Stephenie Meyer Dalgası ve Kültürel Değer Birikimi: “Twilight”, “The Twilight Saga: New Moon” ve Ataerkil Yansımalar
Popüler kültür ürünü ne demek? Daha doğrusu kültürel bir ürün nasıl popüler olur? Bu soruya çok cevap verilebilir, ama benim cevabım daha çok toplumsal miras ile ilintili. Bence herhangi bir kitap, film, tablo vs. popüler oluyorsa, bu o “şeyin” içerisinde, popüler olduğu çevrenin kültürel ve sembolik birikiminden epey fazla şey ihtiva ettiğini gösterir. Peki ürün kendi başına ne ihtiva eder? Ürünün içerisi ve dışarısı nedir?
Derrida “içerisi” ve “dışarısı” (inside/outside) kavramlarını incelerken, bu kavramlara yeni boyutlar getirir. Ona göre çoğu zaman neyin içeride, neyin dışarıda olduğunu rahatlıkla söyleriz. Örneğin su bardağın içindedir ve bir de bardağın dışı vardır. Ama bu kolaylık özellikle sanatsal ürünlerde geçerli olmaz. Örneğin bir tablonun (diyelim ki Mona Lisa tablosu) içi çerçevesiyle sınırlıdır, dersek yanılgıya düşeriz. Mona Lisa tablosu en saygın müzenin en saygın yerlerinden birindedir. İnsanlar çok nadir bir şeye bakar gibi, onu ziyaret ederler. Tüm bu saygınlık da tablonun ihtiva ettiği bir şeydir. Bunun dışında o tablo Da Vinci’nin dehasını içerir. O tabloda “resim sanatının” o ana dek çözemediği bir teknik sorunun çözümü vardır ve bu haliyle tüm bir resim sanatını da içerir. (1) Diğer yandan tablodaki tüm o boya, bir kadın ve kadının bulunduğu toplumdan da bir şeyler içerir: giyiniş şekli, takılar, saç şekli, duruşlar vs. Tüm bunlar şunu söylememize olanak verir: Bir “sanat eseri” içinde, kendi maddiliğinden öte çok daha fazla şey içerir ve onun dışarısı demek maddesel sınırların dışında demek değildir. (2)
Bir Stephenie Meyer dalgası başlamıştı Türkiye’de. Sadece çeviri kitapları değil, orijinal dildeki kitapları da yok sattı. Korsanı da epey bir sattı. Sonrasında filmleri geldi bu kitapların. Gişer rekorları kırdı mı bilmiyorum, ama ne zaman İstiklal’den geçsem, o filmleri izlemek için gidenlerin doldurduğu sinema salonlarını gördüm. İnternetteki “canlı izle” sitelerinde en çok izlenen film olduğunu ise bahsedilen sitelerden biliyorum. Peki; bu kitaplar ve filmler nasıl bu kadar popüler olabildiler? Ve bu popülerliğin manası ne?
Öncelikle bir kadın ne ister diye soralım. Modern çağda bu karmaşık bir soru olur ve tek cevabı olamaz diye düşünülür. Ancak modern öncesi toplumlarda hakim olan belirli istekler vardı. Korunma, barınma, açlık, güdülerinin doyurulması, her insan için mühim şeyler. Ancak ataerkil toplumlar uzun süre kadına, bu güdülerin doyurulmasının ancak ve ancak bir erkek ile mümkün olabileceğini öğrettiler. Erkek de kadının istediğinin bu olduğunu belledi. Bu inanış çerçevesinde toplumsal cinsiyet rolleri oluştu, görevler dağıtıldı ve bu roller birer tabu oldular. Modernizm ile bu tabular sarsıldı. Çünkü görevler artık, kapitalizm sayesinde, rollere göre değil, bireysel becerilere ve kar üzerine belirlendi. Marxist bir bakış açısından söylersek, günlük yaşam biçemleri “insanın” fabrikada sömürülmesi üzerine kurgulanmaya başlandı. İlk zamanlar, eski toplumsal tabular korundu; ancak zamanla, kapitalizmin de baskısıyla ve feminist dalgayla, kadınlar da çalışmaya başladı. Toplumsal rollere göre değil, ekonomik rollere göre haklar alındı, verildi. Erkek ve kadına kurumlar eşit yaklaşmaya çalıştı. (Başardıklarını söylemiyorum, sadece kurgulanma aşamasından başlayarak, kurumların bu eşitliği sağlamaya çalıştıklarını söylüyorum.)
Peki, sonuç ne oldu? İnsanların “içerisindeki” zihniyet değişti mi? Kadın ne ister sorusunun cevabı bireylere göre farklılık mı arz ediyor, yoksa hala belirli bir çoğunluk eski güdülerin korunmasına mı bakıyor? Alacakaranlık filminin ve sonrasında Yeni Ay’ın bize başardığı popüleritesiyle bazı cevaplar sunacağına inanıyorum.
Ana karakter bir kız. Bir vampire aşık oluyor. Vampirimiz epey bir yakışıklı. Ama daha da önemlisi iyi giyimli, süslü arabalı ve iyi bir ailesi var. Kıza karşı oldukça korumacı. Bu korumacılık modern çağda epey bir komik duruyor. Çünkü kadının modern çağda bu şekilde korunmaya ihtiyacı yok. Bu nedenle zaten çocuk vampir ve yazarın büyülü dünyasında kız korunması gereken bir varlığa dönüşüyor. Ve bu korunma güdüsünün doyurulması, onu vampire bağlıyor. Halbuki kız vampirle tanışmasaydı, korunmaya ihtiyacı olmayacaktı. Onunla tanıştı ve korundu. Hayali bir tehlikeler dünyası, kızın korunma içgüdüsünü azdırıyor ve vampir çocuğumuz bu güdüyü doyuruyor. Kızın aşık olmaması için hiçbir sebep yok.
İkinci filmde (The Twilight Saga: New Moon, 2024) bu durum açıkça ortaya çıkıyor. Terk edilen kızcağızın en çok özlediği şey “korunuyor” olduğu hissi ve bu nedenle saçma sapan atraksiyonlara dalıyor ki tehlikeli durumlara girsin ve bu şekilde Edward’ı (vampir çocuk / esas oğlan) hissetsin. Bu durumda kurt çocuk ortaya çıkıp, kızı korumaya başlıyor ve kız ondan da hoşlanmaya başlıyor. Ama açık ki kız için öncelikli olan kurt çocuk değil, vampir oğlan. Bunun da sebebi ikinci filmin başında verilmiş. Ölümsüzlük. Esasında tüm güdülerimiz “hiçlikten” kaçmaya yöneliktir. Korunma, açlık duygusu, seks vs. Kadınlarda “hiç” olmaktan çıkmanın yolu olarak “güzellik” verilmiştir ataerkillik tarafından. Çünkü ancak güzel olduğunda güdülerini tatmin edecek oğlanı bulur (oğlan bulması gerektiği zaten öğretilmişti). Vampir de bu “ölümsüzlüğü” bahşedebilecek “beyaz atlı prens”.
Elbette tüm bu yorumlar batı epistemesi içerisinde geçerli olur. Çünkü doğu epistemesinde bu filmlerde bahsedilen aşk, gerçek aşk değildir. Çünkü kız esas oğlanın kendisine değil, esas oğlanın “güdüleri tatmin etme yeteneklerine”ne aşık olmuştur. Esas oğlanın istediği şeyler kız için anlamsızdır. Onu esas oğlana yönelten, esas oğlanın bireyselliği değil, güdülere cevap verme yetisidir.
Ve bu kitap çok sattı. Erkek kahraman genç kızların sevgilisi oldu. Çünkü şunu görüyoruz ki modernizm, feminizm, kapitalizm, değişen ekonomik döngü vs. hala kültürel ve sembolik birikimi değiştirememiş. Dilenen, istenen, özlenen şeyler hala aynı. Hatta bu dilenen şeyler anlamsız olsa dahi, kurgularla anlamlılaştırılıyor (korunmaya ihtiyaç yok, ama ihtiyaç varmış gibi düşlemek / hiçlikten kaçmanın yolu yok, ama varmış gibi göstermek).
Ataerkil düzen kapitalizmi doğursa da kapitalizm ataerkil düzen üzerine işle(ye)mez. Kurumlar, ekonomik döngü ve iktidar insanlara “unisex” davranır. (3) Ayrımın ortaya çıkması, fırsat kapılarının eşiğindeyken “bireylerin” kendi kültürel ve sembolik birikimlerine göre karar vermesidir. (4) Örneğin aynı kabiliyette iki insan bir fabrikaya başvuru yaptığında, bu iki insandan birinin veya ikisinin kadın olma ihtimali azdır; çünkü “kadının ve çevresinin” birikiminde “bir kadının fabrikada çalışması” yerine oturmaz. Diğer yandan başvuruyu değerlendirecek kişinin birikimi de bu yöndedir. Bu nedenle başvuran iki kişiden biri kadın olsa da, extrem başka bir veri yoksa, erkeğin işe alınacağını öngörebiliriz. Halbuki ne fabrikanın bürokratik belgelerinde, ne fabrikanın bulunduğu ekonomik döngüde, ne de devletin kanunlarında böyle bir ayrımı bulamayız (kimi zaman dilde erkeksi bir söylem olsa da formal belgelerin “kadını işe almayın” gibi bir söylemi yoktur). Ve bu yazılı olmayan birikimlerden ötürü de kızların çoğunluğu şu an “Edward”a aşıktır. Umarım ki bağlantıyı gösterebiliyorumdur.
Tüm bu nedenlerden ötürü, ayrımcılığı ortadan kaldırmanın tek yolu, yeni nesillerin imgelem inşalarında kilit taşı oynayan eğitim belgelerinin, sanat abidelerinin, edebi eserlerinin ayrımcılıktan uzak olması ve erkek-kadın ilişkisinin “unisex” bir tavra oturtulması olacaktır. Yeni nesil Alacakaranlık, Yeni Ay gibi eserlerle büyüdükçe, dünyada ayrımcılık devam edecektir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Bu teknik sorun, resmi canlıymış gibi göstermektir. Da Vinci dudakları ve gözleri ten ile statik çizgilerle ayırmadığı için, gözümüz onları her an hareket edecekmiş gibi görür. Daha doğrusu gözümüz onları istediği gibi görür. Bir anlamda Da Vinci “görmeyi” görene bırakmıştır. Bunun için bkz. Gombrich, “Sanatın Öyküsü”, pp. 293-304
(2) Bu konu için en kısa yoldan bkz. Lucy, Niall, “Derrida Dictionary”
(3) Bkz. Ivan Illich, “Gender”, 1982
(4) Bunu söylerken Aydın Uğur’un derslerinden yararlandım. Ayrıca sembolik kapital ve kültürel kapital (ben hep birikim kelimesini kullandım) kavramları için bkz. Bourdieu, “love of art”, 1991
Sanatın Öyküsü
9 Ağustos 2024 Yazan: Editör
Kategori: Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat, Tarihsel Kitaplar
” ‘Sanat’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır.”
Böyle başlar Gombrich Amca ünlü “Sanatın Öyküsü” (1) kitabına. Aslında “dede” desek daha doğru. Tüm kitap boyunca süren mütevazı, ama bir o kadar da yoğun olduğunu hissettiren samimi üslup, yazara “dede” dememizi haklı çıkarıyor. Başlangıç cümlesindeki gibi “kesin yargı” barındıran cümleler hemen hemen hiç yok 688 sayfada ya da okuyucu hissetmiyor. Eserin en büyük özelliği 1950’de basılmış olmasına rağmen, 1997’ye değin güncellenmiş olması ve neredeyse bir asır boyunca yenilenmesi ki bu asır modernizmden post-modernizme geçişi barındırır ve öyle bir asırdır ki “değişim” ana temadır. Sanat artık “dezenformasyon”un dibine varıldığı bir ortamın eşiğinde, eleştirinin korkaklık derecesine yükseldiği garip bir dönemde vuku bulmaya başlar son yüzyılda. Bir yandan eski sevgilim gibi, Picasso’nun ideal çizmeyi başaramadığından ötürü kübist saçmalıklara soyunduğunu düşünen sözde sanatbilenler ile her gördüğü saçmalığı “Sanat” diye damgalayan sanatbilmişlerin; diğer yandan sanatı hala ideolojik formlardan ayıramayan antika eleştirmenler ile “bana hoş gelen her şey benim için sanattır” söylemlerinde dolaşan popüler kültürden sıyrılamamış kitlenin sardığı bir çağda, kapitalist bir ilişki içerisinde var olmaya çalışan sanatı, tüm eksenlerden koparıp sanatçının kendisine yönelmemize çabalar Gombrich dedemiz. Amacı bizi büyük bir sanat bilgini yapmak değil, sanattan daha çok zevk almamızı sağlamaktır. Mona Lisa’yı popülerliğinden dolayı değil, barındırdığı dehayı görerek sevmemizi ister. İlkel kabilelerin bize bıraktığı tahta oymaların komplike olmadıkları için üstünlüklerini kaybetmeyeceklerini, tam tersine birçok yönden kimi rönesans ürününe kafa tutabileceklerini görmemizdir dileği. Bir binaya baktığımızda “gotik” veya “barok” olduğunu tahmin etmeye çalışarak sanat züppeliğine düşmemizi engelleyip, o binanın kendisindeki ayrıntıları fark etmemizi sağlar. Gombrich tüm bu yönleriyle “bilgelikle” dolu bir beyinden, basit cümlelerle bilgeliğini paylaşan ve “büyük S ile başlayan sanatı” değil de “sanatçıların günümüze taşıdığı sanatı” ayaklarımıza getiren belkide en nadide sanat tarihçisidir. Ölene kadar da bu özelliğini sürdürür.
Ben bu kitabı Yunanlıların “idealleştirme” tutkularını geviş getirircesine dile getiren yazılara güvenmezliğimden ötürü okumaya başladım. Tabii anlayamadığım “sanatçılar arasında kurulan üstünlük” meselesi de vardı. Kendi kendime sorduğum sorular şunlardı: Hiç kimse çağını aşamıyorsa ve her çağ bir öncekinin üzerinde diyalektik ve nedensellik bağlamlarıyla filizleniyorsa, bu “idealleştirme” felsefesi de nerden geldi? Bir ikinci sorum ise neyin örneğin Da Vinci’yi, benim kapı komşum yusuftan üstün kıldığıydı? Bu sorular size çok gereksiz ve hatta aptalca gelebilir, ama şunu söyleyebilirim ki Gombrich’den önce bu sorulara akla yakın bir açıklama getirebilen bir kitap görmedim. Diyebilirsiniz ki “işin gücün yok mu kardeşim, kafayı buna mı taktın?” Valla öyle.. Bir ara işim gücüm yoktu ve kafayı işim gücüm olmamasına değil, buna taktıydım.
Öncelikle belirtmek gerek, kitabın daha başlarında sanatın hiçbir dönemde doğayı birebir resmetmek olmadığını kavramaya başlıyor okuyucu. Eski Yunanlı sanatçıların dahi derdi, doğayı birebir yansıtmak değil, günün koşullarına göre oluşan “ifade etme” ihtiyacını karşılamakmış. Bu ifade ediş tarzını, sanatçı, süreklilik içerisinde geliştiriyor ve günün beğenisine göre üretiyor. Günün beğenisini karşılayamayan “eser ya gelecek nesile kalmıyor, kalsa da ancak gelecek nesiller tarafından “sanat” diye ilan ediliyor. Diğer yandan sanatın üretimini sürdürdüğü yerin refahı arttıkça, eserler de o oranla şatafatlaşıyor, süsleniyor. En basit örnek olarak arkaik dönem Yunan ile klasik sonrası Yunan eserleri arasındaki “işlemecilikteki ayrıntıların” artışı verilebilir (bkz. Resim 1 ve 2).
Resim 1. Yunan Arkaik - Resim 2. Yunan Klasik
Aynı ilişki gotik öncesi kiliseler ile gotik dönemi katedraller ve barok dönemler arasında da kurulabilir. Burdaki mesele Sanat Eserini ayrıntılardaki fazlalıklar ile değerlendirmeyip, günün içerisinde saklı ifadeleri ne kadar iyi yansıttığına bakmaktır. Yukarıdaki örnekte, biriniz arkaik dönem kirişini seversiniz, diğeriniz klasik dönem işçiliğini. Önemli olan hem arkaikteki sadeliğin güzelliğini algılamanız, hem de klasikteki işçiliğin içinde kaybolabilmeniz. Birini diğerinden (kişisel olarak üstün tutmaktan bahsetmiyorum) üstün tutmadan her ikisindeki sanattan da zevk alabilmeniz.
Sayfalar ilerledikçe sanatsal faaliyetteki teknik gelişmeyi de fark ediyor ve bu gelişimin toplumun isteklerine göre olduğunu anlıyorsunuz. Kimimiz Mısırlı sanatçıların “perspektif” bilmediğini ve hatta birçok nesneyi göründükleri gibi çizemediklerini farz ederiz. Halbuki eski Mısır’da neyin ne şekilde çizileceği katı kurallara bağlanmış, bu nedenle sanatçı kendinden istenileni en iyi şekilde denilen gibi yapmak zorundaymış. Mahareti bu kuralları en iyi şekilde uygulamanın yanında işin içine üslubunu katması ve ancak sanatçının verebileceği ahengi esere katmakta yatıyor. Nasıl ki Rönesansta sanatçıya belirli konular veriliyorsa (aynen ilkokuldaki resim derslerinde bize verilen konular gibi), Mısır’da da belirli kurallar veriliyordu. Bu nedenle baş yan iken, gözler önden çizilir, beden önden görünürken bacaklar ve ayaklar yandan verilir vs.
Bu ve buna benzer birçok örnekle beraber Sanatın Öyküsü devam eder günümüze dek. Çok iyi seçilmiş görsel materyal de öğrenme serüvenimize yardım eder. Kitap bittiğinde, kitaptaki hiçbir ayrıntıyı hatırlayamadığınız için endişelenmeyin. Mühim olan size bıraktıkları olacaktır. Artık günlük gazetenizi okurken fotoğrafların yerleştirilmesinde kompozisyon arıyor, renklerindeki uyumsuzluğu fark ediyor, odanızı dahi bir sanat eseri olarak düşünüyor olacaksınız. Çünkü sanat tarihinin iktidar söylemleri ile bu söylemlerin altında ezilen sanatçının bulduğu en ufak özgürlükten çıkardığı harikalara şahit olmuş olacaksınız. Picasso’yu belki daha iyi anlayacak, Van Gogh’u daha bir seveceksiniz. Sevmediğiniz (ve aslında anlamadığınız) sanatçılara saygı duymayı öğrenecek ve sanatın sadece sergi ve müzelerde olmadığını, günlük yaşayışımızın her alanında bulunduğunu tam anlamıyla idrak etmiş bulunacaksınız. Her şeyden öte bu kitap bittiğinde karşınızdaki insana, hayvana, eşyaya daha dikkatli bakacaksınız ve belkide yaşama aşık olacaksınız.
Cümlelerimin sonuna gelirken, yazıyı baştan okudum da bu kitabı bana okutturan soruların cevaplarını yazmamışım. Oysaki yazının o cevaplar üzerine kurulacağını hesaplamıştım. Ne diyelim? Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Kitabı okuyup kendi sorularınızın cevaplarını bulmak da size kalıyor.
Yazan: Emin Saydut
(1) Gombrich, E. H. Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi: İstanbul, 1999
Sanata Dair
Estetiğin duyuşla birleştiği yerde başlar “sanat”. İnsanlığın çok eski tarihlerinden çıkıvermiştir güzellik, güzel olan her şey. O güzel olan, tırmalamıştır bizleri asırlardır gözlerimizden, ellerimizden, beyinlerimizden, fikirlerimizden… Haksızlık edemeyiz ona, o ki bizleri eğitmiş, ehlileştirmiştir.
Farklılıktır sanat. Kah usta bir eleştiri kah ustaca ortaya çıkan bir ürün. Her ruhtan beslenmez öyle körü körüne, basitçe; zordur. İlhamın ruhta yansımasının tezahürüdür özgürce bağımsız bir şekilde uçan albatros misali. Sanatçı kuralsızdır, sıra dışıdır. Hayata karşı ustaca bir duruşu vardır. Tabii ki bu ustalığın gölgelendiği zamanlar yok mudur? Nicedir eski kafalar var sanata karşı aşırı tepkili ve ön yargılı. Hem de öyle böyle değil. Bu tür insanlar bütün bilmişliklerini üzerlerine alarak ortaya konan sanat eserlerini hayâsızca parçalamaya çalışırlar. Nasıl mı? “ben böyle sanatın içine tükürürüm.” “bu da sanat mı?” gibilerinden söylemlerle ve ortaya konan bazı sanat eserlerinin siyasi baskılara uğrayarak ortadan kaldırılmaya çalışılmasıyla. Patlamaya hazır bir bomba gibi çıkıverirler nesnel ve gerçekçi (!) olur mu hiç böyle bir eleştiri diyorum. Bu şekilde bir eleştiri; üstada, usta olana, sanatçıya layık görülebilir mi diyorum, kızıyorum içimden bütün öfkemi kâğıtları yırtarcasına yazar şekilde. Gülüyorum (!), anlamlandıramıyorum, nicedir şekillendirmeye çalışıyorum niçinleriyle kafamda.
Sanat, sanatçının işidir. Ortaya çıkan eserler kitleleri etkiler, şekillendirir ve onları kendine hayran bırakır. Toplumun aksayan, kangren olmuş yanları bir bir çarpar sanatçının gözüne. Sürrealisttir sanatçı. Beynindeki gerçeği gerçeküstü gösterir farklı bakış açılarını ortaya koyma adına. Sanat sanat için midir yoksa sanat toplum için midir? Soruları yıllardır sorulmuştur bu toplumda. Gerçek yoktur ortada. Gerçek olan zaten sanatın ta kendisi değil midir? Bu sorular neden sorulmuştur? Neden sanatçılar ve toplum bu “olasılıksız” sorunun peşine düşmüştür? Sorunun cevabını ilk satırlarında verdiğimi düşünüyorum yazımın. Sanat bir farklılıktır ortaya konan eserlerle algılayabildiğimiz. Bu farklılık, insanın görmüşlüğünün yaşanmışlıkla yorumlanabilmesidir. “Leyla ile Mecnun’u” ele alalım. Yıllardır bu eser çeşitli edebiyat pirlerinin elinde yoğruldu ve şekillendirildi. Ama bir tanesi var ki bu esere gerçek ruhunu veren odur. Leyla ile Mecnun, Fuzuli’nin elinde ayrı bir hamur ayrı bir tat bulmuştur. Bu eser, şairimizin elinde ölümsüzleşmiş ve bütünleşmiştir. Aşkın gözünün kör olduğunu bu eserde ortaya koymaya çalışan şairimiz, aslında kendi ebedi ‘ilahi’ aşkını da bulduğunun farkındadır. Okuyucular da bu durumu bu şekilde görmüş ve yorumlamaya çalışmıştır. Aşkın gözünün kör olduğunu bu eserde gören bir kişi için “aşk” nedir sorusunun sorulması belki de aşka dünya üzerinde yüzyıllarca ulaşılamayacak büyük bir mana yükleyecektir. İşte Fuzuli’nin büyüklüğü de bu noktada ortaya çıkmayacak mıdır? Yani aşka yeni anlamlar yüklemesi ve her okuyan kişi için yeni anlamların oluşması gibi. Aşka yüklenen her yeni anlam da yeni bir sanat demektir. Her yeni sanat da yine her yeni sanatın ortaya çıkışı olacaktır.
“Eğer dünya açık, aydınlık olsaydı sanat olmazdı.” der Albert Camus. Ne güzel söylemiş üstat. Sanatı karanlığa tutulan büyük bir ışık gibi görenler bu ışığın tesirinden korkmaz; aksine bu ışığa tutunmaya çalışır. Bu, öyle bir ışıktır ki kör noktaların ışık sızdırmaz dediğimiz yerlerine kadar iner. Bunun en keskin örneğini II. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanlarda görmemiz mümkündür. Yakılmış yıkılmış bir Almanya’yı ayağa kaldırmak için yapılan ilk işlerden biri de sanat ve kültür değerlerini ayakta tutacak çalışmalara büyük bir hız verilmesidir. Aydınlık, karanlığa karşı elimize aldığımız büyük bir silahtır. Ne yazık ki zihinleri kararmış, klasik bir tabir olan “örümcek beyinli” dediğimiz insanlar bu güzelim dünyayı çekilmez hale getirirler verdikleri akıl almaz kararları ve açgözlülükleriyle.
Bir sanat eseri nasıl ortaya çıkar, ne gibi durumlarda kendini tamamlar? Bu soruların cevapları yıllardır sanatçıların kendilerinde ve hayatlarında saklıdır. Örneğin bir Aziz Nesin, kirasını bile ödeyemediği çoluklu çocuklu o zor yıllarda ortaya çıkartmaya çalışmıştır büyük bir emek ve özveriyle eserlerini. Örneğin Dostoyevski yine aynı şekilde aristokrat bir aileden gelmesine rağmen zor bir hayat sürerek; yokluklar içinde ölmüş ve ölmeden önce de “Raskolnikov’un” ruh bulduğu o ölümsüz eseri olan “Suç ve Ceza’yı” ortaya çıkartmıştır. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi güçlü olan, yılmayan, mücadele eden bir ruhtur sanat. Yüzyılların ötesine taşır kendini tüm olumsuzlukların çemberinden bir bir geçirerek. Burada sanatın özverili ve meşakkatli bir uğraş olduğundan dem vurmaya çalışmam eserlerin niteliğinden çok niceliğini vurgulamaya çalışmaktan kaçındığımdandır.
İki satır bir şeyler karalayabilmek, havada süzülen bir güvercinin resmini çizebilmek bile insana büyük bir haz verir.
Sanat, tabiattan da beslenir tıpkı bir bitkinin suyla beslendiği gibi. Suyunu almalı her daim kana kana; büyüyüp gelişmesini sürdürmeli…duyarsız kalmamalı insanlar tabiata ve onun kendisinde uyandırdıklarına: yazmalı çizmeli, karalamalı…ürünler ortaya koymalı kendinden geçercesine, kendini gerçekleştirmeli nihayete ermeden bu kısa dünyada ömrünü uzatırcasına.
Balçıklarla dolu bir kör kuyuda kalmamalı sanat. Dört bir tarafı yeşillenmiş bir kır bahçesi olmalı, tabiatı süsleyen..
Yazan: Epepe