Cervantes Enstitüsü’nde Arjantin Günleri

Cervantes Enstitüsü’nün Ankara Arjantin Büyükelçiliği ile birlikte düzenlediği Arjantin Günleri, Arjantinli Yazar Andres Neuman’ın vereceği “Şehir Yapısı olarak Tango” başlıklı konferans ile başlayacak ve Pera Film’de gerçekleşecek “Sinema ve Futbol” başlıklı günleri ile devam edecek.

Andres Neuman’ın vereceği  konferans “Şehir Yapısı olarak Tango”, 23 Ocak Pazartesi günü saat 19.30’da Garanti Bankası, Barcelo Eresin Topkapı ve BBVA’nın destekleriyle Cervantes Enstitüsü’nde gerçekleşecek.

Andrés Neuman 1977 yılında, çocukluk yıllarını geçirdiği Buenos Aires’de dünyaya geldi. Göçmen Arjantinli müzisyen bir ailenin oğlu olarak, daha sonra üniversitesinde Latin Amerika Edebiyatı hakkında ders vereceği Granada’da büyüdü. İspanyolca dilinde yazan en önemli anlatıcılardan biri kabul edilen yazarın, Bariloche (1999), La vida en las ventanas (2002), Una vez Argentina (2003), El viajero del siglo (2009) ve Hacerse el muerto (2011) isimli romanlarının yanı sıra, Cómo viajar sin ver (2010) adında bir seyahat kitabı da bulunuyor.

Andrés Neuman, Buenos Aires’in bir şehir olarak gelişimini, Amerika’da benzerine zor rastlanan müzik ve edebi alandaki etkisini, müzik ve bazı tango şarkı sözleri aracılığıyla katılımcılarla paylaşacak.

Konferans’ın ardından 4-29 Şubat tarihleri arasında Pera Film’de “Sinema ve Futbol” Sinema Günleri gerçekleştirilecek. Pera Film, İstanbul Cervantes Enstitüsü, Ankara Arjantin Büyükelçiliği ve INCAA – Arjantin Film Kurulu işbirliği ile hazırlanan, BBVA ve Garanti Bankası’nın destek verdiği “Arjantin: Sinema ve Futbol” film programı, futbol kültürünü perdeye taşımayı, futbol ve sinema hayranlarını bir araya getirmeyi amaçlıyor. Program, birbirinden ilginç dört belgesel ve bir kurmaca olmak üzere toplam beş film içeriyor.

Güney Amerika’nın ilk kulübü, ilk milli derneği ve ilk ligi Arjantin’de kuruldu. Arjantin, futbol ile ilk kez 19. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz göçmenler sayesinde tanıştı, futbol yıllar içinde popülerlik kazandı ve ülkenin en büyük tutkularından biri haline geldi. Arjantin, dünyanın en iyi futbol oyuncularından bazılarını yarattı ve bu oyuncular pek çok uluslararası takımda oynadı. Arjantin futbolu, özellikle 1978 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptığında ve golü atan kahraman Mario Kempes sayesinde kupayı kazandıklarında, ülkeyi uluslararası boyutta birleştirmeyi başardı. Aynı şekilde,1986 Dünya Kupası’nda Diego Maradona ülkeyi galibiyete taşırken, Arjantin futbolu dünya çapında ün kazandı ama çekişmeli karşılaşmalar, takımlar ve taraftarlar arasındaki ezeli rekabet nedeniyle, Arjantin’in milli boyutta ikiye bölünmesine de sebep oldu.

GÖSTERİM PROGRAMI

4 29 Şubat2012

4 Cumartesi

14:00 Maradona’yı Sevmek

5 Pazar

14:00 Arjantin ve Futbol Fabrikası

15 Çarşamba

19:00 San Diego’ya Giden Yol

17 Cuma

19:00 Maradona’yı Sevmek

18 Cumartesi

14:00 78 Dünya Kupası, Paralel Bir Hikaye

19 Pazar

14:00 Arjantin Futbol Kulübü

16:00 Arjantin ve Futbol Fabrikası

26 Pazar 

14:00 78 Dünya Kupası, Paralel Bir Hikaye

16:00 Arjantin Futbol Kulübü

29 Çarşamba

19:00 San Diego’ya Giden Yol

Chinatown (1974, Roman Polanski)

“Olur böyle şeyler Jake. Burası Çin Mahallesi.” ()

’nın kaleminden dökülen cümlelerden oluşmuş özgün senaryo Oscar’ının sahibi bu film, biraz Raymond Chandler’ın polisiye öykülerini andıran entrikalı suç hikâyelerini biraz da Patricia Highsmith’in karakterler arası gizemli gerilimden beslenen tarzının bir birleşimi olduğu genel hat okumasının ışığında görülmektedir. Ancak, dillere yapışmış “şeytan ayrıntıda gizlidir” sözümüzü de burada hatırlatırsak günahı, nerede sonuçlanacağı belli olmayan arınma biçimindeki söylemleri ve pişmanlıkların gün yüzüne çıktığı olaylar silsilesini de hazmeder bu karanlık hikâye. Olayları çözümlenişine kadar bir giz perdesinin arkasında tutulan Çin Mahallesi, büyük buhranın ertesindeki toplumsal fakirleşmenin ekonomik yönden kaygılandırıcı bulutlarının, halk üzerindeki yansımasını konu edinen kara filmlerin tezahürüne yönelik hazırlanmış bir saygı duruşu niteliğindedir. Aynı zamanda bu mahalle üzerinden, halkı umutsuzluğa iten puslu yıllarda sömürülen vatandaşların, yozlaşmanın ve rüşvetin silinmediği bir dönemin dehlizlerinde saklı entrikaları bir bir açığa çıkarmaya soyunmuş dedektifin korku dolu çehresinde son noktayı koyar filmin yönetmeni Polanski. Ekrana yansıyan öyle bir korkudur ki, nice dedektiflik filmi izlemiş olsanız dahi, umutsuzluğa iteni hatırlamamanız oldukça güçtür.

Bir tarafı çöl diğer tarafı okyanus olan Los Angeles’ın su sorunu, çiftçilerin ve şehirde yaşayanların gündelik hayatlarını etkileyecek kadar sıkıntının etkileri baş göstermektedir. Kimileri yetersiz suyun bir bölümünü rüşvet karşılığı portakal ağaçlarını sulamak için kiralarken, kimiler de aldığı rüşvetlerden vurgun yapmanın sefasını sürdürmektedir… Eyaletteki su sorunu bertaraf etmek üzere düşünülen baraj inşaatın engeli de, bizzat su işleri müdürü Hollis Mulwray’in onayından dönmesi toplumun sıkıntılarını arttıran bir etki yaratır. Tam bu günlerde özel dedektif kiralamak üzere başvuran Hollis Mulwray’in eşi Evelyn Mulwray’de, dedektif Gittes’den, eşinin metresini bulması ister. Ama ne var ki, Gittes’e başvuran gerçek Bayan Mulwray olmadığı gibi kocası Hollis Mulwray de çok geçmeden barajda ölü bulunur. Tüm bu sorunları göbeğindeki Gittes’in de olayları aydınlatma isteği, sıradan dedektiflik serüveninin getirilerini hiç istemediği kadar aratacaktır.

Çoğunlukla Amerikan hayatına özgü mesleklerden biri olarak tanıdığımız dedektiflik, yazı hayatının ve filmlerin suçları konu edinen hikâyelerinin kurgusallığında önemli vazifeler yüklenilmiş karakterlerdir. Senarist Robert Towne’da, filmin başkarakterinin kişiliğini oluştururken 70’li yılların kötülüğe bulanmış dedektif formülasyonunu bir tarafa koyarak, klasik kara filmlerin olayları sorgulayıcı ama ezilenin safhında yer tutucu bir eğilim gösteren karakterini, bir su öyküsü etrafında cereyan eden olayları araştırmak üzere senaryoya yerleştirir. Sonuçta, gözü kara ve kendi bildiğini okumaktan çekinmeyen dedektif üzerinden, kahramanlaştırılmış insanların veya çıkarları uğruna halkı tehdit eden güç odaklarının karmakarışık ilişkilerini, toplumsal bir belge kıvamında, seyircinin önüne bir halı gibi sermekte zorlanmaz. Bu yüzden hikâyenin temellerinin yükseldiği Gittes karakteriyle de, kara-filmlerin ünlü dedektif yüzü Humprey Bogart’ın filmlerinde çizdiği zeki, olaylara yaklaşımında enine-boyuna düşünen, soğukkanlı portrelerin aynadaki yansımalarıyla ilişkilendirebileceğimiz ortak kişilik özelliklerini benimsemiştir.

 

Ama bu değil ki, her karanlık olaya burnunu sokma arzusunun dayanılmaz sıcaklığı Bogart’ınkiler kadar az badireli atlatılsın. Çeşitli yara bere, hatta burnunun kesilmesini de göreceğimiz suyun ardındaki karanlık elleri bulma içgüdüsü, sanmayın ki Hollis Mulwray’in cinayetini araştırmaktan koparsın dedektifimizi. Los Angelas’ın kuruyan nehirleri, baraj yatakları, sulanmaya ayrılan portakal bahçeleri Gittes’in ince hattında iz sürdüğü uğrak mekânlardan biri olarak hatırlanacak. Tüm bu duraklarda öğrenilen bilgilerin altın işaret levhaları sadece bir kişiyi gösterecek; o da Evelyn Mulwray’in babası Noah Cross. Bu yaşlı adam gücü anlık elinde bulunduran avam sınıfından bir bireyin tipik özelliğini göstermez. Aksine zengin üst kitlenin en kaymak takımının da bir parçasıdır. Yaşı ilerlemiştir ama para kazanma hırsında negatif bir etki yaşanmamıştır, dahası hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan bir zebaninin değneğiyle etrafına kötülükler saçan, hatta en yakın arkadaşını bu para hırsıyla öldürebilecek gözü dönmüş bir kabildir. Çekinceye düşmeden avının tüm soluğunu pençeleri arasında verdirebilir.

Nitekim klasik kara filmlerdeki zengin sınıfının odağında bulunmadığı zincirleme olaylar silsilesinin Noah Cross’u ve karanlık emellerini merkeze oturtan kurgusallığıyla, neo-noirlerin külliyatı arasında yer edinişi de boşa değildir filmin. Anlatılanlar geçmiştendir ama anlatış biçimi yenilikçidir. Hikâye işleyişi sırasında filmin yönetmeni Polanski’yse, dedektifin her durağını gizemli cinayetin ardında hapsolmuş çeşitli bilgi kırıntılarından yeni bir vücut yaratma uğraşı içerisine girdiğinden her seferde dev bir yap-bozun uygun gördüğü parçasını vermekle yetindiriyor seyirciyi. Sonuçta film bittiğinde ilmikleri çözüme kavuşmuş, tamamlanmış bütünü karşınızda göreceğinizi sanıyorsanız da kendinizi boşa avutmayın. Verilmeyen parçaların efsunu daima gizli tutulmaya mahkûm edilecek; Hollis Mulwray’in cinayetinin eksik parçaları sır perdesinin ardında tutulması başka bir gizeme açılan kapıyı bulduracaktır.

Bir cinayet öyküsünden aile içerisinde yaşanmış travmatik olayları konu edinen ilerleyişine değin, süre giden olay örgüsündeki özne kesinlikle dedektifimiz Gittes değil; o, saklı tutulanın ardındakini aramakla görevlendirilmiş bir soru kalıbı, derine inmeyi zaruret edinmiş bir işçi, her incelemesinin ucu Evelyn Mulwray’in gizine çıkan bir talihsiz. Kocasının zamansız ölümünü araştırmakla görevlendirdiği özel dedektif üzerinden sisin ardındaki kendi geçmişine açılan kapıyı saklı tutmak üzere yükümlü tutulmuş soğuk, çekici ve gizemli kadın personası altında narin ve hassas bir kişiliğe sahip Bayan Mulwray, her daim sessizlik ve endişenin egemenliğini sürdürdüğü çehresinde kaderinin makûs bir bölümünü saklı tutmaya zorunlu tutar bilincini. Olayların bir bölümünün kendi etrafında vuku bulması da ket vurulmuş dilini açmaya da hiç bir zaman yeterli gelmez. Ta ki çözülme, kaldıramayacağı yükünün altında ezilişine kadar; ve dudaklarından dökülen itirafları kimsenin ummadığı gerçeği açığa vurana dek: “O kadın kim? Kardeşim ve kızım” Doğruyu söyle. “Kardeşim ve kızım “. Anlatılanlar kutsal kitaplarca da yasaklanan baba-kız ilişkisinin ensest yönüne işaret eder. (Burada Bayan Mulwray’in gözbebeğindeki renk çatlağının aile içindeki ensest ilişkiyi niteleyen bir metafor olduğunu ve filmin sonundaki yazgısının da yine gözüyle bağlantılı oluşu da, mükemmel senaryonun artı puan hanesine eklenen bir özelliğidir.)

 

Senarist Towne’in incelikli cümlelerinin ardındaki gizem yumağının ucu sayılan, karakterlerin kendine dahi itiraf edilmekte zorlanılan bu korkunç gerçeğin noktaları üzerinden, çürümeye dönüşen 30’lar nostaljisindeki toplumsal yozlaşmayı açığa vurmakla örtüştürülür… O zaman dek yapılan yüceltmenin aksine Amerikan’ın kart postallarda bilinçaltına sokulduğu mutlu ailelerin hayatlarını sürdürdüğü rüya ülkesi sıfatını almaktan çok, toplumsal iç dinamiklerin yani özne konumuna yerleştirilen aile üzerinden, perdedeki karakterler arası çarpık ilişkiler haznesinde resmedilir. Filmin temalarını oluşturan meşum baba-kız ve su sorunsalı etrafında dönen hikâye, klasik öykülerinin halkın ümitsizliğe kapıldığı savaş yıllarının ve ekonomik çöküntüdeki devlet hazinesinin bireye yansımalarından kaynaklı eskimiş dönemle bir ilgisi bulunmamaktadır. Ancak peliküldeki bu kaydedilmiş senaryo, Amerikan tarihinin en sevilmeyen başkanı Richard Nixon’ın beş yıllık görev dönemini sonlandıran Watergate skandalının topluma sirayet etmiş yankılarının da doğal sonucuyla orantılıdır. Kara filmlerin altın günlerindeki seyirciyi perdeye çeken anlatılar ve çevrelerinde duyumsadığı dedikodular neyse, Watergate’in ve batağa dönüşen Vietnam çıkmazının uzantılarının senaristlere aksedişi de gayri ahlaki bir öykü etrafında eksen çizen aile kavramı üzerinedir. Ve Çin Mahallesi’nde de, sona kadar her şeyin saklı tutulduğu Nixon dönemindeki çatlağın bir benzeri yaşanır.

 

Refah seviyesi yüksek ülkelerde kurulmuş bir ulusun adıyla anılan bu mahalleler, yeni bir yaşam pırıltısıyla yerini yurdunu gerisinde bırakmış göçmenlerin, kendi milletinden olan vatandaşlarla birlikte yaşadıkları geniş yerleşkelerdir. Amerika’da bir mahalle de olan, filmde toplumsal yozlaşmanın yerine simgelendirilen “Chinatown”, 30’ların Los Angeles’ında dönen halkın aleyhindeki karanlık işlerin yerine konulmuş bir kodla örtülmüşlüğü, filmlerindeki egzotik çağrışımlar yapmanın aksine korkunun ve günahın hiç olmadı kadar somutlaştırılmış düzeninin canlanışıdır. Fakat bu yapım, kara filmlerin seyirci üzerindeki toplumsal etkilerini yâd ederken, sinemasal yönden eski bir dil üzerine kurulmaktan çoğu zaman kaçınışı, neo-noir’ların buram buram karamsarlığını da üzerinde hiç zorlanmadan giymesiyle birbirlerini tamamlıyor. Çin Mahallesini sona kadar gizemli tutuşu ve sürekli seyirciye sorular yöneltmedeki çekinmez tavrı, bir giz perdesinin arkasında tutulan meşum ilişki, bazı olayların nasıl aksettiğini bilhassa söylemekten çekinişiyle klasik kara filmlerle arasındaki en keskin farkı bu yönden koymayı da biliyor.

Ama bu demek değil ki zorunlu klişeleri ve dönemi yansıtan çarpıklığı hiç kullanmamış olsun. Elbette, dönemin noirlarının siyah-beyaz kontrastından doğan anlamsal bütünlüğünün bir benzerini, renkli dokusunun ardında betimlediği karakterler arası ilişki yumağından desteklenici yapısını biçimsizleştirmenin de olumlu bir artısını, modern perspektifinden ve gerektiğinde omuz kamerasından, bazen de olayları dışından izleyen soğukkanlı biçimselliğinden kaynaklı hikâyeyi anlatma güdüsünün de etkinliği bulunmaktadır. Böylelikle hikâyeyi aktarma becerisi, umutsuz 30’ların travmatik yansımasını, ensest ilişkinin varlığının kanıtsallığı hâlindeki kız karakteri üzerinden kokuşmuş bir düzenin (filmdeki polislik dışındaki belirgin mesleğin balıkçılık olması da bu yönden hayli ironik) trajediyle yadsınamaz ortaklığıyla, kötünün ellerine teslim etmekle veriyor sınavını. Çalan sirenlerin ve bağrışmaların yankılandığı karmaşanın ortasındaki seyirciye istediğini vermeyen bir son; rahatsız etme görevinden anlının akıyla ayrılıyor. Tüm film boyunca Gittes’in zikrettiği Çin Mahallesindeki rahatsız eden geçmişinin tekrarı da kaderin döngüsüne kapılan güçsüz bir kahraman gibi onu bulup, sarmalıyor ve darmadağın ediyor. Gittes’ın arkadaşının dediği gibi “Olur böyle şeyler Jake. Burası Çin Mahallesi.” Sonucunda iyilerin kazandığı yüzlerce filmin arasından sıyrılan kötümser bir gelecek vaadiyle etki bırakmışlığı, türle kurduğu köprüler yanında, bilhassa tüm film tarihinde de ayrıksı bir yer edinmesini misyonuyla sağlamlaştırıyor. Başrolün ağır yüklerini çeken ve ’in karakterleri yorumlama özgünlüğünün getirisi, enfes senaryonun ve harika yönetmenliğin yanına eklenen üçüncü bir ortak halkayla taçlanıyor.

Süleyman Keskin 

s.keskin09@gmail.com