunamayanlar” ile ilgileniyor bulursunuz. Ama Bener’in kitaplarını bulmak için raflar arasında küçük bir gezintiye çıkmanız gerekecektir. “Baharla Gelen”i bulmak için eğer kitapçıya sorarsanız size çok absürd öneriler sunması muhtemeldir. Tabi Bener soyadı ile üç yazar edebiyat sahnesinde olduğu için küçük bir anlamlandırma karışıklığı da doğabilir. Özellikle Erhan Bener ile yeni tanışacak olanlar için, Vüsat O Bener ve Yiğit Bener gibi isimlere de bir süre sonra yabancı olamayacaklardır.
Erhan Bener, ülkemizin en iyi beş yazarı arasına kesinlikle girmektedir. Onu anlayabilmek için, klasik genel geçer okumaların dışında, psikoloji ve felsefe ve toplumsal yapı ile haşır neşir olmak gerekmektedir. Şüphesiz bu her edebiyat eseri için gerekli olan bir durumdur ama Bener gibi -saygın bir eleştirmenimizin de belirttiği üzere - psikolojik romanın ülkemizdeki en önemli temsilci ise o zaman çok daha yoğun bir okuma ve anlamlandırma evresi devreye girmektedir. Tüketim çağının tüket ve sonra da kaldırıp at türünden roman ve öykülerine benzemez onun yazdıkları, bireylerin yaşadıkları çağ ile kendi dünyaları arasında olan uçurumların çelişkileri vardır onun karakterlerinde, sinemasal bir düş dünyası ile kavrar okurlarını, hayal gücünün uçsuz bucaksız evreninde dolaşmaktır onun yapıtlarını okumak…
Yukarıda değindiklerime paralel olan bir olay birkaç hafta önce başıma geldi. Fanzin çıkardığını söyleyen genç bir üniversite öğrencisi heyecanlı bir şekilde bana yazdıklarını gösteriyordu. Sohbet ederken hangi yazarları okuduğunu ve takip ettiğini sordum. Bana Oğuz Atay okuduğunu ve neredeyse başka yerli yazar okumadığını söyler gibi oldu. Biraz da Tezer Özlü’den bahsetti… Sadece bu ikisini okuyarak Türk edebiyatı üzerine başka bir kaynağa gereksinim duymuyor gibi hissediyordu kendini. Anlayabileceği şekilde onun şevkini kırmadan bu durumun yaratabileceği sakıncalara değindim. Ve ona şu örneği vererek sohbeti tamamladım. “yıllar önce bir atölye çalışmasına katıldığım İtalyan yazar Mario Fratti, tam otuz yaşına kadar hiçbir şey yazmadığını söylemişti. Dinleyicilerin şaşkınlığını şu cümle ile tamamlamıştı. “Ama otuz yaşına kadar dünya edebiyatı üzerine ne bulursam okudum”
Bizim yarı aydın çetesi bırakın dünya edebiyatının hepsini okumayı kendi edebiyat tarihlerini bile bizden olanlar ve olmayanlar diye ayırıyorlar… Kemal Tahir’e nasıl baktıkları ve davrandıkları üzerine bir roman bile yazılabilir. Post-modern edebiyatın bile doğru düzgün anlaşılmadığı edebiyat surları içerisinde Bener gibiler hala yer olmaması aslında şaşırtıcı bir durum değil. İçerikten çok biçime önem verilen bir çağın biçimsel (!) açıdan da Bener’e ihtiyacı yok. Ne Oğuz Atay gibi yakışıklı ve karizmatik ne de efsane haline gelebilecek bir öz yaşam öyküsüne sahip… Yazar merkezli değerlendirmelerin hastası olan bizim eleştiri ve edebiyat dünyası, toplumsal histeri krizine devam ediyor… Hep yeni mitler yaratmak istiyor… O fanzin çıkarak genç üniversitelide mitlerin peşinden koşmaya devam ediyor…
İşin en trajikomik sonuçlarından birisi ise eğer Oğuz Atay uzaklarda bir yerde yazdıkları mı okuyorsa eğer, bana bıyık altından hüzünle gülüyordur. Anlaşılmadığı bir çağdan yanlış anlaşıldığı bir çağa evrildiğini görmek… Bener ise ciddiyetle bunların önemsizliği üzerine düşünüyor ve yazmaya devam ediyordur…
Oyuncu adlı romanında yazarlık anlayışını şöyle aktarmıştı; “Ben, kendimi anlatıyorum. Zaten kimse bir başkasını anlatamaz. Anlattıklarının toplumsal bir yönü varsa, o da benim yapımda var olduğu içindir, onunla sınırlıdır. Ben hiçbir zaman bir maden işçisini anlatamadım. Bir toprak kölesini de”
Ulysses ve James Joyce
Bazı yapıtlar vardır edebiyat âleminde, hak ettiğince yer işgal eden. Onları tek bir türe hapsedebilme cesaretini kendimizde bulamayız. Niteliksiz Adam bir roman mıdır, yoksa bir deneme mi? Ulysses, Yüzyıllık Yalnızlık ne ola ki; hangi edebi kapsama girmeli dersiniz? Bir İrlandalı, James Augustine Aloysius Joyce, bu satırlarda modern yazının 20. yüzyıldaki büyük temsilcilerinden James Joyce’un Ulysses adlı eseri üzerinden keşmekeş zengini bir labirenti keşfe çıkacağız.
Öncelikle şunu söylemeliyiz; Niteliksiz Adam, Yüzyıllık Yalnızlık ve Ulysses –ve hatta Marcel Proust’un 7 ciltlik devasa Yitirilmiş Zamanın Ardında’sı- edebi anlamda modern epik örneği sayılabilecek yapıtlardır. Epik diyebilmemizde temel kıstas, uzak bir geçmişle kurulan yapısal benzerlikler ve eş duyumlardır. Bir üst tür olarak incelediğimizde, estetik alanın ötesinde bir algı yaratmalı, çokseslilik, bilinç akışı, karmaşıklık, kolaj, ihtiraslar ve yaratıcılık da yapacağımız tanımı genişletmeli. Peki, niçin modern olduklarının cevabına gelince, bir çarpıcı ince ayrım aklımızda yer etmeli. Bu eserlerde –ve özellikle Ulysses’de- okura tuhaf gelebilecek zamansal bir hengâme söz konusu, bir süreksizlik var ki bu tüm şüpheleri ortadan kaldırıyor.
Eserin müellifinden bir parça bahsetmek gerekirse, James Joyce(1882–1940) gençlik çağından itibaren Katolikliğe ve İrlanda’ya soğuk ve ilgisizdir, kendisini yaşadığı zamandan ve diyardan mütemadiyen memnuniyetsizlik içinde görmektedir. 1914 senesinde yarı otobiyografik bir çalışma olarak görülebilecek ilk romanı, A Portrait of the Artisty as a Young Man’i(ilk defa Murat Belge’nin nitelikli çevirisiyle yerli okurla tanışan Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi adlı roman) yayımlandı. Joyce’un bu yarı otobiyografik ilk romanında başkahramanımız, sanatçı Stephen Dedalus’tur.
Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi, sanatçı Stephen Dedalus’un iç yaşamına, kederlerine, ihtiraslarına ve ruhsal çalkantılarına dair bir romandır, genç ve yeni bir yazar olan Joyce için, hiç de fena olmayan bir ilk dönem ürünüdür. Bu eser içerdiği mitolojik ve destansı göndermelerle de epey ilgi çekici olup Ulysses’e giriş niteliğindedir. Stephen Dedalus ile tekrar karşılaşacağımızı söyleyelim, Ulysses’de.
James Joyce Ulysses’i yaratırken yapıtını bir başka büyük yapıtın omurgaları üzerinden, kendine has bir üslupla tasarladı/inşa etti: Odysseia. Joyce, İzmirli Homeros’un meşhur destanı Odysseia’yı bir çerçeve, bir plan olarak düşün dünyasına aldı ve orada kendi kaosunu, dehşetini, tepkisini bina etti. Mitolojik paralellikler ve yaşam-zaman sürekliliğiyle Ulysses adeta Odysseia’nın modern biçimi ve parodisi gibidir. Odysseia’da konu neydi, Homeros neyin çabasındaydı? Odysseia’da başkahraman Odysseus, İthake şehrinin kralıdır. Truva kuşatması için şehrini terk eder ve kuşatmaya katılır. Odysseus 10 sene sonra kralı olduğu İthake’ye geri döner. Odysseia 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde kral Odysseus’un oğlu Telemakhos’un yolculuğu anlatılmaktadır. Telemakhos, Truva kuşatmasına katılan ve geri dönmeyen babasını aramak üzere yollara düşer ve çeşitli olaylar başından geçer, fakat babasını bulamaz. İkinci bölümde, Odysseus’un İthake’ye dönüş macerası anlatılmaktadır. Truva kuşatmasından sonra başka şehirlerde yaşayan ve 10 yıl sonra İthake’ye dönen Odysseus, bu 10 yılda çeşitli şehirlerde bulunur, birçok kadınla gönül ilişkisi yaşar, onca serüven tadar ve artık eve, İthake’ye dönüş vaktinin geldiğine karar kılar. Üçüncü bölümde Odysseus’un intikamı ele alınmıştır. Odysseus Truva kuşatmasına gittikten sonra karısı Penelope’ye birçok erkek talip olmuştur. İthake’ye dönen fakat kendini dilenci kılığına girerek gizleyen Odysseus, oğlu Telemakhos ile gizlice buluşur ve eşi Penelope’ye talip olan hainlerden intikam almaya, onları cezalandırmaya karar verir. Penelope taliplerinin baskılarına dayanamaz ve Odysseus’un yayını gerebilen erkekle evleneceğini söyler. Taliplerinin hiçbiri yayı geremez yalnızca dilencinin biri yayı gerer ki dilenci, Odysseus’un ta kendisidir. Karısına kavuşan, hainleri cezalandıran ve şehri İtake’ye yeniden kral olan Odysseus şanını asırlarca devam ettirir.
Odysseia versus Ulysses.. Hepsi iyi güzel de, James Joyce yazdığı modern Odysseia’ya niye Ulysses adını verdi? Odysseia’nın kahramanı Odysseus malumunuz, Grek uygarlığının bir unsuru ve ismi de Grekçe(eski yunanca) bir kelimeden geliyor. Yine malumunuz Avrupalı aydının Latinceye sadakati aşikârdır. Bunlar dayanamayıp İncil’i de Grekçe orijinalinden Latinceye çevirip öyle okumadılar mı? Efendim, Odysseus’un Latincedeki karşılığıdır Ulysses.
Joyce’un Ulysses’inin Homeros’un Odysseia’sı ile ilişkisine tekrar dönmeye ve şu önemli noktayı vurgulamaya ihtiyaç var. Joyce’un yapıtının Odysseia ile olan paralelliği sadece mekaniktir ve eserin edebi kıymeti bakımından bir yüksek anlam arz etmez. Odysseia, Joyce’un kendi kaosunu üzerine kurabileceği bir iskelet sistem mahiyetindedir. Ulysses’i bir benzetim çalışması olarak görmek iyi niyetli olmayacaktır.
Ulysses
Olay(bu eserde anlatılanlara olay demek de tuhaf bir şey doğrusu!) Dublin’de 16 Haziran 1904 geçmektedir. Evet, 16 Haziran sabahı erken saatlerde başlayıp gece 02.30’larda son bulan 17 saat kadar süren bir zaman diliminde yaşananlar..
Kahramanlarımız: Yahudi tüccar Leopold Bloom(Ulysses simgesel kişiliği, farz et ki Odysseia’daki Odysseus), genç adam Stephen Dedalus(hani Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’ndeki sanatçı, yani bir anlamda bir parça James Joyce’un kendi kişiliği, Odysseia’daki Odysseus’un oğlu Telemakhos simgesel kişiliği), Leopold Bloom’un karısı Penelope, Molly Bloom.
Stephen Dedalus’un annesi çok hastadır ve ölüm döşeğindedir. Dedaluslar aslen Dublinlidir. Fakat Stephen Paris’tedir, orda çalışmaktadır, işlerini yürüttüğü Paris’ten Dublin’e dönmek zorunda kalır çünkü annesinin durumu hiç de iyi değildir. Bu arada, Stephen Dedalus Katolikliğe isyanlı bir genç, din adı altında yaşanan yaşatılan zulme tahammülü kalmamıştır. Bu sebeple annesinin yanına Dublin’e geldiğinde onun başucunda diz çöküp iyileşmesi için dua etmeyi kendine yedirememiş, annesinin bu son arzusunu yerine getirememiştir. Tabii bunun getirdiği büyük de bir suçluluk duygusu var ve bunun acısını Stephen Dedalus enikonu yaşamaktadır. Dublin’de, Stephen Dedalus Leopold Bloom ile karşılaşır ve geceyi de Leopold Bloom’un evinde, İthake(Ithaca)’de geçirir. Yapıtta temel çatı Leopold Bloom ve O’nun hayat rutinleri, ilginçlikleri, imgelemleri, arzuları üzerine kuruludur. En önemlisi, tüm materyal, James Joyce’un kendine has üslubuna içerlediği bilinç akışı tekniğiyle derinden derine işlenmiş, pek çok yerde ihtişamlı çokseslilik okura yaşamın/insanlığın yüceliğini anımsatmıştır.
Bilinç akışı, bir anlamda düşünce-imge kasırgası; yazınsal olarak ihtimalin ideolojisidir. Her şey söz-bahis-olgu konusu olabilir. Modern çağda, kentsoylu bireyin antropolojik analizi ne de vahim tespitlere gebe, değil mi ey okur? Bloom’a bakınca ne görüyorsunuz? Gözlenebilen (fenomenolojik) tepkiden uzak, her şeyi düşünce dünyasında yaşayan ve çoğunlukla zihniyle tepki veren insan türü.. Kenarda, köşede, kapalı yerde kalmayı yeğler bu insanlar(bkz. Dedalus-Bloom). Athusser gibi aydınların ifadesiyle üretmeyen, pasif, tüketen, doğadan ırak insanlar.. Leopold Bloom, algıları çok gelişmiş insanı temsil eder. Aslında her şeyi ama her şeyi fark eder, duyumsar. Ama hiçbir şeye yoğunlaşmaz. Sokakta dalgın dalgın yürüyen, aynı anda her şeyi gören ve hiçbir şeyi görmeyen kişidir Bay Leopold Bloom. Şöyle bir bakıyor gibi yapar, hadi sizi mi kıralım bakıyor diyelim, akabinde yola devam eder. Dalgındır. Bu artar ve artar. Etkin bir dalgınlık, aslında her şeyi algılıyor Bloom. Okuduğunuz her cümle gelişime-devama açıktır. Hani bir şey olacak burada diyorsun, ama nerde, Bloom gerçekliğe tepkidir. Sürekli ve sürekli, ihtimallerdir söz konusu olan. Tabii bu da bilinç akışının gereğidir ey okur. Bu yöntemde algılanan her şeyi kendi içine alırsın. Bahsedilmeyen bir şey varsa endişelenme, o zaten ‘yok’ demektir bilinç akışında.
Leopold Bloom Beyefendi, mutlu, meraklı ve esnek düşünceli bir güzel ticaret insanıdır, kapitalist zamanlarda. Her şeyin mümkün olduğuna amentülüdür, demek ki hala bazı şeylere iman beslemektedir. Ama işte ne yaparsın, medeniyetten müphem zamanın insanları sarmış 16 Haziran 1904 günü Dublin’i. Leopold Bloom metropoldeki daha fazla zekâ ve daha fazla ahmaklığın sembolüdür. Müzmin salağa yatan insan mı, kronik mental retarde burjuva sendromu mu, belki. Bay Bloom’un yaşamındaki yegâne anlam, anlam yokluğunun anlamıdır. Ulysses’de her şey bize tanıdıktır. Sürekli onları biliriz, görürüz, oradadırlar. Bay Bloom öyle yoğun anlamsızlık ve sebepsizlik duygularının içindedir ki, asla bir şeyi iredeleyip üzerine gitmeye ihtiyaç duymaz. Kalabalıklar içinde, pasif olarak birbirinden korkan, uzak duran insanlar, görüngünün adı bile yok, maskeleri ise şeffaflık ve tarafsızlık. Erving Goffman’ın sivil dikkatsizlik diye bir kavram ortaya attığını duymuştum, eğer bu bir teoriyse Leopold Bloom’dan daha güzel pratiğe dökeni görülmedi.
Bay Bloom sabah uyanır, peki ne yapar, ne eder? Hiçbir şey.. Yürür, etrafına bakar, falanca alakasız şey hatırına gelir, hayaller kurar, bin bir hinlik düşünür. Bir çeşit güzel eylemsizlik; sadece kendi algı ve duyum aygıtlarını gözlemler, hayal gücü sık kullandığından gelişir de gelişir. Ama çok da başarılıdır topluma karışmakta Leopold Bloom; kendi içinde ve dışında sosyal uyumu pekiyi sağlar. Bay Bloom Dublin sokaklarında yürür. Fakat evde midir sokakta mıdır; anlamak zahmet işi, içerisi ile dışarısı arasındaki sınırlar belirsizdir.
Leopold Bloom’un bilinci her şeyi kaydediyor olmalı. Bunca şeyi tekil bir zihin düşünemez. Sanki biri kademeli olarak her şeyi hızlıca düşünüyor, tek ağız da devamlı bunları bakla misali çıkarıyor. Bir sürü şey anlatır ama nerde birazcık güdülenme, hareketi ara ki bulasın, ameli hak getire.
Ulysses’de anlatım açısından öznenin geri planda olması dikkat çekicidir. Bolca basit-parçalı cümleler, fazla cümleler, uyarıcı sıralı paragraflar, süreksiz-parçalı bir zihin alemi, düşlemsel akışlar, dalgalanmalar, birbirinden bağımsız-ayrı dünya cümleler, sonsuz melodi, pek çok tema, çift anlamlılıklar, kelime oyunları, talih ve olasılık ifadeli yan cümlecikler, anlamsız mimikler, geçici tutumlar, kelime fazlalığı, tek yönlü gizemsiz bir dil, ev-şehir gürültüleri, basmakalıp laflar, sayısız anılar, ses taklitleri, hazmedilmemiş çok sesli bir dil.. Joyce isteseydi, Ulysses’i çok daha uzun yazabilirdi, bu O’nun elinde idi.
Ulysses’in ilk kısımlarında bilinç akışı resmin merkezini işgal eder. Metropol üslubunun da etkisiyle olacak her halde; sadece Dedalus ve Bloom’un sesini hissediyoruz satırlarda. Bilinç akışının yapıttaki ayrımlarına baktığımızda, 3 şekilde ayrım söz konusu, Stephen’in mantığı-Bloom’un fantezileri-Molly’nin monologu. Üslupçu çoğulculuk eserin odak noktasındadır ve tüm esere aksetmiştir.
Kitabı bölümlere ayırmak gerekirse, Ulysses, kısa sayılabilecek bir giriş+12 bölüm+Molly Bloom’un uzun iç monologundan oluşmaktadır. Kitabın başlangıcı bilinç akışıdır. İlerleme ile birlikte Stephen Dedalus ve Leopold Bloom karakter boyutu ve derinliği açısından zenginleşmekte, büyümektedir. Bu şekilde bilinç akışı 6. bölüm, hatta 11. bölüme kadar baskındır. Ancak, 7. bölümden itibaren salt başına bilinç akışı değil, artarak gelen pek çok sesli araç devreye girmiştir. Kısa giriş bölümü(bilinç akışı barizdir) dışında konuşmak gerekirse 12 bölüm ve Molly Bloom’un uzun iç monologu(Molly hazretlerinin uykusu kaçar. Çeşitli devirler-halklar-toplumlar-medeniyetler ile ilgili bin çeşit rüya-düş-hatıra-saplantı-imaj ile okurun kafayı bir temiz ütüler. Kutsal kitap-talmud-kabala-güneş efsaneleri ile ilgili bir koca bülten sembolü benzetmelerinde sayıklar), 13 bölüm diyelim buna. İlk 6 bölümde bilinç akışı ve sonraki 7 bölümde çokseslilik baskın üslup olarak görülecektir. Yalnız böyle dedik diye şu da unutulmamalı ey sevgili okur, çoksesliliğin kökeninde de bilinç akışı vardır. Okuyucuya anlayabileceğinden daha fazla anlaşılır materyal sunarsan zenginliğin ıstırabı olarak da görebilirsin meseleyi.
Dünyada şu ana kadar hakkında en çok eleştiri ve deneme yazısı kaleme alınan, en çok incelenen romanların başında Ulysses gelir, ey bu kitap çok sıkıcı, tercümesi de hiç anlaşılmıyor diyen bedbaht okur! Bil ki, eserde kaçırmaman gereken esas nokta mekânla ilişkiler, önemli olan o sihirli Dublin sende ne uyandırıyor. Bay Joyce da yazarken buna dikkat etmiş, Proust gibi titiz bir anlatımla her şeyi ballandırarak anlatıyor. Şunu bil ki, eğer mekânda düşündüğün bir şeyin bahsi geçmiyorsa, o şey mekânda yoktur, bu edebiyatın raconunda bu var. Mekândaki her şey anlatılır. Leopold Bloom’u her şeyiyle yaşamak senin elinde. Ama dikkatli olmazsan duraklama ve geri dönüşlerde Leopold Bloom’un izini kaybedebilirsin, gerçi O seni tekrar bulacaktır. Bay Bloom utanıp burun kıvırdığın şeylere daha cesur bakmana yardım ediyor ve gözlemi kişisel alana indiriyor, tüm bunların kıymetini bilesin ey bilinçli okur!
Joyce hünerli kalemiyle Odysseia’daki Akdeniz-Ege serüvenini güncelleştiriyor ve Dublin’e ruhsal bir yolculuk yaptırırcasına bunu uyarlıyor. Hatta öyle ki, başkahraman Dublin’dir, sokaklarıdır. Ulysses pek çok ideoloji içeriyor, güçlü-başat bir ideoloji ise yok. Ulysses’in dünyası, genellemeler ve bütünlükler sağlayacak bir ‘mit’ten ya da kanundan mahrumdur. Odysseia’daki o sihirli antik havadan yararlanıp orijinalliğe ulaşmıştır James Joyce ve yeni bir roman tekniğine öncü isim olmuştur.
Evet, Ulysses 16 Haziran 1904’te geçiyor. 1904, James Joyce’un eşi Nora ile tanıştığı ve 1912’deki kısa bir ziyaret dışında bir daha ayak basmadığı İrlanda’yı terk ettiği yıl. Muhakkak, eseri yazdığı süreç manasında bunun bir anlamı olmalı. Söylemeden geçmeyelim, tek bir günü anlatan ve edebiyat alanında devrim yaratan bu eser, Ulysses 7 yılda yazıldı(1914–1921). Yapıt ilk kez 1922 senesinde Paris’teki Shakespeare and Company yayınevi tarafından tam metin olarak yayınlandı.
1918 senesinde, Ulysses’in ilk bölümleri Amerika’da The Little Review adlı bir edebiyat dergisinde tefrika edildi. Leopold Bloom’un havai fişek gösterisi izleyen genç bir kadının eteğinin altına bakıp mastürbasyon yaptığını anlatan kısımları nedeniyle New York’taki bazı sivil toplum kuruluşlarınca dava açıldı. Devamında; filanca muzır neşriyat kurulu da mevzuya intikal etti(Hani şu bizdekinden, sahi, Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu’na ne oldu?). Sebep; müstehcen/muzır/pornografik yayın.. Mahkeme, sivil toplum ve ileri demokrasiden yana karar verdi ve 1920’de Ulysses’in yayını Amerika’da yasaklandı. Random Hause’ın yıllarca süren adli mücadelesinden sonra mahkeme yasağı kaldırdı ve 1934’te Amerika’da ilk defa Ulysses tam metin halinde neşredildi.
İngiltere’de ise, 1919’da, The Egoist dergisi kitaptan bölümler yayımlandı. Müstehcen/muzır/pornografik yayın olduğu gerekçesiyle o sene aldığı yayın yasağı 1936’ya değin sürdü. 1936’da ilk defa, tam metin Ulysses Birleşik Krallıkta neşredildi.
İrlanda’da Ulysses hiç yasaklanmadı. Joyce severler 16 Haziranı “Bloom Günü” olarak anarlar ve özellikle Dublin’de birçok etkinlik gerçekleştirirler.
Ulysses, post modernist edebiyat kuramcıların en çok sahip çıktığı metinlerden biridir. Nihayetinde, biçim ve içerik olarak farklı bir çalışma olduğu açıktır. T. S. Eliot, Ulysses’i kargaşaya davet, sapık ve yanlı duyguların ifadesi ve gerçekliğin çarpıtılmış şekli olarak tanımlar ve yerden yere vurur. T. S. Eliot, Ulysses için “bir roman değil” der. Ama aynı zamanda çağdaş romana etkisinin büyük olacağını ve öncü post modernist bir yapıt olduğunu belirterek över, bir yerde James Joyce’a hakkını teslim eder.
Ulysses geleneksel romanın biçim estetiğini, üslubunu ve içeriğini kökten değiştirmiştir. Joyce kendi yaratıcılığını ve dehasını Homeros’un Odysseia’sı ile harmanlamıştır. Mitler ve antik unsurlar kullanarak güncel ve geçmiş deneyimleri okura gösterip fark ve benzerlikleri ele alır bu dev yapıt. Her bireyin kendine anlam çıkarabileceği, hayata beklenti ve ümit ile bakabileceği bir yaşamı gösterir okuruna Joyce.
James Joyce’un etkisiyle sonraki pek çok romancı “hikâye etme” yerine “mit kullanma” yoluna gitmiştir(Umberto Eco, G. G. Marquez…). Mit kullanma antik uygarlıklar, rüya yorumları, efsaneler, dinler, arketipler-kolektif bilinçaltı materyalleri(bkz. C. G. Jung) gibi malzemelerden oluşabilmektedir. Böylece, yeni ve köklü bir edebi üslup oluşturma yolunda, hem sıradan malzemeler hem de bilinçaltı-tinsel malzemeler tüm zenginliğiyle yazınsal kullanıma sunulmuştur.
Şahin Aybay
Çukurova Üniversitesi
Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalı 4. Sınıf Öğrencisi
saybay19072@hotmail.com - Mart, 2024
Sonraki Sayfa »