Türlerin Buluştuğu Coğrafya: Günah Şehri
14 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Frank Miller’in Sin City adlı çizgi roman serisinin bir uyarlaması olan Sin City (Günah Şehri) filmi, hem yaratıcısı olan Frank Miller hem de misafir yönetmen olarak Quentin Tarantino da dâhil olmak üzere Robert Rodriguez’in de için de bulunduğu bir yönetim ekibinin sinemasıdır. 2024 yılında gösterime girmiş filmin çizgi romanla olan yakın akrabalığı ve bizzat çizgi roman biçemiyle kurulması çizgi roman tarihine kısa bir değinmeyi zorunlu kılıyor.
Çizgi romanın ilk tarihsel örneği New York World‘de çıkan ve R.F. Outcult’a ait olan Hogan’s Alley olsa da türün altın çağı 1930’ların kültürel iklimiyle ortaya çıkmaktadır. 1938 yılında Action Comics hem Superman’i hem de türün temel kodlarını oluşturarak çizgi romanların doğumunu kutladı. İki göçmenin Kripton gezegeninden gelen göçmen bir kahraman yaratması dönemin her yerden göç alan Amerika’sıyla yakından ilintilidir. Superman de dâhil Kaptan Marvel, Batman, Kaptan Amerika gibi karakterler suça karşı çıkarak adaletin gerçekleşmesi için çalışırlar. 1938’den 1949’a kadar süren bu dönem çizgi romanın altın çağıdır ve İkinci Dünya Savaşının etkisi süper kahramanların ününü artırır. Savaş sonrası dönemde çizgi roman korku ve suçun daha yoğun olarak resmedildiği bir dönemdir ve savaşta kullanılan atom bombalarının varlığı nedeniyle atomik çağ olarak adlandırılır. Bu dönemde hem devletin çizgi romana karşı yasaları ve yasakları hem de yayıncıların çizgi roman yayınlarına dair mesleki kuralları ortaya çıkar. Çizgi roman tarihindeki dönemselleştirme bronz, gümüş ve modern dönemler olarak devam eder. Bu dönemselleştirme türün ticari ve karakteristik özelliklerini ortaya çıkardığı kadar türün politik-kültürel gelişmelerle bağını da vurgular. (A Brief History of the Comics, http://comics.ha.com/images/HoC.pdf)
Çizgi roman kahramanları ve öyküleri altın çağdan modern döneme kadar kendi alt türlerini yaratmıştır. Diğer taraftan kahramanlar ve öyküler yaşanan dönemin politik ve kültürel kodları tarafından biçimlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da yayımlanan çizgi romanların bazılarında Alman askerleriyle savaşan kahramanların olması gibi örnekler çizgi roman türünün tarihle bağını göstermektedir.
Filmin özgün metni olan Sin City, Frank Miller tarafından 1991–2000 yılları arasında yayımlanmıştır. Dark Horse Comics tarafından basılan çizgi roman Basin City adı verilen kurgusal bir şehirde yaşanan hikâyeleri anlatır. Basin City’nin takma ismi her bir hikâyede yer alan suç ve günahın bıraktığı izden gelmektedir. Bu kurmaca şehrin polisleri özel silahlar kullanabilen özel güvenlik güçlerinden oluşmaktadır. Çoğu hilekâr ve suça meyillidir. Şehirde suçları organize bir şekilde kendi lehine kullanan İrlanda kökenli Roark ailesinin egemenliği vardır. Roak ailesi egemenliğini kurmak için fahişeleri ve din adamlarını uzun süre kullanmıştır. Sin City’i daha yakından tanımak seriye ait üç öykünün bir arada kullanıldığı filmi çözümlemek için yol açıcı olacaktır.
Sin City’de Mekânlar
Kedie’s Club: Bu bir striptiz kulübüdür. Filmin ilk episodunda dedektif Hartigan (Bruce Willis) tarafından kurtarılan Nancy Callahan (Jessica Alba) ve üçüncü episodundaki Dwight’ın (Clive Owen) eski sevgilisi Shellie (Brittany Murphy) burada çalışıyor. Dwight ve Marv (Mickey Rourke) burada bira içip vakit geçiriyorlar. Marv burayı, “Benim gibi bütün kaybedenlerin takıldığı bar.” şeklinde tarif ediyor.
Eski Şehir: Goldie ve Wendy (Jamie King) adlı kız kardeşlerin de içinde olduğu, sex işçilerinin egemenliğindeki kentin bir bölümü. Polislerle yapılan anlaşma sonucu buraya polisler yalnızca alışveriş için gelebiliyor. Buradaki kadınlar şiddete yakın ve acımasız. Kendi kurallarını çiğneyenleri affetmiyorlar.
Roark aile çiftliği: Roark ailesinin çiftliğidir. Seri katil Kevin’in (Elijah Wood) yaşadığı evdir. Marv, Kevin’i burada kendi kurduna yedirerek öldürür.
Santa Yolanda Parkı: Dwight’ın Jackie Boy’u (Benicio Del Toro) takip etmek için gittiği yerdir. Dinozor heykellerinin bulunduğu eski bir eğlence parkıdır. Fakat kullanıma kapalı olduğu için pis işlerin mekânı hale gelmiştir.
The Projects: Yoksulların yaşadığı toplu konutlardır. Marv karakteri burada dünyaya geliyor. (http://en.wikipedia.org/wiki/Sin_City, 25 Aralık 2024)
Sin City’e Giriş
Sin City filmi serinin The Big Fat Kill, The Yellow Bastard, The Hard Goodbye bölümlerindeki hikâyelerden oluşmaktadır. Hikâyelere geçmeden önce küçük bir episod Sin City şehrine dair ipucu verir. Genç bir adam susturucu bir tabancayla ertesi gün alacağı çeki düşünerek soğukkanlı bir biçimde, dudaklarından öptüğü kadını öldürür. Ve ardından filmin başlangıç jeneriği girer. Filmin ilk hikâyesi kalp rahatsızlığı yüzünden erken emekli edilen Dedektif Hartigan’ı anlatır. O ortağının tüm uyarılarına rağmen son bir iş yapmak ister. Kentin nüfus sahibi senatörlerinden Roark’ın oğlu küçük bir kızı cinsel sapkınlığı nedeniyle kaçırmıştır ve ortağı da dâhil polis teşkilatı buna göz yumar. Fakat Hartigan kendi yaşamına karşı küçük kızı kurtarmayı seçer. “Yaşlı bir adam ölüyor ve küçük bir kızın yaşamı kurtuluyor. Olması gereken budur.” Yine de Hartigan’ın ölümü tahmin ettiğinden çok daha sonra olur. Hapse atılır ve kurtardığı kız da dâhil pek çok çocuğa yönelik şiddetten, tecavüzden yargılanarak toplumsal alanda onuru yok edilir. Uzun bir süre bu suçlamalara direnir ama bir zamanlar küçük kızı kurtarmak için yaraladığı Roark’ın oğlu, kızı yeniden öldüreceğini söyleyince suçlamaları kabul ederek hapisten çıkar ve kızı bulur. Kızı bir kez daha bu sefer gerçekten kendi ölümü pahasına kurtarır.
Sin City’nin ikinci hikâyesinde Marv adlı şartlı tahliyeyle dışarı çıkmış karakter anlatılmaktadır. Marv görünüşündeki çirkinlikten dolayı hiçbir kadının yanına yanaşmadığı biridir. Ve ilk defa Goldie adlı bir kadın tarafından kabul edilip hayatının en güzel gecesini geçirir. Uyandığında Goldie öldürülmüştür ve Marv onun katilini bulmaya yemin eder. Goldie’nin Roark ailesinin denetiminde olan papazlara fahişelik yaptığını ve aile tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Goldie, Roark ailesinin bir üyesi olan kardinal ve Roark çiftliğinde yaşayan Kevin’in fahişeleri yediğini fark etmiştir. Marv, Goldie’nin kız kardeşi Wendy’nin de yardımıyla Roark çiftliğin yok eder ve kardinal Roark’ı öldürür. Yakalandığında Roark çiftliğindeki bütün cinayetler üzerine yıkılır ve elektrikli sandalyede idama mahkûm edilir. Ölürken göz kapaklarının altında Goldie’nin hayali vardır.
Filmin son hikâyesi yine erkek karakterin bir kadın yoluyla fahişelerin egemenliğinde olan Eski Şehri kurtarma serüvenini anlatır. Dwight eski sevgilisi Shellie’yi yeni yüzüyle ziyarete gittiğinde Jackie Boy tarafından rahatsız edildiğine tanık olur. Jackie Boy’u uyardığında adamın Eski Şehre giderek fahişe kadınları rahatsız edeceğini anlar. Oraya vardıklarında kadınlardan biri Jackie Boy’u öldürür. Ölen adamın polis olması kadınlar ve polisler arasındaki ateşkesin bozulması anlamına gelir ve Dwight ve kadınlar egemenlik kurana kadar çatışma yaşanır.
Sin City ve Dekadan Karakterler
Matei Calinescu dekadan düşüncesinin bütün sonlu dinlerde var olduğunu söyler. Bu bakımdan adından da anlaşılacağı üzere Sin City filmi günahın yani dinsel olarak yasak olanın sıradanlaştığı bir yozlaşma zamanına ve yerine gönderme yapar. Küçük çocuklara tecavüze göz yumulduğu, rahiplerin fahişelerle birlikte olduğu, yamyamlığa varan psikopatolojinin dini figürler tarafından gerçekleştiği bir yerdir burası. Burası Sodom ve Gomore mitinin gerçekleştiği yerdir. Eski Ahit’e göre İsrail’de bulunan bu kentler günahlarından ötürü Tanrı tarafından cezalandırılarak yok edilmiştir.
Filmin karanlık atmosferi şehrin yozlaşmış halini perçinler. Sanki güneş şehri terk etmiş ve aydınlık güçler karanlık güçlere yenilmiş gibidir. Bu noktada filmin karakterlerini bu yozlaşma anında ortaya çıkan ve her şeye rağmen yine de kurtuluş ihtimalini ortaya koyan karakterler olarak da düşünebiliriz. Kendileri asla bir kurtuluştan bahsetmese de, kötü olanla savaşları iyi olana dair umudu besler.
Sin City filmindeki üç protogonistin temel özelliği dekadan durumdaki bir kentin içinde adaleti gerçekleştirme çabasını bir üsluba dönüştürmüş olmasıdır. Karakterler adaleti gerçekleştirirken kendi yıkımlarına da bilerek göz yumarlar. Hiçbir toplumsal yapı onları yollarından geri çeviremez. Onlar günahlarla dolu bir şehrin suça bulaşmış ama vicdanını korumayı başarmış anti kahramanlarıdır. Marv karakteri fiziksel olarak çirkindir. Psikotik ilaçlar kullanır. Ama “iyi kalpli serseri” olarak tanınır. Goldie’nin yakınlığına karşı duyduğu vefa nedeniyle yaptıkları Güzel ve Çirkin masalını anımsatır.
Frank Miller, Marv karakterini oluştururken film noir’dan ve Ortaçağ hikâyelerinin karakterlerinden etkilendiğini söyler. Onu “Trenchcoat giyen Conan” olarak tarif eder. (Robert Rodriguez Talks “Sin City” and Frank Miller By Rebecca Murray, About.com Guide, http://movies.about.com/od/sincity/a/sincityrr032505_5.htm)
Hartigan ve Dwight karakterleri de Marv gibi kahraman özelliklere sahip olmayan kahramanlardır. Hartigan kalbinden hastadır ve Marv gibi ilaç kullanmak zorundadır. Dwight’ın yüz ameliyatı geçirdiğini sevgilisi Shellie’den öğreniriz. Her üç karakterin fiziksel kusur, eksiklik ya da inorganik özelliklerinin olması onların anti kahramanlığını perçinler. Karakterlerdeki bu anti kahraman özellikler onları film noir kahramanlarına yaklaştırmaktadır. Karakterleri kadar film noir’ın limanları, barları, loş evleri Sin City’nin organik bir özelliğidir.
Tarantino, Sin City filmine yardımcı yönetmen olarak katılmıştır. Dwight ve Jackie Boy’un araba sahnesi yönetmenin kara mizah, şiddet ve aksiyonu bir arada kullanma eğilimini tekrar etmektedir. Kadınlar ve Dwight tarafından öldürülen Jackie Boy’un boynundan kesik kafasıyla Dwight’la konuşması iğrenç olanın görsel çekiciliğini kullanmaktadır. Boynunun yarısına kadar kesilmiş olan kafa dengesini sağlayamaz ve bir öne bir arkaya gidip gelir. Kafa, boyundan tamamen ayrıldığında bile konuşmaya devam eder. Şiddetle bu derece hemhal olma Tarantino filmlerinin karakteristik özelliklerinden biridir. Sin City filminin kurgusal yapısı, filme egemen olan şiddet, öç alma teması ve adaleti bireysel olarak sağlama teması Tarantino filmlerindeki diğer belirgin özelliklerden biridir. Tek bir günde birbirine teğet geçen hikâyelerin parçalı kurguyla ve gidiş gelişlerle anlatımı “Pulp Fiction” ve “Reservoir Dogs”da da kullanılmıştır. Bu sebeplerin etkisiyle filmin tamamını Tarantino’nun yönettiği bölümden farklı değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Filmin diğer yönetmeni Rodriguez de Tarantino’daki aksiyona dayalı “B” tipi filmler geleneğini sürdüren biridir. “Desperado”, “Gün Batımında Şafağa” (From Dusk Till Dawn) ve Tarantino’yla yönettiği “Dört Oda” (Four Rooms) bunlardan bazılarıdır. Ve Gün Batımından Şafağa filminde kullandığı vampir hikâyesi, Sin City’de insan yiyen ve doğaüstü güçlere sahip olan Kevin karakterinde yeniden ortaya çıkmaktadır.
Sin City filminde kültürel hafızalarımızda yer alan hikâyelerin kullanılması kitsch’e özgü bir yöntemdir. Geçmişten gelen bir hikâyenin yeniden ele alınması kitsch olması için yeterli bir neden değildir. Buradaki ayraç, hikâyelerin ticari olarak başarı getirebilecek bir formda ve kitle estetiği kullanılarak yapılıyor olmasıdır. Filmde yukarıda da anıldığı gibi Marv ve Goldie arasındaki öykü “Güzel ve Çirkin” masalını anımsatırken, eski şehri koruyan sex işçilerinin savaşçı halleri Amazonları hatırlatmaktadır. Ok ve yayları yerine modern ateşli silahlarla, bulundukları mekânı koruyan bu kadınların kıyafetlerinde dişilik ve savaşçı kimliklerini ortaya çıkaran vamp bir tarz vardır. Özellikle Miho karakterinde hem Amazonlara hem de Japon Ninjalarına özgü özellikler bir arada kullanılmıştır. Miho’nun Jackie Boy’a gamalı haç görünümündeki bir kesiciyle saldırması neo-faşist bir gösterge olarak kabul edilebilir. Bu noktada F. Miller’ın 2024 yılındaki Wall Street ayaklanmalarına kendi blogundan yaptığı ağır kınama yazısını hatırlatmakta fayda var. Barışçı eylemcileri bir grup işe yaramaz olarak görüp onlara askere gitmelerini tavsiye etmektedir. (http://frankmillerink.com) Diğer taraftan sex işçilerini günahlarını yok etmek için yiyen Kevin karakteri yamyam, vampir ve kurt adam hikâyelerinin karışımından yaratılmıştır. Bütün bu klasik ve antik döneme ait hikâyeler modern teknolojinin araçlarıyla kurulmuştur. Bütün bu kitschleştirmede mükemmel aksiyonun derinlikten yoksun yüzeysel ifadesi bulunmaktadır.
Sin City filmi çizgi romana ait bir öykünün sinema tekniğiyle uyarlanması değildir. Filmin tamamında çizgi romana ait çizgi efektleri kullanılmıştır. Filmde çizgi roman tekniğinin doğrudan kullanılmasıyla, çizgi romanın film noir etkisiyle yapılması iki türün birbirine duyduğu sempatiyi ortaya koymaktadır. Diğer taraftan çizgi roman serisinin başladığı yılların ABD 1. Körfez Savaşı’nın sonuna da denk gelmesi savaş ve film noir ile yitik kahramanlar imgesini sosyolojik olarak birbirine bağlar niteliktedir. ABD bu savaşla Irak’ı işgal etmiştir. Filmin çekildiği 2024 yılı ise ABD’nin 11 Eylül sonrasında Afganistan işgalinin ertesine denk gelmektedir. Savaş ve popüler kültür arasındaki doğrudan ilişki ve anti kahramanların her türlü şiddeti kullanarak adaleti yerine getirmesi, Ortadoğu’ya yapılan işgallere kültürel bir vicdan kılıfı yaratma çabası olarak okunabilir mi? Özellikle Hollywood sineması söz konusu olduğunda bu soru anlamlı görünmektedir. Filmin ikinci bölümü 2024 yılında gösterime girecek. Hem ABD’nin sosyopolitik halleri hem de yönetmenlerin politik ticari tavırlarının kesişim noktasının nasıl bir gösteriye dönüştüğüne izlemek mümkün olacak.
Ö. Nilay Erbalaban Gürbüz
nilayerbalaban@hotmail.com
Yazarın diğer incelemeleri için tıklayınız.
The Matrix (1999, Wachowski Biraderler)
6 Ekim 2024 Yazan: Editör
Kategori: Kült Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Kutsal kitapların en zoru ve en anlaşılmazı olan Tekvin, en az içindeki kelime sayısı kadar sırra sahiptir ve her kelime de kendi içinde diğer birçok sırrı taşımaktadır. Aziz Jerome
Wachowski Biraderlerin en sıradan seyircinin bile hayatının orta yerine ‘’felsefeyi’’ sokan The Matrix kadar ülkemizde hiçbir filmin bu denli tartışılmamış olduğunu düşünsem de, nitelikli inceleme yazılarının yeterli seviyede olmadığını, olanların da birçok sahneye Uzakdoğu dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık hatta modern sembollerle açıklama getirmeye çalışmasının ve yapılan göndermelerin fazlalığının kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını söylemeliyim.
Neo’nun ‘’kozmik yumurta’’ olarak yorumlanabilecek kozasından çıkmasının ardından, suda sürüklenmesi ve ardından ‘’ışıklı göklere’’ yükseltilmesi sahnesine kadar çoğu kişi gibi ‘’İsa Mesih’’ hikâyesinin anlatıldığı düşüncesinde olsam da bu sahneyle birlikte aklıma gelen tek şey, doğar doğmaz annesi tarafından suya bırakılan Musa peygamber anlatısı olmuştur. Filmin sona ermesiyle birlikte The Matrix’in büyük bir tutarlılıkla ilk sahnesinden son karesine kadar Yahudi gizemciliğini işlediğini, bazı apokaliptik ve eskatolojik göndermelerin, Hıristiyanlık ve ‘’İsa Mesih’’e yapılan vurguların bilindik temalar kullanmak suretiyle Hıristiyan seyirciyi çekmek maksadıyla ‘’serpiştirildiğini’’, seyircinin aşina olduğu ‘’beyaz tavşan’’, ‘’kendini bil’’, ‘’İsa Mesih’’ veya Bruce Lee’nin ‘’burun hareketi’’ gibi motiflerin ödünç alınarak aidiyet duygusunun pekiştirilmek istendiğini düşündüğümü söylemeliyim. Suya bırakılan çocuk motifi konusunda ise Akad Kralı Büyük Sargon yerine Musa peygamberi ele almam ise filmin senaryosunu da yazan yönetmen kardeşlerin Yahudi oldukları gerçeğinden hareketle yapılmış bir tercihtir.
İnsanın hem dışındaki hem de içindeki evrenin sırrını anlaması için, Musa peygambere Sina Dağı’na çıktığında Tanrı tarafından verildiğine, Musa peygamberin de Eski Ahit’in içine sakladığına inanılan, ilkelerinin Museviler arasında yalnızca en yüksek inisiyelere öğretildiği Yahudi gizemciliği Kabala, saklı gelenek, yazılmamış yasa anlamına gelmektedir. Bir tür çağdaş inisiye mitosunun beyazperdeye uyarlanması olan The Matrix’in ezoterik anlamı, insanın ruhsal doğasının bedenin içine gizlenmesi gibi Kabala ve Yahudi Mesih inancının filmin içerisine gizlenmesi iken ekzoterik anlamı Hıristiyanlığa, Uzakdoğu öğretilerine, Avrupa’nın pagan mitolojisine, kültürüne ve ritlerine yapılan göndermelerdir. Simya, Gül-Haç, Masonluk ve Bâtınilik ile karşılıklı etkileşim içerisinde bulunan Hermescilik ve Kabalacılık günümüzde, kadimlerin bütün sırlarını kapsayan eşanlamlı terimler olarak görülmekte ve bu iç içe geçmişlik de filme ilişkin tüm göndermelerin doğru veya yanlış bir yerlere bağlanabilmesine yol açmaktadır. Kutsal metinlerin anlamına erişebilmek için anahtar görevi gördüğü söylenen Kabala düşüncesinin, Papalığa ait ve Hıristiyanların da başka kültürlerden aldığı üç katlı taç Tiara’da çapraz anahtarlarla sembolize edilmesi bu iç içeliğe bir örnek olarak gösterilebilir.
Hıristiyanlık âlemi İsrail’in gizli öğretisini içeren saklı metinlere asla sahip olamamıştır. Hahamlar arasında Hıristiyanlık hiçbir zaman Eski Ahit’i anlamamış ve hiçbir zaman anlamayacak görüşü hâkimdir. (Manly P. Hall)
Kemale ermiş zihinlerin azlığından hareketle akıl yürütme melekelerinin kullanılmasını gerektiren bir sorun karşısında başarısızlığa uğrayacaklarına kesin gözüyle bakılan kitlelerin ‘’bir koyun sürüsü gibi’’ güdülmesi gerektiğini savunan kadimler ayrıcalıklı konumlarını korumak adına bilgiyi yalnızca kendilerinin anlayabileceği şekilde sembolize etmiş ve öğretileri ikiye ayırmışlardır. Belirli sınavlardan geçirerek aralarına kabul ettikleri ‘’belirli bir yaşa ulaşmış’’ ve ‘’gelişmiş zekâ’’ sahiplerine içsel öğretiler açıklanırken dışarıda kalanlar için hakikatler, mitolojilerin tanrılarına ve tanrıçalarına dönüştürülerek, bir anlamda saklanmıştır.
‘’Cahil yığınlar Priapus ile Pan’ın sunaklarına sunularını getirirken, bilgeler, bu mermer heykelleri yüce soyut hakikatlerin sembolik cisimleşmeleri olarak görmüşlerdir.’’ (Manly P.Hall)
İnsanlık tarihi boyunca ‘’havassa ait olan bilgiyi avamdan koruma’’ bilginin kendisi kadar önemli olmuştur. İnsanlığın ortak ürünü olan bilginin nasıl olup da belirli bir zümrenin eline geçtiği konusunda net bir açıklama bulunmamasına karşın savaşlar ve doğal afetler sonucunda veya bir yere aktarılması gerektiğinde açığa çıkarak tehlikeye uğrayabilecek bilgiyi korumak ve kollamak için birtakım tedbirlerin alındığını ve bilginin şifrelenmeye başlandığı söylenebilir. Böylece asıl görevleri bilgiyi korumak olan ‘’görevliler’’ kralların tahta çıkmalarından öldürülmelerine, verimli tarlaların ne zaman sulanacağından gökcisimlerinin hareketlerine kadar pek çok konudaki mevcut bilgiyi kendi çıkarları adına kullanmaya başlayarak ayrıcalıklı bir konum elde etmiştir. Platon, Devlet Adamı isimli eserinde Mısır’da kralın, rahiplere özgü erke sahip olmadıkça yönetme hakkına sahip olmadığını, eğer başka bir sınıftan gelmiş ve iktidarı şiddetle ele geçirmişse, rahipliğe katılmak zorunda olduğunu yazmaktadır.
‘’Bütün pagan ulusların bir devlet dini vardı, bir de yalnızca filozof seçkinlerin girebildiği başka bir dini. Kadim dünyanın bütün şehirlerinde her yerde halkın tapınması için tapınaklar bulunurdu. Her toplumda ayrıca doğanın bilgisini derinden öğrenmiş felsefeciler ve mistikler bulunurdu.‘’ (Manly P. Hall)
Rahipler sınıfının sınıfsal üstünlüklerinin en büyük güvencesi haline gelen evrene ilişkin gözlem ve kayıtlarla biriktirilen bilgi ‘’dışarı’’ çıkmaması için okült (gizli) dönüşümlere uğratılarak inisiyasyon (erginlenme) denilen sert sınavlar uygulanmaya, yalnızca bu aşamaları geçenler ‘’kardeş’’ kabul edilmeye başlanır. Rahipler sınıfından olmayanların anlayamayacağı bir biçimde şifrelenen insanlığın ortak mirası olan bilgi artık havassın elinde tutulacak avama yalnızca bir takım gereksiz ayrıntılar verilecektir. Morpheus’un ‘’Belli bir yaşa gelmemiş beyinleri eğitemeyiz’’ demesi de filmin aynı izlediği savunduğunun göstergesidir ve eleştirilmesi gereken yönlerindendir. Günümüzde de bilginin halktan saklandığını, kadim bazı ipuçlarının ve anlatıların doğruluğunun gerçeklenmesi adına başta devlet başkanları olmak üzere zenginlerin örneğin, ‘’ab-ı hayat’’ peşinde koştukları duyulmaktadır.
‘’Eski günlerde insanoğlu dehası, sadece bir kesim insana kültürün meyvelerini vermek, öbürlerini ise en asli şeylerden, yani eğitim ve gelişmeden yoksun bırakmak üzere yaratımda bulunuyordu.’’ (Lenin)
Çalışma masasında uyuyakalmış halde gördüğümüz kahramanımızın bilgisayarının ekranında ‘’Uyan Neo, Matrix seni ele geçirdi’’ yazısı belirir. ‘’Uyan’’ ibaresi hem Neo’ya hem de seyirciye yapılan bir ikazdır ve film boyunca belli aralıklarla tekrar eder. Yazıları okuyan Neo şaşkınlığını üzerinden atamamışken kapısının zili çalar. Gelenler yasadışı iş yaptığı bazı arkadaşlarıdır. İçlerinden birinin ‘’Sen benim kurtarıcımsın, İsa Mesih’imsin’’ demesi, İncillere göre kendisine yöneltilen ‘’Sen Mesih misin, İlya mısın yoksa Yahya mısın’’ sorusuna ‘’Ben Mesih’im, Allah’ın oğluyum, geçmişteki ve gelecekteki işlenmiş ve işlenecek olan bütün günahların bağışlanması, bütün insanlığın kıyamete kadar kurtuluşu için geldim’’ diyerek cevap veren İsa peygamberin aksine Neo’nun ‘’seçilmişliğinin’’ başkaları tarafından dile getirilmesi onun ‘’İsa Mesih’’ olmadığına ilişkin en büyük delili ortaya koymaktadır. Yoksa yasadışı iş yapanların ‘’İsa Mesih’’ düşüncesiyle çok ilgili olduklarını zannetmiyorum. Mesihlik ve seçilmişlik iddialarının başkaları tarafından dile getirilmesi de film boyunca sürekli tekrar edecektir.
Yaklaşık M.Ö. 1200 yıllarında İsrailoğullarını Firavun’un esaretinden kurtararak bir millet haline getiren ancak kendisi ‘’Arz-ı Mevud’’a (Vadedilmiş Topraklar) giremeden ölen Musa peygamber ile Yahudiliğin başladığı kabul edilir. Musa peygamberden sonra Kenan diyarı fethedilerek topraklar on iki kabile arasında bölüşülmüş ve inananların ‘’dini tören ve sunularını’’ yerine getirilebilmesi için bir tapınak inşa edilmiştir. İsrailoğulları topraklarının çeşitli zamanlarda istilaya uğramasına karşın dinsel bir bağlılıkla her seferinde geri dönmüşlerse de M.Ö. 37 yılında Romalıların egemenliği sonrasında iki bin yıl sürecek sürgüne mahkûm olmuşlardır. Tapınakları yıkılan, ibadetlerini yapamayan, yurtlarından çıkarılan, kendi dinlerine kayıtsız insanlarla karşılaştıkça inançları zayıflayan bu insanlar kendilerini esaret ve sürgünden kurtarıp ‘’vadedilmiş topraklara’’ yeniden kavuşturacak bir ‘’beklenen kurtarıcı’’ fikri oluşturmuş hatta bu inancı iman esasları içine yerleştirmişlerdir. Bir kurtarıcı fikrinin yalnız Yahudilik ve Hıristiyanlıkta değil hemen bütün dinler ve kültürlerde bulunduğunu da eklemek gerekir. Mesela, Hindliler Brahma’nın tenasühünde Vişnu’yu, Moğollar dünyaya geleceğini söyleyen Cengiz Han’ı, Mecusiler intikam için dönecek olan Bihafrid’i, Müslümanlar İmam Mehdi’yi, Zerdüştler Şaoşyant’ı beklemektedirler.
Mesih kelimesi ‘’beklenen kurtarıcı’’ anlamında gelmekte ve özellikle Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın vazgeçilmez inanışları arasında bulunmaktadır. Grekce Mesih anlamına gelen ‘’Hristos’’ kelimesinden türetilmiş Hıristiyan kelimesi zaten ‘’Mesih’e inanan kişi’’ anlamına gelmektedir. Gerçek Mesih Davud oğlu Mesih’tir ancak ondan önce Yusuf oğlu Mesih gelecektir diyen Yahudiler ile Hıristiyanların Mesih’i arasındaki temel fark, Yahudiler Mesih olarak yeni birini beklerken, Hıristiyanlar İsa peygamberin ricat edeceğine inanıyor olmalarıdır. Filmin geneline bakıldığında da Neo’nun şahsında İsa peygamberin Mesih olarak dönüşü değil Yahudi düşüncesine uygun olarak yeni birinin Mesih olarak gelişi işlenmiştir.
Yıl 2199’dur. Metacortex isimli bir yazılım şirketinde bilgisayar programcısı olarak çalışan, ‘’yasaların öngördüğü tüm bilgisayar suçlarını işlemiş’’ Neo takma adını kullanan bilgisayar korsanının gerçek adı Thomas A. Anderson’dur. Thomas adı, tartışılmasının bile günaha girmekle eşdeğer sayıldığı görüşlerinin, 1917 tarihli Kilise Yasası ile Kilise’nin resmi görüşü ilan edildiği Hıristiyan dünyasının en tanınmış düşünürü Akinolu Thomas’tan esinlenmiş olmalıdır. ‘’İnsanoğlu’’ anlamına gelen ve ‘’İsa Mesih’’in kastedildiği Anderson ise Grekçe erkek demek olan andros’tan türetilmiştir. Thomas ve Anderson isimlerinin Hıristiyan seyirciyi etkilemek için seçildiğini düşünüyorum.
‘’Apokaliptik metinlerde Mesih eskatolojik bir karakterdir ve insanoğlu (son of man) kavramıyla birlikte kullanılmaktadır. (Mircea Eliade)’’
İsminin ortasında bulunan ‘’A’’ harfi ise ‘’gelecekteki Mesih’in ilk örneği’’ olan Âdem’e gönderme sayılabilir. Trinity’nin oda numarası olan 303 ile 33. dereceden inisiye olmasından tutun da Hıristiyanlıktaki teslise, İsa peygamberin çarmıha gerildiği yaştan, Müslümanların cennette olunacak yaşa kadar hemen her şey olabilmekteyken, asıl anlatılmak istenen Yahudilerin Yaratıcı Teslisidir.
‘’Kabala’nın en derin sırlarından biri Âdem isminin harflerin (ADM) dayanan bir Notarikon’da gizlidir. Bu üç harf üç peygamberin –Âdem, Davud ve Mesih- isimlerini oluşturur. Bu üç kişinin tek ruha sahip olduğu söylenir. Bu ruh insanlığın Dünya Ruhu’nu temsil ettiği için, Âdem içteki ruhu, Mesih tekâmül eden ruhu ve Davud da ruhun epigenesis halini temsil eder’’ (Manly P. Hall)
Durumunda bir gariplik sezen arkadaşları solgun göründüğünü ve neler olduğunu sorduklarında, ‘’Hiç uyanık mısın, uyuyor musun duygusuna kapıldığın oldu mu’’ şeklinde yanıt veren Neo’nun halinden memnun olmadığı ve ‘’arayış içinde olduğu’’ seyirciye aktarılır. Ertesi sabah uyanamayan ve işine geç kalan Neo’ya ‘’özel olduğunuza inanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz’’ sözleriyle başlayan bir nutuk çeken patronu ‘’bir seçim yapması, şirkette çalışmak istiyorsa çalışma saatlerine uyması gerektiğini’’ söyler. Patronun ‘’özel olduğunu mu hissediyorsun’’ sözleri Neo’nun seçilmişliğini ve isyankâr yönünü vurgulamaktadır. Patronunun bilindik konuşması ise kahramanın ve kendisini kahraman ile özdeşleştirecek olan seyircinin gündelik hayatını değiştirebilecek herhangi bir macera çağrısına yanıt vermesini kolaylaştırıcı etki yapacaktır. Bu konuşma esnasında bizzat Wachowski biraderler camları silerken görünürler. ‘’Camların silinmesi’’ ile zihnin uyanışı simgelenmekte ve bir şeylerin değişeceğinin ipuçları seyirciye aktarılmaktadır. Yine de gündelik yaşamında sıkıntı duyan ve bir macera çağrısı bekleyen kahraman izleğinin filmin ikinci en zayıf yönlerinden birini oluşturduğunu söylemeliyim.
Neo’ya ulaşan ve ‘’Yol gösterebilirim ama dediklerimi aynen yapman gerek’’ diyen, Yunan mitolojisinde kahramanların rüyalarından sorumlu düşler tanrısının adını kullanan Morpheus ‘’yol gösterici’’ tavrını film boyunca sürdürür. Gerek Trinity gerekse Morpheus isimlerine aşina olan Neo, onlara güveniyor olsa da hala şüpheleri olduğundan Morpheus’un talimatlarını yerine getiremez. ‘’Bunlar neden bana oluyor? Ben ne yaptım ki?’’ diyerek gündelik hayatının rahatlığını tercih eden ve macera çağrısını reddeden Neo kendisi yakalamak için gelen ajanlara teslim olur.
Neo ile irtibat kuracağını bildikleri Morpheus’u yakalamak için Neo’yu yem olarak kullanmak isteyen ajanlar işbirliği yaptığı takdirde kendisine yeni bir başlangıç sözü vermelerine karşın Neo teklifi reddetse de vücuduna takip cihazı yerleştirdiklerinin farkına varamadığından başından geçenleri kötü bir rüya olarak görme eğilimine girer. Evine gitmesine izin verilen Neo uyandığında Morpheus yeniden arar ve buluşmak için adres verir.
‘’Karanlık ve yağmurlu bir gecede Trinity ve Morpheus’un adamları Neo’yu siyah bir limuzine bindirirler. Bu gece yolculuğu sırasında sağanak biçiminde yağan yağmur aşikâr bir arınma metaforudur. Altından geçtikleri köprü de Neo’nun bir inisiyasyon sürecine girdiğini simgeler; köprü kahramanı yolculuğun yeni bir aşamasına, serüven eşiğine götürecektir. Morpheus’la karşılaşacağı binanın girişindeki döşeme, bir satranç tahtası gibi siyah-beyaz karelerle kaplıdır. İnisiyasyon rituslarının uygulandığı Mason localarında da döşeme aynı biçimde düzenlenir. Mozaik döşeme olarak adlandırılan bu uygulama, simgesel olarak aydınlık-karanlık, iyi-kötü, bilinen-bilinmeyen karşıtlıkları ifade eder.’’ (Dila Tecimer)
Neo’nun özel, seçilmiş veya Mesih olduğuna ilişkin hiçbir şey dile getirmemesi hatta bunu ima etmemesine karşın ‘’Hiç gerçek olduğuna inandığın bir rüya gördün mü?’’ diyen ve Mesih’in geleceğine kimse inanmasa bile kendisinin inandığını vurgulayan Morpheus, Neo’ya bir tercih sunar. Ya macera çağrısına olumlu yanıt verecek ve bilinmedik bir dünyaya adım atacak ya da gündelik yaşamının sakinliğine, alışkanlıklarına geri dönecektir. Seçimini yaparak macera çağrısını olumlu olarak yanıtlayan Neo, yeniden doğar. Doğumu, bebeğin doğumu gibidir, saçsız ve çıplaktır. Bu sahne ile bakire doğumun sembolize edildiği söylenmişse de aşağıdaki paragraf gerçek anlamı üzerine bir fikir verecektir.
‘’Kabalanın gizli öğretilerinde insan bedeninin Aurik Yumurta denilen, balonumsu, uçuşkan bir oval şeyin içinde olduğu öğretilir. Ayn Sof küresi, yaratılmış evren için neyse bu yumurta da insanın fiziksel bedeni için odur. Daha doğrusu, bu Aurik Yumurta insan denilen varlığın Ayn Sof küresidir. Dolayısıyla gerçekte insanın mutlak bilinci her yöne uzanan ve aşağı bedenini tümüyle çevreleyen bir auranın içindedir. Kozmik Yumurta’nın içindeki bilincin merkezi bir noktaya yoğunlaşması gibi, insanın Aurik Yumurtası içindeki bilinç yoğunlaşır ve Ego denilen bilinç noktasını tesis eder. Doğadaki evrenlerin Kozmik Yumurta’nın içindeki uyku halindeki kuvvetlerden oluşması gibi, insan tarafından doğanın çeşitli âlemleri içindeki enkarnasyonlarında kullanılan her şey bu Aurik Yumurta’nın içindeki uyku halindeki güçlerden çekilir.’’ (Manly P.Hall)
Yaradılış amacına ulaşabilmek için kibir ve egosu ile doldurarak içine hapsolduğu yumurtayı kıran Neo yeni bir dünyaya gözlerini açar. Devlet adlı eserinde “uyanmış” kişi ile “uyuyan” kişi arasındaki farkı mağaradan çıkış sembolizmiyle açıklamaya çalışan Platon’a göre ‘’Derin bir mağaranın dibinde, çocukluklarından beri ayak ve boyunlarından zincirlenmiş halde insanlar yaşamaktadır. Bunlar “uyuyan” kimselerdir. Mağaranın girişine zincirlenmiş olan bu insanlar ışığı doğrudan göremediklerinden ancak ışığın duvara yansıttığı gölgeler üzerinden hakikati tanımlamaya çalışmaktadırlar oysa hakikati görebilmek ancak zincirlerden kurtularak mağaradan gün ışığına çıkmakla olanaklıdır. Kısaca, “uyanış” mağaranın dışına çıkıştır.’’
Batı’nın dünya egemenliğiyle birlikte gündelik yaşam genellikle iktidar tarafından biçimlendirilmeye başlanmış, tüketim için boş zaman kavramı icat edilerek insanın kendisiyle baş başa kalmasının önüne engeller konulmuştur. Büyük çoğunluk ‘’boş vakitlerinde’’ alışveriş merkezlerinde dolaşmakta, gerekli gereksiz bir şeyler satın almakta veya televizyon karşısında pineklemektedir. Gündelik yaşamın en açıklayıcı kavramlarından biri rutindir ve rutinin en önemli özelliği düzeni ve istikrarı temsil etmesidir. Düzenin kaybolacağı, olayların akışının bozularak kaosa sebebiyet vereceği düşüncesi toplumların en büyük korkularından birisi olmuş, bilinemezliğin ve belirsizliğin yerine bilinebilir olanı ve alışkanlığı koyan düzenin sürdürülmesi adına özgürlüklerinden dahi vazgeçme yoluna gitmişlerdir. Temiz içme suyu bulamayan bir milyar insanın bulunduğu bir dünyada boş vakti olduğunu söyleyebilmek en hafifiyle acımasızlıktır diye düşünüyorum. ‘’Gözlerim neden acıyor’’ diye soran Neo’ya verilen ‘’Daha önce hiç kullanmamıştın’’ yanıtı kendi gündelik yaşam içerisine hapsolmuş cehalet içindeki insanın durumuna da açık bir göndermedir.
İlk yazılan Yahudi apokaliptik metinlerinden olan ve ‘’Tanrı’nın Ebedi Krallığı’’nın kurulacağı müjdesini veren Daniel’in Kitabı’nda, Nebukadnezzar’ın gördüğü ve unuttuğu bir rüya anlatılır. Kral, ‘’Başı altından, göğsü ve kolları gümüşten, karnı ve kalçaları tunçtan, bacakları demirden ve kilden bir heykel görür. Bu heykel nereden geldiği belli olmayan bir taşın çarpmasıyla paramparça olur ve parçalar harman yerindeki saman çöpleri gibi rüzgâr tarafından her yöne savrulur.’’ Daniel, kralın rüyasını ‘’Siz güçlü ve şerefli bir kralsınız. Siz o, altın başsınız. Fakat sizden sonra sizin kadar iyi olmayan gümüş bir krallık ve tunçtan üçüncü bir krallık olacak. Dördüncü krallık demir kadar güçlü olacak fakat parçalara bölünecek. Ve kilden ayağın parçalara ayrıldığını gördüğünüz gibi krallık da parçalara ayrılacak ve sonra dünyadaki diğer milletlerle karışarak yok olacak. Bu olduğunda gökteki Allah sonsuza dek sürecek bir krallık kuracak’’ sözleriyle yorumlamıştır. Ülkelerini işgal edip, tapınaklarını yıkmasına karşın İsrailoğullarının ‘’Tanrı’’ tarafından kendilerini doğru yola sokmak için gönderilen bir ‘’yol gösterici’’ olarak gördükleri Nebukadnezzar’ın rüyası yozlaşmış ve düzeltilmeye muhtaç dünyaya Mesih’in gelişinin müjdesi olarak kabul edilmiştir.
Dünya üzerindeki sıradan insandan halk anlatılarına, mitolojilerden dinlere kadar hemen herkes geçmişe özlem duymakta, eski zamanlarda işlerin daha iyi yürüdüğü, sevgi ve saygının olduğu, güvene ve yardımlaşmaya dayalı ilişkilerin sürdüğü anlatılarak günümüzde sevgi ve saygının kalmadığı, ilişkilerin ve düzenin bozulduğu vurgulanır. Yeryüzündeki yazılı en eski kitaplardan olan Hesiodos’un ‘’İşler ve Günler’’ isimli eserinde ilk insanların kaygısız, tasasız, acısız ve dertsiz yaratıldığını ancak daha sonra yaratılan her soyun kötüye gittiğinin anlatıldığı şöyle bir bölüm vardır.
‘’Ama bir gün gelecek, Zeus, Kronos’un oğlu
Bu ölümlü insan soyunu da yok ediverecek.
O zaman aksaçlı insanlar soyu gelecek.
O zaman ne baba oğullarına benzeyecek,
Ne de oğulları babalarına,
Ne ev sahibi konuğunu bilecek, sevecek,
Ne dost dostunu, ne kardeş kardeşini bugünki gibi.
Yaşlanır yaşlanmaz hor görülecek ana baba,
Kaba kaba çatacaklar onlara.
Tanrı saygısı nedir bilmeyecek bu mutsuzlar,
Karınlarını doyuranların karınlarını doyuramayacaklar.
Ne yeminin değeri kalacak, ne doğrunun, ne iyinin,
Yalnız kötülere, azgınlara gidecek saygıları,
Hak güçlünün olacak yalnız, vicdan kalmayacak.
Kötü insan saldıracak iyi insana.
Yalana dolana kaçıp, andlarını çiğneyecekler,
Yalnız acılar kalacak ölümlü insanlara,
Çare bulunmaz olacak kötülüklere karşı.’’
Kıyamet ve ahir zaman kavramları yeryüzündeki insan soyunun bozulması düşüncesiyle yakından ilişkilidir. İsrailoğulları kendilerine tanrı tarafından verilen sözün gerçekleşeceği umuduyla dünyanın sonuna olumlu bakıyor olsa da, Mesih’İn gelişiyle yapılacak olan barışın ‘’geçici’’ olacağı bilinir. İnsanoğlunun geri döndürülemez biçimde yozlaşmasının ve bozulmasının dünyanın sonunu getireceği (kıyamet) düşüncesi dinlerde eşzamanlı olarak anlatılır. Bir çok mitolojide olduğu gibi Türk mitolojisinde de benzer motiflere rastlanmaktadır.
‘’Kara yer ateşle kaplandığı zaman, büyük ‘’Hakan Ata’’ Tanrı kulaklarını tıkar ve dünya bozularak insan nesli yok olur. Fitne-fesat saçan gaddar rüzgâr, insanları heyecanlandırır. Töre bozulur, tepeler çalkalanır, demir üzenginin dibi delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Ulus bozulur. Kara böcek katlanır, gözlerine kan dolar, kara su kanla karışık akar, yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar, hendekler yıkılır, gök gürlediğinde kenarı açılır, deniz çalkalandığında dibi görünür, yerin altı üstüne gelir, yosunlar öğütülüp kül olur, gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür, ay ve güneş aydınlık vermez, ışıksız olur. Ağaçlar kökünden kopar, baba çocuğundan ayrılır, bitkiler mahvolur, nesli kurur, analar sevgililerinden ayrılır, dul kalır, yerde zehirli köngül otu biter, kökünden sarı çekirge çıkar, hayvanlara çarparsa, hayvanların, insanlara çarparsa insanların özünü emer. İşte o zaman Tanrı haykırır:
‘’Bu yana bak Mangdı-Şire, yardım et, köngül otunu mahvedemedim. Köngül otunun kökünde yılan var !’’ Mangdı-Şire’den ses çıkmaz. Ondan yardım gelmeyeceğini anlayınca Tanrı yine haykırır. Büyük hakan halkını bıraktı, cins aygır sürüsünü bıraktı, yer alt-üst oldu, sular kurudu, yaldızlı giyimlerin yakası parçalandı, idare edilen yurt başsız kaldı, kuşlar yuvalarını, geyikler duraklarını, kadınlar yavrularını bıraktı. Bundan sonra Erlik’in arkadaşlarından Karaş ile Kerey yeryüzüne çıkınca Ülgen’in yardımcıları Mangdı-Şire ile Maytere, bunlarla savaşmak üzere yeryüzünü kaplar. İşte o zaman Kalgançı-Çak (kıyamet) olur.’’
Dağılmayı ve sürgünü tanrının cezasının şiddetli olması gerektiği düşüncesiyle kaçınılmaz bir durum olarak karşılayan ve başlarına gelen her şeyi inançlarının zayıflamasına bağlayan İsrailoğulları, esarete düştüklerinde karşı karşıya kaldıkları acılar ve ıstıraplar karşısında çaresizliğe kapılsalar da tanrının kendilerine merhamet edeceğinden ve verdiği sözü tutacağından şüphe etmiyorlardı. İsrailoğullarını düşmanlara karşı koruyacak ve tanrının sözünü gerçekleştirmeden önce hepsini bir araya toplayacak ‘’savaşçı’’ fikrinden Mesih fikri ortaya çıkmıştır. Bu Mesih, Sion’a adaletli bir şekilde egemen olacak ve orada hüküm sürecektir. O sadece Tanrı’nın Krallığını hazırlayan, geçici barışın olduğu bir ara unsurdur. Filmde de Neo’ya kehanete ilişkin hiçbir şey öğretilmeden dövüş programlarının yükleniyor olması Mesih’in savaşçı yönünün ve onunla birlikte savaşların başlayacağının kaçınılmazlığının vurgulanmasıdır.
Yahudi kıyamet metinlerinde dünyanın sonuna ilişkin olarak, gece güneşin ve gündüz ay’ın parlayacağı, çeşmelerden kan akıp, ağaçlardan kan damlayacağı, yıldızların yörüngelerinden çıkacağı, yerin derinliklerinden ateş fışkıracağı, taşların haykırmaya başlayacağı, yılların kısalacağı, kıtlığın ve açlığın başlamasıyla insanların birbirini boğazlayacağı gibi tamamen bozulmuş bir dünya dile getirilmektedir. Morpheus’un ‘’Gökleri biz kararttık, artık güneş yok’’ sözleri eşliğinde Neo’ya gösterdiği dünyanın kaos güçleri tarafından ele geçirildiği görülür ancak ‘’egemen güçlerin’’ sunduğu simüle edilmiş sahte yaşam karşısında insanlar görmemeyi, kanmayı, gündelik yaşamlarının ‘’güvenliği’’ içerisinde kalmayı yeğlemektedirler. Gündelik yaşam içerisindekilerle kastedilen vadedilen topraklarda yaşamamasına karşın hayatından memnun olan İsrailoğulları kastedilmektedir.
Mavi hapı almadığı için duyduğu pişmanlığı saklamayan ve ‘’cehaletin erdem’’ olduğu savunan Cypher’ın Neo’ya olan inançsızlığının gizli olmadığı Trinity’nin ‘’Yoksa inanmaya mı başladın’’ sözlerinden çıkarılabilir. Morpheus’u ajanlara teslim etme karşılığında Matrix’in ‘’yanılsamasına’’ geri dönmeyi istese de inisiye olan Cypher’in bu istediğinin gerçekleşmesi olanaksızdır. İnisiyasyonun geri dönüşü olmadığına göre bu istek Cypher’in ölecek olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Hıristiyanlık ve ‘’İsa Mesih’’e ilişkin olduğu düşünülen göndermelerin hemen hepsi insanların zihnini meşgul etmek ve asıl amacı gizlemektir. Burada da seyircinin, Cypher’ın Neo’ya ihaneti ile Yahuda’nın İsa peygambere ihanet etmesi arasında özdeşlik kurulmasına izin verilir. İsa peygamberin son yemeğinde içkisini aynı kadehten içmesi gibi Cyhpher ile Neo’nun aynı kadehten içki içiyor olmalarının arkasındaki sembolizm budur.
Morpheus Neo’yu götürdüğü kâhinin kapısının üzerinde ‘’kendini bil’’ ihtarı yazılıdır ve bu yazının eski Yunan’da Delfi Tapınağında yazılı olduğunu bildiğimize göre kâhinin evi de kadınların kehanette bulunduğu Delfi Tapınağı olsa gerektir. Delfi üçayağı ile Musevilerin Ahit sandığını ilişkilendirmeye çalışanlar olmuştur. Üçayaklı çerçeve Ahit Sandığına, düz plaka veya masa Merhamet Tahtına ve huni biçimindeki kaplam ise Ahit Çadırı’na benzetilmiş olduğundan filmde de benzer izleğin etkileri görülmektedir.
Bütün insanlar ne istediklerini bilirler fakat neye ihtiyaçları olduğunu bilmezler. Pisagor öğrencilerini ‘’kendiniz için dua etmeyin’’ diye uyarırdı. Tanrılardan ricalarda bulunduklarında kendileri için bir şey istememeleriydiler çünkü hiçbir insan kendi için neyin iyi olduğunu bilemez, dolayısıyla elde edildiğinde zarar verecek bir şeyi istemek doğru değildir. İslam’da da bütün temenniler ‘’hayırlı olsun’’ sözleriyle bitirilir. Bilinmezlikler arasında kaybolan ve kendisi için neyin faydalı olacağını bilmeyen Neo’nun Morpheus’un yol göstericiliğine ihtiyaç duyuyor olması din adamlarının ve hahamların otoritesine belirgin bir vurgudur.
Ayrıca kâhinin ‘’ sen O değilsin’’ sözleri aslında gerçeğin farklı bir anlatımıdır çünkü Thomas Anderson ölmedikçe seçilmiş olan doğmayacaktır. Ajan Smith tarafından vurulan ve ölen Thomas, Neo olarak gözlerini açar. Böylece Trinity’nin âşık olduğunu anlamasıyla uyanış-arınma-aydınlanma-inanç ve sevgi tamamlanır. Enoch kitabında bulunan ‘’öldükten sonra dirilmek gibi olağanüstü özelliklere sahip olan Mesih…’’ ibaresi, ister ruhsal ölümü isterse fiziksel olarak ölüp dirilmeyi kastetsin Neo’nun Mesihliği inkâr edilemeyecek şekilde kanıtlanmış ve kesinleşmiş olur. Mesih sıradan bir insan değildir. Olağanüstü özelliklere ve güçler sahiptir. Bu nedenle Mesih, ilk yaratılan yedi şey arasına konulmak suretiyle ona verilen değer de artırılmaya çalışılmıştır.
”Şabat’ın arifesinde Gehenna’nın (sehennem) ateşi henüz yaratılmamıştı. Yedi şey dünya yaratılmadan önce yaratıldı. Bu yedi şey; Torah, Pişmanlık, Aden Bahçesi, Cehennem, Zafer Tahtı, Mabed ve Mesih’in adı’’ (Cengiz Batuk)
‘’Biliyor musun ilk Matrix’in kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya için yapıldığını biliyor muydun?’’ Ajan Smith’in bu sözleri ile kastedilen ilk Matrix’in Âdem ve Havva’nın yaşadığı cennet bahçesi –Eden- olduğu çok açıktır. Birinci Matrix bu dünyada değildir çünkü ikincisi mevcuttur. İkinci Matrix ise bozulmuştur ve Tanrı’nın Krallığının gelişinden önce her birey özellikle de Mesih tarafından onarıma ihtiyacı vardır. Üçüncü Matrix’i yaratıp yaratmamak yalnızca Tanrı’nın isteğine tabiidir.
‘’Kabalizm’in popüler bir doktrin haline gelmesine sebep olan Safed Kabalası ya da Lurianik Kabala kurtuluş merkezli ‘’tikkun olam’’ doktrini üzerine şekillenmiştir. Isaac Luria Aşkenazi isimli bir Kabalacı tarafından formüle edilen ve öğrencisi Hayyim Vital tarafından yayılan bu doktrin, yaratılışın kozmik bir felaketle sonuçlandığı ve dünyanın tamir edilmeyi beklediği inancına dayanır. Buna göre yaratılış faaliyeti, sonsuz ve mutlak ilahlığın kendi dışındaki varlığa yer açmak kendini ya da nurunu içine çekmesi ve ilahlığın tam merkezinde oluşan, şekilsiz maddi güçlerle dolu bu boş ve karanlık alana, onlara şekil vermek üzere on sefirot’un yerleşmesini gerektirmektedir. Fakat yaratılış sırasında beklenmedik bir şey olmuş ve ilk üç sefirot’tan çıkan ilahi nuru taşıyan güçler ya da kaplar kırılmıştır. Kırılma sonucunda ilahi nurun bir kısmı bu kırık kaplarla birlikte yaratılışın içine dağılmış ve karanlık alandaki şekilsiz güçlerle birleşmek suretiyle yaratılışta kaos ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yaratılış’ın en başta tasarlanmış olan homojen ve iyi karakterini bozan bu trajediye (kozmik kötülük) daha sonra Âdem’in işlediği günahla birlikte ruhların kötülükle temasa geçmesi problemi (etik kötülük) eklenmiştir. Bu durumda ters giden yaratılışı normale çevirmek ve kaos ortamı yerine ilahi düzeni tesis etmek için her bir (Yahudi) ferdin Tevrat emirlerini yerine getirmek suretiyle hem ruhların hem de dünyanın tamirine katkıda bulunması gerekmektedir; ki bu tamir ameliyesi dünyanın sonundaki Mesihi dönemi hazırlayan kurtuluş sürecine denk gelir. (Şinasi Gündüz)’’
Sürgündeki Yahudiler için dünya, gerçeğin görülmemesi için gözlere çekilen bir perdedir. Vadedilmiş Topraklar’ın tamamına hâkim olmayan Yahudiler kendilerini köle olarak tanımlamakta ve tadını alamadığı, dokunamadığın, koklayamadığı bir dünya da hapiste yaşamaktadırlar. Bu aldatıcı dünya filmde ‘’Matrix’’ olarak simgeleştirilmiş ve var olduğu müddetçe kendilerinin asla özgür olamayacakları dile getirilmiştir. Yahudi halkı Vadedilmiş Topraklar dışında özgür değildir, hapistedir Mesih’in gelişiyle birlikte korku, şüphe, inançsızlık sona erecektir. Hapiste olduğunu bilmeyen insanlar düzenin bozulmaması adına Mesih’e karşı çıkabilecektir.
Yahudilere göre evrensel tarihin tek amacı Tanrının Krallığını kurmaktır. Tanrı, sevgili kullarını dünyanın sonunda kendi krallığında toplayacak ve onlara kaybettikleri her şeyi geri verecektir. Vadedilen Topraklar’a dönecekler, mabedi yeniden inşa edecekler ve ölmüş olan İsrailoğulları dirilecektir. Tanrının Krallığı tam bir adalet, tam bir iyilik ve tam bir mutluluktur. Tanrının Krallığı gerçekleştiğinde çöl ve kurak yerler yeşillenir, bozkırlar sevinir, her taraf çiçeklerle kaplanır, körlerin gözleri, sağırların kulakları açılır, topallar geyikler gibi koşmaya, zıplamaya başlar, dilsizler konuşur, çölde sular fışkırır, kızgın kumlar göllere dönüşür, susuz topraklar su kaynağı olur ve tüm bunlar Tanrının bizzat kendisinin gelmesi ve insanları kurtarması ile olur. Kurtla kuzu bir arada duracak, kaplan oğlakla yatacak ve buzağı genç aslanla bir arada olacak ve bunların hepsini küçük bir çocuk güdecek. Emzikteki çocuk kara yılanın deliğinin üstünde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engereğin kovuğu üzerine koyacaktır. Tabii bütün bunların gerçekleşmesinden önce Mesih gelecek ve hazırlık yapacaktır.
İnancı ne olursa olsun ‘’zamane’’ davranışlardan ve insanlardan şikâyetçi olmayan kimse yoktur, herkes en azından nükleer santraller, nükleer silahlar, karbon salınımı, buzulların erimesi, çevre kirliliği veya yeni nesillerin büyüklere saygısının azaldığı konusunda hemfikirdir. Her üç filmde de tamamen İsrailoğullarının inanışlarından birini anlatan The Matrix’in başarısı –ikinci ve üçüncü filmler aynı başarıyı sürdüremese de- seyirciyi sıkmamasında ve yazımda da vurgulamaya çalıştığım gibi seyircinin genel anlamda itirazının olmayacağı konuların anlatılmasında yatmaktadır. Çok zorlama olsa da, Marksist bakış açısıyla okunduğunda maddi üretim araçlarını elinde tutan burjuvazinin kitleler arasına yaydığı ‘’yanlış bilinç’’ ve buna karşı verilen mücadele olarak da okunabilir. Ghost in the Shell ile aralarındaki benzerlik ise Avatar ile benzerliği ne kadarsa o kadardır.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın öteki film kritikleri için şu sayfaya bakınız.
New York’ta Beş Minare (2010, Mahsun Kırmızıgül)
18 Kasım 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Aksiyon Her Şeyi Halleder mi?
Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmleri ile iddialı çıkışlar yapabilmiş ve yakaladığı gişe başarıları kendisini sevindirmiş olsa da, filmlerine getirilen eleştirileri göğüslemek yerine sert ve anlaşılması çok güç bir tepki koyan Mahsun Kırmızıgül son filmi olan New York’ta Beş Minare filminin ön gösterimine devlet bakanları, gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve magazin dünyasının renkli kişiliklerini davet etmiş ancak hiçbir sinema eleştirmenini çağırmaya gerek duymamıştır. Daha iyisini sen yap diyenlerin ve eleştiriye tahammülü olmayanların fikirlerine ne derece saygı duyulmalıdır ve böyle bir zihin yapısı kendisini ne kadar geliştirerek Türk sinemasına nasıl bir katkıda bulunabilir, bilemiyorum.
Sinemada izlemediğim Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm filmlerinin oyuncu kadrolarının geniş ve nitelikli olmasına karşın senaryo, kurgu ve yönetmenliğin zayıf olduğu, artık Mahsun Kırmızıgül ile özdeşleşmiş sayılan ‘’mesaj verme’’ kaygısının da filmlere egemen olduğu görülüyordu. Eşimin ısrarları üzerine New York’ta Beş Minare filmini sinemada izlemek için yola düştüğümüzü ve sağ olsun, yer gösterici arkadaşın ‘’mükemmel bir film abi’’ şeklindeki telkinleri eşliğinde yerimize oturduğumuzu söylemeliyim.
Eski sinema geleneğinde aksiyon, filmin her alanında değil genellikle finaline doğru yaşanır ve film seyirciyi bu ana hazırlardı. Speed (1994) ile ilk karesinden son sahnesine dek aksiyonun hiç bitmediği bir dönem başlamış oldu. Böylece aksiyon finale sıkıştırılmaya çalışılmıyor, seyirci filmin her anında aksiyona doyuyordu. Salt aksiyona bulaşmış ama niteliksiz pek çok film bu dönemde ortaya çıkmıştır. New York’ta Beş Minare filminin açılış sahneleri ve devam eden aksiyon sahneleri göz önüne alındığında kendisine Yeşilçam’ın avantür geleneğini değil Hollywood’un 90’lı yıllarda geliştirmiş olduğu akımı örnek aldığı açıkça görülebilir.
Işıkların sönmesiyle birlikte patlayan arabalar, komünizme, faşizme geçit vermeyeceğine and içen ülkücüler, mezuniyet törenindeki polisler derken bir terörist grubun hücre evine düzenlenen baskınla aksiyon fırtınası başlamış oldu. Her ne kadar çatışma sahnelerinde, Türk aksiyon filmleri ile kıyaslanınca belli bir ustalığın tutturulduğu söylenebilirse de, bu işte teknik yönün yönetmenlikten önce geldiği ve çoğu zaman parayı verenin düdüğü çaldığı aşikârdır. Ustalığın gösterilebileceği yerler olan kurgu ve sahne geçişlerinin ise kopuk, oyunculukların zayıf ve göstermelik, karakter analizlerinin ve derinliklerinin sığ, söyleminin naif olduğu göze çarpıyor. İlk andaki çatışma sahneleri için Doom veya Counter Strike tarzı her odada bir teröristin elinde silahla ‘’beklediği’’ ve izledikçe heyecanın yerini sıkıntının almaya başladığını söyleyebilirim.
Sanat, kendini ifade etme biçimlerinden bir tanesidir ve ‘’insanın insanileşmesine’’ katkı sağladığı ölçüde değerlidir. Sanat, doğa ile insanın birleşmesidir. İnsanın, doğada ‘’kendiliğinden’’ olmamış, olmayan ve olmayacak olan ancak olabilirliği de asla yadsınamayacak ‘’şeylerin’’ -ki bu sonsuzdur- insanileştirilmesidir. Bu insanileştirme esnasında kullanılan yöntemlere ‘’güzel’’, güzeli arayan bilime de ‘’estetik’’ denir. Sanat olmayandan bir şeyler oldurma değildir. Sanat olabilirliği her zaman var olan ancak daha önce ol(a)mamış ve ol(a)mayacak ‘’olabilenin’’ bilinçli bir üretim ve güzellikle ortaya konmasıdır. Sanatçı, insanı, doğayı, toplumu inceler ve öğrendikleri neticesinde tam bir bilinçle insanın insanileşmesi yönünde yeni dönüşümleri tetikleyecek ürünlerini insanlığa sunar.
Estetik güzelin bilimidir, güzelliğin değil. Güzellik bütünüyle göreceli bir kavramdır. Böyle olmamış olsaydı tüm erkeklerin aynı kadına -ya da tam tersi- âşık olması beklenir ve âşık olmayanların güzellikten anlamadığından söz edilebilirdi. Oysa güzelliğin algılanmasında eğitim, kültür, çevre, ortak din, ortak dil gibi pek çok faktör etkilidir. Oysa estetik sanat yapıtındaki güzeli araştırmakla yükümlüdür, doğadaki değil. Yoksa her bir ulus ve kültür yalnızca kendi sanat yapıtını göklere çıkarır diğerlerine yüz vermezdi. Yine de bütün bu idealist tanımlara rağmen yıllar boyunca pek çok ülke ve toplum kendi güzelini en üst seviyede tutma amacıyla başarısız eserlerini körü körüne savunmaktan geri durmamış yalnızca bir avuç insan güzele güzel diyebilmiştir. Bu açıdan bakıldığında New York’ta Beş Minare filmine güzel diyebilmek için ya güzelin tanımını hayli zorlamak ya da fanatik olmak gerekecektir.
Filmin gösterime girmesiyle taraf tutmayı pek seven insanımız hemen ikiye bölündü. Bir kısım Türkiye’de örneğinin olmadığından hareketle filmi başyapıt kategorisine yükseltmekten ve Mahsun Kırmızıgül’ün ustalık eseri olduğunu söylemekten geri durmazken diğerleri filmin içeriğinden ziyade yönetmenin mazisinden dem vurarak eleştirme yoluna gittiler. Bazı yorumlarda Deccal’in boyunun iki metre olacağından hareketle New York’ta Beş Minare isminin seçilmiş olabileceğini ve muazzam bir gönderme olduğunu okudum ki, pes doğrusu. Tüm bu ‘’gaz vermeler’’ yönetmene hakarettir. Sinemaya gönül verdiyse ve bu yolda yürümeye devam edecekse bu filmler ancak emekleme ve öğrenme dönemlerine ait olmalıdır, ustalık değil.
Deccal lakaplı bir terörist için Türkiye kırmızı bülten çıkartmıştır. Bu teröristin ABD tarafından yakalandığı haberi gelmesi üzerine Türk yetkililerin Deccal’i teslim almak üzere görevlendirdiği iki polis Amerika topraklarına ayak basar. Ergenlik dönemi etkilerini hala üzerinden atamadığını düşündüğüm kıdemsiz ‘’acar’’ polisin gençlik günlerinin Amerika sokaklarında geçtiğini ve anadili gibi İngilizce konuştuğunu New York sokaklarında araba ile giderken ‘’Hey Amerika, sokaklarında ne günlerim geçti’’ demesinden anlarız. Tabii bu sahne tipik ergen yöntemi olup şımarma yoluyla çevresini etkileme çabasından başka bir şey değildir.
Kıdemli polis Fırat ise İngilizce bilmediğinden garip bir şekilde çevreye bakmaktadır. Gençlik günleri Amerika sokaklarında geçen ‘’acar’’ polisin Arapça, Kürtçe ve Kur’an bilgisine sahip olmadan ‘’İslamcı’’ ‘’terörist’’ grupların içine sızabilmeyi nasıl başardığını çok merak ettiğimi söylemeliyim. Kısa ve öz söylemek gerekirse, iki polis ancak bir adam etmektedir. Bu iki yetersiz polisin hangi özellikleriyle emsalleri arasında temayüz ettiğini çözemediğim gibi, gizli görevlerde bulunan bu adamlar niçin bir tutukluyu adamı teslim almak uğruna kendilerini deşifre ederler. Gizli örgütlere, terör yuvalarına adam sokmak üç ay sakal uzatmakla olabilecek kadar basit bir iş midir? Deccal’in ele geçirilmesiyle her şey sona ermeyeceğine, lideri ele geçirilen kadrolar kendi kendilerine teslim olmayacağına ve hatta eylemlerini artırabileceklerine göre polis teşkilatının ‘’gizli’’ adamlarını açığa çıkarmaları hangi mantıkla açıklanabilir?
Elçilik görevlilerinin nerede olduğunu merak ediyorum, tak filmden yanıt geliyor. Savcı bu işin neresinde diye düşünüyorum, yine film yanıtlıyor sorumu. Mahsun Kırmızıgül de senaryonun delik deşik olduğunu, iler tutar bir yanının olmadığını film ilerledikçe görmüş olmalı ki -iş işten geçmiş tabii ki, bir sürü para harcanmış, çekimler yapılmış, yeni sahneleri çekecek ne para ne istek kalmış ve Türk seyircisinin ‘’yiyeceği’’ düşünülerek- oraya buraya sıkıştırdığı sözlerle zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Oluyor mu, peki?
Deccal, İslam dâhil pek çok dinde insanları doğru yoldan saptırmaya çalışan olağanüstü güçlere sahip birisi olarak tanımlanmıştır. Adı, bir şeyi örtmek, boyalayıp yaldızlamak anlamına gelir. Kıyamet alametlerinden olduğu kabul edilen ancak Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen, yanında ateş ve su taşıdığına, bir gözünün kör ve alnında kâfir olduğunu gösteren yazının bulunduğuna, önce peygamberlik, sonra tanrılık iddiasında bulunacağı söylenen Deccal’in Hz. İsa tarafından Filistin’de Lud denilen bir yerde öldürüleceğine inanılmaktadır. Hacı Gümüş’e bu ismi kimin taktığı konusunda şüphelerim bulunduğunu söyleyerek bu bahsi kapatıyorum. Zaten her şey ortada iken hacı, İslamiyet, gümüş, Deccal sembollerinin beceriksizce senaryoya serpiştirildiğini düşünüyorum.
Bir sineği bile incitmeyecek bir kişi olarak bahsedilen ‘’Deccal’’ Hacı -Danny Glover, ‘’Hacı’yı 30 yıldır tanırım, öyle biri değildir’’ demekten başka bir şey yapmıyor- hem de Amerika topraklarında FBI aracına tuzak kuracak ve onlarla çatışmaya girebilecek cesareti nerden alıyor acaba? ABD Başkanı Bush’un, 20 Kasım 2024 tarihinde imzaladığı bir kararname uluslararası teröre karışan zanlıların ABD’de, temyiz yolu kapalı özel bir askeri mahkemede yargılanmasının önünü açmıştır. Böylesine etkili bir kanunu uygulayan Amerikalı yetkililer topraklarında kendilerine saldıran insanların ellerini kollarını sallayarak ayrılmasına izin veriyor ve karıncaezmez Hacı, çevresini etten bir duvar gibi ören bu silahlı yarmaların varlığından rahatsızlık duymuyor.
Terör kelimesi; Latince kökenli “terre” kelimesinden gelmektedir. Kelime olarak ‘’korkudan titreme” veya “titremeye sebep olma” anlamına gelir. Terör kavramının dilimizdeki karşılığı ise “yıldırma, korkutma”dır. Jakobenler kendileri hakkında konuşur ve yazarken teröristi olumlu anlamda kullanmışlardır. Thermidor’dan sonra cani anlamında kullanılmaya başlanan terör kelimesi bugünkü anlamında, ilk defa Fransız Devriminden sonra kullanılmış, 1793 Martından 1794 Temmuzuna kadar süren dönem “Terör Rejimi” veya “Terör dönemi” olarak adlandırılmıştır. (Faruk ÖRGÜN: Küresel Terör, Okumuş Adam Yayınları, 2024)
Günümüzde, çok kullanılan bir kavram olmasına rağmen terörün hâlihazırda 100’den fazla tanımı bulunmaktadır. Ülkelerin çıkarları nedeniyle farklı düşüncelerden hareket edilmekte, değişik tanımlar ortaya çıkmaktadır. Bir tarafın “terörist” ilan ettiğini, diğer taraf “özgürlük savaşçısı” olarak niteleyebilmektedir. Nitekim 1980 yılında tespit edilen Türkiye’de eylem yapan 45 sol örgüt, 7 sağ örgüt, 15 bölücü örgütün; Almanya’da 289; Hollanda’da 29; İngiltere’de 23; Belçika’da 17; İsveç’te 13; Fransa’da 12 olmak üzere toplam 408 adet destekleyici yan kuruluşu tespit edilmiştir.
ABD, 11 Eylül terör saldırısının ardından “terör” ve “terörist” kavramlarını bir örgüt, tarikat ya da cemaatle değil de, doğrudan İslamiyet ile özdeşleştirme yanılgısına düşmüştür. Çünkü binlerce masum insanın ölümünden sorumlu “17 Kasım Örgütü”, “Kızıl Tugaylar”, “ASALA”, “IRA”, “ETA” gibi terör örgütlerinin kanlı eylemleri, “Hıristiyancı Terör” ya da “Katolik-Protestan-Ortodoks Terörü” olarak nitelendirilmemiştir. Bu açıdan bakıldığında, en az 1.300.000.000 insanın inandığı bir dini doğrudan terör kavramı ile özdeşleştirmek, sadece haksızlık olmayacak, diyalogu geliştirmek yerine, dinsel çatışmaları ve de insan hakları ihlâllerini yaygınlaştırabilecektir. (Necip HABLEMİTOĞLU: Şeriatçı Terör ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke: Türkiye, 28 Ocak 2024’de The Marmara Otelinde düzenlenen “Uluslararası Eğitim ve Terör Sempozyumu”ndaki bildirisi)
Herkesin terörizm kavramı farklı olduğu için ittifaklar kurmak zor, yaşatmak daha zordur. Makedonya’daki Arnavut gerillalar bundan böyle terörist midir? (11 Eylül 2024 olaylarından sonra Makedonya’ya giden ABD temsilcisi bu doğrultuda yorumlar yapan Makedon yetkililere karşı çıkmıştır.) 1994-96 senelerinde hürriyet savaşçısı olan ve görmezden gelinen Çeçenler hangi sıfatı hak edeceklerdir? Bir İsrail helikopterinden atılan füze ile ölen bir FKÖ subayının cenazesinin kaldırılmasının ardından İsrail’de bir otobüste kendini havaya uçuran bir Hamas militanının terörist olduğuna Kahire, Şam veya İslamabad’daki insanlar nasıl inanacaktır?
Terörizmi önleme çabalarını güçleştiren en önemli sorun, ulusların terörizm ve uluslararası terörizmin tanımı konusunda henüz bir uzlaşmaya varamamış olmalarıdır. Bütün dünya devletleri ya da en azından etkili olduğu kabul edilebilecek çoğunluğu tarafından onaylanmış bir terörizm tanımı yoktur. Aksine hemen herkesin kendine göre başka bir terörizm tanımı vardır. Hatta bazen aynı devletin değişen zaman içinde farklı tanımlar yaptığı görülmektedir. ABD’nin resmi belgelerinde yarım düzine kadar değişik terörizm tanımı kullandığı bilinmektedir. (Terörizm İncelemeleri, Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Doç. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK)
Nitekim pek çok örgüt Batı’nın bilgisi dâhilinde, hatta bazı örneklerde Batılı istihbarat örgütlerinin desteğiyle kurulmuştur. Bu nedenledir ki terörle mücadele eden hemen her ülkede, terör olaylarında Batı’nın pek de masum olmadığını savunan ciddi bir görüş varken New York’ta Beş Minare filminin tanımı başkaları tarafından belirlenen terör tanımı sahipleniyor olması vermek istediği mesajla asla örtüşmüyor ve kendi ayağına kurşun sıkıyor.
Başarılı bir İngiliz savaş muhabiri olan Robert Fisk son kitabı Büyük Medeniyet Savaşı Ortadoğu’nun Fethi isimli kitabında kendisine şöyle denildiğini yazıyor. ‘’(…) Amerikalıların bölgeyi işgalindeki sebep doğrudan petrol değil; işgalden önce petrolü son derece cazip fiyatlardan satın alıyorlardı zaten. Başka sebepler de var ki en önemlisi İslam’ın gücünden ve İslami bir rönesansın kendilerini boğacağından korkmaları…’’ Doğru ya da değil, aşırı ya da değil bir ülkenin yöneticileri ve istihbarat örgütünün aklına böyle bir şey gelmez mi, acaba böyle bir durum olabilir mi diye düşünmez mi ve her iki duruma da uygun çözümler bulmaya çalışmaz mı? Filmde böyle bir akıl yürütmeye ve çözüm aramaya ilişkin ipuçları bulamıyoruz.
11 Eylül’ün ardından bazı ülkelerin terörü önlemek yerine terörden yararlandıkları bilinmekteyken, zaten bu ülkelerin istihbarat birimlerinin isteği doğrultusunda kendi toplumunun dini tarikat ve oluşumlarını potansiyel terörist ya da terörizme destek vermesi olası kategorisine dâhil ederek aralarına ‘’sızmışken’’ sıradan bir Amerikalı yetkilinin karşısına geçip –hem de Amerika topraklarında- ‘’Irak’ta 1 milyon adam öldürdünüz’’ demek hiçbir anlam ifade etmiyor. Hele bu sahnede İngilizce bilmeyen kıdemli polis bir dışlanmışlık havası içerisinde bön bön etrafa bakarken belki de amirinden izinsiz konuşmaması gereken ‘’acar’’ polisimiz konuşmaları amirine aktarmak yerine ‘’bi saniye’’ diyerek kendi bildiğini okumaya devam ediyor. ‘’11 Eylül ile had safhaya ulaşan İslam karşıtı hareketlere bir yanıt verme amacıyla’’ çekildiği söylenen filmin bunu başaramaması bir yana İslam eşittir terörizm algısını kabullendiğini söylemek mümkün. Bir insanın Müslüman olduğu için terörizme destek verdiğini söylemek hakkaniyetle sığmazken o dinin kendisini terörle eşdeğer görmek en hafif deyimiyle yozluğun ve alçaklığın en açık göstergesidir. Film tüm bu tartışmaların ortasına girermiş gibi yapıyor ve tipik bir kan davası, kişisel bir intikam (vendetta) biçimine bürünerek olay yerinden hızla uzaklaşıyor.
ABD’nin güdümünde yürütülen bir hareketin kilit noktalarından birini işgal eden Deccal lakaplı kişiden Amerikan istihbarat örgütlerinin haberdar olmaması da işin ayrı bir noktası. Çünkü gerçekten bir Deccal var ve ele geçiriliyor. Bu insanların terörist sayılmaması için mutlaka Amerikan topraklarında dolaşması ve onu suyundan içmesi mi gerekiyor. ABD topraklarında mutlu günler geçirmiş olan acar polisimiz Hacı’nın masumluğuna ilk şahadet eden oluyor. Suyundan içip vakit geçirmeye başladıktan sonra da Fırat ikna oluyor ve 40 yıllık kininden ve intikamından iki dakikada vazgeçiyor. Mahkeme süreci sona ermeden Emniyet müdürü özür diliyor, acar polisimiz tesadüfen bir kapı dinlemesi sonucu Hacı’nın suçsuzluğuna inanmaya başlıyor. Ne romantik ve naif karakterli adamlarmış demekten başka bir söz bulamıyorum.
ABD-Alman Marshall Fonu ile Chicago Dış İlişkiler Konseyi’nin 9000’den fazla kişiyle yaptığı anket, Avrupalıların yüzde 55’inin ‘ABD’nin dış politikasının 11 Eylül 2024’deki trajik olaylara katkısı bulunduğuna inandığını’ ortaya koymaktadır. ABD’nin saldırılarla ilgili olarak kendini de suçlaması gerektiğini düşünenlerin çoğunluğunu % 63 ile Fransızlar oluştururken bu görüşün en az paylaşıldığı ülke ise % 51 ile İtalya’dır. Batı ülkelerinde yaşayan insanların bile ikna olmakta zorlandığı bu duruma her şeye şüphe ile yaklaşmaları gereken istihbarat eğitimi almış polislerimiz hemencecik ikna oluyorlar.
Fırat, döverek, işkence ederek adamı konuşturduğu sırada içeri giren polis müdürü, iki elini beline dayayarak, çaresizce, bıkkın ve elinden bir şey gelmiyormuşçasına ‘’Fıraaat’’ diyor, dudaklarını büzerek ve gözlerini yuvarlayarak. Sanki halıya tuvaletini yapan evcil hayvanına kızarmış gibi… Amirsen cezasını verirsin. Ağzında diş kalmamış amirimizin suça göz yummaktan veya ‘’AB müktesebatından’’ ve ‘’İşkencenin kalktığından’’ haberi yok galiba.
FBI ajanı David Becker, kendini her tanıttığında aklıma David Beckham ismi gelmedi desem yalan olur. Milyonlarca lira harcanan bir filmde bu kadar basit isim benzeşmelerinin olması vahim hatadır.
Hacı, kendisini annesine tanıttığı anda sırtından vurularak öldürülmüş olsaydı, senaryoda bulunan bazı boşlukları affetmeye hazırdım ancak olmadı. Çünkü iyi adamlar her zaman sırtlarından vurulurlar. Acaba yönetmen Hacı’nın sırtından değil de göğsünden vurulması ile bir mesaj veriyor olabilir mi?
Pek çok okur filmi ‘’Amerikan tarzında’’, ‘’bol aksiyon sahnesine sahip’’, ‘’Amerikan sinemasından ayırt edilemeyecek kadar gerçekçi’’, Türk sinemasının ‘’çıtasını yükselten’’, ‘’seviyeyi oldukça yükselten’’, ‘’Türk sinemasının üstünde’’, ‘’Türk sinemasının en iyi açılış sahnelerine sahip’’, ‘’Hollywood filmlerine taş çıkartacak’’ olarak nitelendirmiştir ki bu anlatımlara katılabilmem mümkün değil. New York’ta Beş Minare filmi Yeşilçam gelenekleriyle örtüşmeyen, bakış açısı ve sırtını dayadığı anlayışın tipik Hollywood olduğunu söylemeliyim. Kaya Genç’in sözleriyle yazmak istersem, ‘’New York’ta Beş Minare, Türklerin çektiği ilk Hollywood filmi olarak tarihe geçebilir ama (…) maalesef ruhu yok.’’
Yazımın başlığını oluşturan soruya eski bir pop şarkısında olduğu gibi ‘’güzel günlerin hatırına’’ demek isterdim ancak Mahsun Kırmızıgül’ün sinemayı kendine yontmaya çalışan anlayışı buna izin vermiyor ve maalesef aksiyon her şeyi halletmiyor. Mesaj verme kaygısını içinden atamayan Mahsun Kırmızıgül filmleriyle dünyayı kurtaramayacağını, sinema salonlarından çıkan herkesin ilahi bir erginlenmeyle ‘’doğru yola’’ girmeyeceğini idrak etmelidir. İşlediği konu olan İslamiyet’in 23 yılda tamamlandığını, her şeyin başının sabır olduğunu, seyirciye, verilmek isteneni anlayabilecek kadar saygı duyması gerektiğini hatırlatmak isterim. New York’ta Beş Minare, yönetmenin ustalık eseri değildir, umarım kendisi de aynı fikirdedir.
Salim Olcay
salimolcay@yahoo.com
Yazarımızın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
1 Film 2 Analiz: Inception (Süleyman Keskin)
8 Temmuz 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“All that we see or seem Is but a dream within a dream?” (Edgar Allan Poe)
“Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz de düş içinde düş müdür sadece?” Çeviri: İsmail Haydar Aksoy
90’ların ilk yıllarından itibaren, sinema endüstrisinin çağa uygun yapılanmasını gerçekleştiren genç yönetmen tayfası içindeki Quentin Tarantino, David Fincher, Alejandro González Iñárritu ve Christopher Nolan’ın yönettikleri, senaryo kaleme almaları, kurgu anlayışları ve anlatı biçimleriyle izleyicileri yeni berrak sulara yelken açmalarını sağlamışlardır. Her ne kadar genç yönetmen tayfası olarak adlarını saysak da, hiç birinin yaşı 40’dan az olmadığını biliyoruz. Belki de adlarını genç olarak söylememi, yenilikçi ve o zamana kadar süre gelende daha farklı öyküleme anlayışlarının 110 yıllık sinema tarihi içinde rakamsal boyutlarda daha az yer kaplamamışlığıdır. Bu yönetmenler içerisinde, iki yılda bir her yönettiği olay yaratan Christopher Nolan’ı içlerindeki en çalışkanları olarak görüp diğer tarafa ayırmalıyız.
1998’de çeşitli festivallerden ödül almış ilk uzun metraj filmi Following, kariyerini şekillendirmene yönelik elle tutulur ilk filmiydi. Zamanla ardından gelen modern klasik Memento (2000), başarılı yeniden çevrim Insomnia (2002), adını bilmeyenlere “elektrik dâhisi” Tesla’yı ve iki sihirbazın kapışmasını konu edinen The Prestige, Tim Burton’ın yönettiği Batman’lerle karşılaştırmaktan geri duramadığımız Batman Begins (2005), The Dark Knight (2008) ve son yapıtı Inception (2010).
İzleyici olarak Batman karakterinin başrolde olduğu 3. filmi beklerken, senaristliğini de Nolan’ın yapacağını öğrendiğimiz rüyalarda geçtiğinden başka sır verilmeyen yapımla karşılaşmamız bünyede bir şok yaratmıştır ama kadrosunun genişliği ve karmaşık hikâye düzeninin etkisi beklentileri en minimumda sabitlemeye yetmektedir. Başrollerini ünlü oyuncular Leonardo di Caprio, Ellen Page, Marion Cotillard, Joseph Gordon-Levitt, Cillian Murphy ve Japon aktör Ken Watanabe’nin üstlendiği filmde, bilinçaltının temellerine inme, paradox, ortak bilinç, zihnin labirentleri ve katmanları, uyandırma(dürtme) gibi her birinden sıfırdan senaryo yazılacak kavramları, (Belki de ileride farklı yönetmenlerin yapıtlarında genişçe görebiliriz) tek metin altında toplamayı başarmışlığı Nolan’ın sinema yetisinden kaynaklanan enfes bir bileşim oluşturmaktadır.
Dom Cobb (Leonardo DiCaprio) ve ekibi temin ettiği kimyasallar yardımıyla bilincin uykuda en zayıf olduğu REM evresinde görülen derin ve ayrıntılı rüyalarda gömülü değerli sırların yerini öğrenip, çalma işindedir. Dom’un, birden fazla kurban üzerinde etki sağlamış üstün yeteneği, rakiplerinin sırlarını ele geçirme isteğiyle yanıp tutuşan şirketlerin oyuncusu olmasını engelleyememiştir. Ve ülkesinde işlediği bir suçtan ötürü uzun süredir göremediği çocuklarının yanlarına dönmesine izin verilmeyen Cobb’a, önceki çalma işlerinden tamamen zıt kutupta duran “fikir yerleştirme” işi sunulmuştur. Eğer bunu başarabilirse bütün olanları yok saydıracak yeni bir Başlangıç (Inception) fırsatı yakalayabilecek, çocuklarının yanına dönmesi sağlanacaktır. Yeni hayat için sunulan son görevinin önündeki en büyük engel, sadece Cobb’un “tanıdığı” düşmandır.
Film, deniz kenarında baygın hâlde yatan Cobb’un, silahlı görevlilerce yakalanıp yaşlı bir adamın önüne oturtulmasıyla start alır. Bu türden giriş, son dönemde sıkça karşılaştığımız, filmin son demlerinde bağlanacak olayları 3–5 dakikasıyla gösterip, izleyende merak duygusunu tavan yaptıracak bir seçimdir. Ardından gelen aksiyon dolu rüya içindeki rüya sekansları baş döndürücü aksiyon sahnelerinden afallamış izleyicilere atılan ikinci tokat ve sıkı bir başlangıçların seyirciye vaat edilenin ilk tohumu sayıldığı günümüz sinemasında, beklentileri karşılayıcı tavırdır. Christopher Nolan’ın bir önceki film The Dark Night hâla hafızamızda tazeyse başlangıcın işlenişi birçok açıdan hayli tanıdık gelecektir. Kara Şovalye’yle, film arasında bağlantı kuracak olursak öyle aman aman bir ortak nokta olmasa bile izleyende yer, zaman farklı olacak şekilde ilerlemesini aynı bulması da olası. Ama iki filmin de senaryolarını yazan kişinin de Nolan’ın kendi olması, sinemasının çekirdeğini oluşturan insanın gizli dehlizlerini ortaya çıkarmada ortak bir tat, hatta alttan alta bir meram duygusu yarattığı da hissedilebilir. Saklı tutulan gizin Nolan’ın sineması izleyicide bu kadar tutulmasının sağlayan ana nedeniyse; yönetmenin izleyiciyi elinin altına alan aksiyon dokusu ve içeriğini okuduğumuzda muhtemelen ilgi çekici gelecek farklı ana taslak seçiciliğidir.
Yönetmenin buradaki ve diğer filmlerindeki başarısı, içerdiği aksiyon sahnelerin soluksuzluğundan çok, hikâyenin özünü dolambaçsız anlatışından kaynaklanıyor. Ve her türden, her kültürden izleyiciyi yakalamayı hedefliyor. Özellikle kurguda oynama yaptığı Memento ve Prestige ‘deki son ana kadar heyecan duygusu ve anlayamamaktan kaynaklanan ilgiyi kaybettirmeden anlatıyı seçişi ve Incepiton’ın da tematik açıdan sırasıyla bağlantı bütünlüğündeki sahneleri, nev-i şahsına münhasır David Lynch’in kendine has kurgu anlayışından filmin bazı bölümleri net açıklayarak az da olsa uzak bir yol tutuyor. Önce öğretip ardından anlaşılır bir dille rüya içine rüyaları geçiren yapı, filmin “son anına” kadar yanımızda rehber bulundurmadan gezmemize de imkân sağlıyor.
Filmin akıllarda zaman zaman soru işareti bırakarak ilerlemesi bir üst sahnede doyuma ulaştıran cevapların net oluşu, her seviyeden izleyiciyi yakalamaktan geri durmayışını Inception’ın hikaye çekirdeğinden sade bir cümleyle açıklayacak olursak: Ölen karısına özlem duyan adamın, kendisine dahi açıklamaya çekindiği anılarını, mesleksel uzmanlık alanı olan bilinçaltı görevlerinde kendine düşman olarak tanımasıdır.Yapıyı temeldeki fikrin üzerine kurarken bilinçaltını; çıkmaz sokakların olduğu, her an karşınıza çıkacakları hesaplayamadığınız, sürprizlerle dolu labirent olarak tasvir etmeyi de ihmal etmiyor. Bunlara takiben yapının bir diğer katını (filmden örnek verecek olursak: 2. rüyaya geçiş evresinin dakikaları) tamamlamak içinse filmdeki karakterlerin görevini hazırlıyor: Bilinçaltında kaybolmamak için sınırları önceden çevrilmiş dünyayı çizecek mimar ve rüya anında bilinçaltında ne kadar ileriye gidilecekse bir önceki evrede bırakılan bir görevli… Basitçe açıklayacak olursak: Gidilecek yer 4. evre ise, 3. rüya evresinde uyanık kalanın üzerine 2. katmanda bağlanılır ve onun üzerinden ortak bilinç (3. evre) kurulur.
Evrede her ilerleyişimiz, bir önceki katmanda duyduğumuz acıyı azaltırken, önceki evredeki su, tokat yeme gibi fiziksel durumlar sonraki evreyi etkiliyor. Aynı zamanda rüya gören kandırıldığını anladığında da rüya çökebiliyor. Eğer zor bir koşulda kalınıldığında uyandırılmak isteniliyorsa da dürtmek ve bir anda tümünden uyanmanın tek yoluysa kendini öldürmek düş dünyasından tamamen çıkarıyor… Buradaki zaman kavramı ise rüyaya dalınan evredeki 1 saat gerçeğin/bir öncekinin 5 dakikasına eşit. Ayrıca filmin kırılma noktasını yaşatan totemler ise gerçek dünya-sanal dünya farkını göstermektedir. Bu totemlerin bir özelliği de sahibinden başka kimselerin dokunmasına izin verilmeyişliğidir.
Cobb’un derinlikte saklı tutma gereksinimi hissedişi Mal’ın ölüm anılarından tutun da, sahil kenarında mutluğuna kadar anılar arasında gezinmesini anlatmak için seçilen asansör, filmin zekâ kokan anlarına tekabül ediyor. Asansörün her katı iniş çıkışında karşılaşılan manzara Cobb’un psikolojisinin derinliklerinde ne denli sorunlu bir yapı içerdiğini göstermesi adına izleyiciye zaman zaman dehşete düşüren sahneleri çeriyor. Filmin karakter isimlerinden en dikkat edilmesi gereken Ellen Page’ın canlandırdığı Ariadne isminin özelliği, Girit labirentlerinde tutsak kalan Theseus’a, labirentin gizlerini öğrenerek ve verdiği ip ile labirentten kurtaran, Kral Minos’un kızı. Nolan’ın mitolojiden aldığı bu isim, filmdeki labirentleri çizmekle kalmayıp, Cobb’un kendiyle hesaplaşmasını sağlayan yegâne kişidir. Filmde dikkat edilmesi gereken bir diğer noktaysa, Robert Fischer, Jr.’ın kasayı açtığında karşılaştığı rüzgârgülüdür. Yönetmen burada, Orson Welles’in en ünlü filmi Yurttaş Kane’le paralellik gösteren bir açıklayıcılık kullanmıştır. Yer yer eğreti duran baba-oğul hikâyesi yapılan göndermeyle benim gözümde filmde açıklanan “babasına benzeme” yerine farklı bir yöne oturmuştur, iyi de olmuştur. Filmdeki aksiyon sahnelerin bazıları süreyi arttırmaktan başka bir artısı olmasa da olayları anlamaya çalışan izleyiciye nefes imkânı sağlıyor… Ariadne’ye işin inceliklerini gösterilmesi sırasındaki iki ayna arasında gerçekleşen yansımaların sonsuz görüntü oluşturma sahnesi de gerçeklikten sonsuzluğa yapılacak bir iç yolculuğu basit örnekle izleyiciye sezdiriyor. Zekâ dolu bu sahne, filmin tüm derdini açıklayacak niteliktedir. Filmin muazzam müziklerinin bestecisi Hans Zimmer öyle bir üst seviye iş çıkarmış ki, sıradaki filme yapacağı müzikleri gölgeleyecek gibi gözüküyor. Bir oyuncunun diğerinden sahne çalmayışı veya filmin önüne geçmesine izin verilmemesi de yerinde bir tercih olmuş.
Filmin çok konuşulan sonu için teorilerimi ve cevaplarımı sıralayayım:
1- “Film bitip, ekran kararmadan önce uzun süredir dönen topaç yalpalıyordu.
Bu gösteriyor ki Cobb gerçek hayatta.” Filmden kareleri gözümüzün önüne getirmeyi deneyelim ve Cobb’un en uzun süre topacı döndürmeyi başardığı anı hatırlayalım. Ben üç saniyeden fazlasını hatırlayamıyorum. Şimdi Mal’ın rüya evrenindeki kasasını açıp, topacı döndürmesini hatırlayalım? Uzun süre dönmüştü değil mi?
2- “Cobb, hâlâ rüyada, film bu şekilde bitiyor.” Burada Yusuf’un mahzenindeki yaşlı adamın söylediklerini dönelim “Rüya onların gerçekliğe dönüşüdür.”
Mahzende topaç çeviren Cobb’un, filmin girizgâhından itibaren 2 defa düşsel evrende olmadığını kavraması pek zor olmuyor. Ancak mahzende daldığı söylenen rüya sekansının bitişi hiçbir zaman da seyirciye aksettirilmiyor. Fakat Cobb’un bilinçsel olarak tehlikede hissettiği o sahnede dönmek üzere çevirdiği topacın dönmediği de görülebilir. Buradan çıkarımla da Yusuf’un mahzeninden sonrası tamamen Cobb’un kendi ürettiği düşselliğinin bir sonucu.
3- “Gördüklerimizin hepsi, kasadaki gizli sırları çalınan Saito’nun, intikam almak için Cobb’u kendi silahıyla yani bilinçaltına erişerek ödeşmesi mi?” Pek yabana atılmayacak bir fikir gibi duruyor. Şöyle anlatayım: Zaman kavramının rüyalarda farklı işlemesinden Saito uzun süre Araf’ta kaldığından tanınmayacak şekilde yaşlandığı görünüyor. Filmin sonu/başında gördüğümüz yaşlılık halinden uçaktaki zamana dönüşü, metal topacın Saito tarafından döndürmesinden sonraki intiharıyla oluyor. Burada Mal’ın kasaya ne sakladığını hatırlayalım, bir metal topaç idi, değil mi? Topaç gerçek-rüya ayrımını belirttiği gibi derinlerde saklı anıların yerine kullanılan bir metafordur. Saito, topacı çevirdiğinde orada kalması için önünde hiçbir sebep kalmaz, çünkü Cobb’un gizli anılarına ulaşmıştır. Cobb rüya görmeyi sürdürmektedir ve aklına yerleştirilen “eve dönme” fikri devreye girer.
4- “Filmde gördüğümüz sanal ve gerçek dünyaların hepsi Cobb’un zihninin bir ürünü mü?”
İnsan aklı neyin gerçek, neyin sahte olduğunu büyük oranda ayırmayı başarabilmektedir. Küçük oranın içinde kalan Dejavu(“Wikipedia’dan alıntı: Yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusudur. Ânı daha önceden yaşamışlık halidir.) olayında ise rüyamızdaki bir “an”ı gerçeklikle karıştırılması da olası. Yani, akıl rüyada görüleni gerçekte yaşanmış sayıyor. Bana göre, filmin hangi bölümlerinin çok net şekilde gerçek yada rüya olduğu yine de belirsizlik içerisinde.. Buradan hareketle Mal ve Cobb’un yarattığı hayali dünyada, kendi zihin Araf’ında kalması gereken Saito, hangi sebeple orada bulunmaktadır.(Burada yaşlı ve genç Saito’nun ev dekorasyonuna dikkat edelim) Zihnen Araf, ölenin aklında yaşanması gerekirken Cobb’un ve eşinin yarattığı dünyada kalması ve başkasının rüyası üzerine kurulu evreninde neden sadece Cobb’un anıları karışmaktadır.(Birden arabaların içinde varolan Treni hatırlayalım) Tümünü birleştirirsem, izlediklerimizin hepsi Cobb’un zihninde oluşan yansımaların bir hikâye bütünlüğü almışlığı da olabilir. Akıl bu, ne yaptığı belli olmaz, özellikle de anılarını derinliklere gömen kişilerde sonucunun yaşandığı olası.
Süleyman Keskin
Yazarımızın öteki yazılarını okumak için tıklayınız.
1 Film 2 Analiz: Inception (Salim Olcay)
22 Haziran 2024 Yazan: Editör
Kategori: Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Bir rüya senin bütün felsefelerinden daha değerlidir.” (Hamlet)
American Psycho (2000) ile ‘’tam adamı’’ dediğim rolü ve The Machinist (2004) filmindeki etkileyici oyunculuğuyla Hollywood’da kalıcı olduğunu kanıtlayan Christian Bale’in, Bruce Wayne rolüne bürünerek bir Batman filminde rol aldığını ancak tesadüfen elime geçen Batman Begins’ (2005)’i seyrettiğimde fark edebildim. Batman’in hiçbir serisinden hoşlanmayan ben, izlemeye zoraki başlamış olsam da, ‘’nihayet derli toplu bir Batman filmi’’ ve ‘’devamı çekilse güzel olur’’ diye düşündüğümü anımsıyorum.
Yine, bir arkadaşımın verdiği filmler arasına karışmış Memento (2000) ise ilk anından itibaren merakla izlemeye başladığım, güzel olabileceğini düşündüğüm ancak işlerim dolayısıyla yarım bıraktığım ve bir köşede unutuverdiğim bir film oldu. Yıllar sonra The Dark Knight (2008)’ın beyazperdede görücüye çıkmasıyla birlikte Batman hayranı oğlumla birlikte sinemanın yolunu tutup, ikimizin de hayranlıkla izlediği 2,5 saatlik ziyafet sona erdiğinde ben hala filmin Batman Begins ile olan ilişkisinin Christopher Nolan olduğunu bilmiyordum.
Küçük çaplı bir araştırma filmler arasındaki bağı ortaya çıkarınca bu genç ve yetenekli olduğu inkâr edilemeyecek İngiliz yönetmenin filmlerini izlemediğimi fark ettim. Memento’yu ikinci kez izleme çabam ve yine yarım bırakışım da bu dönemde oldu –yarım bıraktığım filmleri bitirememek gibi körolasıca bir huyum var. 1997 yapımı orijinal filmin etkisinden kurtulmayı başaramadığını düşündüğüm Insomnia (2002)’yı TV’de izlediğimi ve beğenmediğimi –Robin Williams etkeni de belirleyici olmuş olabilir- yeniden izleyince hatırladım. The Prestige (2006) ise bana hitap etmeyen bir yapımdı. Eleştiriye açık pek çok noktası olsa da The Dark Knight’ın yönetmenin en iyi işi ve beni en çok etkileyen filmi olduğunu söyleyebilirim. Önceki filmlerini sevememiş olmam sonrakileri sevmeyeceğim anlamına gelmeyeceğinden yönetmenin ‘’gelecek işlerini’’ takip etme bağlamında Inception (2010) bilerek ve isteyerek izlemeye gittiğim ilk Nolan filmi oldu.
İnsanların, uyku halindeyken savunmasız hale gelen zihinlerine girerek sırlarını çalabilen yetenekli bir adam olan Cobb ve ekibi, Saito isimli bir işadamının sırlarını çalmakla görevlendirilmiştir. Ne var ki böyle bir hamleyi bekleyen Saito hazırlıklıdır ve Cobb’un ne kadar ileri gidebileceğini görebilmek adına, saldırıyı engellemez. Görevi başardığını düşündüğü esnada tuzağa düştüğünü anlayan Cobb, yakalanmasına karşın yetenek testini başarıyla geçmesinden ötürü cezalandırılmak yerine Saito’dan hiç beklemediği bir teklif alır. Görev bu kez fikir çalmak değil daha önce hiç kimsenin denemediği insan zihnine fikir yerleştirmek olacaktır. Ekibinin imkânsız diyerek geri çekilmesine karşılık Cobb, bunun mümkün olduğunu ama yapmak istemediğini söyleyerek teklifi reddeder.
Saito’nun teklifi ile kahramanımızın hayatında bir şeylerin değişeceğini sezeriz. Bu kahramanın maceraya davet edildiği andır. Yol zahmetli, tehlikelerle dolu, geçici ve yanıltıcı olandan gerçeklik ve ebediyete, ölümden yaşama, insandan tanrıya geçiş yoludur ve macera çağrısı kadim anlatıların pek çoğunda kahraman tarafından ilk duyulduğunda reddedilmiştir. Gündelik yaşamın dinginliğini ve alışkanlıklarının koruyuculuğunu bilinemezliğe yeğleyerek macera çağrısını reddeden kahramanın önünde yalnızca iki seçenek kalır. Ya macera çağrısı ısrarla ve kahraman olumlu yanıt verene kadar sürecek ya da ‘’kahraman olamayan’’ çağrıyı reddettiği için bir ömür pişmanlıklar içinde yaşayacaktır. Saito ‘’Kalbinin sesini mi dinleyeceksin yoksa pişmanlıklar içerisinde bir ihtiyar olarak mı yaşayacaksın’’ diyerek teklifini daha güçlü bir şekilde yineler ve ‘’çocuklarına kavuşmak isteyip istemediğini’’ sorar.
Kahramanımız Cobb, savunmasız zihinler arasında gezinirken –bu konudaki eğitimini babasından almıştır- karısı Mal’ın da bu deneyime ortak olması sonucu kendi istek ve arzularına göre yeni bir dünya yaratma ‘’oyununa’’ girişmişlerdir. Oyunun insan yaşamı ve kültüründeki önemi hakkında en önemli otoritelerden olan Johan Huizinga, oyunun her şeyden önce isteğe bağlı olduğunu, zorlama oyunun oyun olmayacağını, bu bakımdan boş zamanlarda yapıldığını, insanın gerçek yaşamdan geçici olarak çıkarak kendi düzeni olan oyun dünyasının içine girdiğini ancak oynarken ‘’gerçeğin dışında’’ kaldığının bilincinde olduğunu hiçbir zaman unutmadığını yazmaktadır. Gündelik yaşamın bir süsü sayılabilecek oyun kendine özgü yer ve süreyle kısıtlandığından gündelik yaşamdan ayrılır. Oyun başlar ve belli bir noktada biter, bitmelidir. Dışarıdan içeriye belli kurallarla girilir, içerde de belli kurallar geçerlidir. Oyunun kendi düzeni vardır ve mutlak olan bu düzen bozulamaz, bozulması oyunbozanlıktır, cezaları vardır. Kurallar bozulunca bütün oyun çöker, biter.
Karı-koca günlük yaşamda bir ara verme, bir dinlenme olarak rüyaları kullanarak yepyeni dünyalar yaratma oyunu oynamaya başlamıştır. Cobb, bu oyunun kaos’tan kozmos’a bir inşa süreci olduğunu ‘’kendimizi tanrı gibi hissediyorduk’’ sözleriyle dillendirir. Her yaratım süreci, yeni, bilinmeyen, işlenmemiş bir ülkeye yerleşmek yaratılış eylemine eşdeğer olup tanrıyı taklit etmek daha doğrusu tanrı rolü oynamaktır. Mircea Eliade bu eylemi şöyle tanımlamaktadır.
’Boş toprağı işleyerek aslında, kaosa biçim verip kurallar koyarak onu düzenleyen tanrıların eylemini tekrarlıyorlardı. Canavarların yaşadığı çöl bölgeleri, işlenmemiş topraklar, hiç bir denizcinin üzerinde yelken açmaya cesaret edemediği bilinmeyen denizler (…) ve benzerleri kaosla bir tutulur; hala yaratılış-öncesinin farklılaşmamış, biçimsiz tarzını sürdürmektedir. Bu yüzden bir bölge ele geçirildiğinde -yani ondan yararlanılmaya başlandığında- yaratılış eylemini simgesel olarak tekrarlayan ayinler düzenlenir: işlenmemiş toprak önce “kozmoslaştırılır” sonra oraya yerleşilir.’’ (Mircea Eliade-Ebedi Dönüş Mitosu)
Burada durarak Cobb ve Mal’ın durumlarını Kutsal Kitaplarda anlatılan Âdem ve Havva hikâyesi ile karşılaştıralım. Âdem ve Havva’nın her şeye sahip olmalarına karşın tanrının kesin emrine karşı gelerek cennetten çıkartılmalarına neden olan ‘’yasak meyve’’ filmimizde Mal’ın yaratım sürecinin tam ortasında, inşa edilen her şeyin temeli yer, gök ve yeraltının kesiştiği mutlak gerçekliğin bölgesi kozmik yer olarak nitelendirilebilecek ‘’ev’’de saklıdır. Her iki anlatıda da kadının sahip olduğu ‘’bilgiyi’’ bilmeyen ve bilmek için yanıp tutuşan erkeğin rolleri aynıdır. Âdem nasıl –Havva gibi- yasak meyveyi yiyerek doğru ve yanlış, iyi ve kötü, sahte ve gerçek arasındaki farkı bilmek istemişse, Cobb da yasak meyveye (totem) erişmek için aynı merak ve dürtüyle hareket eder. Âdem gibi Cobb da ‘’yasak meyve’’ ile temas eder etmez unutmak üzere olduğu oyun-gerçek ayrımının farkına varır. Totem fikrini ortaya atan Mal yani gerçeği bilme arayışında olan kadındır Mal’ın gerçeği ayırt etmekte kullandığı totemi, Cobb’un dokunuşuyla birlikte işlevsiz hale gelerek gerçeğin göstergesi olmaktan çıkar. Böylece Cobb’un oyunbozanlık yapmaya başlamasıyla ‘’yarattıkları ve yaşadıkları’’ cennetleri yani oyunları çökmeye başlar.
Leo Frobenius çocukluğun doğaüstü dünyası hakkındaki tanınmış yazısında şöyle demektedir:
“Profesör masasında yazıyor ve dört yaşındaki küçük kızı odada koşturup duruyor. Yapacak şeyi yok ve adamı rahatsız ediyor. Adam kıza üç yanmış kibrit çöpü vererek, ‘Al oyna’ diyor. Kız halıya oturarak kibritlerle oynamaya başlıyor, biri Hansel, biri Gretel, öbürü de büyücü olmuş. Bir süre geçiyor, bu zaman içinde profesör rahatsız edilmeden işiyle uğraşabiliyor. Fakat birden çocuk korkuyla bağırıyor. Baba sıçrıyor, -Ne o, ne oldu?’ Kız büyük korku belirtileri göstererek ona koşuyor. ‘Baba, baba’ diye bağırıyor, “büyücüyü al, artık ona dokunamıyorum!”
“Bir duygu patlaması” diyor Frobenius, “düşüncenin duyusal düzeyden duygusal bilinç düzeyine kendiliğinden geçişin sonucudur. Dahası, böyle bir patlamanın görülmesi açıkça belirli bir ruhsal sürecin tamamlandığı anlamındadır. Kibrit büyücü değildir, oyunun başında çocuk için de değildi. Demek ki süreç, kibritin duyusal düzeyde büyücüye dönüşmesinde ve sürecin tamamlanması da bu düşüncenin bilince çıkarılması olayını kapsıyor. Sürecin gözlemi, bilinçli düşüncenin onu sınamasından kaçıyor; çünkü bilince ancak daha sonra ya da sürecin tam bitiminde giriyor. Süreç, sözcüğün tam anlamıyla yaratıcıdır; çünkü biraz önceki örnekte olduğu gibi küçük bir kız için kibrit büyücü olabilmektedir. O zaman kısaca söylersek var olma aşaması duygular düzeyinde yaşanırken, varlık aşaması bilinç düzeyinde yaşanır.”
Konu ile ilgili araştırmacılar başlangıçta önemli olanın oyunun eğlence oluşu olduğunu yazarlar, kendinden geçerek kapılma yönünü değil. Oyun “gündelik” veya “asıl” hayat değildir. Oyun, bu hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunmaktadır. Küçük çocuk bile “sadece …miş gibi yaptığı”, “yalnızca gülmek için” davrandığı konusunda tam bir bilince sahiptir.Cobb ve Mal’ın durumlarını en iyi özetlediğini düşündüğüm R. R. Marett Dinin Eşiği’nde şöyle demektedir. “Vahşi, oyundaki çocuk gibi, kendisini rolüne veren iyi bir aktördür; aynı zamanda, ‘gerçek’ bir aslan olmadığını çok iyi bildiği bir şeyin kükremesinden ödü kopan iyi bir izleyicidir. Fakat Tanrıların oyununu oynarken bu gerçekliğe doğru bir adım atarız -nihai olarak kendimiz olan gerçekliğe, işte kapılma, coşku duygusu, tazelenme anlayışı, uyum ve ihya oluş! Aziz, söz konusu oyunu kendinden geçmeye dek götürür küçük kızın durumunda kibriti büyücü olarak görmek gibi. O zaman dünyadaki konumla temas kopar ve zihin öteki durumda takılı kalır. Bunlar için öteki oyuna, dünyadaki yaşam oyununa dönmek olanaksızdır. Tanrıya aittirler, dünyaya ait tek bilgileri ve bilmek istedikleri de yalnızca budur. Bütün bir toplum da bundan etkilenebilir, yani kapılmanın esiniyle yaşayanlar dünyayla teması da kesebilirler ve onu hayal ya da kötü diye aşağılarlar. O zaman dünyevi yaşam bir düşüş, Rahmetten uzaklaşma olarak anlaşılabilir.’’ (Joseph Campbell-İlkel Mitoloji)
Büyük İslam düşünürlerinden Gazali El-Munkızu min-ad-dalal isimli kitabında rüya ile uyanıklık arasındaki ince çizgiyi incelemekte, İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Hadis-i Şerif’inden hareketledünya algılarının ebedi hayata göre bir nevi rüya olabileceğini söylemekte ve ‘’tanrıların oyunu’’ fikrini bir adım daha ileri taşımaya çalışmaktadır.
‘’Uykuda bir takım şeylerin varlığına inanıyorsun, bir takım halleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? (…) Dünya hayatı ahrete nispetle uyku sayılabilir.’’
Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi ‘’tanrıların oyununu oynayan aziz’’, işi ‘’kendinden geçmeye’’ götürür. Toplumdan kaçarak manastırlarda, mağaralarda münzevi hayatı yaşayan düş ülkesinin olaylarıyla günlük olayları birbirine karıştıran din adamlarının çokluğunu ve bu kişilerin ‘’gerçek dünyaya’’ dönemediğini unutmayalım. Büyük bir çoğunluğu başlangıçta bir oyun olarak başladıkları yolculuğu sona erdirecek gücü kendinde bulamadıkları için gerçek dünyaya dönemeden ölmüşlerdir. Mal da tıpkı bu ‘’tanrı oyununu’’ oynayan rahipler gibi oyun oynandığının tamamen bilincinde olmasına karşın kapılarak bir oyunda olduklarını unutmak ister ve bunu ona hatırlatacak tek şeyi, totemini gizler. Zamanın nasıl geçtiğini unutan çocuklar için de oyunun bittiğini belirten hatırlatıcılar ‘’yemek hazır’’ diyen anneler, işten dönen babalar veya ezan sesleri değil midir? Mal’ın çocuklarını ihmal etmeye varacak kadar ileri giderek ‘’oyun kurallarını’’ ihlal etmeye başlaması üzerine Cobb onu cezalandırmak için harekete geçer.
‘’Tek sorun bunların gerçek olmadığını bilmemdi’’ diyerek günün birinde mutsuz olacağını fikrine kapılan Cobb, oyun oynadıklarını bir an bile unutmamıştır ancak artık oyunu bir daha oynamamak üzere bitirmeleri gerektiğini düşünmeye başlar. Yaşadıkları cennetin gerçek olmadığı fikrini Mal’ın zihnine eken Cobb böylece başka birinin zihnine fikir ekme deneyimini gerçekleştirmiş olur. Mal ‘’oyundan’’ gerçeğe dönmeyi kabullenir ancak asıl kaos buradan sonra başlar çünkü zihninde, yaşadığı dünyanın gerçek olmadığı yani oyunun hala devam ettiği fikri uyandıktan sonra da sürmektedir.
Bir oyun gereğinden fazla oynanırsa insanın tüm hayatını, gecelerini ve hatta rüyalarını ele geçirir. Uzun saatler bilgisayar başında geçiren oyun fanatiklerinin veya yeni keşfettikleri bir oyunu günlerce oynayan çocukların rüyalarında da aynı oyunu oynamaya devam ettiklerini biliyoruz. Geza Röheim ‘’Rüya görmenin kültürel olarak koşullandırılmış birkaç tane yolu olamaz; uyumanın iki yolu olmadığı gibi’’ diyerek bunun her yerde aynı olduğunu gösteriyor.
Görebilmek için ışık kaynağına ihtiyacımızın olduğu nesnelerin nasıl olup da hiçbir ışık kaynağınınbulunmadığı tamamen karanlık bir ortam olan uyku halinde görülebildiğini anlayamayan insanoğlunun karşısında rüya, çözümlenemeyen muazzam bir alan olarak durmaktadır. İnsan ömrünün üçte birinin uykuda ve bu sürenin üçte birinin de rüya görülerek geçirilmesi insanın kesintisiz olarak sürdürdüğü ‘’kendiliğinden’’ faaliyetlerin en önemlilerinden birisidir. Nefes almak, görmek, işitmek, duymak gibi rüya görmek için de hiçbir çaba gösterilmesine gerek yoktur ve insan bundan rahatsızlık duymaz. Araştırmalar rüyaların 5-20 dakika arasında sürdüğünü, normal bir uykuda 60-90 dakikalık dönemler halinde 4-5 rüya evresi yaşandığını söylerken, insanın yaklaşık olarak 6 yılını rüya görmekle geçirdiği bunun da ortalama 150.000 rüya olduğuna ve rüya görülmemiş olsa insanın uyku halinden uyanamayacağına inanılmaktadır.
“Yeni rüyalar görmek insanın hakkıdır; dünyada hiçbir güç onu bu haktan mahrum edemez. Belki de bu, insanın ve insanlığın geleceğinin garantisidir.” (Hint Şairi Serdar Cefri)
Rüya evresi sırasında, insanın göz ve solunum kasları dışında fizyolojik felç durumunda bulunması ve vücuttaki hiçbir kasın çalışmaması ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Ancak rüyada yaptığımız şeyleri yatakta yapıyor olacağımızı bilince rüya görmenin ne kadar tehlikeli bir iş olacağını düşünün. Çünkü rüyadaki aktivitelerin fizyolojik etkisi ile günlük hayatta yaşanılanların etkisi aynıdır. Rüyada, koşmak, şarkı söylemek, kaçmak aktivitelerinde bulunuyorsak beyinden kaslara bu fonksiyonlar için emirler gitmesine karşın rüya evresi esnasında vücut felç olduğu için kişi, hareket etmek istediği halde hareket edemez. İnsan, rüyasında da kaçmak istediği halde kaçamadığı, koşmak istediği halde koşamadığı rüyalar görür. Bu felç olmuşluk hissini içeren korkunç rüyalar hızlı kalp çarpıntısı, ter içinde kalmak, ağız kuruluğu gibi abartılı korku tepkileri ile bir kâbusa dönüşür. Günümüzde rüyalar eskisi gibi hayatı belirleyici rol oynamamaktadır. Modern insan rüyalarını hatırlamamakta, hatırladıklarını da önemsememektedir. Hayal görmeyi bırakmak demek her gün sekiz saati boşa harcamak demektir sözünü doğrularcasına saatler boşa geçirilmektedir.
Ülkemizde biri ‘’bir rüya gördüm’’ dediği zaman ‘’Hayırdır İnşallah’’ diye karşılık verilir. Örneğin Kürtler arasında da ‘’rüyan hayırlı olsun’’ denmemesi büyük kabalıktır. Bu cümleye yanıt olarak ‘’sana da hayırlı olsun’’ denir. Ma’arri de ‘’Uyku ölümün kardeşidir’’ demiştir. İnsan rüya görmek için uyumalıdır ancak uykunun bir yaratılmışlık hali olduğunu unutmamak gerekir. Erzurum yöresinde bir bilmece şöyledir. Herkes görür bir tek Allah görmez. Bil bakalım bu nedir: Rüya.
Rüya Arapça ‘’görmek’’ demektir. Kuran’daki en önemli rüya kıssası Yusuf Suresi’ndedir. Sureye göre, Yusuf peygamberin çocukluğunda gördüğü bir rüyada, güneş, ay ve on bir yıldız kendisine secde etmiş, bunun üzerine babası ona, mutluluk müjdeleyen bu rüyayı kıskançlık uyandırmasın diye kardeşlerine anlatmamasını istemiştir. Bu nedenle, rüya tabirciliğinde rüyaları tedbirsiz bir şekilde başkalarına anlatmaktan kaçınılması öğütlenir. Thomas Mann Yusuf ve Kardeşleri romanının başında‘’geçmişin kuyusu çok derin; belki de dipsiz demek daha doğru. Ne kadar derinden seslenirsek, geçmişin derinlerine o kadar iniyor ve o kadar aşağılara batıyoruz. İnsanlığın ilk temellerini daha çok buldukça, tarih ve kültürünün kavranılmazlığı daha çok anlaşılıyor” demiştir. Filmimizde Yusuf adı rüya tabirciliğinin ilk örneği olmasından çok bir kuyu içine düşme halinin simgesi olarak da kullanılmıştır. Filmimizde kuyu kahramanımızın içerisine düştüğü ‘’durumu’’ simgelemekte olup Doğu bilgeliğinin kristalize örneklerinden Kelile ve Dimne’de kuyu şöyle anlatılmaktadır:
‘’Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam kendini kuyuya salmış, elleriyle iki dala tutunuyormuş, ayakları içerde bir şeylere değiyormuş… Bir de ne görsün, dört yılan kafalarını deliklerinden çıkarıyor! Biraz daha dikkatli bakınca en dipte bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz, elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış; kötü halini unutup çare aramayı bırakmış. Hiç aklına gelmiyormuş: ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, kendi de ne zaman düşeceğini bilmiyor! Fareler kemiriyor, dal kaparsa ejderhanın ağzına girecek! Böyle oyalanıp aymaz aymaz sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş canavarın ağzına ve işi bitmiş… Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler, korkular ve felaketlerle dolu dünyadır. Dört yılan, bedendeki dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir, koklar, görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit bulamaz! O ahreti unutmuş asıl yolundan sapmıştır artık.’’
Thomas Hobbes vücudun bazı iç kısımlarının uyarılmasının rüya görülmesine yol açtığını ve değişik uyarıların değişik rüyalara neden olduğunu iddia eder ve şöyle der:
‘’Böylece, soğukta yatmak korkulu rüyalar üretir ve korkunç bir nesne düşüncesi ve imgesini uyandırır, beyinden iç kısımlara ve iç kısımlardan beyne doğru karşılıklı bir hareketle. Biz uyanık iken, öfke vücudun bazı kısımlarında ısınmaya yol açtığı gibi, uyku halinde iken vücudun bazı kısımlarının aşırı ısınması da öfkeye yol açar ve zihinde bir düşman hayali uyandırır. Aynı şekilde, biz uyanık iken doğal yakınlık arzuya neden olduğu ve arzu da vücudun bazı kısımlarında sıcaklığa yol açtığı gibi, uyku halinde iken o kısımlarda çok fazla sıcaklık olması da, zihinde, gösterilen bir yakınlık hayali uyandırır. Özet olarak, rüyalarımız, uyanık haldeki hayallerimizin tersidir; bir yanda biz uyanık iken başlayan hareket ve diğer yanda rüya görürken başlayan hareket.’’ (Thomas Hobbes-Leviathan)
Thomas Hobbes’un rüya konusuna bakışı hayli basit olmasına karşın çağdaş felsefenin kurucusu kabul edilen Descartes için felsefesinin temelini oluşturacak kadar önemlidir.
‘’Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek, o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim. Ama hemen sonra, böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen “ben”in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm. Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını, varsayabileceğimi ama buna göre var olmadığını varsayamayacağımı, tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor oluşumdan var olduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka şeyler doğru olsalar bile var olduğuma inanmam için elimde hiçbir neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve var olmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.’’ (Yöntem Üzerine Konuşma-Rene Descartes)
Rüyalar gelecekle ilgili alametler olarak da kullanılabilmektedir. Bunun en saf hali istihare geleneğidir.Kişi, dua ettikten sonra, kutsal bir yere uzanır ve ‘’hayırlı olanı arar’’ (istihare kelimesinin tam karşılığı budur); kişi bu yolla, bir sorunun yanıtını, bir ikilemin çözümünü bulmayı amaçlamaktadır. İstihare halindeki kişi uyumak için değil rüya görmek için doğrudan rüya evresi haline geçmeye çalışan kişidir. Filmdeki adamlarımızın da çeşitli ilaçlar yardımıyla uykuya değil doğrudan uyku evresi durumuna geçmeleri benzerlik göstermektedir.
Rüyaların başlangıcını asla hatırlayamamak hayatın başlangıcını hatırlayamamakla eşdeğerdir. Kendini olup bitenin tam ortasında bulmak… Dünyaya gelmiş olmakla yalnızca bize ait olan bir dünyada değil bizden önce var olmuş milyonlarca yıllık bir döngünün bir yerinden başlamak demektir. Cobb ve Mal’ın yaratım sürecinin kozmogonik sürecin bir taklidi olduğunu yukarıda belirtmiştim. Kadim anlatılarda teori şöyle devam etmektedir: ‘’canlandırılmadığı” yani bir kurban verilerek ona “can” bahşedilmediği takdirde hiç bir şey süremez. Mal’ın intiharı bu kapsamda kendini kurban etme anlamına gelse de kafaları karıştırmamak adına bunu bir kenara bırakmayı uygun görüyorum.
Film erkek egemen bir dünyayı göstermektedir. Kahramanı koruyan ve ona yardım eden dişi varlık Ariadne figürü dışında kadınların olmadığı bir dünya resmedilir. Cobb’un babasını tanımamıza karşın annesinin adı bile geçmez. Çocukların büyükannesini –büyük olasılıkla Mal’ın annesidir- göremeyiz. Mal’ın bir anne olarak çocuklarla ilişkisine –konuşma, sarılma, öpme- dair hiçbir ipucu ile karşılaşmayız. Ve üstüne üstlük büyükannenin Cobb’dan haksız yere nefret ettiğini düşünürüz. Böylece yönetmen, Yahudi-Hıristiyan ahlakının her iki Ahit’te de bulunmayan her türlü olumlu kadın eylemini dışladığını ve kadının, insanın cennetten kovulmasına neden olan ilk günahı işlemiş bir varlık olarak görüldüğünü mü göstermek istiyor yoksa kendisi de aynı şekilde mi düşünüyor, zor bir soru… Eski Yunan düşünürlerinden Platon’un çevrenin insan üzerinde değiştirilemez etkisi olduğunu söylerken ne demek istiyordu acaba?
Filmimizdeki oyun ve rüya katmanı dışındaki diğer katman olan ‘’fikir ekme’’ konusuna gelebiliriz. Cobb ve adamlarının indikleri ilk katmanda Saito’nun yaralanması gerçekleştirilmek istenen ‘’amacı’’ zayıflatmış olsa da adamlarımız görevlerini yerine getirerek fikri başarıyla ekerler.
Sonuçları hesap edilemez bir karar almanın arifesinde olan Büyük İskender geleceği kesin olarak haber veren bir kadını çağırtır. Böylece geleceği görecek ve adımlarını buna göre atacaktır. Kadın çok büyük bir ateş yakılmasını, geleceği çıkan dumandan okuyacağını söyler ancak tek bir şartı vardır. Sabırsızlanan İskender kadının şartını sorar. ‘’Dumana dikkatle bakarken ne olursa olsun, bir timsahın sol gözünü aklının ucundan geçirme’’ der kadın ‘’Timsahın sağ özünü düşünebilirsin ama sol gözünü asla.’’ Bunun üzerine İskender’in geleceği öğrenmekten niçin vazgeçtiğini herkes tahmin edebildiği için üzerine fazla şey yazmaya yer olmadığı düşüncesindeyim.
‘’Birlikte olan zamanımızı doldurduk’’ bir kabullenişin ifadesidir çünkü kahramanlık kendi kendine kazanılmış teslimiyetin ifadesidir diyebiliriz. Cobb bu sözleriyle yeryüzünde geçiyor gözükse de içsel yolculuğunu bitirmiştir. Zorlu macera sona ermiş, görev tamamlanmıştır. Christopher Nolan, hayatının projesi olduğunu söylediği filmi uzun zamandır yapmak istediğini, fikrin aklına 16 yaşlarındayken geldiğini ve ‘’Rüyalar her zaman ilgimi çekti. Uyanıkken yaşadıklarımız ve gerçeklik algımızın rüyalarımızda gördüklerimizle değişebileceğini düşünüyorum. Rüyaların üzerinde kontrol kurabilenler, kişinin gerçekliğini de yönetebilirler. Senaryonun temel fikri bu” demiştir. Bir söylentiye göre filmin asıl senaryosunda Jacob Hastley isminde intihar etmeyi düşünen 34 yaşında felçli bir bilim adamının müthiş bir buluş yaparak insan zihni ile evren arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymasının anlatıldığı söylenmektedir. Eğer öyleyse James Cameron’un elini çabuk tutuması sonucuNolan’ın Avatar’ın etkisinden kurtulmak için senaryoyu değiştirmek zorunda kaldığını ve daha çok mitsel alana kaydığını ancak bunu yaparken seyircinin çözmesi gereken bazı yerleri –tipik Amerikan seyircisinin anlayamayacağı düşünülerek- açık etmek zorunda kaldığını ve bunun da filmin etkileyiciliğini azalttığını düşünüyorum. Güçlü ancak gereksizse uzatılmış çatışma sahnelerinde hatta ilk katmandaki sokak çatışmalarında belirgin bir Heat (1995) etkisi sezmemek olası değil. Yine de kolay gibi gözükse de çok zorlu bir anlatıyı eline yüzüne bulaştırmadan sonuçlandırmış diyebiliriz. Çin bilgeliğinin eşsiz eserlerinden birisi ile sözlerimi bağlamak istiyorum.
‘’Chang Tzu bir sabah uyandığında zihninde gece gördüğü rüyanın anısı capcanlıydı. Chang Tzu rüyasındabir kelebek olduğunu görmüştü. Şöyle sordu kendine: Ben kendisini rüyasında Chang Tzu olarak gören kelebek miyim yoksa kendisini kelebek olarak gören Chang Tzu muyum?’’
Salim Olcay
Yazarımızın öteki yazılarını okumak için tıklayınız.
Sonraki Sayfa »