Kâğıt (2011, Sinan Çetin)

‘’Kutsal ’’in takdirnameli memurlarından olan baba, emekli olmasına karşın arada bir üniformasını kuşanmakta, eski günleri özlemle anmakta ve oğlunun eczacı olacağı günü iple çekmektedir. Baba, eczacı olmak istemiş ancak olamayınca, gerçekleşmeyen hayallerinin oğlunda vücut bulmasını mı istiyor? Oğlunun, küçük bir eczanede mahallelinin ufak tefek işlerini (pansuman yapmak, iğne vurmak, tansiyon ölçmek) yaparak geçimini sağlayan bir küçük esnaf olmasını mı istiyor? Eczacı olması yönünde özel bir çaba göstermiş mi yoksa hasbelkader eczacılık fakültesini kazanması üzerine böyle bir beklenti içine mi girmiş, babanın bu ısrarına bir anlam vermenin çok güç olduğunu söylemeliyim.

Derinlikli karakter analizlerinin olmaması, annenin ‘’Bu evden beş tane hayırsız kız çıktı’’ demesini anlamamızı da güçleştiriyor. Kızların okumamış olması mı kastediliyor yoksa –o dönemlerde kız çocuklarının okula gönderilmediğinin revaçta olduğu düşünülürse- okumuş olmaları mı hayırsız olarak nitelendirilmelerine yol açmıştır, bilemiyorum.

Genç Emrah’ın rejisör olmak isteği de havada kalan diğer bir konu. Eczacılıktan ayrılıp ilgili başka bir bölüme kayıt yaptırıp yaptırmadığı veya okulla tüm ilişiğini kesip kesmediği belirsiz. Bilinçsiz tavır ve hareketlerinden okulla ilişiğini tamamen kesmiş olmasının daha mantıklı geldiğini söylemeliyim. 68 öğrenci olaylarından etkilendiği kılık kıyafetlerinden de iyice belli olduğunu gördüğümüz Emrah’ın sinemaya olan sevdasından rejisörlüğü seçtiğini, çevresinde gördüğü ve ‘’moda’’ hale gelmiş olan sosyal içerikli bir film yaparak, hem yalanları insanların yüzlerine vurmak hem de hayallerini gerçekleştirmek isteyen idealist, temiz yürekli biri olduğunu tahmin edebiliyoruz.

Gerek film çekme sürecinde yaşadıkları gerekse daha sonra yaşadıkları ve hapiste kaldığı dönemlerde bütün mücadelesini tek başına veriyor olması yalnızlığını gösteriyor. Kendisine yardımcı olacak arkadaş çevresi, elinden tutacak bir büyüğü ve dayanışma içine gireceği kimse yoktur. Para almayı umduğu yapımcı ne kendisi ne de filmini yapmaya çalıştığı işçi sınıfı ile fikir birliği içindeki bir kişi değildir. Sosyal içerikli filmlerin ‘’moda’’ olmasından faydalanarak, cebini doldurmak isteyen tipik yapımcı profili çizmektedir.

Cahil, çevresinde olan biteni anlamaktan yoksun, öğrenci ve işçi hareketlerinin özünü kavramaktan uzak ve filmde ‘’güzel’’ bir kadın oyuncu olmadığı gerekçesiyle yapımcı tarafından geri çevrilen Emrah, para uğruna yapımcının isteği doğrultusunda bir kadın oyuncuyu ikna eder. Ancak kadın oyuncu bir erkek için yazılmış işçi lideri rolünü oynamak istediğini söyleyince bir yanda işçi liderinin rolünü bir kıza verecek olmanın şaşkınlığı diğer yanda filmini yapabilme olasılığının çaresizliğiyle ‘’evet’’ der. Böylece yapımcıdan para alabilmek adına, eleştirdikleri çarpık düzenin dişlileri arasında ezilmeye başlar. Bir de unutmadan, bütün devrimcilerin eşit olmalarına karşın yemeleri yapanların ve bulaşıkları yıkayanların her zaman kızlar olduğunu hatırlatmak isterim.

Babasının ısrarlarına dayanamayan Emrah, acı gerçeği –hemen her Türk erkeğinin yaptığı gibi- annesine söyler. Eczacı olmayacaktır. Kararını uzunca bir süre önce vermiştir. Rejisör olacaktır. Oğlu ile kocasının arasında kalan her kadın gibi, oğlunun yanında yer alır ancak gerçeklerin hasta olan babadan gizlenmesine devam edilir.

Yapımcı, istediği kadın oyuncunun filmin kadrosuna dâhil edilmesi üzerine paraları ancak ufacık bir ayrıntı –film çekmek için alınması gereken izin kâğıdı- yüzünden, paraları geri alır. Hevesi kursağında kalan genç rejisörümüz, izin kâğıdını alabilmek için gerekli hazırlıkları yaparak Ankara yolunu tutar. Ne var ki işler umduğu gibi gitmez ve yetkili memur Müzeyyen, izin kâğıdı alınmadan filmin çekimlerinin başladığı gerekçesiyle talebi reddeder.

Elleri kolları bağlı kalan Emrah, ne yapacağını bilmez bir haldeyken her şeyden habersiz babanın, 40 yıllık alın teriyle kazandığı evi ipotek ettirerek eczane açması için oğluna vermesiyle ikircikli bir durumda kalır. Eczacı olmadığına göre eczane açması da olanaksızdır. Ya babasına gerçekleri anlatacak ve parayı geri verecek ya da sahte bir açılış yaparak babayı kandırmaya devam edecek ve parayı filmin yapımında kullanacaktır. Annenin de onayı ile ikinci seçenek uygulanır ve bu parayla film bitirilir.

Yapımcının senaryosunu okumadığı ve ne olduğuna ilişkin hiç bir fikrinin olmadığı bir filme gözü kapalı para koyuyor olması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Yapımcının, filmin iş yapabileceğine dair kesin bir kanaati oluşmuş olsaydı izin kâğıdını almak için çaba göstermesi gerekmez miydi? Filmin iş yapmayacağını düşünüyor olsa niçin birkaç makara negatife para veriyor. Daha önce de birlikte çalışmış olmaları ve Emrah’ın kendisini ispatlamış olması olasılığı ise gerçekdışıdır. Böyle bir şey olsaydı, Emrah’ın prosedürü biliyor olması gerekirdi?

Buraya kadar bir şekilde gelen filmimiz büyük bir kırılma noktası yaşıyor ve trajediye dönüşüyor. Eczacı yalanıyla kandırılan baba, durumu öğreniyor. İzin kâğıdı olmayınca yapımcıdan da para alınamayınca, borcu ödenemeyen eve haciz geliyor. Yaşananları gururuna yediremeyen, 40 yıllık emeğinin karşılığı olan evden icra yoluyla çıkarılacak olmasını, oğlunun, karısının, kızlarının kısaca tüm çevresinin kendisine yalan söylemiş olmasını hazmedemeyen baba canına kıyıyor. Babanın intihar ettiği sahnede bir okul bahçesinde andımızın okunması etkileyici ancak kışkırtıcı bir sahnedir.

Düzenin yalanlarını ortaya koymak adına birçok yalan söylemek zorunda kalıyor olması Emrah’ın en büyük dramı oluyor. Babaya söylenen bu yalanlar silsilesinin ve babadan koparılan paraların bir tür ilkesizlik ve oportünizme yol açtığını anlayamayacak kadar cahil olan rejisörümüz, yüzlere vurulması gereken yalanların en büyüğünün içinde olduğunu babasının ölümüne kadar fark edemiyor bile.

Ataya, babaya saygı denilince aktarmadan geçemeyeceğim ve ilk duyduğumda çok etkilendiğim bir olay var. Latin Amerika’dan Yunanistan’a kadar pek çok ülkede bulunmuş eski tüfeklerden Mihri Belli, anılarında, herhangi bir dine inanmadığını ancak ille de bir dine inanacak olsa, bunun atalarının dininden başkası olamayacağını söylemektedir. Rejisör olmakla kafayı bozmuş olan Emrah ise atasını hiçe saymaktan ve onları kendi doğruları adına harcamaktan çekinmiyor.

Emrah, izin kâğıdını alabilmek için kendisi gidiyor, annesini gönderiyor, arkadaşlarını gönderiyor, filminin adını değiştiriyor ama Müzeyyen Nuh diyor peygamber demiyor ve her defasında reddediyor. Emrah’ın, ilk kez odasına girdiğinde daktilosunun üzerine çayı ve elinde örgüsüyle ‘’tipik’’ bir memur portresi çizen Müzeyyen, nedense daha sonraki gündemi takip eden, filmleri oyuncular, yönetmenler hakkında bilgisi olan, gündemdeki olaylar hakkında bilgi ve fikir sahibi tavır ve davranışlarıyla seyirciyi şaşırtmıştır. Hatta ‘’yıkmak istediğiniz devletten bir de izin istersiniz, ha’’ diyerek rejisörümüz hakkında suç duyurusunda bile bulunur.

Burada biraz durarak Müzeyyen’in odasına bulunan fotoğraflara değinmek yerinde olacaktır düşüncesindeyim. İlk sahnede belirgin bir İnönü fotoğrafı küm kadrajı kaplamaktadır. Hemen yanında da bir koltukta oturan ve belden aşağısı görünen ‘’meçhul bir kişinin’’ fotoğrafı asılıdır. Hem İnönü hem de ‘’meçhul kişi’’ iki kez gösterilir. Bu ‘’meçhul kişinin’’ her ne kadar yüzünü göremesek de kim olduğunu mutlak surette biliriz çünkü fotoğrafın tamamını belki de yüzlerce kez görmüşüzdür. Emrah’ın hapisten çıktıktan sonra Müzeyyen’in yanına geldiği sahnede ise odanın duvarında Ecevit’in fotoğrafının asılı olduğu görülür. 1977’de İnönü’nün, 1981’de ise Ecevit’in hangi sıfatlarla ‘’sansür kurulu başkanı’’ Müzeyyen’in odasına asılı olduğuna ilişkin hiçbir fikrimin olmadığını belirtmeliyim. Burada tipik bir şark kurnazlığının sergilendiğini, sansür denilince İnönü ile Ecevit’in zihinlere kazınması yönünde yeni simgeler yaratılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Fotoğraftaki ‘’meçhul kişi’’ ise doğrudan cephe alınmayarak ve ‘’sıkışıldığında’’ inkâr edilebilecek şekilde kurulan düzene dâhil edilmeye çalışılmaktadır, kanaatindeyim.

Müzeyyen tiplemesi başarılı değildir. Abartılıdır. Tavır ve davranışlarıyla bulunduğu makamın ciddiyeti her sahnede değişikli gösterir. Gündemi takip eden memur yerine kanun adı altında inisiyatif alabileceği yerlerde inisiyatif almayan memur tiplemesi olsa daha başarılı olurdu. Burada Müzeyyen’ inisiyatif almadığı için açıkça eleştirilebilecek bir konumda değildir.

Müzeyyen’in görevini yapmanın yanı sıra takındığı ukalaca tavır, Emrah’ta devleti tümden yadsımaya varan fikir değişikliğine yani anarşizme kaymasına yol açar. Anarşi sözcüğünün sözlük anlamı lidersiz demektir ancak genellikle yöneticisiz olarak çevrilmekte ve yorumlanmaktadır. Anarşi hükümetsiz toplum, anarşizm ise bunun gerçekleşmesini amaçlayan toplumsal felsefe olarak tanımlanır.  Lenin tarafından ‘’bir çocukluk hastalığı’’ olarak nitelendirilen anarşizm sözcüğü, kurumsal bir otorite ya da hükümet olmaksızın yaşayan bir insanın durumunu betimlemek için kullanılır.

Müzeyyen’in davranışları bütünüyle hatalı olsa da, kendini geliştirmesine, baskı ve tahakküm aracı olan devlet yerine en iyi düzenin hukuksuzluk olduğuna inanmasına, hapishanelerin ıslah edilemeyeceğine ve her türlü cezanın ‘’üstü kapalı bir budalalık itirafı’’ olduğunun farkına vararak ‘’aydınlanan’’ elemanımız, idealize ettiği hayallerini gerçekleştirememesinden dolayı tüm kinini küçük memur Müzeyyen’de somutlaştırır ve ‘’intikam’’ planları yapar. Bir kanunun ilk şartlarından birisi, onu uygulayanların, kanunu uyguladıkları için suçlu duruma düşmemelerini sağlamaktır. Burada da Müzeyyen –kanunun küçüğü ya da büyüğü olmaz- kanunu uyguladığı için suçlu gösterilerek hatalı bir akıl yürütme yapılmıştır.

Hukuk eğitimi alarak ‘’kanunsuz düzen’’ fikrine varabileceğini sanmak bir fabrikatörün fabrikasındaki greve destek vereceğini sanmak kadar anlamsızdır. Emrah ‘’kanunsuz düzen’’ fikrine ulaşmıştır - Robert Ellickson’un 1991’de yayımladığı Order Without Law kitabına açık bir gönderme- ancak doğasının yıkıcılığına ilişkin en iyi örneği yine filmde buluyoruz. Gücünü kâğıttan aldığını söyleyen ve ‘’ben devletim’’ diyebilen Müzeyyen’den -14.Louis de ‘’Devlet Benim’’ demiştir- ‘’bir kâğıt’’ ile intikamını alır.

Devlet, ister ‘’devlet-i ebed müddet’’, ‘’ilk günah sonucu Cennet’ten kovulan insanların teşkilatlanmaları’’ veya ‘’en üstün topluluk’’, ister ‘’egemen sınıfların diğerleri üzerindeki tahakkümü’’ veya gücünü kılıçtan alan ‘’Leviathan’’, isterse ‘’doğan, büyüyen ve ölen’’ bir organizma olarak tanımlansın değişen çok fazla şey yoktur. Şekli ve niteliği ne olursa olsun, devlet bir realitedir. Devletler Hukuku yönünden “belirli bir ülkede yaşayan ve bir üstün iktidara (otoriteye) tabi teşkilatlanmış insan topluluğunun meydana getirdiği devamlı, hukukun kendisine kişilik tanıdığı siyasi bir varlıktır” olarak tanımlanan devlette çe¬şitli hizmetleri düzenli bir şekilde yürütecek bir teşkilata gerek duyulmuştur. Bu görevleri yürütmekle yükümlü olan devlet ve memurları, yasal yetkiler ve güçlü vasıtalarla donatılmıştır. En büyük sorun, bu hizmetleri yürütecek ‘’devlet memurlarının’’ kanunları uygulamaktan dolayı suçlu duruma düşmemesini sağlamak için getirilen korumanın, bu memurların kişisel çıkar temin etmesine yol açmasını engellemektir. Pek çok görüş devletin ihya ve ıslah edilmesi taraftarı iken anarşizm devletin bütünüyle kaldırılması yönünde fikir belirtir.

1994 yılında ABD Başkanı Bill Clinton yeni güvenlik anlayışını şu şekilde tanımlamıştır: “Soğuk Savaşın bitmesi ABD’nin güvenlik önceliklerini temelinden değiştirmiştir. Komünist yayılmacılık tehlikesi bitmiştir. Karşılaşacağımız tehlikeler değişmiştir.” Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın bakış açısı ise “Sovyet İmparatorluğu bitmiştir. Kısa sürede askeri tehdit olacak büyük güç yoktur” şeklindedir.

 

Fakat yeni bir tehdit vardır. Zorbalık, saldırganlık, hoşgörüsüzlük dünyanın birçok bölgesinde güvenlik ve ekonomik gelişmeyi etkilemektedir. Özellikle kitle imha silahlarının artışı, terörizm, uluslar arası suç, çevresel problemler, kontrolsüz nüfus artışı ve büyük göç hareketleri güvenlikle ilgili diğer kaygı verici olaylardır. Bölgesel çatışmaların nedenleri askeri teknolojilerin yaygınlaşması, uyuşturucu trafiği, devlet destekli terörizm, ayaklanma, kanunsuzluk ve açlıktır.

Dünyanın demografik haritaları incelendiğinde, gelişmiş devletlerde nüfusun giderek yaşlandığı görülmektedir. Gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde ise giderek daha genç ve daha dinamik bir işgücü oluşmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya nüfusunun %22’si Avrupa’da ve %8’i Afrika’da yaşamakta iken bugün bu iki kıta da %13’lük bir dilimde eşitlenmişlerdir. Ancak yapılan istatistiklere göre 2024 yılında Afrika nüfusunun, Avrupa nüfusunun üç katı olması beklenmektedir.

Hindistan ise AB’yi oluşturan on beş ülkenin nüfus toplamının iki buçuk katı bir nüfusa sahiptir. AB’nin yıllık doğal nüfus artışı 340.000 iken bu rakam Hindistan’ın sadece bir haftalık nüfus artışına eşdeğerdir. 2024 yılında 39 ülkenin (Almanya, Japonya, İngiltere, vs.) nüfusunun bugünkü nüfustan az olması beklenmektedir.

Üçüncü Dünya Ülkelerindeki insanlar büyük yokluk ve mahrumiyet içinde yaşamaktadırlar. Zenginlik içinde yaşayan Birinci Dünya ülkeleri diğer insanları anlamakta isteksiz davranmakta ve teknolojisinin sağladığı avantajla sadece izlemektedir. Geçmişte ki beklenti sadece bir bisiklete sahip olmak iken, bu gün bu beklenti lüks otomobiller, ev, elektrikli ev aletleri, yiyecek, sağlık imkânları, eğitim, tatil ve iyi bir emeklilik olmuştur ve milyarlarca yoksul insan bunlara sahip olmayı istemektedir. Bu tür bir hayat şekli yakalamak için dünya genelinde ekonomik şartlar zorlanmaktadır. Bu zorlamalar politik yaptırımların da ötesine gitmektedir. Buradaki en büyük sorun, bu yeni çatışma kültürünün tüm dünyaya yayılabileceğidir. Dietrich Fischer “Can kayıplarının nedeni savaşların sebep olduğu dünya genelindeki haksız ekonomidir” demektedir.

Hoşgörü çoğunlukla hâkim konumda ve güçlü olanların değil, daha ziyade kendisini tehdit altında hissedenlerin öne çıkardığı bir söylemdir. Hoşgörü ve toleransı savunanlar, gücü ele geçirdiklerinde bundan hiç haberleri yokmuş gibi davranmaktadırlar. Yüzyıllar boyunca sömürülmüş, yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el konulmuş, insanları köle ve ucuz iş gücü olarak kullanılmış ülkelerin insanlarının ‘’refah’’tan pay isteme ve kendilerine yapılanların intikamını almadan nasıl ‘’kanunsuz düzen’’e ulaşacakları meçhuldür. Filmimiz kin ve intikam üzerine kuruludur çünkü…

Bireysel mücadele olarak sunulsaydı –örneğin muhteşem bir senaryoya sahip PARDON filmi gibi- söylemi daha da güçlü olabilirdi. Çeşitli ülkelerden savunulması zaten olanaksız saçma sapan kanun örnekleri vererek - örneğin ‘’İngiltere’de kadınların toplu taşıma araçlarında çikolata yemesinin ya da Fransa’da rayların üzerinde öpüşmenin’’ yasaklanmış olduğunu öğreniyoruz- finale serpiştirdiği katliamların suçlusu bu kanunları yapan devletlerdir önermesine ulaşmak hayli zorlayıcı ve inandırıcılık gücü zayıf olmuş. Devlet olsun veya olmasın, en büyük sorun insanın doğasındadır. Evinde biriktirdiği çöpü özellikle dere yatağına atan bir Türk köylüsü ile nükleer atıklarını başka ülkelerin topraklarına, okyanuslara atan sanayileşmiş bir devlet arasında ne fark vardır.

Eğitim, bireyde istenilen yönde davranış değişikliği oluşturmak olarak tanımlanmaktadır. Bunu ilk duyduğumda yaşadığım şaşkınlığı, üzüntüyü ve isyanı anlatmaya kelimeler yetmez. Okullarımızda verilen ‘’eğitim’’ bizlerde hangi yönde davranış değişikliği oluşmasına yol açmıştır bilemiyorum. Tanım değiştirilmeyeceğine göre müfredat değiştirilmelidir. İnsana, doğruyu ve yanlışı öğretmek yerine doğruyu ve yanlışı nasıl ayırt edebileceğini anlatmalıyız.

Daha ayrıntılı analizlere girmenin filmin çapıyla ters orantılı olacağı kanaatinde olduğumdan yazıma son verirken teknik yönden çok başarılı olduğunu, devletin soğuk yüzünü yansıtan boş koridorların gösterildiği, ‘’andımızın’’ okunduğu ve duvarlara asılı kâğıtların çıkardığı seslerin seyircinin kulaklarını çınlatmasının etkileyici sahneler olduğunu söylemeliyim. Merak unsurunu son ana kadar koruyabilmesi ve sıkılmadan izleniyor olması filmin en büyük artılarından ancak yüzeysel, ayrıntıya nüfuz etmeyen niteliği, teorik değil ancak işine gelmediği durumlarda ve o anda bile toptan bir reddedişi dile getirmekteki tutukluk filmin etkileyiciliği azaltıyor.

‘’Her yasak kendi isyancısını doğurur!’’ mottosuyla gösterime giren ‘’bir Sinan Çetin filmi’’ olan Kâğıt iddialı sloganına karşın derinlikli kişi analizlerine yer vermemesi, hatalı akıl yürütmeleri, abartılı karakterleri ile filmin bütününe hâkim olan ve finalde daha belirgin hale gelen naif bir söylemden öteye gidemiyor.

Mevcut tüm düzenin kötü olduğu vurgulanırken bir çözüm getirmemesi karamsarlığa ve hiçliğe yol açıyor. Her şey kötüyse çözüm ne olmalıdır? Hükümetin yerine neyin geçirileceği sorulduğu zaman, anarşistler genellikle şu yanıtı verirler: ‘’Kanserin yerine neyi geçirirsiniz?’’ Proudhon daha kesin bir yanıt veriyor: ‘’Hiçbir şeyi.’

Aksiyon dergisinde ‘’Kâğıt’tan devlete çetin eleştiri’’ başlığıyla Zafer Özcan tarafından yazılmış yazıdan birkaç alıntı yapacağım.

‘’Devletlerin anlamsız yasaklarını dramatik bir hikâye ile eleştiren Çetin, yeni filminde ‘’kanunsuz düzen’’ kavramını ele alıyor.’’

Soru: Kâğıt filminin hikâyesiyle başlayabilir miyiz? Böyle bir senaryo nasıl ortaya çıktı?

Sinan Çetin: Bu öykünün bir benzerini 1977’de ilk filmimde ben yaşamıştım. İlk filmim bir kadın devlet memuru izin vermediği için yıllarca vizyona giremedi. Bu yüzden parasız kaldım ve ailevi sorunlar yaşadım.(…)

Sinan Çetin: Bu film, zavallı küçük bir memurla, zavallı bir yönetmenin arasında geçen bürokratik prosesin çatışmasından oluşan bir öykü değil. Yasaklar meselesi mikro planda ele alınıp makro bir söyleme gidiyor. Hayatımızın küçücük bir alanından, dünyanın en büyük meselesini yani devlet-birey çatışmasını ele almaya çalıştım (…)

Soru: Sizin gibi yaşayanların sistem eleştirisi yapmaları daha etkili oluyor denebilir mi?

Sinan Çetin: Ben aslında sistem eleştirisi yapmıyorum ve bu kelimeyi de sevmiyorum. Adı sistem olarak konan şeylerden korkuyorum. Ben aslında bir eleştiri de yapmıyorum. Bir meseleye parmak basıyorum. (…)

salimolcay@yahoo.com

Yazarımızın öteki yazılarını okumak için tıklayınız.