Yazar, Anne ve Anarşist Feminist: Ursula K. Le Guin

“ÜTOPYALAR İMKÂNSIZDIR AMA YAZABİLİRİZ”

18. ve 19. yüzyıllarda politika, , felsefe gibi alanlarda etkinlik gösteren kadınların kaleme aldığı ütopik, yarı sanrısal, fantastik kurmacalarla ilk tohumları atılan feminist ütopya yazını, özellikle 1970’lerden sonra zenginleşmeye, çeşitlenmeye başladı. Bilim kurgu, fantezi, ütopya ve distopya türünde eserler veren kadın yazarların kimi liberal, kimi radikal, kimi anarko feminizm içinden çıktı. Farklı feminizmleri savunan , Karen Blixen, Rita Mae Brown, Margaret Atwood, , ,  , Rokeya Sakhawat Hossain, Doris Lessing, , , ve gibi pek çok yazarın ortak noktası, dildeki eril egemenliği sorgulayarak kimi sözcükleri kaldırıp yeni kavramları karşılayacak yeni sözcükler, imgeler, zamirler, metaforlar kullanmalarıdır. Kadın ütopyaları, kadını bağımlı hale getiren en önemli ideolojik araçlardan birinin dil olduğu görüşünden yola çıkarak, erkek egemen sembolik düzenden kurtulmanın yolunu, dil dışı alana çıkmak ya da dil kalıplarını kırmakta bulur. Bu nedenle, Batılı, beyaz, eril ütopyaların ötesinde bir düşünce sistemi, dünya görüşü ve dil yaratmaya çalışır.

Tümüyle kadınlardan oluşan bir yurdu tasavvur eden anaerkil ütopyalar, toplumsal cinsiyet kavramını altüst ederek cinsellik algısına yeni perspektifler getiren romanlar, kızkardeşlik ve lezbiyenlik temaları, ana tanrıça miti, ucubeleşen kadın, makineleşen beden, ekolojik yıkım, teknolojik ve nükleer tehlikeler, yeni bir evren tahayyülüne dair bilimkurgusal alternatifler, 18. yüzyıldan günümüze feminist yazarların ürettikleri eserlerin temel görünümleri, meseleleridir. Cinsellik, çiftcinsiyet ve toplumsal cinsiyetin yargılanması, kadın ütopyalarında yer tutan başat kavramlardır. Cinsellik, ütopyalarda, toplumsal baskıyı ve ortasınıf ahlâkını eleştirmek için kullanılır; distopyalarda ise ya devlet ya toplum tarafından tamamen denetlenir ya da serbest bırakılır. Kadın ütopyaları cinslerarası eşitliğe önem vermeleri, heteroseksüel dayatmaya ve cinsiyet faşizmine karşı duruşlarıyla erkekler tarafından yazılmış ütopyalardan ayrılır. Bu ütopyaların en belirgin teması, androjenidir. Kadın ve erkeğin tek bedende birleşmesi, akıl ve maddenin, kültür ve doğanın birleşmesi anlamına da gelir. İkiliği reddeden bir sentez, bir tümlenme arzusudur bu.

Kadınların ütopyalarında iktidara, mülkiyete, kurumsallaşmaya yer yoktur. Totalitarizmin, kolonyalizmin, militarizmin, maşizmin, olmadığı bir “yer” tasavvuru; Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi, hem bir dostlar ülkesi, hem de bir direniş oluşumudur.

“Ütopyalar imkânsızdır ama yazabiliriz” diyen fantastik edebiyat ve bilimkurgu ustası

Ursula K. Le Guin, kapitalist bir toplumda, yazan, doğuran, anne olan, kendini anarşist feminist olarak tanımlayan bir kadın. Adaletsizlik ve eşitsizliğe öfkeli, ayrımlara, ikiliklere karşı hiç durmadan yazıyor, mücadele ediyor. Savaş, emperyalizm, hegemonya, felaketler, cinsellik, toplumsal cinsiyet, kadın düşmanlığı üzerine düşüncelerini bir araya getirecek yeni sözcükler, dizgeler arayan Le Guin, her anarşist feminist gibi ortak bir konular kümesiyle ilgili: Kişinin kendi bedeni üzerindeki egemenliği, çekirdek aileye ve heteroseksüelliğe alternatifler, ebeveynleri ve çocukları özgürleştirecek yeni yöntemler, ekolojik mücadele, ekonomik özgür irade, mülkiyet, bağımsızlık…

Le Guin’in yetmişlerin ortalarına kadar bilimkurgu ve fantastik türde yazdığı romanlar, kahramanca serüvenler, yüksek teknolojili gelecekler, iktidar dehlizlerindeki erkekler hakkındadır… Erkekler başkahramandır, kadınlar ise ikincil rollerde. Annesinin kadınları neden yazmadığı sorusu üzerine, metinlerinin merkezindeki eril hâkimiyeti görerek ihtiyacının, feminist edebiyat kuramı, eleştirisi ve pratiğinin ona verecekleri olduğunu fark eder; bir kadın olarak dilini, erkeklerin oluşturduğu güce yönelik, güç ile ilgili sözcüklerle kuramayacaktır:

“Kadınlar, kadın olarak kaldıkları sürece, erkek egemen düşüncesiyle oluşturulmuş bir toplumda, insanın insanoğlu diye adlandırdığı, tanrının erkeklerin diliyle konuştuğu, tek gidilebilecek yönün ileri, daima ileri olduğu toplumdan, zaten büyük ölçüde dışlanmış durumdalar. Bu onların ülkesi, biz kendimizinkine bakalım.”

En Uzak Sahil ile Tehanu arasında geçen on yedi sene içinde feminizmi ve feminist eleştiriyi yeniden keşfeden Le Guin’in Yerdeniz Üçlemesi‘nin son kitabı En Uzak Sahil’i yazarken öğrendiği şeylerden en önemlisi, “fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak” olur. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünmektedir çünkü. Kendi mükemmel toplumunu yaratarak onu dışarıdakilerden korumaya çalışan geleneksel ütopyaya karşı yazılan Mülksüzler’de anarşist bir toplumla ataerkil bir toplum arasındaki fark ile ötekileştirme söylemini açığa çıkarır. Herhangi bir denetime, evlilik gibi kurumsal bir zorunluluğa maruz kalmadan, kendi cinsleriyle ya da karşıt cinsle ilişki kurabilmektedir Anarresliler. Ancak eşcinsel bir ilişki değildir bu; cinsiyet rollerine yeni bir perspektiften bakmaz. Mülksüzler’in feminizm ve toplumsal cinsiyet açısından bir başka handikapı da, kadınların anne olma arzusu ve bu yolla bebekleri üzerinde mülkiyet kurma istençleridir.  Halkı, dönemsel olarak erkek ya da dişi özellikler gösteren androjenlerden oluşan bir gezegeni anlattığı Karanlığın Sol Eli ise cinsiyetin ortadan kaldırıldığı bir ütopyadır.

Ataerkil toplumun sunduğu dilden kendini kurtararak, dilin öznesi olma imkânını arayan Le Guin, kadınlar için son derece çetrefil hale getirilen bu süreçte bir kadının her şeye rağmen “ben” diyebileceğini gösterir. Vergilius’un Aeneas Destanı’nda tümüyle erkek gözünden ve suskun imgesiyle anılan Latium kralının kızı Lavinia’ya hak ettiği sesi Lavinia adlı romanında geri verir. Savaşın doğasını ve erkek-egemen toplumu sorgulayan, insanı insan, toplumu toplum yapan değerleri irdeleyen, kurguyla gerçeklik arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran bu büyülü romanda, büyük bir destanda küçücük rolü olan güçlü bir kadının gerçek hikâyesi, hayalleri, arzuları anlatılır:

“Varlığım yüzyıllar boyu sürecekse eğer, en azından bir kerecik ortaya çıkıp konuşmam gerekir. Şairim bana hiç söz hakkı tanımadı. Sözü ondan almak zorunda kaldım. Bana uzun ama küçük bir hayat verdi. Yere ihtiyacım var, havaya ihtiyacım var.”

İsimlendirmeyi büyü, kelimeleri kudret olarak gören Le Guin, kadınlara edebiyat üzerindeki maço-bürokrat denetimden kaçmak için kasıtlı olarak canlı sese, uçucu, yıkıcı gösteriye yüzlerini dönmelerini önerir. Eril şiirin nihai olarak kadınların yokluğuna, kadın ve doğanın nesneleştirilmesine dayandığını düşünen yazarın, tarih boyunca doğaya ve kadına uygulanan tahakküm ve hâkimiyet biçimleri arasında paralellikler olduğunu gösteren romanlarında, kadının vahşi doğayla birlikteliği ön plandadır hep:

“Bir kadın olarak yaşadığım yer kimi erkeklere göre vahşi doğa. Oysa orası benim evim.”

Le Guin’in vurguladığı gibi, vahşi doğa, bizim koşullarımızda değil, kendi koşulları çerçevesinde ziyaret edilmesi gereken bir yerdir; orada ziyaretçi dönüştüren değil, dönüşendir.

Hande Öğüt

handeogut@gmail.com

Yazarımızın öteki incelemeleri için tıklayınız.