Ecel Güncesi
“Amar Bedelahmi…”
Ereza kapı çaldığında işini yeni bitirmişti. Postacının elinde tuttuğu kalın zarfa bakıp soru dolu bakışlarını adamın suratına çevirdiğinde okuldan çıkan öğrencilerin bağrışları ortalığı kaplamıştı. Yağız, iri kıyım adam imzalaması için uzattığı kâğıdı hızla geri çekerken yarım ağızla “İyi günler!” dedi.
Ereza oturma odasına gidip masanın üzerine zarfı bıraktı. Kocasının muhasebeyle ilgili evraklarından biri daha diye düşündü. Fırındaki hindinin kokusu bütün evi sarmıştı. Amazon cinsi papağanın önünden geçerken “Amar, Amar” diye tiz çığlıklar atan hayvana gülümsedi.
Akşam kocası eve geldiğinde sofra hazırdı. Hindi dolması, salata ve çorba kokusu baş döndürücüydü. Ereza özel günlerde giydiği siyah beyaz desenli elbisesini giymişti. Elbisenin kolalı yakasını düzeltirken “Amar, bugün bir posta geldi. Masanın köşesinde…” diye seslendi. Kocasının zarfı yırtışını, içindekileri çıkarışını duydu. Odaya girdiğinde siyah kanepeye oturan kocası kasketini bile çıkarmamıştı. Kötü bir şeyler olduğunu anlayıp “N’oldu?” diye sordu. Kocasının uzattığı eski püskü defteri eline alıp şöyle bir karıştırdı. Eğik el yazısını görünce sendeledi. Kocasının pardösüsünü gelişigüzel bıraktığı koltuğun üzerine yığılıp kaldı. Elbisesinin düğmelerinden acı bir haykırış yayılıyormuş gibi hepsini koparıp atmak için çekiştirdi. Deftere tekrar bakmak istemiyordu. Papağanın huzursuz bakışları arasında “Bu gerçek mi?” diye sordu.
“Kurtulan bir arkadaşının torunu yollamış.”
Dört satırdan oluşan mektubu karısına uzattı. Ereza’nın gözbebeklerine yerleşen tekinsiz korku, acıyla sarmalanmış ve iki bilye tanesine ruh katmış gibi ortalığa dehşet saçmaktaydı.
Merhaba
Sözlerime nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Uzun uğraşlarımdan sonra size bulabildim. Şu an elinizde tuttuğunuz defteri kızınız Leba Bedelahmi’ye ait olduğunu söyleyen anneannem Defne Çelikel’in vasiyetine uyarak size yolluyorum. Acınızı anlıyor ve dua ediyorum. Tanrı sizinle olsun.
Ereza aniden elindeki mektubu bırakıverdi. Kâğıt kuş tüyü gibi dizlerinden aşağı dalgalanıp savrularak yere düştü. Leba’nın adını canlıymışçasına okumak içini titretti. Yüreğine toplanan kan tortusunun acısı yanağından sızdı. Hıçkırıklarına karışan gözyaşları defteri açıp okumasını engelliyordu. Kocasının meraklı bakışları arasında defteri eline aldı.
“Okumak için hazır olduğuna emin misin?”
Ereza kanayan, kokan, çığlık atan, haykıran satırlarda gezinip gezinemeyeceğini bilmiyordu. Ayağa kalkıp vestiyerin en üst rafına defteri koydu. Amar’a dönüp “Bunu yapabileceğimden emin değilim.” dedi.
Papağanın konuşması, onları neşelendirmeye çalışması, yemeklerin enfes kokusu, panjurun arasından sızan meltemin ılık esintisi yüreklerine mutluluk çalamadı. Ölümün soğuk kini vücutlarını acının, ihanetin, ürpertinin kıyısına tutsak ederken evin içinde tuhaf bir rahatlama vardı.
Şehri kaplayan karanlığın kolları kötülere fırsat yaratırken, beyaz panjurlu evden sızan sarı ışık boş yere kirli ve isli defterin iyiliği anlatacağını bekliyordu. Boş yere… Defterin varlığı uğursuzluğun, hasretin, ıtırlı bir umudun sembolü gibi Ereza’nın zihnine sızmıştı. Soğumuş yemeklerin öylece durduğu masanın yanından uzanıp, defteri gizli bir şeymiş gibi alıp, yakın gözlüklerini burnuna yerleştirip, peçetelerini yanına koyup gardını alan bir savaşçı gibi koltuğa oturdu. Kızının satırlarında onun yüzünü, sesini duyarak, kâh ağlayıp kâh gülümseyerek okuduklarını içine çekti.
15 Aralık 1941
Bugün Kislev’in 25. günü… Annemle babamdan ayrıldığım onuncu gün. Hanuka bayramının ilk günü ve ailemi çok özledim. Bayramdan sonra git, demişti babam. İçimdeki sızı onun sözünü keşke dinleseydin, diyor. Yüksek eğitim alacağım okul yarım saat uzaklıkta. Yalnızlığın huzursuzluğuna savaş söylentileri eklendi bir de. Savaşın başlayacağı konuşulmaya başlandı her yerde. Buna ihtimal vermiyorum ama ya olursa… Hanuka ışığım yanarken usulca dua ediyorum.
Amar odaya gelip yanına oturdu. Ereza yutkunup burnunu silerken elinden defteri alan Amar’a baktı. O kadar zarif davranıyordu ki Ereza sesini çıkaramadı. Kolunu boynuna attığında çağlamaya hazır bir su gibi bıraktı hıçkırıklarını. Ağladıkça sarsıldı bedeni. Bir süre sonra durulup sadece nefes sesi kalıncaya kadar ortada Amar konuşmadı. Söyleyecekleri kabuk tutmamış bir yarayı iyice kanatıp mikrop gibi iltihaplandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Karısını kolunun altında tutup defterin rastgele bir sayfasını açtı. İkisinin okuyacağı mesafede tutup siyah mürekkebin dalga dalga gözyaşlarıyla ıslanıp bozulduğu yerlere baktı. Aldığı derin nefes kederin atlısı gibiydi.
10 Şubat 1942
…Ara sokaklardan geçip okula gidip gelmeye başladık. Askerler her yerde. Köşe başlarında pusu kurmuş durumdalar. Kolumuza taktığımız sarı bantlar yüzünden aşağılandığımızı hissediyorum. Artık otobüse binmiyorum. Mümkün mertebe dışarıya da çıkmıyorum. Ülkeme dönmeyi, aileme kavuşmayı dört gözle bekliyorum. Ülkeyi terk etmemize izin verilmiyor. Cenderenin içinde sıkışıp kaldım. Annemle babama bunu belli etmeyen mektuplar yazmak, onları üzmemeye çalışmak beni yoruyor. Aslında o kadar korkuyorum ki…
Savaş, insanların kendi elleriyle yaptıkları bir kıyamet sahnesinden başka bir şey değil. Uyuşturulmuş zihinlerin çılgın gibi kan ve et isteyen, can alan birer yaratığa dönüşmeleri bu sahnelerin odak noktası. Ölümün kol gezdiği sokaklarda öldürülecekler olarak ayıklanmış olmamızı sindiremeyen ruhuma teselli sözcükleri kurmaya çalışıyorum. Sonuç hüsran oluyor. Sadece dua ediyorum.
Elinin tersiyle yanaklarını silen Ereza boğazını temizleyip “Hayatta en çok onu kaybetmekten korkardım.” dedi. Söyleyişindeki esrik hüzün gerçeğe tutunmaya çalışıyordu. Kurgusal zihin oyunlarının kahrettiği bir annenin karşılaştığı gerçek hayallindeki her şeyden daha acı oluyordu. Korkulan ölümün acısı karşısında soğuk bir iradeyle cesur görünmeye kalkmak hayatın anlamsızlığını peşinde sürüklüyordu inadına. Amar karısının sözlerini dipsiz bir suskunlukla karşıladı. Kızının toplama kampına götürüldüğünü duyduğu andan itibaren yaşadıkları ölüm korkusu bir tortu gibi çökmüştü kalplerine. Kızlarının nasıl öldürüldüğünü hiçbir zaman öğrenemeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Gaz odasında mı, işkencede mi, yoksa eceliyle mi öldüğünü asla öğrenemeyeceklerdi. Bunun yanında ellerinde tuttukları kızlarının duygularını yazdığı defteri okudukları zaman kendilerini inandırdıkları bütün gerçekler yerle bir olup yıkılacaktı. Tahrip edilen her duygu, inanılan her gerçek insanın ruhunda oyuklar açıyordu.
21 Mayıs 1942
Valizimi hazırladım. Ursala kaçak yollardan ülkeyi terk edebileceğimize inanıyor. Ben buna ihtimal vermesem de valizimi hazırladım. Artık zevk almıyorum yaşadığım bu hayattan. Kaçış sürecinin belirsizliği korkutsa da beni zamanın ortasındaki bir kelebeğin alıntıladığı kadar hayat benim için. Hiç ve insan karışımından doğan yepyeni bir kavramın kucağında otursam da her şeyi yaşamaya hazırım. Ölümün dansı kötü olmasa gerek. Güçlü duygularımla ailemi özlediğim gerçeğini inkâr edemem. Onları bir daha göremeyecek olmam leblebi taneleri gibi un ufak ediyor kalbimi. Esrik bir düşünce girdabında savrulduğumun bilincindeyim. Yola çıkıyorum yarın. Yahuda hep bizimle olsun.
İnsanın canından canı kaybettiği gerçeğini ikiye bölen, parçalara ayıran başka bir gerçek daha vardı. Sevdiklerinin yaşadıkları dayanılmaz olaylar… Ereza bu duygunun silsilesiyle gözyaşlarını sildi. Kızının yaşadığı işkenceleri, kaçarken başına gelenleri düşündü. Her sözcüğün kalbinde çizdiği yeni şekil karanlık bir dehlizin kuytularını işaret ediyordu. Amar koltukta hafifçe dikleşip boynunu sıvazlarken yana kaydı. “Ereza nefes alamıyorum.” dedi. Ereza ayağa kalkıp mutfaktan döke döke suyu getirdi. Amar’ın suratı sapsarı olmuştu. Hırıltılarının arasında elini göğsüne götürüp parçalar gibi avuçladı. Ereza kocasının irileşen gözlerinin kıpkırmızı olmasıyla ambulans çağırmak için telefona uzanması bir oldu. Ambulansın maviyle karışık kırmızı ışıkları geceyi aydınlatırken Amar soluksuz öylece yatıyordu. Ereza sokak kapısının önünde acı çığlıklarla sokağı inletirken ölüm meleği vazifesini çoktan yerine getirmişti. Leba’nın defteri koltuğun dibinde sayfaları karışık bir şekilde dururken evi saran matem dayanılacak gibi değildi.
Semrin Şahin
semrince@gmail.com
Yazarımızın öteki öyküleri için tıklayınız.
Yazar, Anne ve Anarşist Feminist: Ursula K. Le Guin
“ÜTOPYALAR İMKÂNSIZDIR AMA YAZABİLİRİZ”
18. ve 19. yüzyıllarda politika, edebiyat, felsefe gibi alanlarda etkinlik gösteren kadınların kaleme aldığı ütopik, yarı sanrısal, fantastik kurmacalarla ilk tohumları atılan feminist ütopya yazını, özellikle 1970’lerden sonra zenginleşmeye, çeşitlenmeye başladı. Bilim kurgu, fantezi, ütopya ve distopya türünde eserler veren kadın yazarların kimi liberal, kimi radikal, kimi anarko feminizm içinden çıktı. Farklı feminizmleri savunan Charlotte Perkins Gilman, Karen Blixen, Rita Mae Brown, Margaret Atwood, Emma Tennant, Willa Cather, Zoe Fairbairns, Rokeya Sakhawat Hossain, Doris Lessing, Marge Piercy, Fay Weldon, Christa Wolf ve Ursula K. Le Guin gibi pek çok yazarın ortak noktası, dildeki eril egemenliği sorgulayarak kimi sözcükleri kaldırıp yeni kavramları karşılayacak yeni sözcükler, imgeler, zamirler, metaforlar kullanmalarıdır. Kadın ütopyaları, kadını bağımlı hale getiren en önemli ideolojik araçlardan birinin dil olduğu görüşünden yola çıkarak, erkek egemen sembolik düzenden kurtulmanın yolunu, dil dışı alana çıkmak ya da dil kalıplarını kırmakta bulur. Bu nedenle, Batılı, beyaz, eril ütopyaların ötesinde bir düşünce sistemi, dünya görüşü ve dil yaratmaya çalışır.
Tümüyle kadınlardan oluşan bir yurdu tasavvur eden anaerkil ütopyalar, toplumsal cinsiyet kavramını altüst ederek cinsellik algısına yeni perspektifler getiren romanlar, kızkardeşlik ve lezbiyenlik temaları, ana tanrıça miti, ucubeleşen kadın, makineleşen beden, ekolojik yıkım, teknolojik ve nükleer tehlikeler, yeni bir evren tahayyülüne dair bilimkurgusal alternatifler, 18. yüzyıldan günümüze feminist yazarların ürettikleri eserlerin temel görünümleri, meseleleridir. Cinsellik, çiftcinsiyet ve toplumsal cinsiyetin yargılanması, kadın ütopyalarında yer tutan başat kavramlardır. Cinsellik, ütopyalarda, toplumsal baskıyı ve ortasınıf ahlâkını eleştirmek için kullanılır; distopyalarda ise ya devlet ya toplum tarafından tamamen denetlenir ya da serbest bırakılır. Kadın ütopyaları cinslerarası eşitliğe önem vermeleri, heteroseksüel dayatmaya ve cinsiyet faşizmine karşı duruşlarıyla erkekler tarafından yazılmış ütopyalardan ayrılır. Bu ütopyaların en belirgin teması, androjenidir. Kadın ve erkeğin tek bedende birleşmesi, akıl ve maddenin, kültür ve doğanın birleşmesi anlamına da gelir. İkiliği reddeden bir sentez, bir tümlenme arzusudur bu.
Kadınların ütopyalarında iktidara, mülkiyete, kurumsallaşmaya yer yoktur. Totalitarizmin, kolonyalizmin, militarizmin, maşizmin, olmadığı bir “yer” tasavvuru; Deleuze ve Guattari’nin belirttiği gibi, hem bir dostlar ülkesi, hem de bir direniş oluşumudur.
“Ütopyalar imkânsızdır ama yazabiliriz” diyen fantastik edebiyat ve bilimkurgu ustası
Ursula K. Le Guin, kapitalist bir toplumda, yazan, doğuran, anne olan, kendini anarşist feminist olarak tanımlayan bir kadın. Adaletsizlik ve eşitsizliğe öfkeli, ayrımlara, ikiliklere karşı hiç durmadan yazıyor, mücadele ediyor. Savaş, emperyalizm, hegemonya, felaketler, cinsellik, toplumsal cinsiyet, kadın düşmanlığı üzerine düşüncelerini bir araya getirecek yeni sözcükler, dizgeler arayan Le Guin, her anarşist feminist gibi ortak bir konular kümesiyle ilgili: Kişinin kendi bedeni üzerindeki egemenliği, çekirdek aileye ve heteroseksüelliğe alternatifler, ebeveynleri ve çocukları özgürleştirecek yeni yöntemler, ekolojik mücadele, ekonomik özgür irade, mülkiyet, bağımsızlık…
Le Guin’in yetmişlerin ortalarına kadar bilimkurgu ve fantastik türde yazdığı romanlar, kahramanca serüvenler, yüksek teknolojili gelecekler, iktidar dehlizlerindeki erkekler hakkındadır… Erkekler başkahramandır, kadınlar ise ikincil rollerde. Annesinin kadınları neden yazmadığı sorusu üzerine, metinlerinin merkezindeki eril hâkimiyeti görerek ihtiyacının, feminist edebiyat kuramı, eleştirisi ve pratiğinin ona verecekleri olduğunu fark eder; bir kadın olarak dilini, erkeklerin oluşturduğu güce yönelik, güç ile ilgili sözcüklerle kuramayacaktır:
“Kadınlar, kadın olarak kaldıkları sürece, erkek egemen düşüncesiyle oluşturulmuş bir toplumda, insanın insanoğlu diye adlandırdığı, tanrının erkeklerin diliyle konuştuğu, tek gidilebilecek yönün ileri, daima ileri olduğu toplumdan, zaten büyük ölçüde dışlanmış durumdalar. Bu onların ülkesi, biz kendimizinkine bakalım.”
En Uzak Sahil ile Tehanu arasında geçen on yedi sene içinde feminizmi ve feminist eleştiriyi yeniden keşfeden Le Guin’in Yerdeniz Üçlemesi‘nin son kitabı En Uzak Sahil’i yazarken öğrendiği şeylerden en önemlisi, “fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak” olur. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünmektedir çünkü. Kendi mükemmel toplumunu yaratarak onu dışarıdakilerden korumaya çalışan geleneksel ütopyaya karşı yazılan Mülksüzler’de anarşist bir toplumla ataerkil bir toplum arasındaki fark ile ötekileştirme söylemini açığa çıkarır. Herhangi bir denetime, evlilik gibi kurumsal bir zorunluluğa maruz kalmadan, kendi cinsleriyle ya da karşıt cinsle ilişki kurabilmektedir Anarresliler. Ancak eşcinsel bir ilişki değildir bu; cinsiyet rollerine yeni bir perspektiften bakmaz. Mülksüzler’in feminizm ve toplumsal cinsiyet açısından bir başka handikapı da, kadınların anne olma arzusu ve bu yolla bebekleri üzerinde mülkiyet kurma istençleridir. Halkı, dönemsel olarak erkek ya da dişi özellikler gösteren androjenlerden oluşan bir gezegeni anlattığı Karanlığın Sol Eli ise cinsiyetin ortadan kaldırıldığı bir ütopyadır.
Ataerkil toplumun sunduğu dilden kendini kurtararak, dilin öznesi olma imkânını arayan Le Guin, kadınlar için son derece çetrefil hale getirilen bu süreçte bir kadının her şeye rağmen “ben” diyebileceğini gösterir. Vergilius’un Aeneas Destanı’nda tümüyle erkek gözünden ve suskun imgesiyle anılan Latium kralının kızı Lavinia’ya hak ettiği sesi Lavinia adlı romanında geri verir. Savaşın doğasını ve erkek-egemen toplumu sorgulayan, insanı insan, toplumu toplum yapan değerleri irdeleyen, kurguyla gerçeklik arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran bu büyülü romanda, büyük bir destanda küçücük rolü olan güçlü bir kadının gerçek hikâyesi, hayalleri, arzuları anlatılır:
“Varlığım yüzyıllar boyu sürecekse eğer, en azından bir kerecik ortaya çıkıp konuşmam gerekir. Şairim bana hiç söz hakkı tanımadı. Sözü ondan almak zorunda kaldım. Bana uzun ama küçük bir hayat verdi. Yere ihtiyacım var, havaya ihtiyacım var.”
İsimlendirmeyi büyü, kelimeleri kudret olarak gören Le Guin, kadınlara edebiyat üzerindeki maço-bürokrat denetimden kaçmak için kasıtlı olarak canlı sese, uçucu, yıkıcı gösteriye yüzlerini dönmelerini önerir. Eril şiirin nihai olarak kadınların yokluğuna, kadın ve doğanın nesneleştirilmesine dayandığını düşünen yazarın, tarih boyunca doğaya ve kadına uygulanan tahakküm ve hâkimiyet biçimleri arasında paralellikler olduğunu gösteren romanlarında, kadının vahşi doğayla birlikteliği ön plandadır hep:
“Bir kadın olarak yaşadığım yer kimi erkeklere göre vahşi doğa. Oysa orası benim evim.”
Le Guin’in vurguladığı gibi, vahşi doğa, bizim koşullarımızda değil, kendi koşulları çerçevesinde ziyaret edilmesi gereken bir yerdir; orada ziyaretçi dönüştüren değil, dönüşendir.
Hande Öğüt
handeogut@gmail.com
Yazarımızın öteki incelemeleri için tıklayınız.
Sugata Sanshiro (1943, Akira Kurosawa)
Ağustos 13, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
Sugata Sanshiro (1943, Büyük Judo Efsanesi) Akira Kurosawa’nın ilk filmi olma özelliğini taşımaktan öte, yönetmenin sinemasının temel dinamiklerini yansıtan nüvelerinin de yer aldığı bir filmdir. Kurosawa’nın filmlerinde kendi biyografisinde de ele aldığı haliyle paralel yaşantıları görmek mümkündür. Yönetmen yardımcılığını yaptığı Kajiro Yamamoto ile yollarını ayırarak kendi yolunu çizmeye çalışan Kurosawa’nın belki de bu romanı filmleştirme çabalarındaki esas mesele yönetmenin de kendi yaşamını bu romanda görmesinden kaynaklı olabileceğini düşünüyorum. Hakeza bu durum Kurosawa’nın neredeyse tüm sinemasına sirayet etmiştir diyebiliriz. Kurosawa filmlerinde sıkça gördüğümüz bir simgesel baba faktörü her daim karşımıza çıkmaktadır. Buradaki simgesel baba faktörü daha çok doğu kültürüne içkin bir şekilde yol gösteren, kendi deneyimlerini öğrencisine, çocuğuna ya da ana karaktere yönlendiren bir baba değildir. Evet, eğer öğrencinin ya da çırağın gözünden baksaydık bize bu şekilde görüneceği aşikârdır. Ancak bizler seyirci olarak buradaki eğitmen figürünün anlayışına, katılığına, tecrübelerine dayanarak öğrencisine yol gösterenden çok yolu öğrencinin bulmasını sağlayan bir faktör olarak bakmamız gerekmektedir. Buradaki yol-gösterici kavramı öğrenci için tam da nesne-neden etkisi yaratmaktadır. Yoidore Tenshi (Sarhoş Melek, 1948) filminde Sanada (Takashi Shimura) ve Matsunaga (Toshiro Mifune) arasındaki ilişkisinde doktor ve sokak mafyası üyesi arasındaki bağlamlarda, Nora Inu (Kuduz Köpek, 1949) filmindeki silahını kaybeden dedektif ile onunla birlikte ona yardım eden diğer dedektif gibi ve bunların varyasyonları olarak görebileceğimiz Shichinin No Samurai (Yedi Samuray, 1954), Akahige (Kızıl Sakal, 1965), Dersu Uzala (1972) filmlerindeki gibi. Kurosawa bu temasını her daim ilk filminden başlayarak farklı türlerdeki filmlerine yedirmeyi başarmıştır. Bu aynı zamanda yönetmenin sinemasında ortaya çıkan farklı bir konuyu yani bireyselliği ön plana çıkaran bir ilişkiye dönüşmektedir.
Kurosawa filmlerinin içeriği Japon gelenekleriyle süslenmiş olmasına rağmen, filmlerindeki yapı batı medeniyetinin elementlerinde kendine yer bulur. Daha farklı bir şekilde söylersek batı modernizminin elementlerini, Japon gelenekselliğiyle süslemiştir diyebiliriz.
Sugata Sanshiro filmi bizleri 1882 Japonya’sına, yani Meiji Restorasyon Dönemi olan 1867–1912 yılları arasındaki döneme götürür. Filmin çekildiği yıl olan 1943 yılı aynı zamanda Japonya’nın II. Dünya Savaşına katıldığı, Japon milliyetçiliğinin ve doğal olarak artan Japon gelenekçiliğine duyulan bağlılığın had safhada olduğu bir yıldır. Kurosawa’nın böylesine bir filmi çekmesinde duyduğu arzunun temelinde yatanın böylesine bir gelenekçi anlayışı bağlamamak gerekmektedir. Bu filmin nüvelerini yönetmenin diğer filmlerinde de bulmamız yalnızca filmin böyle bir amaca hizmet etmesine bağlanmaması gerektiğinin bir kanıtı olsa gerek.
Film Japonya’nın kendini batıya açmasından ya da batı modernizmini benimsediği dönemin ortalarında geçmektedir. Filmin açılışında bu batılı etkilenimin tezahürlerini bulabiliriz. 1882 yılında geçen film Sugata’nın bakış açısıyla bir tür çevreyi tanıtma amacı güderek başlar. Etrafı seyirciye Sugata’nın bakışlarıyla gösteren kameraya, batı giyim-kuşamı içerisindeki (şapka, kravat, baston) Japonlar gündelik hayatlarıyla yansımaktadırlar. Elbette batı kültürünü temsil eden bu türden imgeler Kurosawa’nın yalnızca Meiji dönemini ele aldığı filmlerde bulunmaz. Daha da geriye gittiğimizde, Yedi Samuray filminde kullanılan ateşli silahlar bizleri şaşırtabilir. Adaya ilk uğrayan milletlerden birisi olan Portekizliler beraberlerinde bu ateşli silahları 16. yy başlarında getirmişlerdir. Yedi Samuray filminin geçtiği tarih ise 16. yy sonlarıdır. Bu filmdeki ateşli silah kullanımı bir ayrıntı olarak göze çarpmasına rağmen, Kurosawa’nın Yojimbo (Koruyucu, 1960) filminde bir ana etken olarak devreye girer.
Sugata Sanshiro, judo dövüş sanatını öğrenmek isteyen bir karakterdir. Şehirdeki ilk sokağa girerek buradaki kadınlara ulusal sporu nereden ve nasıl öğrenebileceğini sorar. Karşısına çıkan Ming okuluna girer ancak okulun bir şeyler öğretmekten çok uzak olduğunu fark eder. Okulun hocaları, öğrencileri adeta sokak dövüşçüleri gibi tavırlar sergilerler. Amaçları bir başka okulun hocasının karşısına çıkmak ve onu alt etmek olan bu okulun dövüşçüleri, Sugata’yı da yanlarına çağırıp dövüşü izlemesini isterler. Dövüşün amacı ise Ming Okulu ustasının polis şubesinde bir kung-fu ustası olarak hizmet etmek istemesidir. Ancak bu işe usta Yano’nun alınması bu okulun hocalarında bir rahatsızlık uyandırmıştır. Onu pusuya düşürüp onunla kavga etmeyi amaçlamaktadırlar. Filmi izlediğim İngilizce ve Türkçe altyazılarda bu konunun oldukça belirsiz olduğunu gördüm. Sugata ilk geldiğinde bir dövüş sporu öğrenmek istediğini ifade ederken, okulun öğrencileri Judo hakkında hiçbir şey bilmediğini fark ederler. Aldo Tassone’nin Akira Kurosawa adlı incelemesinde ise Ming okulundaki dövüş sporunun ‘juijutsu’ olduğunu ifade ederken Yano Hoca’nın Judo tekniğini kullandığını söyler. İmdi ne kadar bu dövüş sporları kendi aralarında benzerlik taşısa da bizlere Japonya’nın bulunduğu Meiji Dönemi hakkında daha sağlıklı bir bilgi verecektir. Juijutsu köken olarak Judodan daha eskilere dayanan Japon dövüş sanatlarının en köklüsü olarak bilinir. Aynı zamanda bu spor zamane samuray geleneğinin içerdiği şiddetle bilinmektedir. Ancak Judo bu sporun daha az şiddetlisi ya da amaç olarak rakibi etkisiz hale getirmek üzere düzenlenmiştir. Samuray geleneği kendi içerisinde şiddet ögeleri ve ritüeller barındırsa da aynı zamanda bu savaş sanatının pirleri ‘Bushi-do’’ dedikleri öğretiyi bu geleneğe uydurmuşlardır. Doğal olarak akla ilk gelen şövalyelik geleneği ve Hıristiyan geleneği arasındaki bağdır. Burada araya giren dinsel faktörler savaşçılık motifleriyle birlikte bir araya gelerek savaşçının içsel huzurunu sağlamaya yönelik bir tür ittifak gerçekleştirir.
Meiji Dönemi aynı zamanda köklü bir diğer gelenek olan samuray geleneğinin birçok öğesini tasfiye etmiştir. Bu tasfiye edilişle birlikte juijutsu gibi bir gelenek de bundan payını fazlasıyla almıştır. Judo sporu bu açıdan daha yumuşak bir ağır başlılığı mesken seçmiştir kendine. Dolayısıyla Japonya’nın bu dönemi aynı zamanda Kurosawa’nın diğer filmlerindeki şiddet ögelerinin tasfiye edilmiş olması açısından önemlidir. Kurosawa filmlerinde de birebir öldürme amaçlı kötücül kaynaklı ögeler asla kullanılmaz. Kızıl Sakal, Yedi Samuray gibi filmlerde bu aşırı geleneksel ve yobaz tutum yönetmen tarafından eleştirilmiştir. Aynı şeyi Masaki Kobayashi filmlerinde çok daha keskin bir şekilde görürüz. Kobayashi filmlerindeki sert ve aman vermez samuray kuralları yerden yere vurulmuştur ancak Kurosawa filmlerindeki bu tutum gelenekleri karşısına almak yerine ana karakterlerin gelişimlerini sağlamak ve onlara gerçek öğretinin nasıl olabileceğini göstermek amacıyla gösterilir. Aslında bu kötücüllük yalnızca bireyin zaferini sağlamak amacıyla değil, bireyin kendi yolunu kendi bulmasını sağlamak amacıyla yaratılan bir tür saga haline getirilir. İkiru (Yaşamak, 1952) filmindeki kanser hücreleri, Yedi Samuray filmindeki haramiler (kanser hücresi gibiler değil mi?), Dersu Uzala filmindeki fırtınayı hatırlayalım ve buna isnat edecek bir sürü kötücül ögeler Kurosawa filmlerinin ham maddesini oluşturmaktadırlar.
Filmimizdeki kötücül ögeler, Ming Okulu öğrencileri ve onların gerici tavrı ve filmin devamında karşılaşacağımız, yine aynı sporda karşımıza çıkacak rakiptir. Ming okulu öğrencileri, Yano’nun yolunu keserler. Aynı zamanda Sugata da onlarla birlikte dışarı çıkarak dövüşün nasıl olacağını merak etmektedir. Burada karşımıza çıkan motif Sergio Leone’nin Once Upon Time in The West (Bir Zamanlar Batıda, 1968) filmindeki açılış sahnesiyle benzerlikler taşımaktadır. Leone’nin bir Kurosawa hayranı olduğunu düşünürsek bu türden benzer sahneler bizleri şaşırtmayacaktır. Leone’nin filminde Harmonica’yı (Charles Bronson) tren istasyonunda bekleyen üç haydudun sahnesini hatırlayalım. Harmonica tek başına trenden inmiştir ve karşısındaki üç silahşöre karşı bir düelloya tutuşur. Kurosawa’nın filmindeki bu sahneler de aynı etkiyi yaratmaktadır. Juijutsu okulunun kalifiye dövüşçüleri tek başına bir judo ustası olan Yano’ya karşı dövüşürler. Yano kendisine yapılan bu türden saygısızlığı affetmeyecek, bütün dövüşçüleri arkasındaki nehre fırlatacaktır. Dikkat edilirse amaç hoyratça bir öldürme tekniği uygulamak ya da dövüşçülerin hayatlarına kast edecek düzeyde ileri gitmek değil, yalnızca onları engellemek ve kendini korumaktır. Sugata, elbette bu mücadelenin sonunda Yano’dan kendisini beraberinde götürmesini teklif eder. Onun binmiş olduğu üç tekerlekli arabaya kendini koşar ve takunyalarını mücadelenin olduğu alanda bırakır.
SUGATA’NIN TAKUNYALARI
Sugata’nın, hocası Yano ile birlikte gidişinden sonra takunyalar yolda bırakılır. Kurosawa burada basit bir nesne-özne ilişkisiyle birlikte karakterin, hocasıyla birlikte geçirdiği merhaleleri anlatma yolunu seçmiştir. Takunyalar ile birlikte Sugata kendi geçmişini simgesel olarak geride bırakmıştır. Günler, geceler ve mevsimlerle birlikte takunyaların kaderi de değişir, uzamları da. Burada takunyalar yalnızca zaman olarak değişim gösterirler. Sugata fiziksel anlamda pozitif olarak ne kadar değişime uğradıysa takunyalar da zamanla negatif olarak değişime uğramıştır. Eskimiş ve yıpranmışlardır. Takunyalar ne kadar simgesel geçmiş olarak geride bırakılmış olsalar da, Sugata’nın belki de gelecekte yaşayacağı çetrefilli zorlukları da anlatırlar. Takunyalar bir nehirde sürüklenerek Sugata’nın yaşadığı yere gelirler. Nehir veya su teması zamanı göstermek için kullanılan basit bir metafordur. Ancak Sugata’nın tinsel olarak güçlenmesini sağlayacak faktörde göle indiği sahnenin olduğunu unutmayalım.
Sugata fiziksel olarak Judo sporunu oldukça iyi bir şekilde, yaşadığı şehrin mahallelerindeki kavgalara karışarak icra eder. Ve bu yüzden hocası tarafından bir çocuk gibi azarlanır. Özellikle hocasıyla yaptığı konuşma sırasında gömleğinin üst kısmı yırtılmıştır. Sugata burada yaramazlık yapmış bir çocuğa benzemektedir. Hoca-öğrenci ilişkisi burada aynı zamanda baba-oğul ilişkisine dönmektedir. Sugata kendisine kızan hocasının haklılığı karşısında kendine karşı acımasızca davranır ve hocasının çalıştığı odanın yanındaki gölete kendini atarak oradan affedilinceye kadar hiç çıkmayacağını söyler. Burada Dostoyevskiyen bir tutum benimsediğini görebiliriz Kurosawa’nın. Sugata’nın öfkesi aynı zamanda kendi gururundan kaynaklanan bir öfkedir. Kendini aşağılayarak kendi gururunu da bir kenara fırlatarak atlar gölete. Göletin içinde saatler ve günler geçirir. Okulun içindeki yaşlı rahip Sugata’nın inadından vazgeçmesi için çabalar ancak Sugata inadında diretir.
Film kendi ülkesinde ne kadar ulusal bir dövüş sporunu anlatmış olursa olsun sansüre uğramıştır. 17 dakikalık kısmı ise halen kayıptır. Sansüre uğrama nedeni açıkçası barizdir. Özellikle Yano hocanın Sugata’yı dizginlemeye çalışması ve önüne her gelenle kavga etmesi dönemin Japonya’sının siyasetine benzemektedir. Sugata, adeta her yeri işgal etmeye çalışan ordusunun gücüyle her yere saldıran bir Japonya’yı hatırlatmaktadır. Özellikle 2. Dünya Savaşı döneminde birçok Japon yönetmen bu alanda propagandist filmler çekmiştir. Bu filmlerin büyük bir kısmı da ulusal iradenin gücünü göstermek amacıyla yapılmıştır. Kenji Mizoguchi, Genroku Chûshingura (47 Ronin, 1941) filmi yaparken, Yasujiro Ozu da Chichi Ariki (There Was A Father, 1942) filmini çekmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kurosawa tüm bunlardan bağımsız olarak eserler vermeye çalışmasına rağmen, Sugata’nın devam filmi ve ilk dönem filmlerinden bazılarını bu meyanda ortaya koymuştur. Sugata’nın ilk bölümü savaş sürecinde yapılmıştır, ikinci bölümü ise savaş sonrasında yapılmıştır. Bu ayrımı ikinci filmde incelemeye çalışacağız.
Filme baktığımızda gerçekten bir tür batı özenticiliği de eleştirilmiştir. Sugata’nın daha sonra kazanacağı zafer aynı zamanda batı özentisinin getirmiş olduğu açmazlara da karşı bir tür tehdit işlevi görmektedir. Ancak bu tehdit dikkat edilirse batının kendisine ya da kültürüne değil, onu kullanan ve gökten zembille inmiş gibi riayet etmeye çalışan Japon halkına yapılmıştır. Kurosawa babacan karakterini bu etkiye karşı bir tür paravan olarak kullanmaktadır.
Sugata göletin içerisindedir, onun oradan çıkmasını isteyen rahip daha fazla inat etmemesini ister. Burada rahip figürü filmde neredeyse az yer kaplamasına rağmen, kafamızdaki dinsel bağdaşıklıkları kurmak için yeterli bir amaca hizmet eder. Bu amaç Kurosawa filmlerinde neredeyse eksik olmayan bilgelik olarak tanımlayabileceğimiz kendini gizil bir faktör olarak sunan motiftir. Yedi Samuray filminde, Kanbei’nin bir çocuk hırsızını yakalamak için rahip kılığına girmesini yalnızca samuray geleneğinin çiğnenmesi olarak görmemek gerekir. Bu aynı zamanda rahip kılığına giren samurayın bilgeliğini ve metanetini gösteren bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu filmde de buradaki rahip faktörü adeta judo evinin kutsiyetini vurgulamak amacıyla kullanılmıştır diyebiliriz. Sugata göletin içinde yalnızca bir dala tutunmuştur, onu bıraktığı anda belki de takatsizlikten göletin dibini boylayacaktır. Ancak hem kendi yaşamını tuttuğu bu dal biraz da Odin’in hikâyesini hatırlatmaz mı bizlere?
Sugata sabahın erken vakitlerinde bir lotus çiçeğinin filizlendiğini görür ve bu onda adeta aşkınsal bir gerçeklik olarak zuhur eder. Lotus çiçeği Japon ulusunun önem atfettiği çiçek türlerinden biridir. Kiraz çiçekleri gibi kendisine değer verilen Lotus çiçeği bir maneviyat simgesi olarak bizlere yansıtılır. Burada ayrıca dikkat edilmesi gereken şey bu çiçeğin batı edebiyatında işlenmiş olmasıdır. Özellikle Homeros’un Odysseia adlı eserinde Lotus Yiyenler bölümü dikkate değerdir. Bu bitkinin uyuşturucu özelliği olması nedeniyle bunu yiyenlerin hafızalarını kaybettiklerini görürüz. Kültürel farklardan doğan bu ayrım Akira Kurosawa’nın yukarıda değindiğimiz batı geleneğine karşı olan mesafesini de göstermektedir. Lotus çiçeği Sugata’nın hakikati görmesinde ya da içindeki öfkesinin ya da gururun yumuşamasını da sağlayan bir etken olarak işlemektedir. Bu açıdan Lotus çiçeğinin fiziksel olarak etkilerinden yararlanılmıştır diyebiliriz. Böylece Sugata’nın takunyaları ile gelişen fiziksel etkinliği, Lotus çiçeğini görmesiyle metafiziksel gelişimine yansıyarak tekâmüle ermiştir diyebiliriz. Sugata göletten çıkarak ustasından özür diler. Bu aynı zamanda Sugata’nın ikinci kez doğumudur. Gölet tıpkı ana rahmindeki bebek gibi Sugata’nın manevi olarak yetişmesine yardımcı olmuştur. Bu doğa teması Kurosawa’nın filmlerinde en çok kullandığı motiflerden birisidir. Dersu Uzala filminde ise bu motifin doruğuna ulaşmıştır diyebiliriz. Çiçeğin etkisi de Kurosawa’nın birkaç filminde daha ortaya çıkar. Örneğin Yedi Samuray filminde Kikuchiyo karakterinin ismi yine aynı şekilde bir çiçekten türetilmiştir. Tsubaki Sanjuro (1962) filminde de Tsubaki ‘kamelya’ anlamına gelir. Filmin başında gördüğümüz nehirdeki takunyaların durumu aslında Sugata’nın gölet içerisindeki durumunu öncesinden haber verir gibidir. Onun fiziksel olarak varlığı aynı zamanda burada ruhani tarafı ile birleşmektedir. Nietzsche’nin inancı olan bir insan hakkında söylediklerine baktığımızda öznenin kendisinde uyanan coşkusal hislere bir anlam yükleyecek bilgi ve donanıma sahip olamaması, aynı zamanda öznenin bu hisleri insani olmaktan çok insanüstü olarak tanımlaması dinin kaynağı olarak kavranabilir. Kurosawa filmlerinde dolaylı olarak görülen tinselliğin kaynağı da acemi, çaylak statüsündeki karakterler için birebir uymaktadır. Kurosawa’da dinsel ögeler bu nedenle dolaylı olarak hocalar, eğitmenler, babacan karakterler üzerinden bu eğilimi yansıtmaktadır.
KAHRAMANLIK SAGASI
Film yapı olarak üç bölüme ayrılmıştır. İlk bölüm Sugata’nın kendini keşfedişi, ikinci bölüm Sugata’nın aşkı, son bölüm Sugata’nın kahramanlığını kanıtlaması olarak tanımlanabilir. İşte burada batı edebiyatındaki epik destanların yapısına bağlı kalındığını görüyoruz. Bir kitap olarak Sugata’nın yönetmenin ilgisini çekmesi buradaki yapısallığa bağlanabilir diyebiliriz. Çünkü aynı zamanda epik eserlerde rastladığımız yapıya oldukça benzeyen bir yapısı vardır Sugata’nın. Ancak aşk teması bilindik ataerkil yapıdaki destanlara daha çok benzemektedir. Filmdeki aşk teması daha çok arka plandadır, böylece film/kitap ismiyle terennüm edilen karakterimizin maceralara-dövüşlere odaklanmıştır. Diğer epik aynı zamanda romantik destanlarda aşkın çoğu zaman kahramanlıklara ya da anlatılan maceraların üzerinde seyreder. Buradaki romantizm ögesi aşk üçgenleri, birbirine ulaşamayan âşıklar gibi varyasyonlarla güçlendirilir. Tıpkı Lancelot-Arthur ve Guinevere, diğer taraftan Nibelungen Destanlarında olduğu gibi. Kurosawa bu türden epik destanları bireysel aşkların değil, daha çok cinnetin ve deliliğin sınırlarında gezinen ya da kendini bir ülküye adayan karakterler için uygun görür. Filmlerinde bir iki film dışında romansın girmesine izin vermez yönetmen. Karakterleri tikel olarak bir ülküye sahiptir, bu da Hegelci bir ifadeyle söylersek, ‘tikel tümele hizmet için vardır’. Ikiru filminde Watanabe bir an için âşık olur ya da öyle sanır ancak bir anda aklına gelen bir fikirle ‘yaşam’ ülküsünün yönünü değiştirerek toplum için ayrıca -kendisi için de- bir çocuk parkı yaptırmaya karar verir. Bu temalar Kurosawa filmlerinin esas ana kaynaklarından biridir. Sugata filminde de aynı şekilde karakterin romansı terk etmez, tam tersine romansı kendi ülküsünü gerçekleştirmesi için bir tür dayanak olarak kullanılır. Andre Bazin’in Kurosawa’nın bu tek gözlülüğüne işaret etmesi boşuna değildir. Ancak yine de sadece bu minvalde ele alınması gereken bir altı çizilen nokta olduğuna dikkat etmek gerekir.
Alfred Hitchcock filmlerinin temel yapısı, izleyicisini bir geciktirim sayesinde dikkatlerini ve duyularını ayakta tutmasıdır. Bu örneği daha iyi anlaşılması için veriyorum. Kurosawa’da ise bu ‘doruk nokta’sı diyebileceğimiz sekanslarla sağlanmaktadır. Bu türden doruk noktası anları aynı zamanda aksiyon sinemasının temel malzemesi haline gelmiştir. Sugata filminde bu açıdan yalnızca bir doruk noktası bulunur bu da, Sugata’nın kendini gölete attığı sekanstır. Karakter böylece aşkınsal ya da kendi hislerinin üstünde bir duygu yaşarken seyirci bunu bir tür coşku olarak algılar. Günümüz modern aksiyon filmlerinde maalesef pek azına rastladığımız bu sahnelere müzikler, efektler ya da bir tür akrobat-estetik karıştırılarak uygulanmaktadır. Kurosawa başyapıtlarında görülen ve izleyicinin algısını ayakta tutan şey birden çok ‘doruk noktası’ olmasıdır diyebiliriz.
Sugata Sanshiro filminin bir tür ‘Chambara’ olup olmadığı tartışması yapılır genelde. Film yapı olarak bundan oldukça uzak bir yerde seyretmektedir. Film aynı zamanda Jidai-geki formunun da karşılığını kısmi olarak yalnızca tarihselliğinden kaynaklanan bir dayanakla vermektedir. Dönem olarak Jidai-geki formu daha çok orta çağdaki samurayları, klanları, roninleri ve hanedanlar arasındaki ilişkileri anlatan filmler olarak karşımıza çıkmaktadır. Sugata filmi ise çekildiği tarih itibariyle de yakın dönemdeki Japonya’yı anlatır. Bu yüzden filme bir Chambara ya da Jidai-geki gözüyle bakılması bana göre mümkün değildir.
Filmimiz, Sugata’nın okuluna gelen, garip tavırlarıyla dikkat çeken batı tarzı giyinişli bir karakterin -Higaki- gelmesiyle devam eder. Okuldaki öğrencilerle dövüşmek isteyen karakterimiz okulda yalnızca iki öğrenci olmasına şaşırır, bir öğrenciyi duvardan duvara savurur, diğeri ise zaten Sugata’nın kendisidir. Bu şahsa karşı dövüşmek isteyen Sugata okuldaki rahipten izin ister ancak kendisine izin verilmez. Sugata böylece Higaki ile dövüşmeye okuluna gelen bir turnuva davetiyesi sayesinde nail olacaktır.
Turnuva başlar ve Sugata ilk rakibini zorlanmadan duvara fırlatır. Bu sahneyi Kurosawa ilk kez -sinema tarihinde de sanırım bir ilktir- burada kullanır. Bu türden bir çekimin ilk kez kullanıldığı Yedi Samuray filmi olarak gösterilir. Ancak Kurosawa’nın magnum opus’u hakkında söylediklerini yinelemekte fayda var. Kurosawa birçok filminde sinema tarihinde miat oluşturan farklı teknikler kullanmıştır. “Ancak bütün teknikleri aynı anda kullandığım film Yedi Samuray filmidir.”
Turnuvadaki bütün karakterlerin giyim tarzı geleneğe uygundur. Ancak Sugata’nın esas rakibi olacak karakterimiz batı giyinişli olarak görünür. Hani Hitchcock’un Trendeki Yabancılar filmindeki tenis maçı sahnesindeki gibi, bütün seyirciler bakışlarını sağa sola topa odaklarken, Higaki kafasını hiç oynatmayarak bir tür karşıtlık, leke işlevi görür. Burada da aynı şekilde Higaki de bu leke işlevini görmektedir.
Yinelemekte fayda görüyorum, filmdeki romans teması Sugata’nın kendi kabiliyetlerini bilemek için kullanılır. Kabiliyetlerini aşk ülküsü için yapmaz Sugata. Bu yanılgıya kolayca düşebileceğimiz bir yapıya sahiptir film. Sugata’nın âşık olduğu kızın babası da erkek kardeşi de -bu bizim kötü karakterimizdir aynı zamanda- onun rakibi olurlar. Kurosawa bu karakter ile Sugata arasındaki ayrımı filizlendirmek için güzel bir sahne kullanır. Higaki kız kardeşiyle sohbet ederken sigarasının külünü çiçeğin yaprakları arasına dökerek tinsel zayıflığını ya da bu konudaki inançsızlığını ortaya koyar. Halbuki çiçek aynı zamanda Sugata’nın bu açıdan tekamüle erdiğini gösteren bir metafor değil miydi? Onun aynı zamanda savaşçı ruhunun dinsel bir şekilde kutsanması anlamına gelmiyor muydu? Sugata âşık olduğu kızla (Sayo) sık sık merdivenlerde karşılaşır. Bu kullanım, Sugata’nın aşk konusundaki inişli çıkışlı ruh halini gösterir. Çünkü Sayo, karşılaştığı gencin Sugata olduğunu bilmemektedir. Sugata ile sürekli merdivenlerde karşılaşır ancak Sugata bunu ancak son karşılaşmalarında söyler.
Tassone, filmin romans özelliklerinin pek de tutarlı olmadığını Kurosawa’nın biraz da acemiliğine bağlamaktadır. Ancak tam tersine filmin ve bu türden yapıtların yapısı zaten böylesine üstün nitelikli aşkların yeşermesi için elverişli bir ortam oluşturmamaktadır. Sugata’nın arzu nesnesine kavuşabilmesi için önce kızın babasını sonra da abisini yenmesi gerekmektedir demek, filmin skalasını epik bir anlatımdan romantik bir anlatıma taşımak demektir. Kurosawa’nın hiçbir filminde buna yönelik bir tecessüs bulunmaması söylemimize bir kanıt teşkil eder. Kurosawa’nın bu açıdan aşk temasını işlediği Subarashiki Nichiyobi (Güzel Bir Pazar, 1946) filmi de Japonya’nın yeni gerçekçilik perspektifi üzerinden değerlendirilmesi ve bunun âşıkların üzerindeki ekonomik baskısını anlatan bir filmdir. Filmde tutarsız olarak değerlendirebileceğimiz köksüz bir ‘femme fatale’ tipi vardır. Ancak bu kadının Sugata’yı öldürmek istemesindeki amaç, Sugata’nın yendiği karakterlerden birisinin akrabası olmasıdır.
Sugata, Sayo’nun babasını turnuvada yener, aynı zamanda onun da ziyaretine gider. Tipik Freudyen bir sahne olarak okuyabileceğimiz bu sahnede, Sugata, Sayo’nun babasını yenerek böylece Sayo’nun da kendisiyle simgesel olarak evlenmesini sağlayacak bir ortam oluşturmuştur. Filmin sonunda da görülebileceği üzere Higaki ile karşılaşan kahramanımız gökte gördüğü bir bulutu Lotus çiçeğine benzeterek bundan güç alır. Böylece eğitime ve dingin bir ruh haline kavuşarak Higaki’yi yener.
Elbette ki filmin 17 dakikalık kayıp kısmında neler olduğunu bilmiyoruz ancak filmin bu sonuyla Sugata’nın kahramanlığının altı çizilir. Farklı bir kurguda abisini yendikten sonra son sahnede onların bir araya gelişlerini görebilirdik, kim bilir? Ancak bu bana göre oldukça uzak bir ihtimaldir.
Film Kurosawa’nın gerçekten en zayıf filmlerindendir. Kullanılan metaforlar, sahne geçişleri, öykü anlatımı oldukça zayıf ve basittir. Gereksiz yere uzatılan birçok sahne, aksiyon türü bir film olmasına rağmen göze batmaktadır.
Orhan Miçooğulları
kusagami@sanatlog.com
Yazarın öteki incelemeleri için tıklayınız.
Charlie Chaplin ve Filmleri Üzerine
Claude Lelouch: “Chaplin’in sineması, bugünkü siyasal sinemalardan daha önemlidir. Bence bu sinemanın modası geçmemiştir.”
Eric Rohmer: “Sinemadan bulup çıkarılacak şeylerin hepsinin onun filmlerinin satır aralarında olduğunu sezmek mümkündür.”
Vittorio de Sica: “Charlie Chaplin, Mark Donskoy ve Robert Flaherty’nin açtığı modern sinemanın yolu, gerçeklik yoludur.”
Federico Fellini: “Buster Keaton, Charlie Chaplin’den daha çok hoşuma gider. Kedi parlaklığındaki gözleri, kemirgenleri andıran keskin dişleri ile Chaplin bende bir tür kuşku, güvensizlik yaratıyor. Chaplin’in belki de en büyük olduğunu kabul ediyorum; ancak Buster Keaton’ın duygu sömürüsüne ihtiyacı yoktu. Giriştiği mücadeleleri ve başına gelen yıkımları, haksızlıkları ya da adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yaşamamıştır. Ve bu mücadeleler, bizi heyecanlandırmayı ya da bize tepeden bakmayı amaçlamaz. İnatçı çabasının özü, bize bir bakış açısı, tümüyle değişik bir perspektif önerisinden ibarettir. Adeta bir felsefedir bu, değişmez kavramlardan oluşan bir sistemin içinde donup kalmış bütün varsayımları ve fikirleri altüst eden ve bunları geçici ve yararsız kılan değişik bir din. Budizm’den direkt gelen gülünç bir varlık.”
Mathieu Kassovitz: “Charlie Chaplin gibi aylar boyunca aynı sahneyi 50 bin kez yeniden çekme gücüne sahip olmak gerek. Bu yollarla mükemmeliyete biraz daha yaklaşabilmek mümkün.”
Jim Jarmusch: “Charlie Chaplin de iyi ama onun stili belki de kültür farklılığından dolayı bana pek uymuyor, o yüzden ben Buster Keaton’ı seyretmeyi tercih ediyorum.”
Stanley Kubrick: “Charlie Chaplin’in çekimleri kesinlikle sinematografik değildi, ama çektiği şeyler olağanüstüydü; ekranda harika şeyler olup bitiyordu. Sergey Ayzenştayn sahte ve yapay şeyleri çekiyordu; ama bunlar sinematografik açıdan mükemmeldi. Elbette bu iki yönetmenin çekim tarzını birleştirmeyi başarırsanız, en iyi filmi yapmış olursunuz.”
Referanslar:
Göstermenin Sorumluluğu (Artun Yeres)
Michel Ciment – Stanley Kubrick Röportajı
Sinema Dünyası
sanatlog.com
Hâr Edebiyat Dergisi: 12. Sayı
Hâr Edebiyat Dergisi’nin 12. Sayısı çıktı…
Dergide Arife Kalender, Cihat Albayrak, Emel irtem, Hakan Bilge, Mazlum Çetinkaya, Selim Temo, Şerif Temurtaş, Zeliha Demirel gibi pek çok şair ve yazarın çalışmaları yer alıyor.