Barton Fink (1991, Coen Kardeşler)
Ağustos 12, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Coen Kardeşlerin yönetmenliğini yaptığı Barton Fink filmi, top 10 listemi çıkarsam muhtemelen bu listede Fellini’nin 8½ (1963) filmi ile yan yana yer alırdı. Tıpkı 8½ filminde olduğu gibi Barton Fink de aslı esasında bir yaratıcılık krizini konu alır. Lakin salt bunun etrafında dönmez. Broadway’de oyunlar yazan bir karakterdir Barton Fink (John Turturro). Dostlarından birisi ise onun aklına “Hollywood fikri”ni sokar. Kendisi hakkında yazılan yazılar onu prodüktörler için kendinden menkul “bir arzu nesnesi” durumuna getirmiştir. Bu minvalde o da Las Vegas’a gider. Burada bir filmin senaryosunu yazacaktır. Film ise taytlı şişman güreşçileri konu alacaktır; fakat ifade ettiğimiz gibi “yaratıcılığı meme yapan” bu yazar hiçbir şey yazamaz ve başka bir yazardan yardım ister. Bu yazar ise W.P. Mayhew adında ve William Faulkner’a inanılmaz benzerliği bulunan bir aktördür. Zaten bu referans oldukça bilinçli verilmiştir. Barton Fink’in hayatıyla Faulkner’ın hayatı belirli paralellikler taşımaktadır. Her ikisi de yazar olmasının yanında, senaryo yazarlığı da yapmıştır. Tabii ki Hollywood aynı zamanda bir yazarlar çöplüğüdür. Fink’in odasının “çöplük” olarak nitelendirilmesi bunun tanıtıdır.
Faulkner’ın anlatıcısı “güvenilmez anlatıcı”dır. Bu anlatıcıyı “The Sound and the Fury” (Ses ve Öfke) isimli eserinde de görmekteyiz. Roman geleneksel bir olay örgüsü ile anlatılmaz. Sınırlar belirsizleşir, kadiri mutlak bir anlatıcıdan yoksunuzdur, hatta hatta zihinsel engelli bir roman kahramanının sekteye uğramış anlatımı ile okuyucunun sarılacağı dal elinden alınmıştır. Barton Fink filminde de farklı bir durum görmeyiz. Bazen yaratıları yazara vurmaktadır [ABD donanma askerlerinin veda gecesi bunun ifadesidir] ve “common man” modeli olarak yarattığı Charles (John Goodman) ise onu kendisini dinlememekle suçlamaktadır. Bu dinlememe durumu, aslında kültürlü ile avam arasındaki sürekli devam eden gerilimi de yansıtmaktadır.
Bir başka referans ise Kafka’nın “Die Metamorphosis” (Değişim) isimli öyküsünedir. Bu novella’da bildiğiniz üzere Gregor Samsa gezici bir pazarlamacıdır. Aynı gezicilik Charles’da söz konusudur. Fakat burada sivrisinek’in Kafka’nın ungeziefer’i ile belirli ortak noktaları olduğu gibi farklılıkları da vardır. Burada sivrisinek aslında gerçekliğin belirsizliğine dair bir semboldür. Sivrisineği öldürmek için Audrey’nin sırtına vuran Barton Fink onun ölmüş olduğunu fark eder. [Sivrisinek'in ölümü bu durumu sembolize eder. Aslında yaşadığını zannedip sırtına vurmuştur.] Bununla birlikte prodüktör ve yazar arasındaki ilişkiye refere eder. Yazarların ekonomik kaygılar ve senaryo yazarlığının getirdiği para neticesinde kendi entelektüel yetilerini şirketlere satmalarını ve şirketlerin bunu yiyip bitirmelerini konu alır. Bir sivrisinek gibi kanlarını emmektedir. Fakat buradaki ilişki belki de Coen Kardeşlerin modernist tekniği ile belirsizleştirilmiştir. Bunu ise şu şekilde anlayabiliriz: Öncelikle bu sivrisinek’in yorumlanması tek boyutlu değildir. Katmanlı bir şekilde kurulmuştur, aynı sivrisinek ve kurban ilişkisi Mayhew ile Audrey arasında da söz konusudur. Bunu seyircisinin gözüne sokan ise haliyle Barton Fink’tir.
Buna ilaveten otel’in de belirli sembolik anlamları vardır. Öncelikle tekinsiz bir oteldir. Bilhassa asansörcü adam ile resepsiyonist Kafka’nın karakterlerini andırmaktadır. Aslında bir şeylerin yazarın kafasının içinde olup bittiklerini; bazen soundtrack olarak kullanılan nefes alıp verme sesi ise bizi senaryo yazarının bir senaryosu içinde olup olmadığımız konusunda şüpheye düşürür. Çünkü hep Chet hem de asansördeki adam “sanki bir romanın bir kesitinden alınma gibidir”. O kadar düzdürler ki bu düzlük ve dolaysız olmaları onlar hakkında bir tekinsizlik hissi uyandırır. Buradaki tekinsizlik kelimesini Freud’un kullandığı “unheimlich” anlamında kullanıyorum. Aslında tekinsiz insanın kendinden bir parçadır. Tanınmayan içimizdeki öteki ya da Dostoyevski’nin “dvoynik” [ikiz, öteki, bir başka ben]idir. Roman yazarının yarattığı her karakter de aslında onun için bir başka bendir. Herman Hesse’nin “Der Steppenwolf”taki (Bozkırkurdu) beni içinde birbiriyle savaşan karakterlerdir [Aynı savaşım filmin sonunda Charles, Deustch ve Mastrionotti arasındaki ilişkide daha belirgin ortaya çıkar]. Yani onun bir yaratısıdır. Filmde de bu modeller birçok şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle bu eski ve tecrit edilmiş otel Charles’ın zihninden başka bir şey değildir. Bu zihnin birçok kapısı vardır ve kapının önünde ayakkabılar bulunmaktadır. İngilizcede bir deyim vardır, o da şu anlama gelir; “put oneself in someone else’s shoes”, yani bu deyimin tam anlamı, “kendini onun yerine koy, bir de onun bakış açısından bak” anlamına gelmektedir. Yani bu deyimi kelimesi kelimesine çevirdiğimizde filmdeki bir referansa dönüşmektedir. Bu minvalde ayakkabıların büyük bir önemi vardır. Öncelikle tüm ayakkabılar kapının önündedir ve bu ayakkabılar sadece Chet tarafından toplanılıp parlatılmaktadır ve buradaki her oda Fink’in kafasındaki olanak halindeki senaryoları betimlemektedir. O senaryolardan birisini kullandığında ya da yazdığında ve yahut da etkinlik haline getirdiğinde haliyle o karakterle özdeşleşecek, ona kendinden bir şeyler katacaktır. Yani onun ayakkabılarını giyecek ve onun bakış açısından bakacaktır. Chet’in Fink ile Charles’ın ayakkabısını yanlışlıkla birbirlerine vermesini başka nasıl anlayabiliriz ki? Haliyle bu ayakkabı Fink’e büyük, Charles’a ise küçük gelmiştir. Burada aslında kültürlü insan ile halktan insanın bir tartışması vardır. [Bu arada George Orwell'ın Aspidistra romanında kullandığı gibi “kütüphanedeki kitaplar arasındaki Darwinci mücadele” burada belki olanak halinde yazarın kafasındaki tasarılarda da mevcuttur ve bu savaştan galip çıkan "Güreşçi Charles"tır. Filmin sonunda Charles'ın odasının yanmamasını ve o odaya girmesini başka nasıl yorumlayabiliriz ki?]
Fakat ilginç bir noktadır ki her ne kadar Barton Fink yazarlar ve onların ucuz yazıları hakkında atıp tutsa da aslında kendi kendini yok eden bir şey ortaya koymaktadır. Belki de bu çelişkinin farkında değildi Fink. Burada başka bir kelime oyunu ise “Fink” adında yapılmaktaydı. Fink’in söylenişine dikkat edildiğinde aslında “think” gibi okunmaktadır. “Think” ise bildiğiniz gibi “düşünme” anlamına gelir. Fink’in biteviye düşünerek gerçekliği tıpkı Kafka gibi kurduğunu söylemiştik; yani gerçeklik bilinç ve algı düzeyine indirgenmiştir. Eğer K. Şato’ya bakıyorsa “Şato” vardır. [O kafasını çevirene kadar şato varolmaya devam edecektir.]
Film sanatsal yaratının doğası üzerine de belirli sorular sorar. Öncelikle Fink’in yazamamasını neye bağlamalıyız? Sıcaklığa ya da sivrisineklere mi? [Bu arada bu sıcaklığın biteviye ikinci dünya savaşında gaz odasında öldürülen Yahudilere de bol bol referans verdiğini söylemeliyiz.] Filmin sonunda yer alan otelin yanması olgusu da aynı paralellikte incelenebilir. Ama burada stilistik bir element de söz konusudur. O da sadece Charles’ın hikâyesinin bizim gözümüzün önünde olmasıdır. Biz çok belirgin olmasa da Charles’ın bize çıtlattığı fakat Fink’in değinmediği hafif meşrep kızlar hikâyesini sadece yüzeysel olarak biliriz. Bu ise o koridorda gerçekleşen çeşitli olaylar hakkındadır. Burada Charles’ın her ne kadar duysa da kulağının kapalı olduğunu belirtmek zorundayız. Çünkü kendisi de bir yaratıdır. Burada kadiri-mutlak bakış açısına sahip olan sadece “Barton Fink”tir. Filmin sonuna doğru da otelde kafasındaki olanak halinde olan tüm karakterlerin sesleri duyulur. Belirttiğim gibi sadece Charles’ın odası yanmaz. Çünkü ortadan kaldırılmayacak olan ve belki de bu Darwinci mücadeleden tek ayakta kalan Charlesın hikâyesidir. Diğer olanak halinde olan tüm hikâyeler kâğıt ve mürekkebe bürünemezler.
Bu arada Barton Fink’in kulağındaki pamukları nasıl yorumlamalıyız? Bu her ne kadar kimileri tarafından “Amerikan Solculuğu”nun 1940′lardaki “Yahudi Soykırımı”na karşı ilgisizliği olarak yorumlansa da, aslında Barton Fink karakterinin oldukça ezik olduğu ortaya çıkacaktır. Dış dünya ile bağlarını koparmış ve kendini yazma tanrısının ellerine bırakmıştır; aslında kendi dünyasında yaşamaktadır. Filmin başından itibaren, Kafka karakterlerinin gerçekliği her hareketleri ile inşa etmeleri gibi Barton Fink de gerçekliği/anlatıyı sürekli üretir. Bunun bazen farkında olmak zor olsa da filmin başında başka bir odadan gelen ağlama ile karışık gülme sesleri [Charles'ın sesidir bu] belki de film içinde daha ileriki bir sahneye referans vermektedir ya da aslında belki de Barton Fink sandalyesinden hiç kalkmamıştır ve yazdığı daktilonun kâğıdında çözülen kamera ise salt bu yazma ediminin bir “gerçekleşmesi” şeklinde vuku bulmuştur? Bunu defalarca belirtmekte zarar görmüyorum ama her halükârda film içindeki gerçek ve düş sınırının daha da belirsizleştirilmesine neden olmaktadır.
Peki, yazarın işlevi nedir? Hayatlarından çaldığı insanları cilalayıp pazara sunmak mıdır? [Tıpkı bir ayakkabı gibi, insanın tahayyül edip ürettikleri de sürekli cilalanır.] Peki, yaratma süreci nedir? Bir boşalma süreci midir? Peki, biteviye düşen duvar kâğıtları ve ondan çıkan yapışkanımsı sıvı için ne demeliyiz? [Sanatsal anlamda yaratma anı bir boşalma anıdır ve bu sıvı da bir spermi andırır.] Aslında otel Charles’ın zihni gibidir, daha doğrusu onun kendi zihni içinde sınırlanmışlığının “Dante”ce bir ifadesidir. Cehennemsi sıcaklık ise bunun bir göstergesi. Bunu ise “onun deliliği” ile yani mental sınırlanmışlığı ile bağlantılandırabiliriz. Belki de o Borges’in “Circular Ruins” [Döngüsel Yıkıntılar] isimli öyküsündeki hayal edilen ve kendisinin de bir hayal olduğunu ateşin yakmaması ile anlayabilen karakterle özdeşleştirilebilir. Belki de filmin sonunda yaptığı serzeniş bunun bir kanıtıdır. Fakat bu infernal yapı, aynı zamanda başka bir şeyi de sembolize etmektedir. Charles’ın kulak akıntısı ile duvarlardaki akıntı sanki aynı cins bir akıntı gibidir. Aslında Fink, Charles’ı hiç dinlememiştir. Çünkü yaratan odur. Bu “common man” kendisinin hiç anlaşılmadığından serzenişte bulunmaktadır. Bunun için kendi sözüm-ona tanrısına kızmıştır fakat duvarlardan akan sıvı hayal eden ve hayal edilen için de belirli sınırlar inşa etmektedir…
Seçim Bayazit
calderon@sanatlog.com
Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
Kirliliğin Kıyısında Uğursuzluk
Bahçenin uzak kuytularında sinsi sinsi avını bekleyen çakal, kadınsı sesini çıkarmadan etrafı gözlüyordu. Sarıya çalan kasımın son günleriydi. Uğultulu rüzgâr pencerelerin aralığından ıslık gibi sızıp evin içindeki matemin üzerinde dolaşırken bahçedeki tavukların uykularında boğulup kötücüllerin elinde paramparça olduklarını bilmeden ağlayan kadınların arasında anlamsız anlamsız bakan küçük kızın yüreğine çöreklenen bir hissin yıkılan duyguları ayaklandıracağını kim bilebilirdi? Zaman var olan kayıtsızlığın üzerini örtmeye hazırlanırken küçük Asu’nun uğursuzluğu saçılan raptiyelere basan bir ayak gibi yakıyordu Mürüvvet Hanım’ın içini. Iraklara dalan boş bir bakışın daldığı yerlerden çıkardığı anılar uğursuz bir çocuğun mutluluğu çalan anlarından başka bir şey değildi. Bunu kimse bilmiyordu Mürüvvet Hanım’dan başka.
“Götürün şunu buradan. Gözüme gözükmesin.”
Asiye, büzüştüğü duvar dibinden kaldırdı çocuğu. Kucağına aldığı Asu’nun başını omzuyla boynu arasına gizlemesine izin vererek alt kata indirdi. Mutfağın yanındaki ağır rutubet kokulu odaya girdiklerinde yavaşça kucağından indirdi. Yüklüğün yanındaki somyaya oturmasını işaret ettiğinde Asu konuşmaya cesaret ederek “Babaannem beni hiç sevmiyor mu?” diye usulca sordu. Tek düze bir ses tonu, vurgusuz bir konuşması vardı. Asiye karşısındaki kırmızı saçlı, sarımsı çilleri olan bu kıza acıdığını hissetti. Asiye’nin gözlerindeki bakış değişerek “Olur mu öyle şey babaannen seni çok seviyor aslında. Ama şimdi biraz üzgün…” dedi. Evin içini saran derin sessizliğin içindeki susup birbirlerine baktılar. Asiye kıza sarılıp sarılamamak konusunda tereddüt etti. Halası uğursuz saydığı bir kıza sarıldığını görse ona neler yapardı. Asiye kızı yalnız bırakıp odadan çıkmaya hazırlanırken kısa boylu bir kadın telaşla içeriye girdi.
“Kız duydun mu?
“Neyi?”
“Neyi olacak şuncağızı göndereceklermiş. Ne gaddar şu halam!”
Asiye korku dolu bakışlarla çocuğa baktı. Çakalın boğmaya hazırlandığı bir tavuk gibi habersizdi her şeyden.
Rüzgâr; evin tepesinde anaforlar yaratarak süzülüp yağmur bulutlarını taşırken şehre yağmurun kirli sokakları şakır şakır yıkayan sesi evi ele geçirdiğinde kovuğuna çekildi. Asiye yağan yağmurun halasının kirli yüreğini de yıkamasını istedi bir an. Sadece bir an bu duygu benliğini ele geçirdi. Asu’nun bacak arasından yol olup akan sidiği gördüğü anda bu his yerini öfkeye bıraktı. İşte o gün, o an Asu şiddetle tanıştı. Altı yaşında bir fiske vurulmamış, hep sevgiyle okşanmış yüzüne ilk şamar Asiye’den geldi. Kristal parçacıklar al al yanmaya başladı yüzünde. Kılcal damarların bal peteği gibi seçildiği yüzündeki onlarca çil kahverengine dönüp iyice belirginleşti. Sarih bir öfke odaya hâkim oldu. Az önceki kadın atılıp tutmasa hırsını çocuktan çıkarmaya kararlıydı Asiye. Ağırlaşan odanın havasını dağıtmak için “Hadi sen geç. Ben temizlerim.” dedi.
Sonradan aklına gelince “Çocuğu da giydiririm. Sen kıyafetlerini getir.” diye ardından seslendi. Asu dudağının kenarını büzüştüre büzüştüre yerken usulcacık ağlıyordu. İçini çekerek sahipsiz bir kedi yavrusunun ürkekliğiyle kalkıp duvar dibinde dineldi. On dakika sonra tertemiz kıyafetlerini giydiren kısa boylu, şişman kadına karşı içinde bir sevgi kırıntıları oluştuğunu fark etti. Bunun masumluğuyla “Babaannem bana bakmazsa sizde kalabilir miyim?” diye sordu. Kadın başını salladı. Fakat sağdan sola, soldan sağa… Zift karası bir acı kazındı odanın rutubetten çatlayıp kabaran duvarlarına.
Uykuya dalmadan önce odadaki fısıltıların eşliğinde annesiyle babasını düşündü. Uyumadan önce yanağına kondurdukları ılık, sevgi dolu öpücüklerini…
“İsa abim nasıl evlenmişti bu kızla? Hala aklım almıyor.”
“Âşık oldum dedi. Halam kıyamet kopardı. Evi terk ettiği gün İsa öldü herkes için. Halam ne dirime ne ölüme diye günlerce dövünüp beddua etti.”
“Şimdi anladım bu kızın neden böyle olduğunu. Habibe Teyze’nin bedduaları tutmuş. Yazık hem kendini hem annesini mahvetmiş bir kız için.”
Asu’nun uyuduğunu unutup iyiden iyiye sohbete kaptırmışlardı kendilerini. Açık açık konuşuyorlardı.
“Kız rehabilitasyon merkezindeyken kaza geçirmişler. İyi ki çocuk yokmuş.”
Asiye hayretle “Niye öyle diyorsun. Bence o da onlarla ölseydi iyi olurdu.” dedi. İnandığı şey insani duyguları alıp götürdüğünden sağlıklı düşünemiyordu. Haklı olduğunu ispatlamak istermiş gibi hızlı hızlı “Anne baba ölünce çocuk geride kalmamalı. Bak şimdi kimsesizler yurduna verilecek iyi mi oldu hı, söyle bakalım.”
Asiye karşısındaki kadına iyiden iyiye çıkışıyordu. Özürlü bir çocuğun hayatta kalmayı hak etmediğine olan inancı her şeyin önüne geçmiş saydıkça sayıyor, dökülen, kırılan hiçbir duyguyu önemsemiyordu.
“Halam uğursuz o diyor, beddualının evimde işi yok diyor. Helal kadına valla…”
“Asiye kız öyle deme. Şu masumun ne suçu ne günahı var. O yurtta sabah akşam dayak atıyorlarmış, aç kalıyorlarmış. Yazık yavruya!”
“Öf Duriye! Kız acıya acıya buna mı acıdın! Bakma sen bunun böyle olduğuna. İlk görünce ben de senin gibi acıdım, sağlıklı bir şey sandım. Koskoca kız altına yapıyor yaaaa! Boşver sen şimdi onu da Kamilgillerin Ufuk’unu gördün mü? Ay ne yakışıklı olmuş o öyle.”
“He gördüm, görmem mi. Bütün köyün kızlarının dilinde. Kimseye de bakmadı ha! Azıcık göz süzsün diye o kadar bekledim ama burnu havada…”
Kapının birden açılmasıyla ikisi de yatağa iyice büzüştüler. Tahta döşemenin gıcırtıları arasında Habibe Hanım döşeğin başına gelip “Kız Asiye!” dedi.
“Ne oldu hala!”
“Asiye yarın şu uğursuzu götürecekler bu odayı kırklayalım. Fatmagillerde döşeme fırçası varmış. Sabah kahvaltıdan önce onu al gel.”
“Hala bu saatte bunu mu düşündün de uyuyamadın.”
“Nasıl düşünmem! Bu oda da namaz kılıyoruz kızım! Sarı toz boya var odunlukta. Onu da Faruk’ a söylerim fırçalaya fırçalaya boyar.”
Asiye başını salladı. Asu konuşulanları özümsedi. Yüreğini yaprak yaprak ayırdı. Anladı, hissetti, duyumsadı. Sabah gelen siyah etek ceketli billur yüzlü bir bayanın yanında evden ayrılırken arkasında kızılca kıyamet koptu. Babaannesi dövüne dövüne ağlarken dönüp baktı.
Yanındaki kadının huzurlu gülümsemesine karşılık verip “Beni seviyor muydu?” diye sordu. Araba çoktan köşeyi dönerken Habibe Hanım baygınlık geçiriyordu.
“Bütün tavuklarım ölmüş. Uğursuz o uğursuz… Bir gece kaldı evimde bulaştı laneti evime.”
Dizlerine vurup dövünürken Asiye boynuna, yüzüne avuç avuç kolonya sürüyordu. “Asiye, Asiye! O kör olacısa Osman’a söyle kızın gezdiği her yere kireç döksün. Evi kırklayın…”
Bağırmaktan sesi çatallaşan Habibe Hanım’ın bağırtılarını duyan bütün köy bahçeye doluştu. Herkes oğlu için, torunu için ağladığını sanıp acıyarak baktılar. Habibe Hanım’ın sesi ulumaya dönüşünceye kadar seyrettiler. Ev üç gün temizlendi. Her yere beyaz kireç döküldü. Ak pak görünen evin pencerelerinden giren rüzgâr temiz bir yürek aradı. Pervazlara çarpa çarpa uğuldadı. Uğurlu bir geleceğe giden Asu’nun ardından evi usulca dolanıp kirli yürekleri süpürdü sessizce.
Semrin Şahin
semrince@gmail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.